23 Kasım 2016 Çarşamba

Trump ve Asya-Pasifik’de TPPA Sancısı / Trump and Lament of TPPA in Asia-Pacific

Cihan Kurtaran                                                                                                                     24.11.2016

ABD’deki seçim sonuçlarının küresel yansımaları devam ederken, bu gelişmenin Asya-Pasifik bölgesindeki karşılıklarından biri Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) çerçevesinde ortaya konuyor. Bu süreçte, Pasifik Okyanusu’nun doğu ve batı yakasındaki on iki ülkenin katılımıyla hayata geçirilmesi hedeflenen birliğin varlığı tartışma konusu haline geldi. Donald Trump’ın seçim kampanyası döneminde öne çıkardığı önemli dış politika konularından biri olarak dikkat çeken TPPA, yeni ekonomi politikalarına kurban gitme ihtimali taşıyor. ABD üreticisi ve tüketicisine yönelik tedbirlerle ülke ekonomisini güçlendirmeyi hedefleyen Trump’ın, bir anlamda içe kapanma politikasıyla, küreselleşmeye meydan okuduğu söylenebilir. Bugün gelinen noktada, hem de ABD gibi bir ülkenin bunu nasıl ortaya koyacağı meselesi bir yana, kalkınma süreçlerini küreselleşmeye borçlu Asya-Pasifik bölgesi ülkeleri, seçim sonuçlarıyla birlikte ABD yönetiminin yeni dönemdeki politikasının seyredebileceği potansiyel gelişmelere dair pratikler üretmeye başladı bile.

TPPA, ABD ve dünya siyasetinin son on yılına damgasını vuran Obama yönetiminin, 21. Yüzyılı Asya vurgusuyla öne çıkarmasının doğrudan bir yansıması olarak düşünülebilir. Bununla birlikte, söz konusu ticari birliğinin nüvesini, aslında bölgedeki birkaç ülkenin kendi aralarında ticari işbirliğini şekillendirme çabası oluşturuyor. Bu çıkış noktası bile temelde, bugün TPPA’yı ABD’den daha çok bölge ülkelerinin savunmasının gerekçesini oluşturmaya yetiyor. Japonya, Avustralya, Singapur, Vietnam, Malezya gibi birlik üyesi ve birliğin hayata geçirilmesinde önemli çaba sarfeden ve bu noktada siyasi iradelerini ortayan koyan ülkeler, gerek kendi aralarında son dönemde gerçekleşen ikili ziyaretler ve görüşmeler gerekse ilgili ülkelerin ticaret ve ekonomi bakanlarının açıklamalarıyla konuyu gündemde tutmaya devam ediyorlar. Singapur başbakanı Lee Hsien Lhoong’ın Ekim ayı ortalarında Avustralya’ya yaptığı ziyaret, bu hafta başında Malezya Başbakanı Necib bin Rezak’ın Japonya’ya yaptığı ziyaret ve Vietnam Başbakanı Nguyen Xuan Phuc’ın daha bir iki gün önce yaptığı açıklama bunlara örnek verilebilir. Taraflar ABD’nin TPPA içindeki rolüne, Trump’ın bu ticari birliğe ‘balta vurabilecek’ politikalarından çekincelerini dile getirmek kadar, yeni ABD yönetimini ikna etme konusunda da görüş beyan ediyorlar.

Bu bağlamda ilk girişim dün Japonya Başbakanı Şinzo Abe yaptı. Abe, Trump’la birbuçuk saate varan görüşmesi, Trump’ın gayri resmi de olsa önemli bir ülke başbakanıyla yaptığı buluşma olmasıyla da dikkat çekti. Trump’ı ikna girişiminde baş rolü Japonya Başbakanı Şinzo Abe’nin almasında açıkçası şaşılacak bir taraf bulunmuyor. Dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olması kadar, Asya-Pasifik’de Japonya’yı öne çıkartan veya buna zorlanan başka unsurlar da bulunuyor. Bunun en başında geçen beş yıl boyunca gerçekleştirilen TPPA görüşmelerinde devre dışı bırakılan Çin’in ABD seçimleri sonrası oluşan atmosferde bölgede siyasi olmak kadar, ekonomik ve ticari ilişkilerde de bir adım daha öne çıkabileceği ihtimaline dayanıyor. Bölgedeki her ülkenin Çin’le olan ticari ve yatırım ilişkileri bir gerçek olduğu kadar, aynı şekilde bölgedeki neredeyse hiçbir ülke kendilerini salt Çin’le bağdaşık kılacak bir ilişki yanlısı da değil.

Asya-Pasifik bölgesinde TPPA görüşmelerine katılan ülkeleri bu ticari yapıyı hayata geçirme konusunda bir tür agresif yaklaşımları geçen beş yıl boyunca Obama yönetimiyle neredeyse dişe diş yapılan görüşmeler sonrasında ortaya çıkan durum bulunuyor. Malezya Uluslararası Ticaret ve Endüstri Bakanı Mustafa Muhammed’in açıkça dile getirdiği üzere ilgili ülkeler büyük enerji ve para harcayarak bu görüşmeleri nihayete erdirmiş ve ülkelerdeki muhalefeti de ikna edecek şekilde parlamentolarından onay almışlardı. Bu süreç, sadece hükümetlerin kendilerini ve de muhalefeti dolayısıyla geniş bir kamuoyunu ikna süreci olmanın ötesinde, geleceğe dönük ticari ve ekonomik yapılaşmanın da zeminini oluşturuyor. Dolayısıyla alınan bunca yolun sonunda hedefe ulaşamamak ülkeleri tabiri caizse kontripide bırakacaktır.

Genel itibarıyla bakıldığında, görüşmelerin kimi zaman ABD’nin dayatması şeklinde geçtiği belirtilse de, öte yandan, katılımcı ülkelerin son otuz veya kırk yılı dikkate alındığında, bu ülkelerin ekonomik kalkınmışlıklarında başat unsurun imalat sanayinin harekete geçirilerek ihracat odaklı bir yapılaşma olduğu görülür. Örneğin, 1980’lerden itibaren eko-politik kavramlar arasında güçlü bir yer edinen ‘küreselleşme’ kavramının gelişmiş batı ekonomilerinin saç ayakları olan şirketlerin ucuz işgücü, hammadde, ulaşım gibi Asya-Pasifik bölgesinin sahip olduğu avantajları harekete geçirdi. Ve hükümetler bu yatırım dalgasını değişik boyutlarda hem Batılı şirketler hem de kendi yerel şirketlerinin sürece adaptasyonuyla önemli bir kalkınma hamlesine tanık oldular.

Bu süreç, sadece Batılı dev yatırım şirketlerinin değil, ulusal ve hatta yerel ölçeğe kadar inen bir yatırım-üretim-tükekim zincir düzeneğini de gündeme taşıdı. Bölgenin görece geri kalmış ülkeleri Laos ve Kamboçya’ya kadar nüfuz eden bu sürecin, ilgili ülke halklarının küresel tüketim ekonomisine endekslendiği de görülüyor. TPPA içinde yer alan ülkelerin kaygılandıran da bu nokta. Ancak yukarıda dile getirilen ‘ikna süreçleri’, yeni yılla birlikte ABD’de oluşacak yönetimin tavrında bir değişikliğe yol açmaması ihtimali de gündemde. Bu durumda, gene ilgili ülke yetkilileri, ulaşılması için büyük çaba sarf edilen birlik unsurunun en azından yeni ikili veya bölgesel ticraet anlaşmalarıyla hayata geçirilmesinin yolunu da arıyorlar.

TPPA’ya taraf olan bölge ülkelerinin henüz açıkça dile getirilmese de, üzerinde durduklarına şüphe olmayan bir diğer husus ise, bölgenin siyasi ve güvenlik bağlamı. ABD’nin gene 21. Yüzyıl politikasında başat bir yer edindiği açıkça ilân edilen pasifik boyutu, TPPA’sız olması halinde kan kaybı anlamı taşıyacaktır. Bu sadece, ABD’nin bölge ve de küresel olarak ikinci bir ‘güç’ niteliği taşıyan Çin karşısında gerilemesi anlamına gelmiyor. Bölge ülkeleri, her ne kadar zaman zaman dışlayıcı bir söylemle öne çıksalar da, bölgenin siyasi güven ve istikrarında iki kutuplu ilişkileri önceliyorlar. Öyle ki, Çin’e yakınlaştığı varsayılan ülkelerin bir süre sonra ABD’yle benzer bir tür ilişkileri başlatmalarına -veya bunun tam tersi- tanık olunuyor. Örneğin, Malezya Başbakanı Necib bin Rezak, bu ayın başında Çin’e yaptığı altı günlük ziyarette gerçekleştirdiği ticari ve yatırım anlaşmaları ve hatta görece küçük ölçekli de olsa askeri işbirliği anlaşmalarının ardından, ABD seçimlerini takiben “ABD bize hâlâ ihtiyacı var.” açıklamasıyla ABD’nin bölge için önemine dolaylı olarak dikkat çekiyordu.

Ticari birliğin salt ekonomi boyutuyla değil, ABD-Vietnam ilişkilerinde de görüleceği üzere dünün ‘düşman’ ülkelerinin birliğine doğru evrilen bir boyutu da kapsıyor. Dolayısıyla Japonya’dan Avustralya’ya kadar Asya-Pasifik’de hiçbir ülke bugün elde edilen bir kazanım olarak gördükleri TPPA’dan vazgeçme niyetinde değiller. Bu süreçte, ABD’nin yer almama ihtimaline karşı da alternatifler geliştirme peşindeler.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/384907/trump-ve-asya-pasifikte-tppa-sancisi

16 Kasım 2016 Çarşamba

Arakan: Zulmün bitmediği coğrafya / Rohingya: Persecution yet to finish

Mehmet Özay                                                                                                                          16.11.2016

Myanmar’ın batısında Bengal Körfezi’ne bakan Arakan Eyaleti’nde bitmeyen şiddet olaylarına son günlerde yenileri eklendi. Bölgede bir ayı aşkın bir süredir gene gerginlik hakim. Aslında son dört yıldır zaman zaman düşük bir profil sergilemekle birlikte, gerginliğin bitmediği, bölgedeki Müslümanların baskı ve şiddet ortamından uzaklaştırıl/a/madığına tanık olunuyor.

9 Ekim’den bu yana gerçekleşen hadiselerin önceki dönemlerden ayrılan bir yönü olduğu görülüyor. İlki coğrafi konumu itibarıyla çatışmaların halkın önemli bir bölümünün yaşadığı eyalet başkenti Sittwe çevresinde değil de, eyaletin ve de dolayısıyla Myanmar’ın Bangladeş’le olan sınır bölgesinde gerçekleşiyor olması. Bir diğer husus ise, resmi makamlarca bugüne kadar pek de rastlanmayan ‘isyancı’ kavramının ilk kez kullanılması.  

2012 yılı Mayıs sonu ve Haziran ayında uluslararası medyaya yansıyan şiddet olayları eyalet başkenti Sittwe ve civarında gerçekleşmişti. Son gelişme ise, Arakan Eyaleti ile Bangladeş sınırında ortaya çıktı. Burası hem Arakanlıların Bangladeş’e yasa dışı yollardan geçişi olması dolayısıyla dikkat çeken bir bölge. Sınır bölgesi olmanın getirdiği değişik zorlukların dışında hem Bangdaleş hem de özellikle Myanmar resmi makamlarının Arakanlılara yönelik yaklaşımlarının bu toplumun çilesini daha da artırıyor.

Maruz kalınan baskılara tepki
Myanmar resmi makamları yaptıkları açıklamalarda, Bangladeş’ten sınırı geçen birkaç yüz kişilik bir grubun üç polis noktasına saldırdığını açıkladı. Böylesi bir saldırı ilk defa gerçekleştiriliyor. Bununla birlikte, saldırıyı gerçekleştiren grubun, ağırlıklı olarak daha çok kesici türden silahlara sahip olması ve saldırdıkları polis noktalarındaki güvenlik güçlerinin silahlarını almaları kapsamlı ve büyük çaplı bir organizasyondan ziyade, yaşadıkları baskı ve zulümler sonrasında ortaya konulan bir tepki olduğu gözüküyor. Arakanlı oldukları tahmin edilen bu grubun saldırısının ardından, güvenlik güçlerinin takviye edilmesi ve bölgede Müslüman kitleleri hedef alan bir operasyona başlanması çeşitli insan hakları örgütlerince gene bir baskı ve şiddet ortamının doğabileceği uyarılarını da beraberinde getirdi. Son günlerde bölge halkının köylerini terk ederek kaçmaları da böylesi bir durumun gerçekliğini ortaya koyuyor.

‘Sınırın öte yakasından yapılan saldırı’ olgusu, bölgede yeni bir gelişme olarak değerlendirilmeli. ‘Sınırın öte yakası’ denilerek açıkçası kastedilen Bangladeşliler değil açıkçası, aksine Arakanlı Müslümanlar. Ancak bunun bir tür kafa karışıklığına yol açması da mümkün. Arakan Eyaleti’nde yaşanan zorluklardan kaçanlar, sınırın öte yakasında Bangladeşte Cox’s Bazar şehrine kadar olan bölgede, örneğin Kutupalong, Nayapara, Leda Site yerleşim yerlerinde hayat sürmeye çalışıyorlar. Kaldı ki, Arakan’dan Bangladeş’e göç son dört yılda yaşananlarla sınırlı değil. 1980’li yıllardaki şiddet dalgası önemli bir göç hadisesinin yaşanmasına neden olmuştu. Bu göçlere rağmen, sınırın öte yakasında, yani Bangladeş’te yaşamın tatminkâr olduğu anlamına gelmiyor. Yoğun nüfuslu Bangladeş’te işsizlik ve yoksulluk kadar mevcut hükümetin zaten ülkedeki belli başlı Müslüman gruplara yönelik baskıcı tutumu, yanı başındaki göçmen Müslümanlara yönelik politikalarını da şu veya bu şekilde etkiliyor. Ayrıca, ‘komşu ülke’ Myanmar yönetimiyle aranın bozulmaması çabası da bu politikada bir rolü var.

2012 sonrası süreç
2012 yılında yaşananlardan sonra uluslararası kamuoyunun verdiği tepkiler karşısında dönemin devlet başkanı Thein Sein Arakanlı Müslüman toplumla ilgili olumlu değişiklikler ‘sözü yerine getirilmedi. Ve bu çerçevede, üç yılı aşkın süre boyunca Arakanlı Müslümanların konumunda bir iyileşmeden bahsetmek maalesef mümkün değil. Şehir ve kasabalardan çıkartılan Müslümanlar sığınmacı kampları adıyla anılan yerlerde sınırlı imkânlar ve haklarla yaşam sürmeye devam ediyorlar. Durumun vahametini ortaya koyma adına, ülkede otuz yıl aradan sonra, 2014 yılında yapılan genel nüfus sayımında, farklı statüler altında kaydedilmeleri koşulu dışında Arakanlı Müslümanlar sayılmadı. Ve ardından, yaklaşık yirmi yıl sonra, 2015 yılı Kasım ayında yapılan genel seçimleri ‘demokrat’ ve ‘reformcu’ kimliğiyle öne çıkan Nobel Ödüllü Su Çi’nin başında bulunduğu Ulusal Demokrasi Birliği (NLD) kazanmasına ve Arakanlıların bir umut sorunlarına çare bulunacağı inancına rağmen, bu süreçte bugüne kadar olumlu adım atılmasına tanık olunmadı.

Aksine, Burma milliyetçisi Budistlerin önderliğinde zaman zaman yapılan gösteriler bir tehdit niteliği havasına bürünerek bir yandan Arakanlıları, öte yandan merkezi hükümet ve aralarında Birleşmiş Milletler de olmak üzere uluslararası camianın bölgedeki temsilcilerini hedef aldı. Arakanlı Müslümanlar, karşı karşıya kaldıkları bunca mağduriyet ve zulümlerin sona ermemesi nedeniyle tek çare olarak takalarla denize açılarak kaderin onları nereye götüreceğine umutlarını bağladı. Bunun en son ve süreçteki en önemli sonucu da 2015 yılı Mayıs ayında sayılarının binlerce olduğu ileri sürülen teknelerle Hint Okyanusuna açılmaları oldu. Dünya kamuoyunun bu gelişmeden haberdar olması ise, bölgedeki üç ülke yetkililerinin bu insanları sınırlarına kabul etmemesi sonucu gerçekleşti. Gelen tepkiler ve ilgili ülkelerin yetkilileri arasında başlatılan ‘kriz toplantıları’ sonunda denize açılan Arakanlıların az bir bölümünün Endonezya’nın Açe Eyaleti’nde kamplarda yaşamasına izin verildi.

Müslümanların can ve mal emniyeti yok
Bugün gelinen noktada Arakan Eyaleti’nde sorunun devamında bazı dikkat çekici faktörler var. Bunlar sırasıyla şöyle: a) seçimler sonrasında Eyalet yönetiminin bölgede yaşayan Budist kökenli Arakanlıların hakimiyetinin olması; b) merkezi hükümetin soruna çözüm perspektifli yaklaşmaması ve öyle ki, Su Çi’nin öncülüğünde, ülkenin dört bir yanında on yıllarca bağımsızlık veya otonom yönetim talebiyle savaşan etnik gruplarla -1948 yılındaki bağımsızlık öncesi etnik yapıların ‘federal’ bir yapı altında birliğini sağlamaya yönelik konferansa atfen- 21. Yüzyıl Panglong Barış toplantılarına başlarken, Arakanlı Müslümanları bu oluşuma davet etmemesi; c) Arakanlı Müslümanları temsil mahiyetinde ne ülke içerisinde, ki bu zaten mevcut şartlarda mümkün değil, ne de dışarıda siyaseten temsil edebilecek bir yapının bulunmaması geliyor.

Bu ana başlıklar çerçevesinde ilk maddeye bakıldığında, bölgedeki Müslümanların canları ve mallarının güven altında olmadığı görülür. Topraklarına el konulan şehir ve köy yerleşimlerinden çıkartılan Müslümanlar haklarını arayabilecekleri bir merciden yoksunlar. Su Çi’nin barış görüşmeleri gibi ülke güven ve istikrarına büyük katkı yapacağına kuşku olmayan girişime Arakanlıları davet etmemesinin ardında ‘derin Burma’ milliyetçiliğinin baskısı bulunuyor.

Sorun Myanmar’a terk edilmeyecek boyutta
Bu topluluk bugüne kadar ülkedeki onlarca etnik yapı arasında yer almasına olanak tanınmıyor, aksine dışarlıklı ve yasadışı bir toplumsal grup olarak addediliyor. Bu nedenledir ki, ‘vatansızlık’ olgusunun içerdiği ne varsa bununla yüzleşmek zorunda bırakılıyorlar. Arakanlı Müslümanlar kendilerini temsil edecek aktif bir yapıdan mahrumlar. 2012 yılında yaşanan gelişmeler sonrasında kimi girişimler çerçevesinde kurulan ve başkanlığına ABD’de öğretim görevlisi olan bir Profesörün getirildiği ‘Arakan Rohingya Birliği’nden (ARU) ise, bugüne kadar maalesef ses çıkmıyor.


9 Ekim’deki saldırı ve devamındaki çatışmaları sürdürenleri, tüm bu ağır baskı altında ve çaresizlik ortamında bir çıkış arayışındakiler olarak değerlendirmek mümkün. Ancak Myanmar ordusunun varlığı ve bölgedeki diğer şartlar böylesi bir çıkışı olsa olsa ‘intihar saldırısı’ olarak adlandırmayı gerektiriyor. Arakan Müslümanlarının sorunu, Myanmar devletine terk edilemeyecek boyutta olduğu gün geçtikçe daha da iyi anlaşılıyor. Ancak bu sürecin ‘kanıksanmışlık’ gibi bir başka soruna evrilmesi ise, en büyük tehlike olarak beliriyor. 

11 Kasım 2016 Cuma

ABD’de Seçimler ve Asya-Pasifik Politikaları / Elections in the US and Asia-Pacific Policies

Mehmet Özay                                                                                                                          11.11.2016

ABD başkanlık seçimlerinin sonuçlarının merakla beklendiği coğrafyalardan biri hiç kuşku yok ki Asya-Pasifik bölgesi. Söz konusu seçimin yakinen izlenmesi, ABD ile bölgedeki tek tek ülkeler arasındaki ikili ilişkilerin ötesinde bir anlam taşıyor. Bu çerçevede, ABD’nin Asya Yüzyılı üst başlığıyla güdeme getirdiği ve özellikle de doğrudan Asya-Pasifik bölgesini etkileyecek politikalarını hayata geçirmeye başlamış olması dikkat çekicidir. Bu noktada, son on yıl içerisinde, 1. ve 2. Obama yönetiminin Asya Pasifik açılımı, Çin’in bu politikaya tepkisi ve bölgede egemenlik sahasını genişletme çabası ve bölge ülkelerinin ABD-Çin arasında denge politikalarını yeniden güncelleme çabalarına tanık olundu. Ve ABD’nin bölgeye yöneliminin ardından çoklu ilişkiler dönemi başladı. Bir yanda ikili ilişkiler, öte yanda bölgesel işbirlikleri geliştirilirken, bu süreçte birbirine muhalif olduğu iddiasındaki güçler arasında dahi yeni anlaşmalar gündeme taşınıyor. Obama yönetiminin bu genel politikasının seçim sonrasındaki yeni yönetim tarafından da devam ettirileceği görülüyor.

Obama dönemi Asya-Pasifik politikaları
Geçen on yıllık süre zarfında Obama yönetiminin bölgeye dair politikalarına kısaca bakacak olursak karşımıza şu hususlar çıkıyor. Bunlar arasında Çin’in bölge denizlerinde askeri ve sivil yapılaşması, Kuzey Kore’nin nükleer silah projesi, Güneydoğu Asya topraklarında, genel itibarıyla Malay dünyası adıyla anılan ülkelerde DAEŞ gibi küresel terör örgütlerinin ve bu tür yapılara çeşitli bağlamlarda eklemlenebilme özelliği taşıyan oluşumların varlığını hatırlamak mümkün. Ancak hiç kuşku yok ki, Obama yönetimi Asya-Pasifik bölgesini siyasi, ekonomik ve askeri bağlamlarıyla bir bütün olarak ele alıyordu. Bölgede rakip bir güç olarak ortaya çıkan Çin’e karşı Japonya, Avustralya gibi geleneksel müttefikleriyle ilişkilerini günün şartlarına göre daha da geliştirirken, Vietnam gibi ‘tarafsız’ veya Laos gibi ‘Çin yanlısı’ politikalarıyla öne çıkan ülkelerle de çeşitli alanlarda ittifak arayışları sergiledi. Obama yönetiminin Asya-Pasifik bölgesine yönelik politikasını kaçınılmaz kılan tekil ve birbiriyle ilintili bu boyutlardır.

Obama yönetiminin bu politikalarının ardında, Çin’in özellikle 2010’lu yılların başından itibaren Güney Çin Denizi’nde rakip güçlere imkân tanımama politikasının da kayda değer bir yeri var. Bu bağlamda, ABD tedrici olarak donanma gücünü Güney Çin Denizi ve çevresinde somut bir şekilde sergilerken, bir yandan da adına “uluslararası yasalar” denilen ve bağlayıcılığına dikkat çekilen yapılarla Çin’in mevcut durum üzerinde değişimlere teşebbüs etmesinin önünü almaya çalıştı. Bu süreçte hiç kuşku yok ki, özellikle Japonya, Avustralya ve Filipinler’de bir dönem dondurulduğu izlenimi verilen üsler meselesinin yeniden ele alınması oldu. Filipinler’in 2013 yılında Uluslararası Tahkim Mahkemesi’ne yaptığı başvurunun bu yıl Temmuz ayında Çin aleyhine sonuçlanmış olması ABD tarafından uluslararası kamuoyu nezdinde Çin’i köşeye sıkıştırma vesileyi yapılabilecek bir gelişmeydi.

Ancak bu sürecin öte yanında ise, ‘rakip’ konumundaki Çin’in son dönemde tanık olunduğu üzere, Filipinler ve Malezya ile olan geniş çerçeveli ikili ilişkiler bulunuyor. İşin ekonomi boyutunda ise Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) geliyor. Sadece bölgenin değil, küresel ticareti de etkileyecek boyutlara sahip bu girişim, örneğin Japonya, Singapur gibi anlaşmaya taraf olan ülke yönetimlerince desteklenmekle kalmıyor, bir an önce hayata geçirilmesi konusunda diğer ülkelere yönelik bir tür baskıları da söz konusu. Kaldı ki, bu oluşumun dışında tutulan Endonezya ve Tayland gibi ASEAN’ın ekonomi büyüklüğü bakımından birinci ve üçüncü sırada bulunan ülkelerinin de TPPA içinde yer alma konusunda arzu ve istekli olduğu gözlemleniyor.
ABD’nin bölgeyle bağı
ABD yönetimini bu bölgeye sevk eden amiller arasında derin bir geçmiş ve ilişkiler ağı bulunuyor. ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine dizayn verme çabasında hiç kuşku yok ki, askeri işbirlikleri, ilgili ülkelerle tatbikatlar, askeri üsler konusu birincil öneme sahip. ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana bölgede bu yönde kayda değer adımlar attı. Asya-Pasifik bölgesinde en eski iki ittifakı Tayland ve Filipinler oluşturuyor. Akabinde savaş sonrası dönemde Japonya’nın ulusal ordu yapılanmasına getirilen sınırlılık, bu ülkeyi ABD ile zorunlu/gönüllü askeri ittifaka sevk etti. Kore Yarımadası’ndaki savaşta ABD’nin rolü ve devamında Güney Kore’yle olan bağı ve Çin’den ayrılan milliyetçilerin siyasi bir çatı altında biraraya gelerek oluşturdukları ‘Tayvan’la yakınlaşması dikkat çekiciydi. Ardından, özellikle Vietnam Savaşı çerçevesinde Hint-Çini’nde güvenlik meselesi bazı komşu ülkeleri ABD’ye yaklaştırırken, ASEAN’ın doğuşuna da vesile oldu. Bu süreçte Endonezya’da 30 Eylül 1965’de yaşanan darbe ve Suharto dönemi, ABD yönetiminin bölgenin bu önemli ülkesiyle ilişkileri geliştirilmesine olanak tanıdı.

Öte yandan, bölgenin zenginliğini ve küresel ekonomideki yerine ışık tutan şu hususiyetler de göz ardı edilemez. Bu noktada, örneğin 3.5 milyon kilometrekarelik Güney Çin Denizi’nde daha 1970’li yıllarda başlayan çalışmalar deniz altı petrol ve doğal gaz rezervlerine dair bilgilerin gündeme gelmesi; on ülkenin üye olduğu ASEAN’ın bölge politikalarını şekillendirebilecek ve küresel politikalara yön verebilecek bir siyasi oryantasyon sergileyememesi; 1982 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler Deniz Yasası Sözleşmesi’nin (UNCLOS) bölge denizleriyle ilgili bir temel teşkil etmesi; dünya ekonomisinde yerleri bağlamında gelişmekte olan on üç ülkeden dokuzunun Doğu ve Güneydoğu Asya sınırlarında bulunuşu; Güney Çin Denizi’nin küresel ticaretin 5.3 trilyon gibi devasa bir ekonomik boyutuna konu olması dikkat çekicidir.

Clinton: Asya-Pasifik politikalarının mimarı
Yeni başkanın seçilmesinin ardından ABD’nin bölgeye dair politikalarının ne yönde gelişeceği merak konusu olsa da, ABD yönetiminin bölgeyle ilişkilerinde kapsamlı değişiklik beklenmiyor. Özellikle de adaylardan Hillary Clinton’un yarışı kazanması Obama yönetimi politikalarının geliştirilecek devam ettirileceği anlamı taşıyor.

Hillary Clinton’un dışişleri bakanı olduğu 2010 yılında, “Serbest deniz ticareti ABD’nin ulusal çıkarlarıyla bağlantılıdır. Asya deniz yollarına erişim ve Güney Çin Denizi’nde uluslararası yasalara saygılıdır.” açıklaması ve ardından Foreign Policy için kaleme aldığı ve 11 Ekim 2011’de yayınlanan Amerikan’ın Pasifik Yüzyılı makalesi onun ABD’nin Asya-Pasifik politikalarının mimarlarından olduğunun bir kanıtıdır. Clinton’un gündeme taşıdığı bölgeyle ilgili bu görüşleri, ABD’nin konuyla ilgili politikasının genel çerçevesini oluşturuyor. Bu çerçevede, Clinton’un başkanlık koltuğuna oturması halinde Obama dönemi politikalarına devam edilecektir.

Clinton’ın yukarıda zikredilen makalesi ABD’nin, ‘Asya Açılımı’nı izah ederken, ABD’nin dünya hakimiyeti projesinde uluslararası ticarete konu olan su yolları verdiği önemi de ortaya koyuyor. Yeni yönetimin bölgeyle ilgili çalışmalarında akla hiç kuşku yok ki Filipinler gelecektir. Filipinler’de yeni bir siyasi figür olarak ortaya çıkan Başkan Rodrigo Duterte’nin ülke dış politikasını ve bu bağlamda ABD ile ilişkileri devletin ilgili karar mekanizmalarıyla değil de ‘bireysel’ çıkışlarıyla yapılandırması ve ABD’yi dışlayıcı bir tutum sergilemesi beklenmedik bir gelişmeydi. Duterte’nin ABD’de seçim kampanyası dönemine denk gelen çıkışı karşısında ABD yönetimi bu durumu paranteze almış bir görüntü çizerken, seçim sonrasında bu öncelikli bir politika olarak gündeme gelecektir. Özellikle Filipinler kamuoyu ve ASEAN içerisinde diğer aktörlerle işbirliği sayesinde ABD yönetiminin Duterte yönetiminin dış politikada rota değiştirmesinin önünü almaya çalışacaktır. Ve bu süreç ABD’nin bölgedeki müttefikleriyle ilişkisini pek fazla etkilenmeyecektir. Bir diğer önemli husus olan TPPA, seçim kampanyası döneminde her iki aday karşı çıksa da ABD’nin bölgedeki rolü için büyük önem arz ediyor. Bu anlaşmanın sadece ABD’nin bir ‘dayatması’ olarak değil, bölge ülkelerinin desteğini alarak gündeme getirilmiş olması önemli. Bu nedenle, Çin’in Tek Kuşak-Tek Yol projesi gibi sadece Orta Asya değil, Güneydoğu Asya’yı da içine alan ekonomi ve ticaret içerikli projesi karşısında yeni ABD yönetiminin kayıtsız kalmayacağı ve üstüne üstlük bölgedeki müttefiklerinin taleplerini de dikkate alarak TPPA’yı pratiğe geçirecektir.


10 Kasım 2016 Perşembe

Trump zaferi sonrası Asya-Pasifik’te tepkiler / Reactions in Asia-Pacific After the Victory of Trump

Cihan Kurtaran                                                                                                                     10.11.2016

ABD’de seçimlerin kazananı ve kaybedini ilân edilirken, bu sonucun Asya-Pasifik bölgesine etkisi üzerinde durulmayı hak edecek bir öneme sahip. Bu çerçevede, hiç abartmadan söylemek gerekirse, Trump’ın seçim zaferi Asya-Pasifik’de belirsizliklerle birlikte anılıyor. 9 Kasım’da daha günün ilk ışıklarıyla birlikte seçim sonuçlarının açıklanmaya başlamasının ardından siyasilerden önce tepkiyi veren borsalar ve döviz kurları oldu. Gün boyu benzer negatif etkinin devam etmesinin yanı sıra, sonuçlar netleştikçe Trump’ın zaferi bölge kamuoyunda bir travma etkisi oluşturdu.

“ABD’nin halen bize ihtiyacı var”
Doğan olumsuz etkiyi ortadan kaldırmaya yönelik olarak yapılan ilk açıklamalardan biri Malezya Başbakanı Necib bin Rezak’dan geldi. “ABD halen bize ihtiyacı var.” Diyen Başbakan’ın hedefinde Malezya kamuoyunda oluşan ve orta vadede giderek derinleşebilecek izlenimi veren kötümserliği dağıtmaya yönelikti. Malezya örneğinde bölge yönetimleri ve kamuoyunu olumsuzluğa sevk eden temelde kendini ‘küreselleşme’ rüzgârına epeyce kaptırmış olmaktan kaynaklanıyor. Başbakan Necib’in açıklamasının, son birkaç yıldır çeşitli faktörlerin etkisiyle Malezyalıların alım gücünde pek de olumlu sinyaller vermeyen gelişmelerin daha da kötüye gitmesini engellemeye matuf bir yönü var. Buna ilave olarak, bir süre sonra görev başı yapacak ABD yönetimine gönderilen bir mesaj olduğu da bir gerçek. Daha iki hafta önce Çin’le önemli ticari, yatırım ve de askeri işbirliği anlaşmalarına imza atan ve ülkede “Çin’e teslim olmakla” itham edilen Başbakan Necib bin Rezak bu açıklamasıyla ABD’yle ilişkinin önemine vurgu yapıyordu.

Malezya bağlamından hareketle dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus ise, Uluslararası Ticaret ve Yatırım Bakanı Muhammed Mustafa’nın Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’na (TPPA) yaptığı atıftı. Malezya adına TPPA görüşmelerine katılan Bakan, Trump zaferi sonrasında “değerlendirme için daha erken” açıklaması yaparken, ülkedeki halkın ve de yatırımcıların bu gelişme karşısında paniklememesi gerektiğini söyledi. Ancak tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi, ilk günkü borsa ve kur gerilemesinde Malezya para birimi ringgit’in son dokuz ayın en düşük düzeyine inmesi bakanın paniklememe çağrısının piyasalarda karşılığının olmadığı anlamı taşıyor. TPPA’nın hayata geçirilmesi konusunda en istekli kişilerden biri olan Bakan Muhammed Mustafa ABD’siz bu birliğin bir anlam ifade etmeyeceğini ve söz konusu ticari birliğin kaderini bölgedeki üye ülkelerle görüşeceğini açıkladı. Bakan, açıklaması, “TPPA’nın yürürlüğe girmemesi Malezya ekonomisine olumsuz etkisi olabilir” gibi bir ihtimali de hatırlatmadan geçmedi.

Duterte ve Trump aynı kalibrede
Tabii benim aklıma Trump’ın ‘golf arkadaşı” olduğu söylenen Malezya Başbakanı’ndan açıklamasından ziyade, belki de tepkisi en çok merakla beklenen lider Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte geliyor. 2015 yılında, daha Filipinler’de seçim kampanyası başlamadan gündeme gelen Duterte’nin siyasi karakteristikler bakımından Trump ile benzeşmesi bölge basınında konu olmuş ve “Trumpvari bir aday” olarak sunulmuştu. Bu ifadeyle vurgulanmak istenen ise, Trump’ın ‘negatif’ veçhesiydi tabii ki. Trump’la aynı ‘kalibrede’ olan ve bunu da dün yaptığı açıklamada bizzat dile getiren Duterte, Trump’ın zaferi sonrasında, bir tehdit ve aşağılama yerine daha düşük tonda bir ifadeyle, “ABD ile düşman olmak istemediğini” söylemesi dikkat çekiciydi.  

Trump ve Duterte arasında dikkat çekilen yukarıda benzerlikten bu yana yaklaşık bir yıl, Duterte’nin devlet başkanlığı koltuğuna oturmasından bu yana da dört ayı aşkın bir süre geçmesinin ardından biri doğuda diğeri batıda benzer iki lider profiliyle karşı karşıyayız. Duterte’nin daha seçim kampanyası döneminden başlayıp aktif başkanlığında da sürdürdüğü çıkışlarınındaki çelişkilerin benzeri Trump’ı izleyen kurumlarca tutulan istatistiklerde de ortaya konuluyor. Bir kurumun Temmuz ayı raporunda Trump 17 kez birbiriyle çelişen ifade kullanırken, bir diğer kurumunun Ekim ayı sonu itibarıyla raporunda da toplam 23 ana konuda 138 kez görüş değiştirdiği tespit edilmiş.

‘Öncelik Amerikalılar’ ve TPPA
Trump’ın kampanya döneminde dikkat çektiği hususlardan biri, son dönemde yaşanan ekonomik durgunluklar nedeniyle “öncelik Amerikalılar” olmasıydı. Amerikalıları yeniden varsıllaştırmaya matuf bu söylemin bölgeye yansıması ise, özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerle ihracat temelli kalkınma sürecine konu olan bölge ülkelerinin bundan nasıl etkileneceğiyle ilgili. Benzer bir tepkinin Endonezya’daki bazı ekonomistlerce ‘hükümete uyarı mahiyetinde “hava bozacak, yelkenleri hazırlayın” çağrısı da, bu anlamda dikkate alınmayı gerektiriyor. Aslında bu küreselleşme olgusunu, son dönemde TPPA bağlamında, bölgedeki diğer bazı liderlerin de katkısıyla bir adım daha ileri götüren Barack Obama olsa da, aslında temellerine bakıldığında 2005 yılında Singapur, Bruney, Yeni Zelanda ve Şili’nin biraraya gelerek “4’lü Pasifik” (P-4) adıyla anılan ticaret birliğini oluşturdukları görülür.

Özellikle Japonya ve Singapur ile bir ölçüde Vietnam ve Malezya’nın istekli oldukları TPPA’nın bugün henüz hayata geçirelememiş olmasında Amerikan Senatosu’nda ilgili onayın çıkmamış olmasının rolü büyük. Bu nedenle bugün, Trump zaferi sonrası bölge ülkelerinin borsa ve döviz kurlarındaki kayda değer oynama ABD’nin yeni başkanına yönelik ‘piyasaların tepkisini’ gösteriyordu.  Aslında Trump küreselleşmeye karşı koymakla birlikte, başkan seçilmesiyle birlikte ‘küresel bir depresyona’ yol açmasıyla tezat bir sürecin yaşanmasına neden oluyor. Amerikan’ın Asya-Pasifik bölgesinde güç tesisinde bir tür sınama aracı olacağı düşünülen TPPA’nın şu anda gündemde ne kadar kalacağı ise meçhul.

Asya-Pasifik güvenlik politikaları
Bu sürecin ekonomi boyutunun ötesinde Asya-Pasifik gibi jeo-politiği oldukça öne çıkan bir bölgede Japonya, Güney Kore, Tayvan, Singapur, Avustralya sıralamasında bölgenin kuzeyinden güneyine doğru giden bir şeritte güvenlik açığının doğabileceği endişesi kendini hissettiriyor. Japonya yönetimi ABD’de olabileceklerin hesabını önceden yaptığını gösterecek şekilde savunma sanayiini ve ordu yapılaşmasını yeniden kurgulama kararı alması, önümüzdeki süreçte bu konudaki adımlarını daha ciddi ve yapıcı bir şekilde atacağı anlamına geliyor. Bölgede ABD’nin şu veya bu şekilde geri çekilmesi ve ekonomik nedenlerle askeri harcamaları kısması, özellikle Japonya’nın bölgesel tehdit olarak gördüğü Çin karşısında, aralarında nükleer silah üretimi de dahil olacak şekilde kendi tedbirlerini almasına yol açacaktır.

Güney Kore’de, son birkaç haftada ülke gündemini işgal eden Başkan Park’ın ‘mistik’ ilişkilerinin neden olduğu güven kaybı ulusal siyasi krize dönmesi, yanı başında nükleer denemelerle bölge halkını tedirgin eden Kuzey Kore ile mücadelede bir zafiyet gündeme getirme olasılığı taşıyor. Bölgenin en küçük ancak anahtar ülkesi Singapur’u TPPA dışında ilgilendiren en önemli husus güvenlik politikaları. ABD yeni yönetiminin bölgeyle ilişkilerinde güvenlik politikalarındaki farklılaşma Singapur’u memnun etmeyecektir. Bununla birlikte, Singapur yönetimi teritoryal sınırlarının darlığının neden olduğu çelişkiyi Avustralya ile anlaşarak aşmaya çalışıyor. Bu bağlamda geçenlerde Avustralya ile yapılan anlaşma gereğince Singapur Adası’ndan daha geniş bir toprak parçasında askeri eğitim sistemini hayata geçirmesi yeni dönemde daha da önem kazanacaktır.

Sistemik yaklaşım
Yukarıda genel çerçevesini sunduğumuz ilişkiler bağlamında ABD yönetimindeki değişimin Asya-Pasifik coğrafyasını şu veya bu şekilde etkilemesi kaçınılmaz. Bu çerçevede Trump yönetiminin, salt Demokratlar karşıtlığından hareketle TPPA gibi bir projeyi rafa kaldırıp kaldırmayacağı şimdilik belirsiz. Ancak geçen bir yıl zarfında tanık olunduğu üzere Cumhuriyetçilerin senatodaki üstünlüğü nedeniyle TPPA bir türlü onaylanmadığı da bir gerçek. Kaldı ki TPPA’nın 12 ülke ile sınırlı bir ekonomi birliği olmanın ötesinde anlamı var. Dünyanın ticaret devi Çin’i çevreleyen coğrafyadaki bu girişim yeni dönemin ticaret kurallarını belirleme noktasında jeo-ekonomik modelleme kadar, jeo-stratejik ve askeri bağlamlarıyla örtüştürülerek bir anlam ifade edebilir.

Bu nedenle Trump’ın Amerikan vatandaşlarına ekonomiyi iyileştirme vaadinde içe kapanmacı ve korumacı bir politik yaklaşımın, belki ulusal plânda bir karşılığı olsa da, küresel arenada ABD’nin varlığı, geleneksel ve potansiyel müttefikleri açısından ümitvar olacağını söylemek mümkün değil. Tüm bunların ötesinde, yukarıda kuruluş sürecine atıfta bulunulan TPPA’ya ABD’nin müdahil olmasında 2008 yılında Bush yönetiminin rolü hatırlandığında Cumhuriyetçilerin senatodan geçirmeye yanaşmamalarına rağmen, kendi iktidarları döneminde bu anlaşmayı bir şekilde gündeme almalarına, ABD kamuoyunu iknanın ötesinde, pek de büyük bir mani bulunmuyor.

Büyük bir sürpriz olmadıkça, ABD’deki yönetim değişikliğinin bölge politikalarında kapsamlı bir değişikliğe yol açması beklenmiyor. Bununla birlikte, daha ilk günden bölge yönetimleri ve de kamuoylarında karamsar bir atmosferin oluşmasına neden olan bu gelişme, bölge ülkelerinin ‘Asyalılık ruhu’yla hareket ederek mevcut sorunların üstesinden kendi başlarına gelmelerinin yollarını arama yönünde teşebbüsler olacaktır. Bölge ülkelerinin bu sürece ne kadar hazırlıklı olduğu ise bir başka konu. Ancak ABD’deki sürecin bölge liderlerine en azından önemli bir hatırlatma olduğu görülecektir. Bölge ülkelerinin Çin’le ticari ve yatırım işbirliğinin memnuniyet verici yanı kadar, Çin’in ideolojik modellemesini benimsemeyen bölge ülkeleri kendi aralarından bir lider çıkarmanın çabası içerisinde olacaktır. Çin’le tarihsel ve modern dönemde karşılaşmaları dikkate alındığında buna şimdilik en hazır gözüken ülke Japonya gözüküyor. Uzun bir aradan sonra Japonya’da siyasi gücü ile öne çıktığı gözlemlenen Başbakan Abe’nin görev süresinin uzatılması çabası da Japonya’da dengelerin daha da güçlü bir noktaya doğru gittiğinin ipucu.

Asya – Pasifik bölgesinin yüzyıllık Asya projesinin sadece başkan Obama’nın iki dudağı arasından gelişigüzel çıkmış bireysel bir görüş olmadığı, aksine ABD kurumlarınca alınmış bir karar olduğu dikkate alındığında Trump yönetiminin bir tereddüt dönemi geçirmekle birlikte bu politikalara kayıtsız kalmayacaktır. Kaldı ki, bu işin ABD tarafı. Bir de ABD’nin Asya-Pasifik’de kimileri ‘geleneksel müttefikleri’ konumundaki ülkelerin yönetimlerinin de ABD’nin bölgedeki varlığında ısrarcı olacaklarını unutmamak gerekir.


Nur Misuairi: Mindanao barış sürecinde yeniden icad edilen aktör Nur Musairi / Nur Misuari: A New Reinvented Actor in Mindanao Peace Process

Mehmet Özay                                                                                                                          10.11.2016

Filipinler’de Mindanao bölgesinde uzun yıllar özgürlük mücadelesi veren Moro Ulusal Özgürlük Cephesi (MNLF) lideri Nur Miusuari, önümüzdeki dönemde yapılacak barış görüşmelerinde Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) ile aynı masaya oturmayacağını söyledi.

Manila Bulletin’de yer alan habere göre, MNLG lideri Nur Misuari, Filipinler hükümetiyle önümüzdeki dönemde yapılacak barış görüşmelerinde Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) ile aynı masaya oturmayacağını açıkladı. Malezya ziyareti öncesinde basına açıklamada bulunan devlet başkanı Rodrigo Duterte, Nur Misuairi’nin hükümetle tek taraflı olarak masaya oturmayı istediğini söyledi.

Filipinler’de Rodrido Duterte’nin devlet başkanlığına gelmesinin ardından, 2014 yılında varılan anlaşmaya rağmen, MNLF’i kastederek o dönem söz konusu görüşmelerinde saf dışı bırakılan grupla da masaya oturarak Mindanao barış sürecini yeniden yapılandırma düşüncesini gündeme getirmişti.
Bir önceki başkan Benigno Aquino döneminde Filipinler merkezi hükümet ile MILF arasında 27 Mart 2014’de anlaşmaya varılmış ve Mindanao Müslümanlarına özerk yönetim hakkı veren Bangsamoro Temel Yasası kabul edilmişti. Ancak yasa Filipinler senatosundan geçmemesi üzerine uygulamaya konulmamıştı. Seçim sürecinde barışın korunabilmesi amacıyla Bangsamoro Temel Yasası Geçici Komisyonu kurulmuş ve hafta başında başkan Duterte, bu komisyonun faaliyetlerini uzatan anlaşmaya imza atmıştı.

Bangsamoro Temel Yasası’nı hazırlayan komisyon barış sürecine MILF’in yanı sıra MNLF’i de dahil edecek bir hazırlık içerisinde olduğu belirtiliyor.


Nur Misuari 2013 yılında Zamboanga şehrinde yaşanan kuşatmadan sorumlu tutulması ve yargılanması talebi üzerine kayıplara karışmıştı. Daha sonra bu kararın iptal edilmesi ve başkan Dutete’nin Mindanao’da tüm tarafların barış sürecinde yer alması görüşünü üzerine yeniden kamuoyunun gündemine gelmişti. Nur Misuairi, geçen hafta Manila’daki başkanlık sarayında Duterte ile bir görüşme yapmıştı.

5 Kasım 2016 Cumartesi

Cakarta’da Toplumsal Tepkinin Arka Planı / The Background of the Social Reaction in Jakarta


Cihan Kurtaran – Kuala Lumpur                                                                                          05.11.2016

Çok etnikli çok dinli Endonezya’da kamuoyu bir süredir Şubat ayında yapılacak yerel seçimlere kilitlendi. Her beş yılda bir yapılan seçimler, halkın belediye başkanlarını, yerel meclis üyelerini seçmesiyle ülke demokrasisinin gelişmesine katkıda bulunuyor. Bu katkı, çeşitli siyasi ideolojilerden beslenen ulusal partilerin çok etnikli ve çok dinli toplumsal yapıya sahip bu Takımadalar coğrafyasında ‘yerelin sesini’ dikkate aldıkları bir dönem olarak da ortaya çıkıyor. Ülkenin dört bir yanındaki etnik yapılara mensup topluluklar, özellikle ‘kendilerinden’ olan yerel siyasetçileri yönetimde görmek istiyor. Dolayısıyla, Cava Adası merkezli kurulan ve neredeyse tüm Takımadalar’da faaliyet gösteren ulusal partiler yerel seçimlerde velev ki, aralarında şu veya bu şekilde siyasi görüş farklılığı olsa da, adaylarını öne çıkan yerel siyasiler arasından seçiyor. Yerel seçimlerin odağında ise hiç kuşku yok ki, başkent Cakarta valiliği önem taşıyor. Ulusal partiler tarafından sadece ‘vali’ seçimi olarak değerlendirilmeyen, aksine bir sonraki başkanlık seçimleri için de bir değerlendirme ve sınama süreci olarak işlev görüyor.

Bu bağlamda, yaklaşık üç ay sonra yapılacak ve önümüzdeki beş yıllık süreyle başkent Cakarta’yı yönetecek valiyi belirleyecek seçimler öncesinde adaylar ve onları destekleyen siyasi partiler arasındaki tartışma başkentin trafik, toplu konut, sel, eğitim vb. gibi her daim öne çıkan alt yapı sorunlarının ne şekilde halledileceği üzerine yapılmıyor. Yaklaşık bir ay önce başlayan tartışma, mevcut vali Basuki Tjahaja Purnama’nın (Ahok) Eylül ayı sonunda yaptığı bir konuşmada Kur’an-ı Kerim’e hakaret ettiği iddiaları üzerine, bazı çevrelerin tepkileri ve polisten valiyi tutuklayarak yargılanması talebi çerçevesinde sürüyor. Vali Ahok’un ilgili ayetle ilgili yaptığı açıklama sonrasında Kur’an-ı Kerim’e hakaret etmediğini ve de ayrıca özür dilemesine rağmen, kimi gruplar bu özrü kabul etmeyip yargılanmasını ileri sürüyor. Öte yandan, bugüne kadar ilgili devlet kurumlarının valiyi yasal sürece tabi tutmamasının ardında valinin konuşmasının farklı yorumlanmasına dayanıyor.

Tabii süreç bununla da sınırlı değil. Ahok dışında valilik yarışında yer alacak diğer iki aday ve onları destekleyen siyasi partilerin de şu veya bu şekilde müdahil oldukları bir sürece tanıklık ediliyor. Aşağıda değinilecek ve bu sürecin aktörleri olduğu görülen çevreler dikkate alındığında bu tartışmanın önümüzdeki üç ay boyunca da süreceği anlaşılıyor.

Toplumsal güvenlik-Etnik gerginlik
Tartışmanın odağındaki vali Ahok’un “Kur’an’a hakaret ettiği”ni ileri süren bir grubun Ekim ayı başında başlattığı ve bugüne kadar giderek seçim gündeminde tek konu haline gelen tepkileri ve gösterisi bugün farklı bir noktaya evrilmiş durumda. İki hafta önceki gösteriden  daha fazla sayıda kişinin katılacağının duyurulması Başkan Jokowi, ordu komutanı ve emniyet genel müdürü, siyasi parti başkanları dahil olmak üzere ülkenin üst düzey yöneticileri ve siyasilerinin de dahil olduğu bir sürece konu oldu. Gösterilere Suriye ve Irak’tan döndükleri ifade edilen bir grup ile bunların ülkedeki sempatizanlarının karışabileceği yönündeki endişeler ile gösterinin hedefinde sadece vali Ahok’un ve onun yargılanması talebi değil, toplumdaki etnik ilişkileri ciddi anlamda zedeleyebilecek bir boyuta ulaşabileceği endişesi bulunuyor. Bu nedenle devlet başkanı Jokowi hafta başında ülkenin önde gelen dini gruplarının liderlerini sarayda topladı; ardından emniyet genel müdürlüğü gösterilerde görev yapacağını açıkladığı polis gücü sayısını 7500’den 20 bin’e çıkardı; ordu ise, ilk defa 500 kişilik özel birlikte sahada yer alacağını açıkladı. İşin öte yanında, Şubat’taki valilik seçiminin siyasi partiler için 2019 başkanlık seçimlerinin provası niteliği taşıması da sürecin farklı bir bağlama oturtulmasına hararetlenmesine neden oluyor. 

Sürecin başlangıcı
Başkent Cakarta’daki bu gelişmenin ve bunun ulusal politikaya etkisini sağlıklı değerlendirebilmek ve son bir aydır yaşananların sonunda buraya nasıl gelindiğini anlayabilmek için neler olup bittiğine kısaca bakmakta fayda var. Çin kökenli ve Protestan Hıristiyan olan Vali Ahok, 27 Eylül’de yaptığı bir konuşmada, bazı çevrelerin Kur’an-ı Kerim’den Maide Suresi’nin 51. Ayetini ileri sürerek bir Hıristiyan olan kendisinin adaylığının desteklenmemesi gerektiğini söylediklerini belirtmiş ve seçmenlerin kendisine oy verip vermemekte hür olduklarını dile getirmişti. Gelen tepkiler üzerine Ahok özür dilese de, özellikle belirli bir grubun öncülüğünde iki hafta önce yapılan ve yaklaşık beş ilâ on bin kişinin katıldığı gösteriyle polisin Ahok’u tutuklaması ve yargılanması talebi gündeme getirilmişti. Aslında bazı çevrelerin Hıristiyan kökenli valiye tepkileri ilk değil. 2012 yılında vali seçilen Joko Widodo’nun (Jokowi), hemen iki yıl sonra, yani 2014 yılında yapılan başkanlık seçimini kazanması ve böylece devlet başkanlığına oturmasının ardından, doğal bir süreç olarak yardımcısı Ahok yeni vali olarak atandı. Bu gelişme, elli yıl aradan sonra Müslüman olmayan bir valinin ilk defa Cakarta’yı yönetmesi anlamı taşıyordu.

İşin bir yanında da etnik boyutu var... O da, Ahok’un Çin kökenli olması. Ancak kahir ekseriyeti Müslümanlardan oluşmakla birlikte, çok etnikli ve dinli bir ülke olan Endonezya’da anayasa Müslüman olmayanların belediye başkanlığı, valilik veya siyasi parti başkanlığı, devlet başkanı olamayacağına dair bir madde içermiyor. Olağan siyasi yapı içerisinde ve bu siyasi yapının demokratik teamüllerinin uygulanması çerçevesinde Müslüman kitlelerin elinde önemli bir avantaj olduğunu daha ülkenin kurucu babası ile o dönemin Müslüman liderleri arasında bağımsızlık öncesi yapılan görüşmelerden biliniyor. Bu bağlamda, çeşitli dini grupların liderleri de bunu destekler mahiyette açıklamalar yaparak son haftalarda giderek artan gerginliği engelleme çabası sergilediler.

Başkent Valiliği ve ulusal siyaset

Yerel seçimler çerçevesinde başkent Cakarta valiliğinin farklı bir yönü bulunuyor. Cakarta seçim komisyonunun 2 Kasım’da yaptığı açıklamaya göre, kozmopolit bir nitelik arz eden başkentte toplam 7.132.756 seçmen bulunuyor. Bunun yanı sıra, başkent siyasi partilerin yapılaşma merkezi olmasıyla siyasi rekabetin kayda değer bir artış gösterdiği yer olarak dikkat çekiyor. Devlet başkanı Suharto döneminde (1966-1998) eyalet valileri kadar, başkent valisi de merkezden atanıyordu. Suharto sonrasındaki reform döneminde siyasi hayattaki dönüşümler bağlamında 2007 yılından başlayarak Cakarta valisinin belirlenmesinde halk oyuna başvurulmaya başlandı. Vali ile birlikte yardımcısı birlikte seçime giriyor ve atanıyor. Ancak bugüne kadar devam eden söz konusu bu reform döneminde belki de en önemli gelişme 2012 yılında yapılan seçimde yaşandı. Merkez siyasetin dışında yer alan ve o döneme kadar (2005-2012) Cava Adası’nın doğusunda tarihi Solo şehri belediye başkanlığı yapmış Joko Widodo (Jokowi) başkent valiliğine aday oldu.

Belediye başkanlığındaki performansıyla ülke gündemine oturan Jokowi’yi destekleyen Endonezya Mücadeleci Demokrasi Parti (PDI-P), hem de Çin kökenli yardımcısı ile sadece başkent politikalarını değil, ülke siyasetinde belirleyici olacak bir sürecin başlangıcı oldu. Solo şehrindeki başarılı yerel yöneticiliği başkentte yankı uyandıran Jokowi o dönem Golkar, Demokrat Parti, PKS, PAN, gibi ulusal siyasette öne çıkan diğer siyasi partilerin adaylarının önünde yarışı kazandı. Yerel yönetimdeki ‘hizmet’ eksenli yaklaşımıyla halkın gönlünde bir anlamda yer edinen Jokowi’nin başarısı, ulusal siyasette varlığı sorgulanır hale gelen PDI-P için de bir kurtuluş vesilesi oldu. Jokowi ile birlikte başkent meclis yönetiminde çoğunluğu alan PDI-P bir anda ulusal siyasette belirleyici bir rol almaya başladı. PDI-P’nin yerel seçimdeki bu başarısının bir sonraki aşamada daha büyük sonucunu 2014 yılı seçimlerinde yine aday gösterdiği Jokowi’nin devlet başkanlığını kazanmasıyla göstermiş oldu.

Valilik seçiminden ulusal siyasette kazanıma
Cakarta Valisi Ahok’a karşı FPI öncülüğünde yürütülen kampanya siyasi partiler arasında söz dalaşına dönüştü. Uzun süre bağımsız aday olma yönünde görüş beyan eden Ahok sonunda PDI-P’nin adayı oldu. Sadece PDI-P değil Ahok’a destek veren. Golkar, Ulusal Demokrat (NasDem), Hanura da Çin kökenli Hıristiyan adaya destek veriyor. 

Kimi grupların Ahok’un yargılanması talebine siyasilerden gelen tepkilerden biri önemliydi. İki dönem (2004-2014) devlet başkanlığı yapmış olan ve halen Demokrat Parti genel başkanı olan Susilo Bambang Yudhoyono’nun geçen Çarşamba günü Ahok’un yargılanması ve bu anlamda dolaylı da olsa bugünkü gösteriye destek çıkışı, PDI-P tarafından eleştirildi. PDI-P yetkilileri SBY’ın bu açıklamasının ardında Şubat ayında yapılacak yerel seçimlerde Cakarta valiliği için ordudaki görevinden istifa eden oğlu Agus Harimurti Yudhoyono’nun aday olmasının önemli rol oynadığını belirtti. Diğer aday eski milli eğitim bakanı Anis Baswedan ise, 2014 başkanlık seçimlerini kaybeden eski general Prabowo Subianto’nun partisi Gerindra’nın desteğini aldı. Vali Ahok’un devlet başkanı Jokowi’ye yakınlığı, 2014 başkanlık seçimini Jokowi’ye karşı kaybetmiş olan Probowo’yu yerel seçim yarışında yeni bir rekabete ittiğine kuşku yok.

1998 yılında çıkartılan bir kanunla gösterilerin serbest olduğu ülkede bugün yaşanan gösteri ülkede çeşitli grupların görüşlerini ortaya koyabilmelerinde ve bu anlamda bir tür demokratik haklarını kullanmalarında kayda değer bir durum. Bununla birlikte, çok etnikli ve dinli toplumda üç ay sonra yapılacak yerel seçimlerin etnik ve din temeli üzerine inşa edilmemesi yönündeki hassasiyette toplumun çeşitli çevrelerince dile getiriliyor. Vali Ahok’un ilgili ayetle ilgili açıklamasının nasıl bir yöne evrileceği ise ilgili devlet kurumlarının değerlendirmelerine bağlı olacak.

4 Kasım 2016 Cuma

Duterte’nin Japonya Gezisi Sonrası Bölgesel İlişkiler / Political Developments in the Region after Duterte’s Japan Visit


Cihan Kurtaran                                                                                                                       04.11.2016

Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte, son haftalardaki aktif dış politikasına Japonya ziyaretiyle yeni bir boyut ekledi. Bununla birlikte, Başkanın Endonezya, Bruney, Çin ve Japonya ziyaretleri, Filipinleri bölgede yeni bir yükselen güç bağlamında ilgili ülkelerle ilişkileri yapılaştırma anlamı taşımıyor elbette. Aksine, bu ziyaretlerin odak noktasını Duterte’nin başkanlık koltuğuna oturalıdan beri, özellikle de son iki ay boyunca gündeme taşıdığı bireysel düşünce, tutum ve söylemlerinin genel anlamıyla bölgesel ve kısmen de küresel ilişkilerde bozulan/kırılan/yeniden inşa edilen karmaşık bir süreci akla getiriyor.

‘Karmaşık’ dememizin nedeni, örneğin ABD tarafından “Duterte’nin yeni dış politikasına dair bize resmi kanallardan herhangi bir açıklama gelmedi,” demesinden; Duterte’nin Çin’le ilişkilere ‘kucak açan’ yaklaşımına rağmen, Çin tarafının ekonomik içerikli anlaşmalar olsa da, diğer alanlarda “bekle-gör” politikasını yeğlemesi; Japonya gezisindeki açıklamalarındaka tanık olunduğu üzere, Duterte’nin “Uluslararası tahkim mahkemesi’nin kararı bağlayıcılığını sürdürmektedir” yönlü açıklamasıdır. Kaldı ki, Duterte gibi bir devlet başkanının uluslararası bir kurumu ya da başkanını, bir ‘süper’ güç olan devletin başkanını veya Papa örneğinde olduğu gibi bir ‘din adamını’ yönelik gayr-i ahlaki yaklaşım sergilemesi ve ardından ‘özür dilemesi’ sonrasında, Çin gibi devlet geleneği olan bir yapı tarafından Filipinler devlet başkanının ‘işbirliği talebini’ öyle kolay kolay bel bağlanabilecek bir gelişme olarak değerlendirmeyecektir.

Tıpkı Çin gezisinde olduğu gibi, geçen hafta Japonya’da gerçekleşen görüşmelerde de ikili ilişkiler çerçevesinde bazı ticaret ve yatırım anlaşmalarına imza atıldı. Çin’le yapılan anlaşmalar, bölgede ABD ile siyasi ve ekonomik nüfuz yarışında olan Çin özelinde Güneydoğu Asya’da nüfuz alanını genişletme anlamı taşıyor. Öte yandan, Japonya’nın Filipinler ile görüşmeler ise ekonomik vechesine rağmen, Japonya’nın ABD ile son derece yakın ittifak ilişkilerinden ötürü Filipinleri bölgede ‘Batı ekseninde’ tutma çabasıdır. Bu konuda zaten Başbakan Şinzo Abe’nin daha Duterte’nin Tokyo’ya gelmeden önce yaptığı açıklamalar bu siyasi atağa işaret ediyordu.

Duterte’nin Japonya gezisinde, daha önce Güney Çin Denizi anlaşmazlığı çerçevesinde bölge ve dünya gündemine ‘şok’ olarak düşen bazı açıklamalarını ‘telif’ eden bazı yaklaşımları dikkat çekti. Yukarıda da kısaca ifade edildiği üzere, daha Duterte’nin ziyareti öncesinde Japon yönetimi, Duterte’nin ABD ile askeri ve ticari ilişkileri tam anlamıyla koparma denmese de durdurma ve geriletmeye yönelik yaklaşımını değiştirme konusunda girişimleri olacağını belirtmişlerdi. Bu husus, beklendiği üzere Abe-Duterte görüşmesinde de gündeme getirildi. Japonya, ABD’nin Doğu Asya’daki en önemli müttefiki ve ayrıca ASEAN’la güçlü ilişkileri olan bir ülke. Dolayısıyla, bu iki ülkenin yani Japonya ve ABD’nin Güney Çin Denizi’nde Çin’in güttüğü teritoryal yayılmacılık ve hakimiyet karşısında tam anlamıyla çıkar birlikteliği içerisinde olduğu dikkate alındığında Japonya’nın bu yaklaşımı anlaşılabilir bir boyut taşıyor.

Hiç kuşku yok ki, Çin’in Filipinlerle ‘ekonomik ilişkileri’ geliştirmekle başlayan sürecin bununla sınırlı kalmayacağı Japon yönetimince fark edilmeyecek bir husus değil. Salt aradaki ittifak ilişkisi gereği ABD çıkarlarının korunması anlamında değil, Japonya’nın bizatihi kendi egemenlik alanı, ekonomik ilişkileri ve ilintili süreçlerin de etkilenebileceği bir boyut kendini ortaya koyabilir. Bu nedenle, küresel ticaretin son derece akışkan olduğu Güney Çin Denizi’nin doğu ve batı sınırlarındaki iki ülkenin, yani Çin ve Filipinler’in sivil alanların dışında askeri alanı kapsayabilecek ve Çin nüfuzunun yaygınlaşması anlamına gelecek bir gelişme Japonya’nın çıkarlarına olmayacaktır.

Filipinler devlet başkanının ABD ile askeri işbirliği ve ardından ekonomi işbirliğini dondurma yönündeki açıklamalarının ardından yönünü Çin ve Rusya’ya çevireceğini söylemesi kuşkusuz ki, ABD’nin 21. yüzyıl asya politikasına bir müdahale niteliği taşıyor. Tabii, Başkan Duterte’nin bu çıkışının teorik ve pratik düzeyde nasıl işleyeceği de üzerinde ayrı bir çalışmayı gerektiyor. Ancak ABD bölgede hiçbir şekilde Çin’in elini güçlendirecek gelişmelere gözükü kapamayacağından, Duterte’nin söylem düzeyinde dahi olsa çıkışını ciddiye alıyor. Bu ciddiye alışın, ABD’nin bölgedeki ortağı Japonya vasıtasıyla Filipinler devletinin dış politikasında büyük değişikliklere yol açmaması için görüşmeler yapılması son derece doğal.

Hatırlanacağı üzere, Duterte, başkan seçilmesinin ardından önce ulusal gündemde uyuşturucu çeteleri ve kullanıcılarına yönelik uygulamaya başladığı politikada ülkedeki mevcut yasal süreçlerini hiçe sayan ve güvenlik güçlerine geniş yetkiler tanıyan politikasıyla gündeme gelmişti. Ardından Komünist Partisi ve uzantısı Ulusal Demokrasi Cephesi’yle Oslo’daki barış görüşmelerine başlamadı. Duterte bununla da kalmayıp, önceki hükümetin, her ne kadar şu ana kadar hayata geçirilmemiş olsa da, Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) ile yapılan anlaşma ve komünist partisiyle gerçekleştirileceğine neredeyse kesin gözüyle bakılan barış sürecini tamamlayıcı mahiyette olmak üzere Müslümanlara ve Komünistlere ‘toprak’ verilmesi gündemde. Bu gelişme, ülkenin kendi iç sorunlarını çözmekte olduğu yönünde olumlu bir görünüm ortaya koyuyor.

Ancak Duterte’nin iç politikada, özellikle de uyuşturucuyla mücadelede süreçlerini yönetebilme konusunda sergilediği zaafiyet, Batılı ülkelerden ve kurumlardan gelen ‘insan hakları’ temelli eleştirel yaklaşımlara konu oldu ve olmaya devam ediyor. Bu durum, Duterte’nin iç politikada kullandığı ve ‘siyaset kültürü’ açısından şu veya bu şekilde haklı görülebilecek bu ‘yeni politikası’ ve bunu küresel kamuoyuyla ‘paylaşma ve savunma biçimi’ uluslararası ilişkilerde yerinin olmadığı sorunlu bir alan olarak nüksetti.

ABD ile arası açılan, ABD’den açılacak alanı Çin ve Rusya ile ilişkilerle dolduracağını gündeme taşıyan, BM’den ayrılma tehdidinde bulunan, uluslararası tahkim mahkemesi kararı üzerinden siyaset yapmayacağını açıklayan Duterte Filipinler ‘devlet’ politikalarına uymamakla itham ediliyor. Çin ziyareti ve anlaşmaları ile ülkesindeki halk desteğini şimdilik kendisine kalkan yapan Duterte’nin, bir yandan ABD özelinde Batıyla arası açılan ve öte yandan uluslararası tahkim mahkemesi kararını neredeyse hiçe sayan yaklaşımıyla ülke içinde eleştirilere konu olan Duterte önümüzdeki dönemde bir yol ayrımında olacaktır.