25 Mart 2012 Pazar

‘Pax-Pacifica’, Kevin Rudd ya da Kapitalizm’in Kurtuluşu

Mehmet Özay                                                                                                            18 Mart 2011



Yazının başlığı Avustralya eski Başbakanı ve geçenlerde mevcut hükümette Dışişleri Bakanı olarak görev yapan ancak parti içi çekişme neticesinde istifa eden Kevin Rudd’a atıfta bulunsa da, onun Avustralya iç siyasetindeki yerini gündeme almıyor. Aksine, yeni güç aktörleri arasında yeni bir çatışma sirkülasyonunun ortaya çıkacağı ihtimaline karşı, nasıl bir strateji takip edilmesi konusundaki girişimine atıfta bulunduğumuz Rudd’un bu argümanının ne denli somutlaşabileceği üzerinde durmak istiyoruz. Öyle ya, Rudd gitti, barış umutları rafa kalktı da denilebilir. Hayır öyle değil... Aksine, ABD-Çin ilişkileri bağlamında Güneydoğu Asya faktörünün biraz daha irdelenmesi gerekiyor.

Bir süre önce dikkat çektiğimiz üzere, Rudd’un ABD-Çin ilişkilerinin ‘güvenilirlik katsayısının’ artırılmasında Güneydoğu Asya’nın konumuna vurgusu önemliydi. Bu önem, Güneydoğu Asya özelinde söz konusu bu ilişkiyi değerlendirmeye alanın salt Kevin Rudd olmasından kaynaklanmıyor elbette. Ancak, Rudd’un önemi, her iki güçle irtibatlandırılabilecek sahip olduğu siyasetçi birikimi ile, bu iki güç dengesi arasındaki ilişkilere bir yön takibinde olasılıkların en güçlüsü üzerinde görüşlerini açıkça dünya kamuoyu ile paylaşmasından geliyor.
ABD-Çin ilişkilerinin gitgide önem kazandığı ve küresel barış denilen olgu üzerinde belirleyici etkisinin kaçınılmaz olduğu aşikâr. 21. yüzyılın Asya Çağı olacağı çeşitli çevrelerce gündemde yer işgal ederken, bu çağın şekillenmesinde rolün kimler tarafından paylaşılacağı üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. Asyalılar derken -burada önceki yazılarımıza atfen “Hangi Asya?” sorusunun es geçilemeyeceğini de bir kez daha vurgulayalım. Son iki yüzyıllık zaman dilimine damgasını küresel boyutta vurmuş bir Batı’nın -burada da Hangi Batı? sorusunun unutulmaması şerhini düşelim- Asya yüzyılında “geri çekileceği” anlamı taşır mı?

Batı’yı batı yapan sosyo-ekonomik değer kapitalizm olduğuna göre ve bu ekonomik sistem tüm yapılandırıcı gücü ile küresel meydan okumalarını sürdürürken, sıkıştığı evrelerde kendine yeni kapılar ara(la)mada maharetini sergilemiş bir sistemdir. Asya geleneğinin önemli bir ayağını oluşturan Japonya birkaç yüzyıllık direnişinin ardından kapılarını 1850’li yıllardan itibaren Batı’ya açarken, bugün Japonya’yı göklere çıkaran yazarlara hayretle bakmak gerekir. Öte yandan, Çin ki, 16. yüzyılda Batının ‘Güneş Batmayan İmparatorluğu’, yani İngiltere Krallığı’nın ekonomik ilişkilerine konu olmaya başladığı, bu “öncü gücü”, tabiri caizse süreçte tekme tokat sınır dışı ederken, bugün küresel kapitalizmin yeni bir güç ekseni olarak ortaya çıktığını kanıtlaması nasıl bir dönüşüm geçirdiğini gözler önüne seriyor.

21. yüzyılın Asya yüzyılı olacağı vurgusu Asyalı, özellikle de Doğu ve Güneydoğu Asya liderlerinden gelirken, bunun 20. yüzyıl Soğuk Savaş döneminden kalma nedenlerini göz ardı edilemez. Söz konusu o dönemde, Günedoğu Asya bölgesinin şu veya bu şekilde oynadığı veya oynamak istediği rol çeşitli nedenlerle hayata geçirilememişti. Kaldı ki, o dönemin komünizm tehlikesi üzerine, ABD’nin sözde bölgeyi koruma adına, ‘şeriflik’ rolünü üstlendiği ve uğruna ellisekiz bin askerini feda ettiği 1960’lı ve 70’li yıllarda ABD’nin eteklerine yapışmış bir ülkeler yığını varken, resmin öte yüzünde yani, 1980’lerden başlayarak yeniden ekonomik yapılanmaları ile küreselleşen ekonominin atar damarı rolünü başarıyla oynayan ülkeler, başgösteren kimi bölgesel ve küresel şartların  zorlamasıyla da bugün siyaseten kendine güvenen, sosyo-ekonomik varlıkları ve değerleri ile görece istikrarlı ve son beş yılda dünyayı saran küresel ekonomik krizden Batılı ülkeler kadar etkilenmeyen bir yapısal bütün teşkil ediyor.

Ancak her şeyin tastamam yerli yerine oturduğunu söyleyip pembe bir tablo çizme niyetinde değilsek de, son dönemde ASEAN’a yapılan vurgular kadar, pratikte bu birlik etrafında şekllinderilmeye çalışılan küresel yapılaşmalar da ortada. Üstüne üstlük ASEAN şemsiyesi altında birleşen ve bu birliğin mevcut gücü kadar, taşıdığı potansiyel değerleri gören bölge ve küresel güçlerin yakınlaşması Güneydoğu Asya özelinde nasıl bir senaryonun gündemde olduğunu bir kez daha bize hatırlatıyor. Dünün ‘Dragonları’na hızla eklemlenme mücadelesi veren, bugünün Vietnam ve Kamboçya’sı ile -uzun vadede- gelecek vaad eden Myanmar’ı bu güçlü yapı içerisinde yeni dinamik unsurlar olarak algılanmalı.

Bu söyleme, yani 21. yüzyılın Asya Yüzyılı olacağı söylemine ABD’nin -en azından son birkaç yıla kadar- geriden takip ettiği şimdi daha net anlaşılıyor. Bu “gericiliğe” neden ise, ABD’nin öncülüğünde Batı’nın doğu ile hesaplaşmasında tarihten tevarüs ettiği üstünlük duygusunun başat rol oynadığıdır. Özellikle ikinci Bush döneminde ABD yönetiminin Güneydoğu Asya gerçeğinin kafasında ‘dank ettiği’ biliniyor. O dönemde, -kaldı ki bugünde geçerliliğini sürdürüyor-, ABD’nin bölge, yani Güneydoğu Asya ile teşrik-î mesaisinde en önemli yeri, özellikle 2001’deki gelişmeler muvacehesinde, sözde “İslamcı terör” olgusu üzerinden yürütülüyor(du). Tıpkı, Universiti Malaya öğretim görevlisi Prof. Lee Poh Ping’in de dile getirdiği üzere, (Bond&Simons, 2009) Soğuk Savaş döneminde ABD’nin ilgi alanını terör olgusunun çektiği gibi. Bugün de bu süreç, Avustralya’dan başladığı Güneydoğu Asya’yı Amerikan “üsleriyle kuşatma” bir şekilde Amerikan Dış Politikası’nın dinamiği olarak varlığını sürdürüyor. 

Bu bağlamda, Prof. Ping’in bir görüşü üzerinden konuyu değerlendirmeye devam etmekte fayda var. Prof Ping, ABD’nin bölgedeki gelişmelere ve gerçeklere gözünü kapamaması, aksine ABD’nin varlığı için önemli bir sermaye birikimi kadar, üretim ve tüketim gücünü temsil eden bölge ile ilişkilerini hak ettiği şekilde realize etmesine vurgu yapıyor. Üstüne üstlük bunu Amerika’nın uzun erimli dünya liderliğinin kaçınılmazları arasında sayıyor. ABD yönetiminin Güneydoğu Asya üzerindeki aymazlığı sadece bölge yönetici elitleri ve akademisyenlerinin eleştirileri ile de sınırlı değil. Bölgedeki örneğin Malezya’daki ABD misyonundaki görevliler de işin farkında. Malay Yarımadası’ndaki yönetimlerle-ABD ilişkilerinin ekonomik vechesi ile son 150 yıl boyunca aksamadan sürdürüldüğü dikkate alındığında, ABD’nin bütün bir bölgeyi ve kendi çıkarlarını tehlikeye atmak istemesinde anlaşılır bir yön bulunmuyor.

Peki bu minvalde yeni dünya kutuplaşmasında ABD ve Çin’in, 20. yüzyıl Soğuk Savaş yıllarının aksine, farklı bir etkileşime konu olmaları mümkün değil mi? Soğuk Savaş’a konu olan ideolojik kapışmada aktörler kapitalizm ile komünizm olurken, günümüzde kapışmanın değil, kapitalizmin hangi yöne evrileceği ile ilgili bir kapışma yaşanıyor. Thomas L. Friedman geçenlerde kaleme aldığı bir yazısında David Rotkhopf’un henüz kitapçı raflarında sıcağı sıcağına yerini alan ‘Power’ adlı eserine atfen dile getirdiği üzere 21. yüzyılda mücadelenin “hangi kapitalizmde” karar kılınacağı üzerinde olduğuna işaret ediyor. “Hangi kapitalizm” derken Beijing türü kapitalizm, Brezilya ve Hindistan örneğindeki gibi demokratik kalkınmacı kapitalizm, Singapur gibi site devleti türü kapitalizm seçenekler arasında yerini alıyor. Buna ‘Körfez’ sermayesinin rolünü eklememizde pek bir mahsur gözükmüyor. Kapitalizme yön tayininde Güneydoğu Asya’nın rolü azımsanmayacak düzeyde. Kaldı ki, kapitalizmin çıkar arayışlarında Güneydoğu Doğu Asya’nın bugüne kadar tuttuğu ve gelecekte tutabileceği yer dikkate alındığında Çin ve ABD arasında çatışma olmaması, sıcak çatışma olasılığından çok daha fazla olduğu görülebilir.

İşte bu noktada, gündeme Rudd’un yüksek sesle dile getirdiği husus damgasını vuruyor. Nedir o? Her iki gücün, yani ABD ve Çin’in küresel ekonomik bunalımlar içerisinde kendine farklı bir yer edinen Güneydoğu Asya üzerinden farklı bir işbirliği geliştirme olgusu. Son derece pratik ve pragmatik bir açılım... Çin bölge üzerindeki nüfuzu medeniyet ve kültür perspektifinden vazgeçilemez bir öneme sahipken, modern dönemde buna ABD’nin bölgeyle ekonomik ve güvenlik ilişkileri üzerinden etkisi eklemlendiğinde, ortaya her iki gücün bölgede karşı karşıya gelmesini kaçınılmaz kılan bir sonuç çıkıyor. Özellikle son birkaç on yılda ekonomik zorunluluklarla ABD’nin Doğu ve Güneydoğu Asya ile etkileşimi, Çin’in kendi doğal nüfuz alanı kabul ettiği Güneydoğu Asya bu gelişmeler neticesinde pasif bir konum almayı sürdürecek mi?

Bugün bölge ülkeleri fotoğrafına bakıldığında hiç de öyle bir sonuç çıkmıyor ortaya. Aksine, bölge ülkeleri, ASEAN gibi giderek ağırlığını hissettiren bir birlik şemsiyesi ile her iki kutba karşı güçlü bir alternatif olarak çıkmasa da, bölgesinde çatışma olasılığı doğuracak gelişmelere kararlı bir duruş sergileyeceğini gündeme getiriyor. Prof. Ping bu konuda da, Rudd’u destekleyeci görüşleri serdederek Güneydoğu Asya’nın ABD ve Çin için küreyi etkileyecek bir ilişki platformuna dönüştürülebileceği tezi üzerinde duruyor. Bunda kazanan her üç taraf olacağına kuşku. ABD-Çin mücadelesi hız kazandıkça, Güneydoğu Asya özelinden hareketle -içinde Rudd olsun ya da olmasın- bir Pasifik Barışı (Pax-Pacifica) projesi de daha yüksek sesle dillendirilmeye devam edecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder