22 Temmuz 2023 Cumartesi

Osmanlı Devleti’nde modernleşme süreçlerinde bürokratik elit ve sivil toplum faktörü / Bureaucratic elite and civil society as factors in the modernization processes in the Ottoman State

Mehmet Özay                                                                                                                            22.07.2023

Osmanlı Devleti’nde, 19. yüzyıl boyunca ortaya çıkan ve tüm yüzyılı işgal eden modernleşme süreçlerinde, bürokrasinin belirleyici bir rol oynadığı konusu dikkat çekicidir. 

Bu yönelim, açıkçası bizi Osmanlı toplumunda sivilliğin, sivil yapıların ve hareketlerin var olup olmadığı ve şayet varsa, bu yapıların toplumsal yapı içerisinde nerede durduklarını ve değişim süreçlerinde ne denli rol oynadıklarını derinlemesine anlamaya sevk eden sorular sormamıza yol açar.

Bu durum, aynı zamanda Yeni Cumhuriyet’le birlikte (1923), niçin ve neden sivilleşmenin baskın bir yapılaşmaya konu olup olmadığını da anlamamıza el verecek siyasal ve toplumsal kaynaklara ulaşmamıza olanak tanır. 

Osmanlı modernleşmesi ve dönemlendirme

Öncelikle şunu vurgulayayım ki, Osmanlı modernleşmesinin, belirli tarihler arasına sıkıştırılacak şekilde dönemleştirilmesi bile, kendi başına bir sorun veya araştırma konusu olmaya devam ediyor.

Walter F. Weiker’in söz konusu bu modernleşmeyi 1826 ile 1877 yılları arasında sınırlandırması buna bir örnektir.

Öyle ki, Weiker, 1826’yı başlangıç kabul etmesini, Osmanlı’da “gerilemenin hızla artışı” ile açıklar. Söz konusu bu gerilemede hızlı artışa yol açan sürecin en başına da, 17. yüzyıl sonundaki Viyana’daki “duraklamayı” getirir.[1]

Oysa, devletlerin değişim ve reform çabalarına yön verenin çöküşün hızla artış dönemi değil, aksine, siyasal ve toplumsal değişim ihtiyacının ve/ya yozlaşmanın nüvelerinin, daha yeni yeni ortaya çıkmaya başladığı dönemlerde aramak gerekir.

Diğer bazı araştırmacıların farklı dönemlendirmeler üzerinde durmalarına şaşmamak gerektiği gibi, onların bu dönemlendirme yaklaşımlarını anlamaya çalışmakta yarar var.

Bir alternatif olarak, Osmanlı modernleşmesini -aşağıda değinileceği üzere- savaş meydanlarında kayıplar verilmeye başlandığı süreç ile irtibatlandırmak yerine, -konvansiyonel anlayışın biraz daha dışına çıkarak- Kanuni’nin (Süleyman the Magnificent) Zigetvar Meydanı’nda hayatını kaybetmesiyle başlatabiliriz.

Nihayetinde zafere rağmen, Osmanlı’nın ve İslam dünyasının sembolik gücünün fiziki olarak ortadan kalktığı bir dönemle karşı karşıyayız Zigetvar’da…

Sivillik: Hangi bağlamda?

Osmanlı siyasal değişim süreçlerinde etkisi olup olmaması bağlamında dikkat çekmeye çalıştığım sivillik kavramı ile gündeme getirilen olgunun örneğin, ahilik gibi meslek teşkilâtları ya da tarikatlar gibi yapılaşmalar ile anlamadığımız ortadadır.

Bu noktada, ahi teşkilatları, Batı’daki kendinde, otonom ve hatta bağımsız orta sınıfı teşkil eden yapılara dönüşmemiştir.

İkincisi, tarikatlar toplumsal sistemi değiştirici değil, belki ihyacı (revivalism) anlamında katkısı olan -ki bu başka bir süreçtir- devamlılık süreçlerinde rol almışlardır, demek daha doğru olacaktır.

Bu yapılar, tıpkı irili ufaklı diğerleri gibi, toplumsal yapı içinde dinamik unsurlar olarak yer alsa da, siyasal sistem içerisinde birer güç temerküz eden ve siyasal ve toplumsal sistem içerisinde, temsiliyet olgusunun ortaya çıkmasına yol açan araçlar haline gelmemişlerdir.

En azından, Osmanlı Devleti’nde reformcu çevrelerin, ulaşmayı arzuladığı askeri, bürokratik ve teknolojik yapıların, bizzat Batı’da ortaya çıkmasına yol açan toplumsal değişimlerin benzerlerinin Osmanlı toplumunda gündeme gelmesinde, bu türden irili ufaklı unsurların katkısını görmek gayet kuşkuludur.

Nihayetinde, Osmanlı modernleşmesinin motorunu oluşturan -bir ucunda Osmanlı bürokrasisini Batılı toplumsal değişmelere adapte etmenin adı olan Tanzimat’ın kurucu figürü Mustafa Reşid Paşa,[2] öteki ucunda Mithat Paşa örneklerinin bulunduğu - bürokratik elitin çabalarına genel itibarıyla gizli/açık müdahil eden unsurlar arasında yukarıda zikredilen yapıların, şu veya bu şekilde yer aldığı bile söylenebilir.

Bu anlamda, ahiliği bir ahlâki-zanâat merkezli yapı olarak görebilir ve bu anlamda, toplumsal değerlerin teşkilinde ve devamlılığında gayet önemli rol oynadığını ileri sürebelirken, aynı şeyi devletin siyasal sisteminin -ve de toplumunun- yozlaşmaya doğru gittiği süreçte, herhangi bir siyasal yönlendiricilik, alternatif çözümler üretme ve yönetme alanında söyleyebilmek mümkün gözükmemektedir.

Nihayetinde, Osmanlı Devlet sisteminde meşru siyasal ‘temsiliyet’ olgusunun varlığı veya yokluğu ile hangi ölçüde var olabileceği konusundaki tartışma bizi yine, Osmanlı modernleşmesinde -iç ve dış- hangi aktörlerin ve faktörlerin rol oynadığı sorusuna cevap bulmaya itmektedir.

Değişim ve zihniyet

Osmanlı Devleti ve toplumundaki gelişmelerle ilgili tartışmaların sadece, bir fanus içinde kendinde bir tartışma olmadığı aksine, kayda değer bir önem arz edecek şekilde, diğer Müslüman toplumların modernleşmesi veya toplumsal değişimlerinin boyutlarını anlama konusunda da bir fikir verebileceğini düşünebiliriz.

Burada zikredilen Müslüman toplumlar ile bir yandan, geniş Osmanlı toplumu içerisinde yer alan ve Türklük kimliği dışındaki yapıları öte yandan, Osmanlı Devleti siyasal sınırları dışında yer alan, Batı’da Fas’tan Doğu’da Malay Takımadaları’na değin, diğer tüm coğrafyalardaki Müslüman toplumları kastediyoruz.

Bu çerçevede, soru’nun gelip İslam’da temsiliyet ve/ya İslam’da yönetim gibi gayet önemli teolojik ve tarihsel bir nedene gelip dayandığını görmek zor olmasa gerek. Ancak bu hususu, burada ele alacak değilim…

Modernleşmeyi, zihniyet yapısındaki değişme olarak aldığımızda, Osmanlı Devleti’nde değişmeyi öngören şartların bir zihniyet sorunsalından yola çıkmamış olması, bizatihi kendi başına değerlendirilmeyi gerektiriyor.

Öyle ki, Osmanlı siyasi eliti kadar, devlete dünya görüşü (wethanschauung) niteliğini kazandıran ulema sınıfının (religious scholars) gelişmeler karşısındaki tutumu ve yönelimi, sorunun zihniyetle ilintili bir yanının olmadığını veya olamayacağını aksine, ortaya çıkan değişim ihtiyacının pragmatik nedenler üzerine inşa edilmesi gerektiğine gönderme yapar.

Bunun en basit ve görünür örneği ise, çokça dile getirildiği üzere savaş meydanlarında karşı karşıya kalınan yenilgilerdir.

'Savaş meydanları’ olgusu

Oysa, Osmanlı Devleti’nde değişimi zorlayanın temelde, hiç de, savaş meydanları yenilgileriyle sınırlı olmayan bir boyutunun olduğu ve tartışmaların bu eksende yürütülmesi gerektiği konusundaki yaklaşımımızı burada bir kez daha tekrarlamakta yarar var.

‘Savaş meydanları yenilgileri’ olgusu ve söylemi bir neden değil, aslında tastamam bir sonuçtur…

Bununla birlikte, Osmanlı siyasi ve bürokratik elitinin savaş meydanları vurgusunu anlamaya çalıştığımızda, karşımıza Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren devletin temel dinamiğini ordu eksenli bir yapılaşmanın oluşturduğu gerçeği çıkar. 

Öte yandan, böylesi bir tutumun kendinde ve gayet önemli bir duruşun ifadesi olduğunu ve bunun ardında, geçmişte yaşanmış ‘başarılar’ın etkisiyle hasıl olan psikolojik etki kadar, belki de, şu veya bu ölçüde manevi ve/ya ‘imani’ bir yaklaşımın etkili olduğunu söylemek mümkün.

Nihayetinde kendisine yaklaşılması, anlaşılması ve hatta ‘öykünülmesi’ gerekinin, dün savaş meydanlarında yerle yeksân edilen ‘kafir Batı’ olması, gayet önemli teolojik ve tarihsel bir çelişkileri akla getirmektedir.

Şayet, yukarıda dikkat çekilen ikinci husus yani, manevi-imani yaklaşım etkisi/tesiri üzerinde durmak gerekirse, karşımıza bir öz eleştiri sürecini çıkartmak gerekecek ki, bunu bu yazı çerçevesinde ele almak mümkün gözükmüyor.

Giriş cümlesindeki perspektife dönersek ifade edelim ki, Osmanlı Devleti’nde niçin bürokrasinin öne çıkıp da, sivil yapıların arka plânda kaldığı veya belki de, ancak ve ancak iş işten geçmeye başladığı bir dönemde sivil denilebilecek yapıların kendilerini ortaya koyabilme iradesini göstermeye başladığı üzerinde dikkatlice durmak ve sorgulamak gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/osmanli-devletinde-modernlesme-sureclerinde-burokratik-elit-ve-sivil-toplum-faktoru-bureaucratic-elite-and-civil-society-as-factors-in-the-modernization-processes-in-the-ottoman-state/



[1] Walter F. Weiker. (1968). “The Ottoman Bureucracy: Modernization and Reform”, Administrative Science Quarterly, Vol. 13, No. 3, (December), s. 451. (451-470).

[2] Paul J Magnarella; Orhan Türkdoğan. (1976). “The Development of Turkish Social Anthropology”, Current Anthropology, Volume 17, Number 2, s. 242. (241-275).

19 Temmuz 2023 Çarşamba

Zaman, anlam ve toplumsal dönüşüm / Time, meaning and social change

Mehmet Özay                                                                                                                            19.07.2023

Bir hicri yılın bitip bir yenisinin başladığı bugün yani, Hicri 144 yılının bitip 1445 yılına başlanması, Müslüman bireylerin kendi yaşam evrelerinde neler olup bittiğini değerlendirmeleri açısından ilginç bir döneme tekabül eder.

Hicri yıl, yani İslam dininin kurucusu Hz. Peygamber’in (s.a.v.) tebliğ faaliyetlerini gerçekleştirdiği Mekke’de karşı karşıya kaldığı siyasal ve toplumsal şartlar neticesinde, Medine’ye hicret etmesinin temel alındığı bir tarihi referanstır.

Hz. Peygamber’in (s.a.v.), fiziki ve dönemsel bağlamda Arap Yarımadası toplumları için bir toplumsal dönüştürücü rolünü yerine getirirken,[1] sergilediği eylemlerin sıradan insan teklerinin eylemlerinden farklı olduğu muhakkaktır.

Bu noktada, Hz. Peygamber’in (s.a.v.), bu hicret vak’asının bireysel bir süreç olmaktan öte, İslam toplumunu ilgilendiren ve bunun ötesinde İlâhi (sacral) ve Vahyi (revealed) bir yönlendirmeye tekabül eden boyutu üzerinde düşünülmeyi hak eder.

Bu tarihi vak’anın, Müslüman toplumlar için zamanın başlangıcı kabul edilmesinin, yeni oluşmakta olan Müslüman toplumun anlam evreninin oluşturmasındaki rolü, bu vak’anın gerçekleştiği tarihi başlangıç kabul etmek suretiyle ortaya konmuştur. 

Bu yazıda, kısaca zaman olgusu ve oluşumuna dair bazı faktörlere değineceğim.

İnsanlık tarihinin dönüm noktalarını oluşturan unsurların başında, zaman denilen olguyu anlama çabası önemli yer tutur.

Bu anlama çabası, ilgili toplumların kozmolojilerini (cosmology) oluştururken, gündelik pratikleri yerli yerine oturtmada ve anlamlılaştırmada da gizli/açık, bilinçli/bilinçsiz en azından belirli dönemlerle referans olma işlev görür.

Genel itibarıyla bakıldığında, bu ikisini yani, kozmoloji ve gündelik pratiklerin birbirinden ayırt edilmesinin mümkün olmadığını söyleyebiliriz.

Mikro düzeyde insan teki ve makro düzeyde toplumun geneli, adına yaşam denilen süreçte neyin, nasıl, ne şekilde vb. yapılacağıyla ilgili sorulara cevap üretirken, zamanın oynadığı rol kaçınılmaz bir olgu olarak kendini ortaya koyar.

Temelde, sadece insan toplumları için değil, insanlığın dışında doğal çevremizi oluşturan varlık aleminin diğer boyutlarının da, bir tür gizli/açık zamanla çerçevelenmesi söz konusudur.

Örneğin, zaman -ve de mekân- noktasında tabiat’ta yaşanan tüm dönüşümleri, zamanın belirleyiciliği ile veya zaman kıstası ile anlamlandırmak mümkündür. Bu noktada, mevsimler, iklim özellikleri vb. buna örneklik teşkil eder.

Zaman kendi akışı içerisinde bir yandan, bizatihi kendini yeniler ve dönüştürürken, aynı zamanda diğer varlıkların var olmaları -ve de dönüşümleri ve/ya yok olmaları bağlamında da kaçınılmaz bir etki olarak ortaya çıkar.

İçgüdüsel özelliklere sahip oldukları kabul edilen tabiat ve tabiattaki varlıklar zamana bağımlılığı içkinleştirmiş haldeyken, insanoğlu rasyonalitesi ve kültürel yapısının bir gereği olarak, adına takvim (calendar) denilen zamanı belirli ölçütlerde dilimlere ayırmak, insan toplumlarının kültür ve medeniyet süreçlerinin kaçınılmaz bir parçasını oluşturmuştur.

Bunda, başlangıç kabul edilen ve antropoloji gibi kimi bilim dallarında mitolojik olarak adlandırılan dini, manevi boyutları dikkat çeker.

Bir diğer açıdan bakıldığında yukarıda vurgulanan tabiat özelliğiyle bağdaşık şekilde, tabiatı değiştiren birer nedensel güç faktörü olan güneş ve ayın temel alındığı bir etkinin de vaki olduğu ortadadır.

Öyle ki, takvimlerin oluşturulması toplumların, adına varlık denilen ve kendilerini içinde buldukları maddi şartları ve olguları tanımlama, anlama, yorumlama, pratiğe geçirme, yeniden yapılandırma vb. süreçlerinde belirleyici bir rol oynar.

Bir anlamda, bir toplumun weltanschauung’u kendisi için benimsediği takvimle ortaya koyar. Bu çerçevede, Müslüman düşünürlerin varlığa dair sorulara, sorunlara cevap oluşturucak şekilde ortaya koydukları tarihe, bilgiye yönelik yaklaşımlara zamanı da eklemek gerekir.[2]

Her ne kadar, günümüz Müslümanlarının bir bölümünün, kendilerini aidiyet noktasında, Müslüman dini-toplumsal bağlamı içerisinde değerlendirmekle birlikte, bu evrenin tarihsel oluşumuyla bağlantılı tavkim gibi önemli bir olguyu dikkate almama ile karşılaşıldığına da tanık olunur.

Bunun bireysel ve toplumsal bağlamda bir olumsuzluğa tekabül ettiğini ileri sürebiliriz.

Nihayetinde ortada var olan bireysel ve toplumsal yaşama anlam kazandıran bir kozmoloji’nin varlığı veya yokluğu hususudur.

Ya da kasıtlı veya bilinçli olarak değiştirilmiş bir kozmolojinin ardından, kendini hem Müslüman aidiyeti içiresinde ve/ya İslam dini ve düşüncesi içerisinde görmek, hem de değiştirilen kozmolojiye bağlılığıyla kabul etmek gibi gayet dikotomik bir gerçeklikle karşı karşıya kalınır.

Bu durumun, salt bir eklemlenmecilik olmadığı ve olamayacağı gayet açıktır.

Ve bu çerçevede, bireysel ve toplumsal eylemlerimizi tasarımlarken bu durumun bizi ne gibi güçlüklerle karşı karşıya bıraktığı konusu üzerinde uzun uzun düşünmeyi gerektirmektedir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/zaman-anlam-ve-toplumsal-donusum-time-meaning-and-social-change/



[1] Roberts, Robert. (1980). The Social Laws of the Quran, Fifth Impression, London: Curzon Press, s. 2.

[2] Ali Issas Othman. (1960). The Concept of Man in Islam: In the Writings of Al-Ghazali, Cairo: Dar al-Maaref, s. 13.

17 Temmuz 2023 Pazartesi

Darbe olgusu ve dini/İslami düşünce kurumlarının rolü / The coup phenomenon and the role of religious/Islamic thought institutions /

Mehmet Özay                                                                                                                           17.07.2023

Bugünlerde tanıklık ettiğimiz ve yakın geçmişe dair olaylar dizisine yönelik bakışın neye tekabül ettiği meselesi üzerinde ciddiyetle durulmayı hak ediyor.

Yaşanan darbe teşebbüsü sorununu, galip-mağlub ekseninde ve yerel ve/ya ulusal boyutta gelişen bir hadise olarak değerlendirmek yeterli değildi.

Aksine, bu gelişme, ontolojik arka plânı ile uluslararası ya da en azından Müslüman toplumlarda -kimi ölçülerde devletler diyebiliriz-, yaşanan sözde ‘bizim dışımızdaki’ gelişmeleri de içine alacak şekilde değerlendirilmelidir.

Bu küresel durum, Müslüman toplumların tarih boyunca ortaya koydukları düşünce yapılaşmaları ve bunların pratiğe geçirilişleri ile bunların sivil anlamda muhalefet, askeri anlamda ise çatışmacı olmak üzere değişik boyutlardaki çeşitli karşılaşmalarından oluşan safhaları içermektedir.

Bu bağlamda, darbeci ve darbe yanlılarının zihniyetleri İslam düşüncesi açısından kapsamlı bir şekilde ele alınıp değerlendirilmesi gerekir(di).

Sorgulama iradesi

Bu işi üstlenecek ve gerçekleştirecek olanlar ise kurum tabelalarında, ‘din, düşünce, medeniyet” kavramlarına yer veren kurumlardır…

Hiç kuşku yok ki, bu salt bir beklenti değil, bizatihi bu türden kurumların var oluş nedenlerine tekabül eden gayet doğal ve zaruri bir durumdur.

Örneğin, medeniyetleri ittifaka çağıran yapıların, içerisinde yaşanan darbe girişimine de yer verecek şekilde, İslam toplumlarının tarihinde ve bugününde var olan sorunları masaya yatırıp, tek tek Müslüman toplumlarda ve Müslüman toplumlar arasında niçin ittifak olmadığı veya aksine, niçin çatışma olduğu veya ittifak var ise bunun nasıl başarıldığı vb. sorular üzerinde derinlikli çalışmaları teorik ve pratik olarak ortaya koymaları hiç kuşku yok ki, kurumsal temelleri, programları ve hedefleri ile örtüşecek bir girişim olur(du).

Ya da, dini/İslamı ibadetler ve muamelat düzeyinin ötesine geçip, düşünce düzeyine taşımayı amaçlayan kurumların, darbe ve benzeri gelişmelerle birlikte anılan grupların, yapıların, oluşumların hangi düşünce/ler ekseninde ortaya çıktıkları ve hatta, bu düşüncelerin ne tür bir din/İslam inancından, tevhid inancından ve peygamber sevgisinden veya bunların dışında pür rasyonel, ideolojik ve dünyevi bağlamlardan neşet ettiğini dini, tarihsel ve sosyolojik boyutlarıyla ortaya koymaları beklenir bir durum(du).

Gazali dönemi öğreticiliği

Burada tam da, aynı/benzeri sorunlarla yüzleşmiş, tecrübe etmiş ve hatta söz konusu tehditleri bizatihi yaşamış Abu Hamid el-Gazali’nin kendi döneminin sosyal yapısındaki çatışmaların kaynağına işaret eden yaklaşımını hatırlamakta yarar var.

Gazali, ‘otorite’ (authority) ile ilgili bir tartışmada, bilginin kaynağı ve bu bilginin insanın bireysel ve toplumsal yaşamında eylemlere dönüşmesine el veren boyutlarıyla ilgili sözler sarf ederken, kendisinin vahyedilen gerçekliklerin doğrudan temas ettiği hususlarda vahye tabi olduğu; vahyin doğrudan temas etmediği alanlarda ise, Yaradan’ın insana bahşettiği akıl (reason) nimetiyle hareket ettiğini belirtir.

Gazali, ilgili dini, sosyal vb. konularda ‘otoriye’ bağlılık noktasında -ki, bunu salt siyasi değil, aynı zamanda toplumsal bağlamlarda karşımıza çıkan dini/sivil yapılar çerçevesinde de anlamak gerekir- diğer düşünürlerin vurgusu karşısında farklı bir tavır ortaya koyar. Ve şöyle der: “… hakkında iyi düşündükleri birine isnad etsen, batıl da olsa kabul ederler. Ama, hakkında kötü düşündükleri birine isnad ederken, hakikat de olsa red ederler. Ve daima hakkı adamlarla tanırlar, adamları hakla değil. Bu, delaletin son derecesidir…”[1]

Kanımca, merhum Sabri Orman Hoca’nın aktardığı Gazali’nin bu ifadesi gayet sarih ve olan biteni anlamaya elverir bir nitelikte…

Nihayetinde, karşı karşıya kalınan sorun salt, bir grubun gelişigüzel bir silahlı eyleme kalkışması değildir.

Aksine, karşı karşıya kalınan sorun çok daha geniş bir evrende ortaya çıkmakta yani din, düşünce ve medeniyet ekseninden kaynaklanmakta veya bu iddiayı güçlü bir şekilde dillendirdiği bir bağlamda varlık sergilemektedir.

Bunun neden böyle olduğu konusu, darbe teşebbüsünde bulunanlarca ve bu darbe teşebbüsü karşısında gerektiği şekilde dini/İslami, felsefi/düşünce ve sosyolojik açıklamalar getir/e/meyenlerce. bu düşünce biçiminin açıkça deklare edilmemiş olması bahane edilerek geçiştirilmesi mümkün değildir.

Eylemlerin epistemolojik kaynağı

Nihayetinde, darbe veya benzeri şiddet içerikli gelişmelere bir başka vecheden bakıldığında dahi, kendini belirli bir ideoloji yani, dünya görüşü (weltanschauung) bağlamında bir inançtan ve böylelikle, böylesi bir inançtan ve bunun ürettiği düşünceden -ki burada diyalojik bir ilişki mevcuttur- hareketle fiili eyleme (action) kalkışmanın gerçekleşmesi söz konusudur.

Örneğin, darbeye bağlamında yargı sürecine konu olmuş kimilerinin, “… Yüz defa dünyaya gelsem, yüz defa yine aynı grubun üyesi olurum.” ifadesi aslında tam da dogmatik bir inanç formunun varlığına işaret ediyor.

Gazali’ye atfen yukarıda dikkat çekilen açıklamayı dikkate almak suretiyle, bir kez daha vurgulamakta yarar var ki, bu inanma biçiminin kendi halinde bozulmuşluğu (corrupt) üzerinde önemle durulmayı hak ediyor.

Söz konusu eylemi bir başka ve/ya benzeri bir eylemle ortadan kaldırmak mümkün olabilmekle birlikte, aslında ve temelde darbe ve benzeri gelişmelerin niçinini, nedeninini ve nasılını anlama konusunda önemli bir zaafiyetin de kendini belirgin kıldığı ortadadır.

Bu son ifade bize tam da, niçin tabelasında din, medeniyet ve düşünce bulunan kurumların darbe sonrasında tarihsel ve sosyolojik bağlamlarından hareketle detaylı bir araştırma sürecinde bulunmalarının gerekli olduğunu ortaya koyuyor.

Böylesi derinlikli bir analitik çalışmanın, bir kişi veya salt bir kurum nezdinde yürütülebilmesi bile zorluklar içermektedir.

Ancak, bu zorluk haddi zatında adında ve bünyesinde din, düşünce ve medeniyet kavramlarını içeren kurumların üstesinden gelmesi beklenen varlık sebeplerinden birini oluşturmaktadır.

Hiç kuşku yok ki, bir dini-sivil hareketin şu veya bu şekilde karıştığı darbenin anlamlandırılmasının din’den, düşünce’den ve gizli/açık medeniyet bağlamından farklılaştırılması mümkün gözükmemektedir.

O halde, yapılması gerekenin niçin yapıl/a/madığı, en az darbeye teşebbüs edenlerin niyetleri ve kasıtlarıyla örtüşmese bile, biz sıradan insanları bir tür sorgulamaya sevk etmektedir.

İslam toplumlarının geneli düşünülerek söylemek gerekirse, bu tür araştırmaların ortaya konmasının gerekliliğinin üç temel nedeni var…

Bunlardan ilki, darbe teşebbüsüyle anılan teşkilatın yapılanmasının küresel bir boyut taşımasıdır.

İkincisi, Ortadoğu ve Batı Asya coğrafyasındaki -ki, klâsik İslam coğrafyası olarak anılan bölgedir buralar- 20. yüzyıl ikinci yarısında yani, bağımsızlıklardan bu yana süren, gözlemlenen şu veya bu şekilde gündeme gelen darbelere konu olmasıdır.

Üçüncüsü ve belki de, ilk iki bağlamdan çok daha önem arz edeni ise, İslam tarihi ve medeniyeti oluşumu ve gelişimi süreçlerinde, farklı coğrafyalarda ve siyasi yapılarda -ki, bunlar sultanlık, imparatorluk vb. adlarla anılabilir- aynı ya da benzeri darbe veya benzeri gayri hukuki ve de gayri-ahlâki süreçleri tecrübe etmiş olmalarıdır.

Böylesi gelişmelerin, uzun dönemli ve acılı hatıraları sadece, saray veya benzeri gibi ‘sivil’ denilebilecek idari yapılar bünyesinde gerçekleşen şiddet eylemleriyle sınırlı olmayıp, bizatihi cami gibi kutsallık atfedilen mekânları da içine alacak boyutta gerçekleşmiş olması bize aslında, Müslüman toplumlar için sorunun ne denli ontolojik bir boyutta seyrettiğini göstermeye kafidir. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/darbe-olgusu-ve-dini-islami-dusunce-kurumlarinin-rolu/



[1] Sabri Orman. (1984). Gazali’nin İktisat Felsefesi, İstanbul: İnsan Yayınları, s. 64.

15 Temmuz 2023 Cumartesi

Gazali’nin darbe endişesi ve İslam toplumu / Al-Ghazali’s coup concern and Muslim society

Mehmet Özay                                                     15.07.2023

Bugün yaşadığımız tarihi gelişmelere dair hesaplaşmalar noktasında, “geçmiş bize ne söyler?” sorusunu gündeme getirmekte yarar var. 

Bir yandan, darbe teşebbüsünü konuşurken, bunun yakın ve uzak tarihsel gerçekliklerden bağımsız olarak ele almak mümkün gözükmüyor. 

Söz konusu bu gelişmenin hukuki tarafı bir yana, olan biteni tarihsel perspektifler ışığında sosyolojik, dini ve siyasal bağlamları üzerinden değerlendirmek hiç kuşku yok ki, öğretici olmasıyla katkıda bulunacaktır. 

Bu çerçevede, -yazının sınırlılığına rağmen-, yaklaşık bin yıl öncesine giderek “niçin ve neden” sorularına belki kısmen cevap bulmak mümkün olacaktır. Nihayetinde karşımızda duranın, bir ‘İslam içi’ soruna tekabül ettiğini dile getirmek gerekir. 

Ve bu süreci üreten yapıların devamlılık göstermesi, neden tarihe referans ettemiz gerektiği konusunda ikna edici bağlamı oluşturuyor. 

Çalkantılar döneminde bir Gazali

 İslam düşünce tarihinde adı üst sıralarda ve kimilerine göre baş sırada gösterilen, “Abu Hamid Muhammed al-Ghazali”nin meşhur olmasında ortaya koyduğu eserlerin önemine kuşku yok. 

Bununla birlikte, Gazali’yi -adlarını burada zikretmeye gerek olmayan- eserlerini ortaya koymasına neden olan şartların göz ardı edilmesi, Gazali’nin niçin ve neden pek çok konuda ve pek çok eser verdiğini belki indiremeci bir bağlamda açıklamaya yol açar. 

Bu noktada, diyelim ki, “gayet zeki ve akıllı olan Gazali’nin erken dönem eğitimini babasından aldığı ve ilerleyen yaşlarında ise, memleketinin önde gelen medreselerinde yetiştiği, dönemin önemli alimlerinin dizinin dibinde bulunduğu ve böylece yetişkinliğinde pek çok eserler vermeye muktedir olduğu” yönünde klasik bir izah, bireysel yaşam bağlamında anlamlılığına karşın, genel ve toplumsal bağlamı noktasında bir açıklama ortaya koymuyor. 

Ve dahi, böylesi bir yaklaşım ne yazık kı, sosyolojik olarak bir gerçekliğe tekabül etmiyor… 

Niçin ve Neden?

Aksine, bu durumda yapılması gereken öncelikle bir alim sıfatını taşımakla kalmayan, aynı zamanda ve bundan da öte, Dini -yani, İslamı- yeniden yeşerten, tabiri caizse, dini yerli yerine oturtan ve bu anlamda gayet temel ve belirleyici bir yaklaşım sergilemesine yol açanın neler olduğu sorusuyla başlamak gerekir. 

Hiç kuşku yok ki, bu ve benzeri sorular sorulmuş ve bazı yaklaşımlar sergilenmiş ve gerekli cevaplar verilmiş olabilir ve verilmiştir de... 

Ancak, bugün içinde yaşadığımız döneme dair göndermeler veya içinde yaşadığımız dönem ile Gazali’nin tecrübe ettiği, tanık olduğu, dönem dönem aktörü ve nesnesi olduğu toplumsal ve siyasal şartlar arasında bir benzerlik, bir ilişki kurmak suretiyle, Gazali’yi ve ortaya koyduğu eserlerini yeniden anlamaya yol açacağı gibi, bugün nerede bulunduğumuz sorusuna da kısmi de olsa bir cevap verileceğini ümid edebiliriz. 

Selçuklu Türklerinin Abbasi Hanedanlığı’nın zor günlerinde bir ‘kurtarıcı’ sıfatıyla ortaya çıkışına karşın,  11. yüzyıl yani, 1030-40’lardan itibaren, klâsik İslam coğrafyası denilebilecek geniş Mezopotamya coğrafyasında, birbirine sadece mezhebi rakiplikle kalmayan, bunun dışına çıkarak, dini-ideolojik ve siyasal ve de askeri boyutlara ulaşan çatışmacı evrenin tam da ortasında yer alan bir Gazali ile karşılaşıyoruz... 

Belki en sonda söylenmesi gerekeni, hemen burada ifade etmekte yarar var…

Aslında, tam da bu siyasal ve toplumsal evrenin zorluğu ve açmazı, Gazali’nin niçin ve neden bir ‘ihyacı’ bir ‘müceddid’ bir yenileyici (revivalist) olduğunun toplumsal arka plânını ortaya koyuyor. 

Çatışma ve savrulma

Gazali’nin erken çocukluk ve gençlik yıllarına dair giriş cümlelerinde dikkat çektiğim hususlar bir gerçeklik teşkil ediyor… 

Ancak, onun ilerleyen yaşlarında sahip olduğu ilme atfen gördüğü kabulün, Selçuklu Devleti siyasi elitinin dikkatini çekmesi ile bir yandan, siyasal otoriteye danışmanlığı öte yandan, ilmi alanda üstün öğreticiliği dönemin dini-ideolojik çekişmelerinin tam da ortasında gerçekleşmesiyle paralellik taşıyor. 

İşin içine siyasetin, siyasal elitin girdiği bir ortamda, ‘hamilik’ konusunun bir anlamda doğallığı kadar, bunun getireceği ve doğuracağı düşman çevreler oluşumu arasında irtibat göz ardı edilemez. 

Bu dönemin başat siyasal gelişmelerinden biri olan Mısır’daki Fatimi Devleti ve ürettiği dini-ideolojik bağlam çatışmacı alanın boyut değiştirerek genişlemesine yol açmasıyla önem taşıyor. 

Bu gelişmenin, Gazali ile ilişkisi, hiç kuşku yok ki, çatışmanın Abbasi-Selçuklu egemenlik sahasında ve Bağdat sınırlarında kendini hissettirmesidir. 

Tarihe, ‘haşhaşi’ler olarak geçen ve ‘belirli hedeflere ulamak için gizli/saklı yapılanmanın’ ürünü ve bunların icraatlarının yol açtığı gelişmelerin ortaya çıktığı 11. yüzyılın bu dönemi, Selçuklu Devleti Veziri Nizam’ül Mülk, oğlu ve dönemin bir diğer önemli vezirlerinden Farh’ül Mülk’ün suikastler sonucu öldürülmesinin Gazali’nin ne türden bir tehdit altında olduğuna işaret ediyor. 

Nihayetinde bu isimlerin, Gazali’yi bizatihi bir alim olarak yanlarında bulundurmaları ile gelişmelerin Gazali’yi doğrudan etkilemesi arasında bir bağ kurmak mümkün.   

Dönemin, dini-ideolojik çatışması bize bu yaklışım ortaya koymayı gerektirirken, Gazali’nin bu gelişmelerden bağımsız olarak, salt bir entellektüel krizle Bağdat’ı terk ettiği yönündeki açıklama, hiç kuşku yok ki, izaha muhtaçtır. 

Dönemin siyasal gerçekliklerinin, dini-entellektüel düşüncesiyle öne çıkan bir alim üzerindeki tesirlerinden bağımsız düşünmek mümkün gözükmüyor. 

Bu anlamda, içinde yer aldığı siyasal yönetime yönelik saldırıların ve darbelerin bir benzerinin kendisine yönelik olarak da ortaya konabileceği endişesini taşıdığını hesaba katmak gerekir. 

Çözümü aramak

Şu husus da ayrıca gayet önemlidir… 

O da Gazali’nin dönemin çatışmacı çevreleri arasında -diyelim ki, Fatimiler ile Abbasiler arasında- bir siyasal aktör olarak arabulucuk rolü edinmediğidir. 

Aksine, onun dönemin sadece Fatımilerle de sınırlı olmayan, bunun yanı sıra, dini-inanç ve dini-siyasal bağlamların -tabiri caizse-, tüm nev’inden yolsuzluklarına karşı duruş sergilediğini ortaya koyan kaleme aldığı eserlerdir. 

Gazali’nin bir alim ve düşünür olarak yaklaşımı onun bir yandan yaşadığı bireysel tehlikeler ve tehditler kadar bundan çok daha öte dini ve siyasal tehditlere maruz kalan İslam toplumunun kendine gelmesini sağlayacak bir çıkış yolu arayışında bulunmasıdır. 

‘Haşhaşi’ kavramı ile çeşitli bünyeler üzerinden sembolleşen dini ve siyasal yolsuzluklar ve bunların yol açtığı toplumsal çatışmaların hem anlaşılabilmesi, hem de şu ya da bu şekilde ortadan kaldırılmasında Gazali benzeri bir tutum ve yaklaşıma ihtiyaç vardır. 

Aslında Gazali Abbasi-Selçuklu yönetimine karşı ve de kendisine de yöneltilebilecek darbeye karşı dururken, aslında bu gelişmeler karşısında köklü bir hesaplaşmaya giderek etkisi bugüne kadar devam eden bir miras bırakmıştır. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/gazalinin-darbe-endisesi-ve-islam-toplumu-al-ghazalis-coup-concern-and-muslim-society/


12 Temmuz 2023 Çarşamba

Malezya-Türkiye ilişkilerinde anlam arayışı / Searching for a meaningful perspective in the relations between Malaysia and Turkey

Mehmet Özay                                                                                                                           12.07.2023

Malezya Türkiye ilişkilerine dair görüş beyanlarının varlığı ve yokluğu meselesi kadar, bu beyanların neye tekabül ettiği konusu dikkate alınabilecek bir öneme sahiptir.

Bunun yanı sıra, bu iki ülkenin toplumsal ve siyasal gerçekliklerinin (social and political realities); niyet, istenç ve kasıtlarının; bunların yanı sıra, bölgesel ve kısmen de olsa, küresel gelişmelerle bağlantılı hususları olduğunu hesaba katmak gerekir.

Özellikle, ‘yeni bir belirsizlikler çağı’ (a new age of uncertainty) olarak adlandırılmayı hak eden yaşadığımız dönem, bazı ülkeler için çoğunlukla yeni fırsatlar ve imkânlar anlamı taşırken, diğer bazı ülkeler için çoğunlukla sorunlar ve krizler anlamı taşımaktadır.

Bunun yanı sıra, söz konusu bu iki ayrı kategoriyi, haddi zatında bir tek ülke özelinde düşünebilmemize imkân tanıyan gelişmelere günümüzde tanık olmaktayız.

Öte yandan, yukarıda dikkat çekilen ve içinde yaşadığımız döneme gönderme yapan ‘belirsizlikler’ olgusunu sadece, tüm ilgili bağlamlarıyla ekonomi alanı ile sınırlamamak, genelde sosyal bilimlerin ve özelde sosyolojinin sunduğu imkânları göz önüne alarak ve bunda ısrar ederek tüm alanlarda belirsizliklerin varlığına işaret etmekte fayda var.

Bu kısa girişin ardından, Malezya ve Türkiye ilişkilerini ele almanın iki ülkeye neler kazandırdığı / kazandıracağı veya kaybettirdiği / kaybettireceği hususuna farklı bir vecheden bakmaya çalışabiliriz.

İki ülke arasında var olan kısmi / sınırlı veya dikkate değer ilişki türünün, iki ülke vechesinden birbirini tanımanın insiyaki / duygusal (emotional) temeller üzerine inşa edildiği izlenimi verdiği görüşüne vurgu yapılmalıdır.

Bu vurgu sanılanın aksine, bir sanı veya kasıtlı veya negatif bir önyargı değil, aksine teknik ve teknik olmayan söylemlerde bizatihi -gizli/açık- ortaya konulduğu haliyle kendini izhar (display) etmektedir.

İnsani ilişkiler gibi ülkeler arası ilişkilerde de, prensip olarak insiyaki / duygusal tutum ve davranışı yadsımamakla birlikte, iki ülke mevcut veya yakın ve orta vade gelecekte olacağı varsayılan ilişkilerinin, salt bu tutum ve davranış üzerine inşa edilmesi konusundaki ısrarın aslında, bu tutum ve davranış vasıtasıyla ortaya konması beklenen araçsallaştırmacılığı ortaya koymak yerine aksine, bir tür köstek olduğu sonucu çıkartmak mümkün.

Örneğin, bu tutum ve davranışın köstek olmasından kasıt, karşılıklı olarak iki ülkenin birbirlerini tanımlama, anlama, yorumlama, analiz etme, üretme vb. gibi temel bilgi edinme taksonomisinin imkânlarını ve rasyonalitesini  ortadan kaldırmaya matuf bir boyutu olduğudur.

Bizatihi, bu durumun farkında olunup olunmaması dahi, kendi başına bir problematiğe tekabül etmektedir.

Bununla bağlantılı bir diğer husus, iki ülke ilişkilerine dair sergilenen çeşitli tutum ve davranışların, bunları ortaya koyan kişi ve zümrelerin toplumsal ve siyasal kimlikleriyle bağlantılı bir yönü olduğunu düşünmek gayet normal.

Burada sorumluluk payını belirlemede, “kim/ler?” sorusunun yanı sıra, “nasıl ve hangi vecheden?” sorularına verilecek cevap veya cevaplar da anlamlı olacaktır.

Bu noktada sorumluluğu, ilgili toplumsal çevrelerden birine mi yüklemenin yoksa, bu çevrelerin tümünü içine alacak bir paylaştırmanın mı anlamlı olacağını hususu da gayet önemli gözüküyor.

Bununla birlikte, söz konusu bu sorumluluğu olumlu bir bağlama oturtmak kadar, olumsuz bir bağlama oturtmanın da mümkünatı ortada durmaktadır.

İlgili iki ülke ilişkilerinin, -en azından söylem düzeyinde dahi olsa- geliştirilmesinden yana olanların, hem tarihte hem de bugün olan bitenler hususunda yanlış okumalara çokça açık ve yukarıda dikkat çekilen insiyaki / duygusal perspektiften çokça beslenen bir tutum ve davranış sergilemeleri kendi içinde ilişkileri tüketici bir bağlama sahiptir.

Öyle ki, ilgili iki ülke ilişkilerinin geçmişte var olduğu ileri sürülen boyutundan hareketle ve/ya sadece bir tek ülkede olan biten tarihsel hadiseleri ululama ve/ya bu bağlamdan hareketle bir diğerinin kendini değersizleştirmeye varacak bir söylem düzeyi buna örnek teşkil etmektedir.

Benzer bir insiyaki / duygusal perspektiften çokça beslenen bir tutum ve davranışın gündeme getireceği memnuniyet halinin, bugünkü toplumsal gerçeklikleri anlama ve anlamlandırmaya mani olacak bir gerçekdışılık (surreal), aslında ve tam da fark edilmek istenmeyen bir yanılsamanın eseri olabilir.

Öte yandan, iki ülkenin köklü ve kalıtsal problemlerinin ilişkilere yön vermeye mani olacağı konusundaki belli/belirsiz söylemde ısrarcı olunması, ortada bugünkü ilişkileri ‘yapısallaştırma’ (constructuration) adına, toplumsal ve siyasal aktörlük noktasında neyin olduğunu sormayı ve sorgulamayı hak ediyor.

Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, iki ülke arasındaki ilişkilerin var olan halinden memnuniyet ve/ya memnuniyetsizlik ile yakın ve orta vadede ilişkilerde potansiyel bir olumlu gelişmenin olması ve/ya olmaması durumundaki endişe, tartışmaya taraf olan çevrelerin, tek tek bu iki ülke ile diğer çevre faktörleri üzerinde belirleyicilik taşıyacak niyetlerinin olup olmadığını ve bu yönde kayda değer adımlar atabilecek güvene sahip olup olmadıklarını tartışmayı gerekli kılıyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/malezya-turkiye-iliskilerinde-anlam-arayisi-searching-for-a-meaningful-perspective-in-the-relations-between-malaysia-and-turkey/

8 Temmuz 2023 Cumartesi

İslam toplumlarında ekonomi ve adalet / Economy and justice issues in Muslim societies

Mehmet Özay                                                                                                                            09.07.2023

İslam toplumlarında ekonominin temel işlevinin, ‘adalet’in (justice) tesisi olduğu konusunda ortak bir görüşün varlığından bahsedebiliriz.

Tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi, ekonomi alanında da başvuru kaynağını İslam’ın temel bilgi kaynakları olan Kur’an (Qur’an) ve Gelenek (Tradition) yani, Hadis teşkil etmektedir.

Bir üst yapı olan Kur’an ve Gelenek’in toplumsal yapıyı oluşturmada öngördüğü parametreler -ki, bunlar ipuçları şeklinde olabileceği gibi, değerler (values) bağlamında da olabilir- arasında ekonomi alanını ilgilendiren boyutlarının temelde ‘adalet’le ilişkisi sünnetullah gereğidir.

Toplumsal farklılaşmalar ve ekonomi

Öte yandan, gerek İslam öncesi toplumlarda ve de gerekse İslamiyetin yayılmasıyla birlikte, karşılaştığı öteki toplumlarda, ekonomi olgusuna dair veriler ve bunlara dair açıklamaların bir veri olarak ne ölçüde biraraya getirildiği konusu üzerinde durulması gereken bir husustur.

Bununla temelde iki olguya temas etmekte fayda var.

İlki, İslam öncesi toplumların ekonomi yapılaşmalarında ne tür eksikliklerin, haksızlıkların ve adaletsizliklerin olduğudur.

Bu noktada, İslam düşünürlerinin zamanla ‘felsefi’ anlamda (philosophical perspective) referans kaynağı olan Yunan dünyasına (Greek world) dair içinde ekonominin de yer aldığı diğer gerçekliklere dair veriler oldukça önem etse gerektir.

İkincisi, İslamiyetin gelişmesine paralel olarak örneğin, erken dönemlerde Bizans, Sasani ve Çin ile var olduğu anlaşılan ilişkiler ve etkileşimler dikkate alındığında bu toplumlarda egemen ekonomi yöntemlerine dair bir karşılaştırmanın olup olmadığıdır.

İslam toplumlarının sistemik yapı olarak kendilerini konsolide ederek, zamanla gelişmesinin Arap Yarımadası çevresinin dışında ve ötesinde Batı yani, Akdeniz dünyası ve Avrupa ile ilişkiler tarihsel gelişmelerde giderek öne çıkarken, bu coğrafyalardaki ekonomik olguların neye temas karşılık geldiği de dikkate alınması gerekir.

İslam ekonomisini neyle açıklamalı?

Temelde ekonomi söz konusu olduğunda, kimi çevrelerce başvurunun odağına alınan Peygamber’in (s.a.v.) bizatihi ‘ticaret’le meşguliyeti ve tüccarlığın O’nun içinde yaşadığı toplumun -yani, Arap toplumunun- ekonomi dinamiğini oluşturması; sanki kapitalizme referans yaparmışcasına İslamiyetin bir ‘orta sınıf’ dini olduğu; ve sanki Sosyalizme referans yaparmışcasına İslamiyetin paylaşımcılığa önem verdiği vurgularına karşın acaba, söz konusu ticaret dünyasının İslam toplumlarının gelişimindeki rolü ile yukarıda zikredilen toplumlardaki ticaret dünyası arasında benzerlik ve farklılıklar var mıdır ve varsa, bunlar nelerdir sorularını gündeme taşımakta fayda var.

Burada bir parantez açıp, söz konusu Batı ekonomi-politiğine yapılan vurguya kısa bir izah getirelim. İlginçtir ki, kapitalizm vurgusu -öncesi bir yana, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarında Osmanlı toplumunda uzun süreli var olan ekonomi krizine cevap olarak bir grup aydın tarafından gündeme getirilmiştir. Örneğin, 1902 yılında Paris’te Osmanlı Liberalleri Konferansı’nı (Ottoman Liberals Conference) düzenleyen saray çevresinden Prens Sabahattin bunların başında gelir.

Öte yandan, sosyalizm vurgusunun sömürgecilik süreçlerinden özgürleşme adına başvurulması kanımca, gayet pragmatik bağlamda ortaya konmuştur.

Ancak bu yaklaşımlar sona ermemiştir. Özellikle Batı’da yaşanan değişimlere paralel olarak yeni açılımlarla güncellenmiştir. Bu noktada, 1989 yılında Sovyet Sosyalist (SSCB) eko-politiğinin çöküşü, akıllara İslamiyetin ‘orta sınıflar’ dini olduğu düşüncesini getirmiştir.

Yukarıda dikkat çekilen ve temelde karşılaştırmalı bir metodla (comparative method) ele alınması gereken hususların ötesinde, özellikle 11. yüzyıldan itibaren Haçlı Seferleri’nden (the Crusades) başlayarak, Batı yani, Avrupa ile karşılaşmaların İslam toplumlarında diyelim ki, Fatimiler’de (the Fatimids), Selçuklular’da (the Saljuks), Memlüklüler’de (the Mamluks), Osmanlılarda (the Ottomans) ne tür bir ekonomik yapılaşmanın olduğu, ne tür bir değişim geçirdiği vb. konular da gayet ilgi çekici araştırma noktalarına tekabül ediyor. 

Benzeri bir karşılaşmayı, İslam coğrafyasının bir diğer alanında yani, Malay dünyasında egemen siyasal yapılar olarak dikkat çeken Samudra-Pasai’nin, Malaka’nın, Banten’in, Patani’nin, Sulu’nun örneğin Hindistan’daki ve Çin’deki siyasal yapılarla ve ekonomik sistemlerle ilişkilerinde ne türden karşılaşmaların olduğu da üzerinde durulmaya değer hususlardır.

Din, ticaret ve adalet

Aslında, tam da bu noktada, şu hususa yönelmekte yarar var. O da, din ve ekonomi bağlamında, Peygamber örnekliğinin ticaret bağlamında gündeme getirilmesidir.

Peygamber’in (s.a.v.) ‘ticaret’le meşgul bir birey olmasının, bizde temel bir bireysel/ferdiyetçi teşebbüs fikrini akla getirse de, bunun İslam toplumlarının bir karakteristiği mi olduğu ve/ya İslam dininin böylesi bir özelliğinden mi kaynaklandığı, yoksa bugünkü ekonomi bilgimiz, tecrübemiz ve ‘öteki’nin ekonomi bilgisi hakkındaki kanaatlerimizin gelişmişliği sonucu mu ortaya çıktığı gayet ilginç bir soru olarak karşımızda duruyor.

Bunun yanı sıra, şunu da sormak ve/ya sorgulamakta yarar var…

Batılı gözlemcilerin, siyaset bilimcilerin, Kilise adamlarının, oryantalistlerin Doğu’ya bir başka deyişle Müslüman toplumlara erken dönemlerden itibaren bakışlarındaki eleştirellikte dikkat çekilen unsur yöneticilere atfedilen ‘despot rejim’ (despotic rules) vurgusudur.

Bu vurgunun, Batı zihninde gelişen salt bir önyargı ürünü olduğunu söyleyebilir ve bundan hareket ederek bu ‘tespiti’ göz ardı edebiliriz.

Ancak, tarihsel süreçte, Müslüman toplumların ekonomi başta olmak üzere siyasal sistemlerinde yaşanan sorunların ve krizlerin varlığı karşısında, neler olup bittiğini durup düşünmek, araştırmak, anlamak ve nihayetinde bir karar vermek gerekiyor.

Bu tür sorunların İslam öğretisinden neşet etmediği, ancak ve aksine, insan faktörünün -üç aşamalı bir bağlamda söylemek gerekirse yani, mikro düzeyde (micro) Müslüman bireyin, orta düzeyde (meso) kurumsal ve üst düzeyde (macro) toplumun başat bir rol oynamak suretiyle toplumsal ve ekonomik değişimi aşağıya doğru evirdiği ileri sürülebilir.

Ya da, sorunu Müslüman bireyde, toplumlarda ve kurumlarda görmek yerine, öteki toplumların müdahalelerine, savaşlarına, sömürgeleştirmelerine bağlamak da mümkün ve bunu destekleyecek yeterince malzememiz de mevcut.

Girişte dikkkat çektiğim üzere, İslam toplumlarında ekonomi olgusu ve yapılaşması ile toplumun genelini ilgilendiren vechesinin kendini, ‘adalet’ kavramı ve olgusu üzerinden değerlendirilmesi gayet önemlidir.

Tam da bu noktada, toplumda bireylere ve geniş sosyal gruplara adaleti sunmanın, tesis etmenin hangi parametrelere denk geldiği ve bunların, doğusu ve batısı ile tüm İslam toplumları ile diyelim ki, Batı Avrupa ile Çin toplumlarındaki toplumsal ve ekonomik gerçekliklerle ne denli örtüştüğü, benzeştiği ya da ayrıştığı da kanımca dikkate alınması gereken tarihsel olgulardır.

Bu kısa tarihsel çerçeveyi ortaya koyarken, anlaşılacağı üzere gelinmesi gereken nokta bugündür.

Yani günümüzde kendilerini Müslüman kabul eden ve İslam dinine bağlılığını teorik ve pratik olarak ortaya koymuş bireylerin ve toplumların, toplumsal kurumları içerisinde yer alan ekonomi yapılaşmalarında ne türden bir adalet olgusunu savundukları ve bunu hangi yöntemler ve mekanizmalarla İslam toplumlarına sundukları konusu tartışılmaya değerdir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/islam-toplumlarinda-ekonomi-ve-adalet-economy-and-justice-issues-in-muslim-societies/

7 Temmuz 2023 Cuma

Filipinler’in Malaylılığı meselesi / The Philippines and the issue of their Malayness

Mehmet Özay                                                                                                                            06.07.2023

Filipinler denildiğinde aklımıza ne geldiği meselesi, bu ülkeye ve bu ülke toplumuna neden ve niçin ve nereden baktığımızla bağlantılıdır.

Genel bir ifade olarak, akademi dünyasının ve medyanın Filipinler’in içinde bulunduğu coğrafyayı ‘Doğu Asya’ olarak tanımlama eğilimi, coğrafi bilgimizin keskinleşememiş ve gelişememiş olmasına yorulabilir.

Bu noktada, şunu ifade etmekte yarar var ki, Filipinler’den bahsederken, tıpkı Endonezya gibi geniş bir Adalar topluluğu olduğunu hatırlamak gerekir.

Bir yandan Borneo veya Kalimantan Adası, öte yandan Sulavesi ile kesişen veya sınır teşkil eden yapısı Filipinleri bilinen tarih boyunca Endonezya/Malay Takımadaları ile ilişkili kılmıştır.

Sömürgeciliğin yanıltıcı etkisi

Bunun dışında, Filipinler’i modern dönemin getirdiği ilişkilerin ve yakın dönem sömürgecilik bağının bir sonucu olarak bir tür Amerika Birleşik Devletleri’nin uzantısı olarak görenler de olabilir.

Ya da, tarihsel olarak biraz daha geriye gidilirse, karşımıza Katolik İspanya’nın çıktığı görülür, ki bunun en azından ‘Filipin’ ile İspanya kralına atıfla, ‘Philip’ adının benzerliğine yorulmasında, kendinde bir doğallık olduğu söylenebilir.

Veya Filipinler detayında bilgi sahibi azınlık ilgili grubun zihninde İspanya’nın varlığını ülkenin güneyindeki Adalar’daki Müslüman topluma ad teşkil eden ‘Moro’ ile irtibatlandırmak da mümkün.

Geniş antropolojik birlik

Filipinler’in tıpkı bölgedeki diğer ülkeler gibi etnik zenginliğe sahip olan bir yapısının üzerinde durulduğunda, bu ülkenin ve halkının, kendi Takımadalar grubunun ötesinde ve dışında daha geniş bir antropolojik ve sosyolojik bir evrene ait olduğunu söylemek gerekir.

Bu evren geniş Malay dünyası olarak adlandırdığımız gerçekliğe tekabül ediyor. Manila’dan misafir olarak gelen Dr. Fernando Santiago’nun geçen gün ISTAC’da yaptığı konuşma bize bu gerçekliği bir kez daha hatırlatması açısından önemliydi.

Kendisi bir Katolik Filipinli olmasına rağmen, yukarıda dikkat çektiğim üzere, Katolikliği bölgeye taşıyan sömürge yapısının Takımadalar toplumları üzerindeki siyasi ve dini hakimiyeti yaklaşık beş yüzyıl öncesine dayansa da, Takımadalar toplumlarının bölgedeki yaşam süreçleri çok daha eskilere uzanıyor.

Bir tarihçi olarak Santiago Hoca, Filipinler toplumlarının bir medeniyet çerçevesinde Malaylılığına vurgu yapıyor.

Geniş suyolları

Madagaskar Adası’ndan Hawai’ye değin uzanan -bu ifadeyi diğerleri bir yana, Prof. Murad Merican Hoca’dan ödünç alıyorum- geniş suyolları üzerindeki Adalar kümelerinde yaşam süren toplumları, birbiriyle medeniyet evreninde biraraya getiren unsurlar bulunuyor. Bunların başında hiç kuşku yok ki, dil geliyor.

Bu suyollarının neye tekabül ettiğini bölge coğrafyasına ışık tutması açısından değinmekte yarar var.

Doğu Afrika sahillerinden başlayan ve Malaka Boğazı girişine kadar uzanan Hint Okyanusu; Malaka Boğazı’nın doğu çıkışından itibaren Güney Çin Denizi ile Java Denizi ile Takımadalar’ın doğu sahillerine uzanan suyolu Pasifik Okyanusu’na açılmasıyla suyolları devamlılığını sağlıyor.

Bu nedenledir ki, bu geniş coğrafya üzerinde yaşam süren toplumların kültür ve medeniyet evrenlerinde karadan ziyade denizlerin egemenliğinin başat olmasına şaşmamak gerekir.

Bu durum, bize bu bölgeyi akademi dünyasının her alanından çalışırken, nelere dikkat etmemiz, bulunduğumuz coğrafyadan ne denli ayrışmamız gerektiğini de bize hatırlatıyor açıkçası.

Bu anlamda iki büyük okyanus arasında yer işgal eden tüm Takımadalar, tarihsel ilişkileri, kültürel bağları ve yakınlıkları noktasında Malay dünyası olarak adlandırılmayı hak ediyor.

Lingua franca

Bölgenin lingua franca’sı olmaklığıyla öne çıkan ‘Malay dili’ diğer yerel ve etnik dillerin ötesinde bölge toplumlarının ticaret başta olmak üzere tüm etkileşimlerinde güçlü bir taşıyıcı araç olarak işlev görmüştür.

Malayca’nın bu işlevi kendini, uzun tarihi süreçler boyunca var olan bölgedeki yakın ve uzak neredeyse tüm kültürel değiş-tokuş, adaptasyon, difüzyon vb. yöntemlerle gerçekleşen etkinliklerde ortaya koymuştur.

Bununla birlikte, Santiago Hoca’nın akademik konuşmasında dikkat çeken hususlar, Filipinler’in bölgedeki diğer toplumlarla ilişkilerini yapılandıran tarihsel süreçlere dair anlatıların ağırlıklı olarak Batılı kaynaklara dayanıyor olmasıdır.

Tüm sunum sürecinde üzerinde durduğu İspanyol ve Amerikan kaynakları -akademik anlamda kabule şayan olsa da, acaba yerel kaynaklar bize ne söylüyorun cevabını bulmakta zorlandığımızı ifade etmeliyim.

Ve elbette, bunu soru olarak kendisine yöneltmek ve cevap aramak bir dinleyici olarak hakkımızdı ve bu hakkı da kullandık…

‘Hikayat’ yoksunluğu

Yerel kaynaklar noktasında örneğin, Malay dünyasının farklı yerlerinde ‘Hikayat’ başlığıyla -veya bölge dillerine göre farklı adlarla gündeme gelen- eserler, bölge tarihine, kültürüne, siyasal ilişkilerine, ticaretine vb. dair bize gayet önemli veriler sunuyor.

Bu noktada, söz konusu bu eserler arasında dikkat çekici bir yeri bulunan ‘Hikayat Aceh’nin UNESCO tarafından benimsenmesi -kanımca sıradan bir gelişme olmakla birlikte, bize bölge toplumlarının ürettiği kaynakların küresel düzeye taşınmasına vesile olması açısından önemliydi.

Santiago Hoca’nın, Filipinler özelinde ‘Hikayat’ veya benzeri yazılı eserlerin olmadığına dair ifadesini dikkate almakla birlikte, bölgedeki diğer toplumların benzer eserlerini dikkate alarak karşılaştırmalı bir yaklaşım sergilediğimizde ortada garipsenecek bir durumun olduğunu söyleyebiliriz.

Bu ısrarlı soru karşısında, ‘epistemolojik soykırım’ (epistemological genocide) kavramını gündeme getiren Santiago Hoca, aslında bir başka gerçekliğe temas ediyordu. Temelde Hikayat veya benzeri eserlerin olduğu/olabileceği ancak bunların günümüze kalmamasında dışarlıklı bir güç olarak sömürgeciliğin etkisine atıfta bulunuyordu.

Öte yandan, antropolojik olarak bize anlamlı gelen diğer bazı verilerin/kaynakların olduğuna işaret etmesi ise gayet açıklayıcıydı. Bu noktada, sözlü kültür (oral culture), mitolojik söylem (mythological discourse) vb. yapıların bize bölge toplumların geçmişlerine dair önemli veriler sunacağı gerçeğini dikkate almak gerekir.

Tam da bu noktada, Pasifik Savaşı öncesinde bölgedeki milliyetçilik hareketlerinin uyanışında ve gelişiminde ‘birlik’ adı ile yapılaşmaların ilk örneğinin Filipinler’de ortaya çıkması gayet ilginç bir durum.

Öyle ki, 1928 yılında ilk Malay Birliği (Persatuan Malayu) adı ile siyasal yapı Filipinler’de kuruldu.

Her ne kadar, bölgenin farklı yerlerinde bu ‘siyasal ruha’ işaret eden gelişmelere ve söylemlere rastlanamayacağı söylenemese de, fiili olarak böylesi bir yapının Filipinler’de neşet etmesinin ardında, yukarıda ‘sözlük kültür’ vb. bağlamda dikkat çektiğim derin antropolojik gerçeklik dersem hata yapmış olmam sanırım.

Malaylılık söylemini bir Katolik akademisyenden dinlemek önemliydi. Dr. Santiago Hoca’yı sadece Filipinler özelinde değil, geniş Malay dünyasını bir medeniyet çerçevesinde ele aldığı için kutlarım.

https://guneydoguasyacalismalari.com/filipinlerin-malayliligi-meselesi-the-philippines-and-the-issue-of-their-malayness/