31 Mayıs 2020 Pazar

Çin’den Hong Kong’a “ulusal güvenlik” müdahalesi / China imposes national security law in Hong Kong


Mehmet Özay                                                                                                                         31.05.2020


foto: straitstimes.com
Çin Halk Cumhuriyeti yönetim, Hong Kong’ta uygulanmak üzere yeni güvenlik yasası kararı çıkarılmasına karar verdi.

Pekin yönetimi, ulusal güvenlik nedeniyle Hong Kong’da uygulanmak üzere bir güvenlik yasası hazırlıklarına başlanması yönündeki karar, ulusal halk kongresinde yapılan oylamayla kabul edildi.

2800’ü aşkın delegenin katıldığı bu yılki ulusal kongre toplantısında, bir kişinin olumsuz oy verdiği, altı kişi çekimser kaldığı oylamada büyük çoğunluğun ilgili yasa hazırlığına destek vermesi, Şi Cinping yönetiminin Hong Kong özerk bölgesi üzerinde siyasi kontrolü sağlama girişimi olarak yorumlanıyor.

“Tek devlet iki sistem” çöktü

Karar, aynı zamanda Ada’nın eski sömürge yönetimi İngiltere’den 1997 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’ne geçişinin ardından uygulanmakta olan ve tüm dünyaya başarılı bir model olarak sunduğu, “tek devlet iki sistem” adı verilen yönetim yapısının da çökmesi anlamı taşıyor.

İngiltere – Çin arasında varılan anlaşma ile Ada’nın gelecek 50 yıl içerisinde sahip olduğu ekonomik ve demokratik hakların korunacağı ilkesi, daha elli yıl dolmadan önemli bir erozyana tabi tutulmakta olduğunu ortaya koyuyor.

Çin yönetimi, 2014 yılında yayınladığı Beyaz Rapor ile Ada üzerinde siyasi egemenliğe sahip olduğunu ortaya koymuştu. Bu çerçevede, bugüne kadar yaşanan gelişmeler de, bunu gerçekleştirmeye yönelik stratejik adımlar olduğuna kuşku yok.

Bu gelişme, son birkaç yıla damgasını vuran ticaret savaşları ve ardından Covid-19’a sebebiyet verdiği iddiasıyla ABD ve Çin arasında yaşanan gerginliğin daha da artması anlamına geliyor.

Bu konuda, ABD dış işleri bakanı Mike Pompei ve Çin dış işleri bakanlığından gelen ilk açıklamalar bunu açıkça ortaya koyarken, yeni bir soğuk savaş halinin ortaya çıkmakta olmasından ziyade, zaten var olan gerginliğin daha da derinleşmesinden bahsetmek mümkün.  

Hong Kong’da yeni dönem

Pekin’de her yıl Mart ayında düzenlenen halk kongresi toplantılarını Covid-19 nedeniyle Mayıs ayı sonuna ertelenmişti.

Söz konusu toplantıların gündem maddelerinin başında gelen Hong Kong sorunu, Ada’da ulusal güvenliği tehdit eden tüm girişim ve eylemlerin cezalandırılmasını öngören yeni bir yasa tasarısının kabulüyle hiç kuşku yok ki, yeni bir dönemin başlangıcı anlamı taşıyor.

Hong Kong’un, Pekin yönetimi için ulusal güvenlik sorunu haline gelmesinde geçen yılın ikinci yarısındaki dev gösteriler oluşturuyor. Hatırlanacağı üzere, 2019 yılı başlarında Ada parlamentosunda görüşülen ve suçluların Çin’e iadesini konu alan yasa taslağı görüşmeleri sürecinde Ada halkı demokratik hakların ihlali anlamına gelen bu yasa taslağının reddi için meydanlara inmişti.

Ada’da başta demokrasi yanlısı Demosisto adlı siyasi parti ve üniversite öğrencileri başta olmak üzere çeşitli kurumların desteklediği ve zaman zaman geniş halk kitlelerin verdiği destekle sayıları birkaç milyonu bulan gösteriler neticesinde, gösteriler amacına ulaşmıştı.

Hong Kong genel yöneticisi Carrie Lam, yasa taslağını geri çektiğini açıklamış olsa da, gösterilerin boyutu içinde bağımsızlık taleplerinin de olduğu daha geniş demokratik haklar gündeme getirilerek devamlılık göstermişti.

Çin yönetimi, gösterilerin ardında başta ABD olmak üzere bazı batılı ülkelerin olduğuna dikkat çekmişti.

Hafta içinde Çin ulusal halk kongresinde, güvenlik yasa tasarısının kabulünün ulusal güvenlik iddiasının temellerini burada aramak gerekiyor.

Hong Kong uluslararası bir sorun

Pekin yönetiminin, ulusal güvenliği gerekçe göstererek bu hafta içinde almış olduğu karar, Ada ile Pekin yönetimi arasında siyasi bir sorun olması kadar, bu süreçte ABD başta olmak üzere çeşitli batı ülkelerinin Hong Kong özerk statüsü çerçevesinde verdikleri destek, yeni bir ABD-Çin ve genel itibarıyla Batı ve Çin çatışmasına evrileceği yönünde güçlü emareler bulunuyor.

Batılı ülkelerden gelen tepkinin salt Ada halkının sömürge döneminden elde edildiği ifade edilen ve kopuşla birlikte kendilerine sağlanan liberal-demokratik değerlerin korunmasından ibaret değil.

Bunun ötesinde, Ada’nın yine sömürge döneminin klasik bir örneği olarak küresel ekonominin bugünkü temel yapılarından birini teşkil etmesinden kaynaklandığını görmek gerekiyor.

Hong Kong, Doğu Asya’da küresel kapitalizmin merkezi niteliği taşırken, ABD yönetimi ile Hong Kong özerk yönetimi arasındaki imtiyazlı ekonomik ilişkiler anlaşması bu özelliği açıkça ortaya koymaktadır.

ABD yönetiminin, geçen yıl ki gösteriler sürecinde, Hong Kong’da özgürlüklere yönelik tehditler karşısında, Ada’yla imtiyazlı ekonomik ilişkiler anlaşmasının rafa kaldırılacağı tehdidinde bulunması bugün fiili olarak hayata geçirilmeyi bekliyor.

25 Mayıs’ta, Pekin’de ulusal kongresindeki toplantılar çerçevesinde Hong Kong’la ilgili güvenlik yasası taslağı ile ilgili yapılan açıklamalar sonrasında, ABD yönetimi dış işleri bakanı Mike Pompeo’nun ağzından Hong Kong’un artık özerk bir yönetim olmadığı ve dolayısıyla Ada’yla sürdürülen imtiyazlı ekonomik ilişkilerin sonlandırılacağını ima eden açıklamaların ardından bunun uygulanmaya geçirilmesi an meselesi.  

Bugün veya yarın ABD başkanı Donald Trump bu konuyla ilgili yapması beklenen açıklamalar büyük ölçüde bu sürecin ne yöne doğru gideceği yönünde ABD yönetiminin yeni politikasını ortaya koyacaktır.

Soğuk Savaş ekonomi alanında sürüyor

Bu noktada, Batı-Çin ilişkilerindeki 2016’dan bu yana ticaret savaşları adıyla anılan süreçteki çatışmacı ortamın giderek daha da katmanlı hale gelmesi anlamı taşıyor.

Öyle ki, ABD başta olmak üzere özellikle, Anglo-Sakson dünyasının covid-19 nedeniyle Çin’i hedef alan yaklaşımları, Hong Kong güvenlik yasası çerçevesine ortaya konulacak yeni yaptırımlar, bu yıldan başlayarak yakın gelecekteki ilişkilerin belirlenmesinde önemli rol oynayacaktır.

ABD’nin Hong Kong’u özel ekonomi statüsünden çıkarması, kapitalist dünyanın diğer ülkelerinin de katılımına konu olması hiç kuşku yok ki etkisini en çok Doğu ve Güneydoğu Asya’da gösterecektir.

Bu anlamda, örneğin Çin ve ABD ile çok önemli ticari ve yatırım ilişkilerine sahip Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) nasıl bir eylem süreci yaşayacakları merak konusu.

Yukarıda dikkat çekildiği üzere Pekin yönetiminin Hong Kong’da uygulamakta olduğu “Tek devlet iki sistem” modelinin artık geçerliliğinin olmaması, yine bu modeli önermek suretiyle Tayvan’la birleşme politikasının da artık reel bir çözüm olma şansını yitirdiğini ortaya koymaktadır.

Çin ulusal halk kongresi’nin geçtiğimiz Çarşamba günü, Hong Kong’da “ulusal güvenliği” tehlikeye atacak girişimlerle mücadele amacıyla yasa çıkartılmasını onaylamasının yankıları artarak devam edecektir.

Yakın gelecekte kabul edilmesi beklenen yasanın uygulanmasıyla, Batı ve özelde ABD ile imtiyazlı ilişkilerini kaybetmesi beklenen Hong Kong’u yeni bir yaşam bekliyor.


28 Mayıs 2020 Perşembe

Malezya’da Dr. Mahathir’e büyük darbe / Dr. Mahathir sacket from Bersatu

Mehmet Özay                                                                                                                         28.05.2020

foto: malaysiakini.com
Dr. Mahathir Muhammed, bugün kurucusu olduğu Yerli Birlik Partisi’den (Parti Pribumi Bersatu) ihraç edildi. Bu gelişme, hiç kuşku yok ki, Dr. Mahathir’in yeni bir mücadeleye hazırlandığı anlamına geliyor.

23 Şubat’ta yaşanan gelişmelerin ardından Başbakanlıktan istifa eden ve ardından federal sultan tarafından yeniden aday gösterilmeyi beklerken, kendisini bir siyasi kumpasın tam ortasında bulan Dr. Mahathir’in şimdi nasıl bir siyasi hamle yapacağı merak konusu.

Sivil darbeye konu olan Şubat ayının son haftasındaki gelişmelerde, Bersatu’da parti başkan yardımcılığı konumundaki Muhyiddin Yasin, federal sultan tarafından başbakan olarak atanmıştı.

Muhyiddin Yasin, bugüne kadar meclis oylaması gözetilmeksizin Ulual Birlik (Perikatan Nasional-PN) iktidarının başbakanı olarak bugüne kadar başbakanlık koltuğunda oturuyor.

Bugün yaşanan gelişmeler sonrasında Bersatu parti yönetimi, Dr. Mahathir Muhammed’le birlikte partinin önde gelen isimleri ve bir önceki hükümette bakanlık yapmış siyasilerin de bulunduğu Mukhriz Mahathir, Syed Saddiq, Amiruddin Hamzah ve Maszlee Malik’i de ihraç etti.

Sivil darbe süreci

Bersatu’da yaşanan kriz hiç kuşku yok ki, Şubat ayı sonlarındaki siyasi darbe ile bağlantılı. O dönem, açıkça (United Malay National Organization-UMNO) ve (Partai Se-Islam Malaysia-PAS) ile siyasi koalisyonu desteklemediğini dile getiren Genlik ve Spor eski bakanı genç politikacı Syed Saddiq’ın yaklaşımının bugün siyasi sağlaması gerçekleşmiş gözüküyor.

Bununla birlikte, sivil darbenin mimarlarının Muhyiddin Yasin, Umut Koalisyonu (Pakatan Harapan-PH) iktidarı döneminde Halkın Adaleti Partisi (Partai Keadilan Rakyat-PKR) genel başkan yardımcılarından ve adı son dönemde Enver İbrahim karşıtlığı ile gündeme gelen Azmin Ali ve UMNO’nun profesyonel politikacılarından ibaret bulunmuyor.
Aksine, UMNO merkezli geliştiği görülen sivil darbenin ardında ülkenin monarşik yapısının olduğunu söylemek mümkün. Bu konuyla ilgili bazı görüşleri önceki yazılarda dile getirmiştik. Kısaca hatırlatmak gerekirse, ülke siyasal yaşamında başbakanlar seçimle belirlenirken, atamaları onaylayan federal sultan’dır.
Muhyiddin Yasin’in başbakanlığı ve meşruiyet sorunu
Son gelişmelerde ise 1 Mart’ta görüldüğü üzere Muhyiddin Yasin’in bir seçim süreciyle başbakanlık koltuğuna oturmaması, meclisten bugüne kadar güven oyu almamış olması gibi yapısal unsurlar dikkate alındığında, bu şartlarda mevcut iktidar düzenine siyasi meşruiyet kazandıranın federal sultanlık olduğuna işaret ediyor.
Şubat ayının son haftası ve Mart ayı başlarında yaşanan gelişmeler, 5 Mayıs 2018 tarihindeki 14. genel seçimlerden sonra iktidar olan Umut Koalisyonu’nun da sonu anlamına geliyordu.

Dr. Mahathir, kendisi dışındaki aktörlerin bir anlamda siyasi tuzağına düşerken, yeniden başbakan olacağını düşünerek, o dönem başında bulunduğu Bertasu’yu Umut Koalisyonu’ndan da çekmişti.

Bu durum, bu gelişmeler sonrasında federal sultanın Bersatu parti başkan yardımcısı yani, Dr. Mahathir’in yardımcısı Muhyiddin Yasin’i başbakanlığa atamıştı.

Böylece, Muhyiddin Yasin, bir yandan başbakanlık koltuğuna otururken, aynı zamanda Bersatu’nun başkanlığını fiili olarak üstlenerek bir anda ülke siyasal gündeminin en önemli ancak sembolik aktörü haline geldi.

Bu süreçte, Muhyidddin Yasin Dr. Mahathir’le görüşerek bir anlamda siyasi konsensüsü sağlama yönünde çaba sergilemiş olsa da, Dr. Mahathir’in bu görüşme taleplerine ve özellik de, UMNO’nuni çinde bulunduğu bir siyasi rejime onay vermemesi nihayetinde bugünkü ihraç sürecine yol açmış oldu.

Dr. Mahathir’in yeni hamlesi ne olacak?

Bugün yaşanan gelişmenin ardından, Dr. Mahathir’in nasıl bir siyasi hamlede bulunacağı gündemin en önemli maddelerinden biri.

Şu an itibarıyla hiçbir siyasi partiye mensup olmayan Dr. Mahathir’in Malezya siyasetinde yeniden önemli bir aktör olduğunu göstermesi için önünde birkaç seçenek bulunuyor. Bunların başında Umut Koalisyonu bloğu ile yeniden siyasi ittifak kurması.

Bunun için birkaç seçenek mevcut. İlki, dışardan bağımsız milletvekilleri olarak bunu gerçekleştirmek.

İkincisi ise, PKR’a geçmek. Dr. Mahathir’in Malay hissiyatı ve düşüncesindeki yeri ve konumu dikkate alındığında PKR üyeliğini kabul etmesi son derece zor.

Bu durumda, Dr. Mahathir’in birinci şıkla ilgili bir siyasi manevra yapması olasılığı daha rasyonel bir gelişme olacaktır.

Dr. Mahathir’in yeniden eski siyasi ittifak ile bir araya geleceğinin ipuçlarını, 18 Mayıs’ta özel oturumla toplanan Mecliste, ‘eski’ siyasi ortakları Umut Koalisyonu’na mensup bazı liderlerle bir araya gelerek göstermişti.

Dr. Mahathir’in bu görüşme öncesinde Bersatu’nun Şubat ayında yaşanan gelişmeler bağlamında Umut Koalisyonu hükümetinden ayrılmasının, parti başkanı olarak kendi kararı olmadığı, aksine Muhyiddin Yasin’in ısrarıyla gerçekleştiğini söylemisini de bir yere not etmeli.  

Kaldı ki, bu ayın başlarında, başbakan Muhyiddin Yasin’in güven oyuna sahip olmadığı ve bu yönde gerekli çalışmanın yapılması konusunda federal meclise yaptığı başvuru meclis başkanı tarafından kabul edilmişti.

Bugüne kadar, meclisin konuyla ilgili ne zaman toplanacağına dair bir açıklama yapılmamış olması da, bugün yaşanan ihraçlar sonrasında meclis çatısı altında yeni gelişmelerin olacağının göstergesidir.

Yeniden Umut Koalisyonu (mu?)

Dr. Mahathir ne tür bir hamle yaparsa yapsın, Şubat ayı sonundan itibaren yaşanan gelişmeler sonrasında muhalefet lideri konumuna yükselmiş ve olası bir iktidar değişikliğinin başbakanı olarak görülen Enver İbrahim’in yaklaşımı da önem taşıyor.

Dr. Mahathir’in şu an itibarıyla formel bir liderlik sıfatı taşımıyor. Bu durum, onun elini zayıflatan ve bu konuda “yeniden başbakanlık” iddiasını güçlü bir şekilde dile getirmesinin önündeki en büyük engeli oluşturuyor.

Enver İbrahim’in liderliği pekişirken

Bu gelişmeler, Enver İbrahim’in geniş koalisyonlu reform hükümeti sürecinin bir kez daha ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Malezya’da yakın gelecekte yeni bir koalisyon hükümetiyle karşılaşılması sürpriz olmayacaktır.

Ancak bu hükümetin kimi başbakan çıkartağı konusu bugün tartışmaların en ön sıralarında yer almaktadır.

Sivil darbeye konu olan Umut Koalisyonu hükümetinde Dr. Mahathir’in ülke ekonomisini gerekçe göstererek Enver İbrahim’in başbakanlığına bir türlü yeşil ışık yakmaması, Enver İbrahim’in artık kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını da gözler önüne sermektedir.

Enver İbrahim’in başında bulunduğu muhalif partilerin desteği olmaksızın ne Dr. Mahathir’in ne de bir başka sürpriz ismin başbakan olabilir.

Dr. Mahathir yeni bir hamle hazırlığındayken, olası bir koalisyon ittifakında başbakanlık hesapları sadece mecliste milletvekili çoğunluğu ile belirlenmeyecek. Aksine Enver İbrahim’in karar sürecindeki yaklaşımı ile kesinlik kazanacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2020/05/28/malezyada-dr-mahathire-buyuk-darbe-dr-mahathir-sacket-from-bersatu/

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Akif Emre ve Arakanlı Müslümanlar Kitabı https://guneydoguasyacalismalari.com/2020/05/23/akif-emre-ve-arakanli-muslumanlar-kitabi/

Mehmet Özay                                                                                                                         23.05.2020

Bugün 23 Mayıs... Bundan üç yıl önce Akif Emre vefat etti. Bugün Ramazan Bayramı arefesinde kendisine Allah rahmet diliyoruz.

Bu vefat yıl dönümünü gündeme getirmemizin nedeni, yakın geçmişte yayınlanmış olan Arakanlı Müslümanlar isimli çalışmanın ortaya çıkışında Akif Emre’nin doğrudan katkısı olmasından  kaynaklanıyor.

Arakan çalışmamızın gündeme gelmesi bundan yaklaşık on yıl öncesine dayanıyor. 2010 yılından itibaren Akif Emre’nin editörlüğünü yaptığı dünyabülteni’nde Güneydoğu Asya bölgesiyle ilgili analiz-haber yazıları yayınlanmaya başladı.

Bölgede yer alan tek tek ülkelerin yanı sıra, bölgesel ve küresel bağlamdaki gelişmeleri doğru kaynaklardan sürekli takip ederek, sahada ilgili uzman ve kişilerle görüşerek haber-analizleri kaleme alıyorduk.

Arakanlı Müslümanlar konusu da o dönem sadece bölgesel değil, küresel anlamda dikkat çeken bir nitelik kazanmıştı. Nitelik kazanmıştı diyorum, çünkü Arakanlı Müslümanların, yaşadıkları toprakları terk ederek okyanus sularında belirsizliğe açılmaları sonucu, Sumatra Adası’nın kuzeyinde karaya çıkmalarına 2008 yılı sonu ve 2009 yılı başlarında tanık olmuştum.

Açeli balıkçılar tarafından kurtarılarak Weh Adası Sabang Limanı’na getirilen Arakanlılar daha sonra bölgedeki askeri üs içerisinde “konuk” edilmişlerdi. Bu nedenle doğrudan görüşme fırsatı bulamasak da, hastaneye kaldırılan birkaç kişiyle görüşme ve mülâkat yapma imkânı bulmuştuk.

2012 yılı Haziran ayında ise bu sefer bütün dünyanın gündemine oturan gelişmeler gündeme gelmişti. Myanmar’ın batısında, Bengal Körfezi’ne bakan sahilleri boyunca uzanan Rakhine Eyaleti’nde, nüfusun yarısını oluşturan Arakanlı Müslümanlara yönelik Eyalet’teki Rakhine Budisleri ile merkezi yönetime bağlı güvenlik güçlerinin zulmü gün be gün izliyorduk.

Bu gelişme, hiç kuşku yok ki, pek çok kez tanık olunacak gelişmelerin giderek daha çok dünya gündeminde ve uluslararası kurumlar nezdinde ele alınmasının başlangıcını oluşturuyordu.

O güne kadar olduğu gibi 2012 yılı Haziran ve sonrasında Arakanlıların kendi vatanlarında maruz kaldıkları zulmü bölge kaynakları üzerinden takip ediyorduk. Burada dikkat çeken nokta, Arakanlılar ilk kez o dönemde zulme maruz kalmadıklarıydı. Bununla birlikte, Türkiye’de Myanmar ve Arakan konusunun takip edilmesi bir yana, kayda değer bilgi açığı olduğuna tanık olunuyordu.

Akif Emre’nin, Arakan’daki gelişmelerin derli toplu anlaşılması hususundaki yaklaşımı, “rapor hazırlayalım” önerisiyle gündeme geldi. Rapor, sadece o günlerde yaşanan zulüm ve bu zülme bölge ülkeleri başta olmak üzere küresel çevrelerin nasıl cevap verdikleri ile ilgili değildi. Daha çok işin tarihi vechesi, Myanmar veya daha önceki adıyla Burma Krallığı, İngilizlerin Bengal üzerinden bölgedeki varlığı ve ardından ulus-devleti sürecinde olmak üzere farklı dönemlerde Arakanlı Müslümanların durumunu ortaya koymaktı.

Böylesi bir yaklaşım, sorunun sanki bugünün bir sorunuymuş gibi algılanması tehlikesini ortadan kaldırmak, daha doğrusu toplumsal ve siyasal gelişmelerin köklü tarihsel nedenleri olduğuna işaret etmekti. Bu yaklaşım, aynı zamanda sorunun varsa çözümüne dair katkı yapacağı bir imkânı da içinde barındırıyordu.

Bölgenin önemli basın yayın organlarındaki bilgilerin dışında, Myanmar’ı Rakhine bölgesini, Arakanlı Müslümanları, bölge tarihindeki konumlarını, sömürgecilik dönemi ve ilişkileri, ulus-devlet sürecinde rolleri vb gibi süreçleri Malezya’daki kütüphanelerdeki zengin kaynaklardan istifade ile özet olarak ortaya koymuş olduk. 2012 yılında İstanbul’da uluslararası bir konferansta çalışmayı yeniden gündeme getirme şansı bulmuştuk. Akabinde, bazı düzeltilerle 2013 yılında Okur Yayınları tarafından yayınlandı.

Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, Arakanlı Müslümanlar konusu 2012 ile sınırlı kalmamış, bugüne kadar etkisi giderek artan bir şekilde devam etmesi dolayısıyla bizim de gündemimizde yer almıştı. Böylece, merhum Akif Emre’nin öncülük ettiği raporun da içinde yer aldığı ve geçen yıl sonlarına kadar olan tüm yazıların bir araya getirildiği eser İbn Haldun Üniversitesi yayınları tarafından yayınlanmış oldu.

Akif Emre’nin o dönem Güneydoğu Asya Müslümanlarıyla ilgili çalışmalar konusundaki teşviki devam etti. Bu çalışmaların, genelde Güneydoğu Asya bölgesine özelde bölge Müslümanlarına yönelik ilginin ortaya çıkmasına vesile olmasını temenni ediyoruz.

Bu vesileyle, merhum Akif Emre’yi bir kez daha şükran ve minnetle anıyor ve Cenab-ı Allah’dan rahmet diliyorum. Ruhu şad olsun.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2020/05/23/akif-emre-ve-arakanli-muslumanlar-kitabi/

22 Mayıs 2020 Cuma

Covid-19 sonrası paradigma beklentileri ve yakın geçmişten örnek / Expectations for paradigm shifts in post-Covid-19 and a model from recent past


Mehmet Özay                                                                                                             22.05.2020

foto: kişisel arşiv
Covid-19 adıyla bilinen ve küresel ölçekte etkili olan salgın hastalığın gündeme gelmesinden bu yana yaklaşık beş ay geçmiş durumda. Ne virüsün çıktığı ülke Çin’de, ne de virüsün en çok etkisini gösterdiği Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da çözüm anlamında bir gelişmeden bahsetmek mümkün değil.

Özellikle ABD ve Çin gibi iki küresel ekonomik gücün birlikte insanlık için tıbbi çözüm noktasında ortak bir çaba içerisine girmesi yönünde naif görüşler hiç kuş ku yok ki, göz ardı edilmeye mahkum gözüküyor.

Tıp dünyasının bu alanda önemli çaba içinde olduğu, daha Avustralya’nın Ocak ayı sonlarında söz konusu kopyalayıp ilgili ülkelerle paylaşacağı bilgisinden bu yana biliniyor.

Çözümlenemeyen virüs sorunu

İklime bağlı olarak salgının etkisini yitireceği konusundaki görüşler, örneğin Güneydoğu Asya tropiklerinde vaka sayısının görece az olması,  kısmen bunu doğruladığı şeklinde yorumlanabilir. Aynca, aynı tropik kuşağın öte yanında, yani Latin Amerika’da salgın alıp başını gider bir görüntüsü yine genelleme yapılmasına mani oluyor.

Adının önüne “pan” eki getirilerek küreselleştiğine dikkat çekilen salgınla mücadelede, bir başka açıdan bakıldığında akla hiç kuşku yok ki, Dünya Sağlık Örgütü (World Health Organization-WHO) geliyor.

Diğer ulus-aşırı küresel kurumlar bir yana, WHO çatısı altında çeşitli ülkelerdeki tıp otoritelerinin bazı çalışmalar yaptığı düşünülse de, bu uluslararası kuruluş çatışmacı küresel siyasetin aleti olmak gibi olumsuz bir görüntüye de ev sahipliği yapıyor.

Tüm bu görüntüler içerisinde özellikle, ekonomi ve siyaset dünyasında “Covid-19 sonrası yeni paradigma oluşur mu?” sorusunu sormaktan vazgeçip, mutlaka bir paradigma değişimi olacağında anlaşmış gözüküyorlar. Ortaya çıkacağı varsayılan paradigmanın ne yönde seyredeceği konusundaki görüşler ise, ideolojik tutumlara koşut bir seyir takip ettiğini söylemek mümkün.

Bu noktada, ‘acaba öngörülemeyen bir toplumsal ve siyasal evren karşımıza çıkar mı?’ sorusunun cevabı bilinemezliği kadar, daha önce yaşanmış benzer tecrübelerden hareketle bazı öngörülerin gündeme getirilmesine yol açıyor.

Tsunami: yakın geçmişteki tecrübe

Hint-Pasifik bölgesinde 2004 yılı sonlarında meydaha gelen deprem ve tsunaminin Hint Okyanusu’nu çevreleyen on bir ülkede etkisini gösterdiğini hatırlatmakta fayda var.

Bu ülkeler içinde deprem üssüne yakınlığı ve dolayısıyla tsunaminin en büyük hasarı meydana getirdiği coğrafya olan Endonezya’nın batı ucundaki Açe Eyaleti’nde olan bitenleri hatırlamakta fayda var.

Böylece, daha önce yaşanmış olan diyelim ki, İspanyol gribi, SARS, MERS ve H1N1 gibi akla gelen ve konuyla ilgili görüş beyan edenlerin atıfta bulunduğu sağlık kökenli afetlerden hem boyut olarak hem de doğurduğu sonuçlar itibarıyla ayrışmasıyla kendine özgü bir nitelik taşıyor.

Ayrıca, Açe’den hareketle ulusal ve uluslararası çevrelerde yankısını bulan değişimin, bugün yaşanmakta olan Covid-19’un etkisini yitirmesi ile gündeme geleceği varsayılan değişimler için bazı benzerlikler göstereceği öngörülebilir.

26 Aralık 2004 tarihinde Pazar günü sabah saat 8 sularında Sumatra Adası’nın kuzey-batı sahillerine bakan kesiminde meydana gelen deprem ve kısa bir süre sonra örneğin, 15-20 dakika içerisinde dev dalgaların sahil şeridini sarması ile yıkım etkisini göstermişti.

Dalgaların yayılım hızı ve gücü, mesafeye bağlı olarak azalmakla birlikte, Hint Okyanusu’nun ortasında Sri Lanka ve Maldivler ile okyanusun en batısında Somali sahillerine kadar ulaşmasıyla küresel dikkati çeken bir öneme sahipti.

Ancak bu tarihten önce Açe topraklarında yaşanan savaş ortamın anlaşılması halinde ne gibi değişimlerin ortaya çıktığı hakkıyla anlamlandırılabilir. Batı medyasının hayretini celbedecek şekilde tsunaminin, Eyaletin her şeyi yerle bir ettiği Güney, Batı ve kuzey Batı sahil şeridindeki yerleşim yerlerinde ayakta kalabilen ve belirli bölgelerde halkın sığınabileceği tek tük yerlerden olan camiler yaşanan doğal afetin ‘maddi’ boyutunu ortaya koyuyordu.

Büyük dönüşümün nedeni

Cakarta merkezi hükümeti marifetiyle eyaletin dış dünya ile irtibatının kesik olması, askeri rejimin varlığı, sıkıyönetim koşulları, uzun erimli savaş koşullarını eyaletin sosyo-ekonomik imkânlarını tarümar etmesi ve/ya bu tür imkânların geliştirilmesinin önünde en büyük engellerden birini oluşturması vb. gibi koşullar, tsunami ile birlikte Açe’de yaşanan dönüşümün önemini ve büyüklüğünü göstermesi açısından önemlidir.

Savaş nedeniyle Açe’yi vuran tsunami haberleri küresel medyaya geç ulaşmakla birlikte, bir tezat teşkil edecek şekilde kısa sürede, bölgesel ve küresel ölçekte insani yardım imkânları tekil devletler, ulus-aşırı kuruluşlar ve sivil toplum oluşumlarınca mobilize edilmesine tanık olundu.

Aslında bu mobilizasyonun maddi boyutu bile yeni bir sorun karşısında geliştirilen hiç kuşku yok ki, başlangıçta doğaçlama olarak ortaya konulan ancak, önemli olduğuna kuşku olmayan bir yöntem geliştirilmesine yol açıyordu.

Öyle ki, sınırları siyasi ve askeri karar mekanizmalarıyla kapatılmış bir bölgeye nüfuz etme çabası, ulus-devletin bir yanda acizliğini gösterirken, öte yandan uluslararası insani ‘baskı’ sonucu hızlı karar alma mekanizmasını ve adaptasyon sürecine uyumuna işaret ediyordu.

Ateşkes ve barış

Savaşa konu olan bölgede tarafların “ateşkes” kararının alınmasına rağmen, ulusal ordu birliklerinin Açe’deki varlığı bir handikabı ortaya koyuyordu. Bu bile kendi başına bir ilke işaret ettiğini söylemek mümkün.

Bir yandan ulusal, bölgesel ve uluslararası yardım kuruluşları insan ve maddi yapılarıyla Açe’de etkin olmaya çalışırken, gündelik edimler içerisinde yanı başlarından geçen ordu birlikleri neyin hangi güce karşı meydan okuduğunun bir anlamda karmaşıklaştığı bir görüntü çiziyordu.

Bu sembolik görüntünün tsunamiden yaklaşık sekiz ay gibi kısa bir süre sonra, yani 15 Ağustos 2005’te taraflar arasında barış anlaşmasının imzalanması, değişimin kısa sürede geldiği noktayı göstermesi açısından kayda değerdir. Bu tür çatışma bölgelerinde her daim barış adına yapılan çabalar olduğu göz ardı edilmemekle birlikte, doğal afetin zorlayıcı/teşvik edici yanını burada görmek gerekiyor.

Bu barışın, sadece dışarlıklı uluslararası kuruluşların, tekil devletlerin ve birliklerin yardım faaliyetlerinin arzu edilir bir şekilde sürdürülebilmesi için Cakarta merkezi hükümeti nezdinde oluşturdukları baskı ile açıklanmayacak safhaları bulunuyor.

Doğal afetin bölge halkı, bağımsızlık talebindeki temsilcisi siyasi hareketin lider kadrosu ile merkezi yönetimin çeşitli katmanları üzerindeki tesiri, tüm bu unsurların birbirinden bağımsız ve birlikte ele alınabileceği bir açıklama ihtiyacını ortaya koymaktadır.

Yeniden yapılandırma fenomeni

Savaşın sona ermesi ile acil yardım safhasının ardından bakanlık düzeyinde tesis edilen bir kurum çatısı altında sosyo-ekonomik, kültürel ve dini gibi toplumsal yapının neredeyse tüm unsurlarının temsil edildiği ve karşılık bulduğu bir yeniden yeniden yapılandırma ve inşa sürecine adım atılması ve bunun dört yıl gibi görece uzun bir döneme yayılması mümkün olabilmiştir.

İnşa sürecinin salt maddi inşa olarak algılanmaması, Açe toplumunun savaş döneminin neden olduğu tüm kayıplarının da içinde olacak şekilde kültürel, siyasi unsurlarının yapılandırılması noktasında ortaya bir laboratuarın çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu laboratuvar sadece sahada çalışan çok çeşitli insani yardım kuruluşlarının uyguladıkları metodları gözden geçirmeleri, yenilerini adapte etmeleri yani yeni bir teori/lere yol açacak denli mevcut şartların zorlamalarıyla hareket etmelerine neden olmadı.

Bu laboratuar, dünyanın farklı bölgelerinden ve denizcilikten toplum bilimcilere, iktisatçılardan insan haklarına değin farklı bilim disiplinlerinden akademisyenlerin Açe’de çalışmalar yapmalarına olanak tanıdı.

Bu noktada, doğal afetlerin periyodik olarak nüksettiği Güneydoğu Asya topraklarında benzeri felaketlerle mücadele için Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) içinde insani yardım çalışmaları konusunda yeni yaklaşımların ortaya konduğuna tanık olundu.

Bu sürecin aktörleri olan Açe toplumu ile bu sürecin dışardan gözlemcileri ve katılımcıları olan yerli yabancı tüm kurumlar değişimin bir yanında yer alıyorlardı. Bu değişimi her bir sokakta, köyde, kasabada ve şehirde ortaya çıkması açıkçası Açe toplumunun yeniden örüntülenmesine işaret etmektedir.

Açe’de başlayan bu yeniden yapılandırmanın Açe ve Endonezya siyasetine etkisi ise, adına “özerk” denilen siyasi modelin uygulanması oldu.

Daha önce benzeri varsayılacak bir unsurdan bahsedilse de, yeni anlaşma çerçevesinde bölge halkının demokratikleşme süreçlerine daha da yakınlaşması, eyalet valisi ve parlamentosunu kendi oylarıyla belirlemesi, ekonomi, eğitim ve kültür alanlarında yeni kavramlar ve kurumların hayata geçirilmesi gibi bir dizi değişimin pratiğe geçirilmesine tanık olundu.

Uygulamada nelerin değişebileceği ve bunun teorileştirme çalışmalarına ne denli katkı yapabileceğinin boyutu Açe’deki bu değişim süreçlerinin, en azından demokratikleşme gibi bazılarının Endonezya’nın farklı bölgelerindeki Eyaletlerden de talep edilir hale gelmesidir.

Açe’deki dönüşümün uluslararası arenaya yansımasını ise, daha en başından Helsinki Barış görüşmelerinden başlayarak benzeri çatışma bölgeleri için örneklik teşkil etmesinde aramak gerekir.

Covid-19’un yerel bir salgın (endemik) olmadığının anlaşılması ile birlikte, küresel olarak harekete geçilmesi arasında pek fazla bir zaman geçmemişti. Bugün salgının boyutu küresel toplumun nerede hata yaptığını sorgulamasına el verecek bir ortam sağlamaktadır. Bu ortamı, en iyi şekilde değerlendirmek, yukarıda sunulan örnekte olduğu gibi “total yıkım”dan “total dirilişe” doğru çeşitli alanlarda olumlu gelişmelere yol açma potansiyelini içinde barındırıyor.


15 Mayıs 2020 Cuma

Covid-19 sürecinde akademik eğitim ve illüzyon / Academic education during the covid-19 and illusion

Mehmet Özay                                                                                                                         15.05.2020

foto: jasdfw.org
Covid-19’un daha yüzünü göstermeye başladığı bir dönemde, yani Ocak ayında, etkisinin ne olabileceğine dair, en azından bölge ülkeleri ekonomileri çerçevesinde dikkat çekmiştik.

O gündem bu yana, sadece birkaç ay geçmesine rağmen, söz konusu salgın küresel bir hâl almakla kalmadı, aynı zamanda hayatın istisnasız her alanını etkileyen bir nüfuz sergilemiştir. Bu etkiden payını alan kurumlardan biri de her aşamasıyla eğitimdir.

Sadece ulusal eğitimi anlamamak gerekir bununla. Adı üstünde “pandemic” olarak anılan, covid-19 küresel etkiye neden olurken, uluslararası eğitim bunun en önemli alanlarından birini oluşturuyor.

Covid-19’u aceleye getirmek

Bazı ülkelerde alel acele denilebilecek ölçüde tedbirler gevşetilmekle birlikte, Covid-19’un halen önemli bir tehdit olduğuna şüphe yok.

Buna en önemli örnek, Singapur’da patlak veren göçmen işçilerin yaşadığı barakalarda ve Çin’de yine Wuhan’da -göz ardı edilebilecek gibi anlaşılmaya müsait olmakla birlikte, yeniden vakalar olduğu görülmektedir.

Bu sürecin henüz bitmemiş olması kendi başına önemli olduğu gibi, bunun ötesinde bu süreçle ortaya çıkan pek çok kişinin kabullenmek istemediği, kabullenmekten yana tavır koymadığı önemli değişimleri de beraberinde getirmeye devam edeceği anlaşılıyor.

Değişimin ucu akademiye dayanıyor

Bu süreçlerden biri de, akademi dünyasında ortaya çıkan değişimler. Burada sorunun karmaşıklığı adına “akademi dünyası” denilen bütünün içine nelerin girdiğiyle alâkalıdır.

Öyle ki, sıradan bir okumayla adına “akademi çalışmaları” denilen seminer tarzı oluşumların girmediği herhalde malumdur. Akademi dünyası ile kastımız, yerleşik hale gelen ve çoğunluğunun yüksek lise sınıflamasıyla anılabilecek eğitim kurumlarına gönderme yapıyoruz.

Bu kurumların gerek kendinde ve özerk yapıları, gerekse bağlı bulundukları ulus-devlet şemaları içindeki ilgili bakanlıklara, ajanslara, kurullara bağlı olarak yapılanmalarının nasıl bir değişime uğrayacağı konusunda bazı görüşler ortaya konulmuyor değil.

Açıkçası, bu kurumların bizatihi kendilerinin nasıl bir dönüşüme tabi oldukları yolunda kayda değer gözlemlerin ve bunun ötesinde düşüncelerin geliştirilip geliştirilmediği meselesi ise başlı başına bir inceleme konusudur.

Bu noktada, Doğu’dan Batı’ya küresel çapta neredeyse bir kurtarıcı olarak ortaya çıkan sanal derslerin niceliği ve niteliği üzerinde kuşku yok ki, akademik çalışmalar yapılacaktır. Bu işi, hakkıyla yapabilmenin imkânını arayanlar ile, bir tür modavarȋ yaklaşımla bunu ele alanlar arasında ayrım kuşku götürmez bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Burada tıpkı modernleşmeyle bağlantılı diğer toplumsal değişim aşamalarında olduğu gibi, kendini bir anda “teknoloji havuzunun zorunluluğu” içinde bulan akademi çevreleri, “tamam şimdi buldum” (evraka!) psikolojisiyle artık her şeyin “eskisi gibi olmayacağı” görüşünü dillendirebilmektedirler.

Ancak bu yaklaşım, öğrenci popülasyonu yüksek seyreden kurumlarca ifade edilebilecek bir alanı oluşturmuyor. Bu olsa olsa, birkaç bin öğrencisi olan, kurumsallaşması öğrenci popülasyonuna bağlı olarak, daha dar bir alanda akademik faaliyet gösteren yapılar için geçerli olabileceğini düşünmekte fayda var.

Belki de, bir elin parmaklarıyla ifade edilebilecek bu tür kurumların, öğrenci popülasyonu yüksek ve bir anlamda kemikleşmiş kurumlarınkiyle benzerlik taşıdığı yolundaki düşüncenin neden olabileceği illüzyona kapılmamak gerekir.

Öyle ki, dar alanda faaliyet gösteren akademilerin eğitim hizmetlerinin sanallığa doğru evrilen dönüşümlerini, sanki bütün yüksek öğretim kurumlarının benzer bir dönüşümü için model teşkil ettiğini düşünmek bir yanılsamadan ibarettir. Böylesi bir düşünce olsa olsa, günün getirdiği zorunluluklar çerçevesinde ortaya konulan serbest fikir atışları noktasında normal kabul edilebilir.

Teknoloji kültürü

Toplumsal yaşama damgasını vurduğu söylenen teknolojik alt yapının kendi başına her şey olmadığı, farklı safhalarıyla uzun modernleşme tecrübelerimizden biliyor olmamız gerekiyor.

Ancak bu yönde eleştirel bir tutum takınmak yerine, mevcut ortamın oluşmasına imkân tanıdığı bir tür illüzyonun cazibesine kapılır veya elde böylesi bir fırsat varken bu yönde bir illüzyon oluşturulmasına katkıda bulunmak olsa olsa, pragmatik bazı kazanımlar peşinde koşmayla eşdeğerde kabul edilebilir.

Bilgiye erişim, bilgi üretimi, bilgi paylaşımı vb. süreçlerin konvansiyonel alanında kendine yeter ve tatminkâr bir süreci yakalayamamış toplumların, “teknolojik” donanıma sahip oldukları düşüncesiyle bilgi paylaşım ve üretim süreçlerini yönetebildiklerini varsaymanın rasyonel bir tutumla örtüştüğünü söylemek de mümkün değil.

Bu çerçevede, covid-19’un küresel toplumda neden olduğu sarsıntı, neredeyse her toplumsal kurumu etkisi altına alırken, akademi dünyasının bundan kaçabileceği düşünülemez.

Bununla birlikte, bu gelişme karşısında bazı kurumların ve çevrelerin yaptığı gibi, akademi dünyasında da bir tür illüzyon oluşturma peşinde olanlar varlığını normal karşılamak yerine, sorunlu addetmek gerekiyor. 

Bilgi üretimi ve paylaşımı için teknoloji bir araç olarak kullanılabilme imkânını içinde barındırmakla birlikte, teknoloji kültürünün nasıl edinileceği problemi üzerinde durmak bir zorunluluk arz ettiği gibi, bundan önce bilgi üretimine dair bir kültürel yapının olup olmadığına dikkat çekmek gerekiyor.

Hele hele, teknolojik aygıtları  küçüğünden büyüğüne “oyun” olgusuna eşdeğer algılayan toplumların, bu süreçte öğrenme edimini teknoloji üzerinden gerçekleştirme yaklaşımını dikkatle izlemek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2020/05/15/covid-19-surecinde-akademik-egitim-ve-illuzyon-academic-education-during-the-covid-19-and-illusion/

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Malezya’da iktidarın meşruiyetsizliği gündemi / Illegality of the political power in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                         09.05.2020

foto: thesundaily.my
Bugün 9 Mayıs... Malezya’da 61 yıllık kökleşmiş siyasi yapının, yani omurgasını Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO) oluşturduğu Ulusal Cephe’nin 8 Mayıs 2018 tarihinde iktidarını yitirmesinin ikinci yıl dönümü...

Halkın Adaleti Partisi (Partai Keadilan Rakyat-PKR), Demokratik Eylem Partisi (Democratic Action Party-DAP), Emanet Partisi (Amanah) ile Yerli Birlik Partisi’nin (Parti Pribumi Bersatu) oluşturduğu Umut Koalisyonu’nun elde ettiği başarı siyasi meşruiyeti, hukukun üstünlüğünü, moral değerleri ve sorumluluk olgusunu yeniden ülke siyasetinin ve kamuoyunun gündemine taşımasına rağmen, geçtiğimiz Şubat ayı sonunda yaşanan sivil darbe bu süreci akamete uğratmış durumda.

Bununla birlikte, Covid-19 gelişmesiyle ikinci plâna itilen söz konusu bu siyasi gelişmeler yeniden gündemde yer işgal etmeye başlıyor.

Covid-19 mazereti

Malezya’da Şubat ayı sonunda yaşanan sivil darbenin ardından kurulan hükümetin meşruiyeti sınanması Mayıs ayına ertelenmesi ve ardından gelen Covid-19 salgını ülkedeki siyasi belirsizliğin üzerini sis bulutu gibi kaplamaya yetti.

Şu günlerde, covid-19 ile mücadelede mesafe kat edilmesiyle ve vaka oranlarında azalma ile birlikte gündemin yeniden siyase meşruiyet krizi olgusuna dönmeye başlıyor.

Bunun ilk emaraleri, sivil darbenin en önemli mağdurlarından biri olan Dr. Mahathir Muhammed’in 8 Mayıs Cuma günü, meclis başkanlığına verdiği dilekçe ile Federal Sultan olarak başkakanlığa atanan Muhyiddin Yasin’in mecliste çoğunluğun desteğine sahip olmadığı iddiasıyla oylama talebinde bulunmasıyla ortaya çıktı.

Bu önergede dikkat çeken husus önergenin siyasi öznesi ve objesinin, yani Dr. Mahathir ve Muhyiddin Yasin’in aynı partiye mensup olması. Dr. Mahathir’in kurucusu olduğu Yerli Birlik Partisi de (Parti Pribumi Bersatu), Şubat ayında yaşanan gelişmeden etkilenmiş ve hem başbakanlıktan hem parti başkanlığından istifa eden Dr. Mahathir’in yerine Muhyiddin Yasin almıştı.

Burada, Dr. Mahathir’in parti başkanlığından istifasının başka gerekçelere dayandığını hatırlamak gerekiyor. Dr. Mahathir, Umut Koalisyonu ile yollarını ayırdıktan sonra, UMNO milletvekillerinin partiden ayrılarak kendi safına geçeceği beklentisiydi. Böylesi bir durum rasyonel temellere dayanmasa da, Dr. Mahathir’in istifasını niçin böylesi bir karara dayandırdığını herhalde daha sonra yazılacak olan anılarından okuyacağız.

Sivil darbe sonrasında oluşan ve meşruiyeti henüz sağlanamamış yapıyı sonlandırma konusunda sadece Dr. Mahathir’in girişimi bulunmuyor. Sabah Eyaleti Şafii Abdal’ın Dr. Mahathir’in yeni bir hükümet kurmak için çoğunluğa sahip olduğu yolundaki önergesi ise meclis başkanlığı tarafından reddedildi.

Federal Sultan ve 43. Madde

Meclis başkanlığı Şafii Abdal’ın önerisini reddetme gerekçesi olarak ise, federal anayasanın 43. Maddesi’ne gönderme yapıyor. Yani, ortada Federal Sultan’ın başbakan atama yetkisi olduğuna...
Buna göre, söz konusu bu önergenin Federal Sultan’ın başbakan atama yetkisi ile çelişeceğine vurgu yapılıyor. Bir başka deyişle, bu durumda yeni bir başbakan adayı öne sürülemeyeceğine dikkat çekiliyor.

Aslında tam da bu mesele yani, Federal Sultan’ın neye dayanarak Şubat ayında Muhyiddin Yasin’i başbakan olarak atadığı sorusunun yeniden gündeme gelmesine neden oluyor.

Malezya siyasal ve toplumsal yapısının doğası dikkate alındığında, tabii bu sorunun yüksek sesle dile getirilmesini beklemek mümkün değil. Ancak tıpkı Dr. Mahathir ve Şafii Abdal’ın önerge vermelerinde olduğu gibi, meclis üzerinden siyasi meşruiyeti sorunlu yapının sorgulanması gündeme getirilebiliyor.

Dr. Mahathir’e yakın isimlerden ve Sabah Eyaleti’nin en güçlü siyasetçisi konumundaki Şafii Abdal’ın bu önergesi, en azından kamuoyu nezdinde mevcut siyasi yapıya yönelik eleştirel tutumun geliştirilmesi açısından psikolojik bir öneme sahip.

Ertelenen siyasi meşruiyet

Niçin bu güne kadar önerge verilmedi sorusu ise yine yukarıda dikkat çekilen siyasi meşruiyetsizlik ile ilgili. Muhyiddin Yasin, meclisin 9 Mart’ta yapılması beklenen oturumu Mayıs ayına ertelemesi, Federal Sultan’ın hangi gerekçeyle onu başbakan atadığı sorusuyla yakından bağlantılı.

Bu ertelemenin gerekçeleri arasında, o dönemki siyasi gerginliği sona erdirme, kamuoyundan gelecek olası tepkileri erteleme ve hatta -iddialar dikkate alınacak olursa- var olmayan meclis desteğini sağlamaya yönelik çabalar için zaman kazanma gibi nedenler de bulunuyor.

Söz konusu atama öncesinde Federal Sultan’ın bazı milletvekillerini sarayında ağırlayarak ‘yoklama’ yaptığı o günlerde gündeme gelmişti. Bu yoklamanın ardından, Federal Sultan meclis çoğunluğunun Muhyiddin Yasin’i desteklediği sonucuna varmış olmalı ki, başbakan atamasını gerçekleştirdi. 

Yerli Birlik Partisi’nin (Parti Pribumi Bersatu) eski lideri ve iki kez başbakanlık yapmış olan ve sivil darbecilerin “estetik bir ameliyatla” yerinden ettiği Dr. Mahathir Muhammed siyasi mücadeleden vazgeçmiş değil.

Dr. Mahathir, Şubat ayındaki sivil darbeye kadar, partide yardımcısı konumundaki Muhyiddin Yasin’in içinde Federal Sultan, UMNO, PAS gibi geniş bir ‘Malay’ koalisyonunun olduğu siyasi hareket karşısında yer alıyor.

Ancak Dr. Mahathir’in çelişkisi belki de tam da burada. 2018 Mayıs seçimleri öncesinde Umut Koalisyonu (Pakatan Harapan-PH) ile yaptığı anlaşmaya riayet ederek başbakanlığı Enver İbrahim’e bırakmış olsaydı veya zamanı konusunda tarafları ve de kamuoyunu rencide etmeyecek bir rasyonel açıklamada bulunmuş olsaydı, sivil darbenin önü alınmış olurdu.

Malay birliği böyle mi sağlanır?

Sivil darbecilerin ‘Malay birliği’ iddiasıyla ortaya çıkmalarına karşın, ve ülke siyasetini içine Müslümanları da alacak şekilde manipülasyonlara konu etmeleriyle bir örneklik temsil etmediklerini birilerinin söylemesi gerekiyor.

Malezya’nın gerek içinde bulunduğu bölge, gerek İslam dünyası içerisinde edindiği yer bu ülkedeki gelişmelerin ulusal sınırlara hapsedilmiş olamayacağının kanıtıdır.

Öyle ki, 2018 Mayıs’ında yaşanan ve 61 yıllık UMNO’nun omurgasını oluşturduğu Ulusal Cephe koalisyonu iktidarına son verilmesi, bu ülkenin içinde yaşanılan şartlara adaptasyon sürecinin başlangıcı kabul ediliyordu.

Kendilerini ‘Malayların’ temsilcisi olarak gören kesimlerin özellikle, iktidar aygıtı üzerinden ülkenin ekonomik yapılaşmasını yozlaştırmaları, salt Malaylılık olgusunu desteklemek ile üzeri örtülebilecek bir olgu değildir.

Bu nedenle, Enver İbrahim 1990’ların sonundan itibaren “reform” kavramını gündeme almak suretiyle Malezya toplumunun toplumsal ve siyasal dönüşümüne taraf olduğunu ortaya koymuştu.
Şubat ayında yaşayan sivil darbeden bu yana yaşanan gelişmelere bakıldığında, temelde bu reform söylemini pratiğe geçirme konusunda adımlar atan Umut Koalisyonu’nun ne denli siyasal bir haklılık taşıdığı anlaşılacaktır.

Seçmenin kararının hiçe sayılmak suretiyle iktidarı al aşağı etme biçiminden, kabineyi tesis etmeye ve bugüne kadar adına politikalar denilen kararlara kadar kurumsal bir nizamdan ve otoriteden yoksunluğun ortaya çıktığı bir süreç yaşanıyor.

Enver İbrahim’in yaptığı açıklamada ülke siyasal yaşamında olan biteni çok açık ve net bir şekilde, “halkın kararını hiçe sayma” bağlamında demokratik bir söyleme müracaatla ortaya koyması dikkatle izlenmesi gereken bir hususa işaret etmektedir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2020/05/09/malezyada-iktidarin-mesruiyetsizligi-gundemi-illegality-of-the-political-power-in-malaysia/