29 Nisan 2014 Salı

Obama ziyaretinin ardından / After Obama’s Visit

Mehmet Özay                                                                                                                   28 Nisan 2014

Bir ABD Başkanı’nın 48 yıl aradan sonra ilk defa gerçekleştirdiği Malezya ziyareti ülkenin gündemi belirledi. Neredeyse tüm medya organlarının ‘Obama’nın popülerliğinden hareketle işlemeye çalıştığı bir ziyaret gerçekleşti. Yarım yüzyıl sonra bir ABD Başkanı’nın ziyaretinin sembolik anlamının medyada öne çıkarıldığı bir ziyaret oldu... Özellikle iki liderin beden dili ve birbirlerine hitapları, Sultan Abdülhalim’in Obama onuruna verdiği yemek ve Obama’nın Pazar günü Kuala Lumpur’daki Ulusal Cami’yi ziyareti önemliydi. Bu sembolik boyutlarla Malezya halkına da açıkça bir mesaj vardı. Nüfusunun yüzde 60’a yakını Müslüman olan ülkede, özellikle bu kitleye verilen bir mesaj güçlü bir şekilde hissedildi. Buradan hareketle ABD-Malezya ilişkilerinde umutlar biraz da geleceğe taşınmış oldu.
Eski başbakan Dr. Mahathir Muhammed döneminde Batı karşıtlığı söylemiyle öne çıkan ‘siyasi dil’in yerini, son dönemde ABD’yle neredeyse sonuna kadar işbirliğine açık bir siyasetin izleri var. Bunun ilk adımlarının Başbakan Necib Bin Razak’ın 3 Nisan 2009 tarihinde göreve gelmesiyle başladı. 2009 yılı Obama’nın da Başkanlığa başladığı dönem olması dolayısıyla dikkat çekici. Başbakan Necib’in ABD ile ilişkileri güçlendirme konusundaki çabaları özellikle 2010 ve 2011 yıllarında üst düzey bürokratların ziyaretleriyle gündeme geldi. Başbakan Necib’in Amerika gezisinde çok kültürlü dinli bir toplum yapısına sahip Malezya’da “Küresel Ilımlılar Hareketi” adıyla bir oluşumu gündeme getirmesi ve bunu başta Obama olmak üzere ABD’li yetkililerle paylaşması ABD ile ilişkilerde bir avantaj olarak öne çıkarıldı.
İki ülke ilişkilerinin Güneydoğu Asya’nın güvenlik ve jeo-stratejik, jeo-ekonomik bağlamını ilgilendiren görüşmelere konu olacağına kuşku yoktu. Ziyaret öncesinde Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) görüşmeleri, güvenlik ve savunma konuları gibi akla gelen birkaç ana konu vardı. İki gün süren görüşmelerin ardından, iki ülke ilişkilerinde yeni bir safhaya girildiği mesajı önem taşıyordu.
Bu yeni dönemi tanımlayan kavram ise “Kapsamlı İşbirliği”. Bu işbirliği ile ilişkiler bütününde güvenlik, ekonomi, eğitim, bilim ve teknoloji alanları öne çıkıyor. Genel itibarıyla ilişkilerin söz konusu bu alanlar çerçevesinde giderek artırılmasını öngörülüyor. “Kapsamlı işbirliği”nin en önemli unsurunu güvenlik alanı oluşturuyor. Başkan Obama, bu işbirliğine atıfla, “güvenlik işbirliğinin” artırılacağını söylerken, buna bilgi ve enformasyon akışının da dahil olduğunu ifade etti.
Kapsamlı işbirliğinde güvenlik ve savunma ilişkilerinin özel bir yeri olmasına rağmen Malezya’nın genel dış politikasına uygun olarak ülke topraklarını herhangi bir ülkenin askeri varlığına açılmasına hiç de sıcak bakılmıyor. Ancak, Malay ordusunun modernizasyon ve eğitiminde ABD ile işbirliği yapılıyor.
Bir başka önemli husus ise,ABD askeri gemilerinin Malezya limanlarını ziyaretlerinin son dönemde artmış olması. Bunun yanı sıra, terörlü mücadelede de iki ülkenin yakın işbirliği içinde. Bu anlamda, ABD’den güvenlikle ilgili bazı fonların kullanıldığı, kapasite geliştirme programları gerçekleştiriliyor. Ve bu ilişki iki ülke arasında siyasi ilişkiler sürdüğü müddetçe varlığını devam ettirecek bazı uzmanlarca üzerine basa basa ifade ediliyor.
‘Kapsamlı İşbirliği’ işbirliğinin, sadece iki ülke ilişkilerinde yeni bir boyuta tekabül etmediği açık. ABD’nin, Doğu ve Güneydoğu Asya’da oluşturmak istediği yeni denklemle yakından ilişkili. Çin faktöründen dolayı da bir tür tehdit algısını işletmek ve buradan hareketle yeni bir ‘ittifak grubu’ oluşturma yönünde çaba içerisinde olduğu gözleniyor. İttifak oluşumunun bir ayağını ‘güvenlik’, diğerini de ‘ekonomik’ birliktelik bulunuyor. Bu konular konuşulurken Çin’in adı açıkça zikredilmediği gibi, TPPA konusunda da öyle kararlı olunduğu konusunda bir ima ortaya çıkmadı.
Basın açıklamalarında Malezya’nın Çin’le olan hem kendi nüfusu hem de dış politikası açısında özel konumu nedeniyle bu ülkenin adı açıkça anılmadı. Ayrıca son dönemde giderek artan ticari ilişkileri kadar kayıp uçak konusunda Çin'den gelen önemli serzeniş ve eleştirilerin payı unutulmamalı. Malezya’nın Güney Çin Denizi’nde anlaşmazlığa taraf olan ülkelerden biri olması ve bu anlamda Çin’le henüz restleşmeye girmek istememesi de eklenmeli.
Bir başka neden ise, kuşkusuz ki, kimi uzmanların belirttiği gibi, Malezya’yı ‘Çin mi Amerika mı’ seçeneğinde bırakacak yaklaşımın doğru olmadığı ve bu anlamda Malezya hükümetinin böylesi bir çıkışa mani olacak girişimleri Amerikan makamları nezdinde önceden yapmış olması da oldukça rasyonel bir durum. Malezya’nın ekonomi ve ticari ilişkilerinde ABD’nin yeri kadar, en azından rakamlar dikkate alındığında Çin’in daha kayda değer bir payı olduğu unutulmamalı. Bugün Çin, Malezya’nın dış ticaretinde 40 milyar Dolar’la ilk sırada yer alırken, ABD dördüncü sırada yer alıyor. Bu anlamda Çin, Malezya’nın en büyük ticari partneri konumunda. Çin’in, aynı zamanda Malezya’nın yatırım iklimine sıcak baktığı ve giderek artan sayıda Çin şirketinin Malezya’da yatırımlara başladığı da biliniyor.
Beklendiği üzere TPPA konusundaki görüşmelerde ilerleme kaydedilmesi bağlamında sadece bir iyi niyet yaklaşımı ortaya konurken, bu anlaşmanın niçin ivedilikle imzalanamayacağına dair de çekinceler paylaşıldı. Özellikle, Başbakan Necib Bin Razak, TPPA’nın avantajlarının dezavantajlarından çok olması halinde imzaya açılabileceğine dikkat çekiyordu. Bu cümle, Malezya’nın henüz söz konusu anlaşmaya imza at/a/mayacağının dolaylı bir ifadesiydi. Başbakan’ın bu söylemde elini güçlendiren ise, hiç kuşku yok ki akademi ve sivil toplum kesimlerinden de söz konusu anlaşmaya tepki gelmiş olmasıydı...
TPPA görüşmelerinden, insan haklarına kadar çeşitli konularda tabiri caizse yarım ağızlı yaklaşım, Malezya’nın kendi iç siyasi dengelerinden hiçbir şekilde bağımsız olunamayacağını ortaya koyuyordu. Obama’nın Başbakan Necib Bin Razak’la görüşmelerinde ve resmi plânlamanın dışında başbaşa kaldığı zaman dilimlerinde neler konuştukları önemli. Başbakan Necib’in Obama’ya Malezya’nın çok etnikli, ancak bununla birlikte ‘oldukça problemli’ toplum ve siyasi yapısına ve özellikle de “Bumiputra”nın, yani ülkenin asli insan varlığı olarak Malay Müslümanlar ve bazı yerli unsurların kaçınılmaz ekonomik ve de siyasi haklarına vurgu yapmadığını düşünmek olanaksız. Zaten TPPA’ya reddiye getirilmesinin nedenlerinden biri de Butiputra’ya aktarılan ekonomik kaynakların kısılması endişesidir.
ABD nezdinde Malezya’nın ne gibi ekonomik-siyasi işbirliğine açık olabileceği sorusu önemli. Bu soruya verilebilecek ilk pratik cevap, Malezya’nın G-20 grubu içinde yer alırken, 2015 yılında ASEAN dönem başkanlığını üstlenmesi ile de ABD için bölgede vazgeçilmez bir stratejik partner önemi kazanıyor. Bu durum dikkate alındığında söz konusu bu ziyaretin, iki ülke ilişkilerinde bir dönüm noktası olarak kabul etmek gerekir. Ki bunun somut göstergesi ‘kapsamlı işbirliği’ konusunda mutabık kalınması oldu.
Hükümet kanadında resmi görüşmeler nefes kesen bir süreçte gerçekleşirken, muhalefet de boş durmadı. Daha ziyaret öncesinde ‘Amnesty International’ tarafından Obama’ya sunulan raporda, Malezya’daki sivil haklarla ilgili endişelerin bizzat Başbakan Necib’e iletmesi beklentisi vardı. Tabii böyle bir talebin iletilip iletilmediği şimdilik bilinmiyor. En azından basın toplantısında bir gazetecinin bu konudaki açık sorusuna Obama üstü kapalı olarak cevap vermeyi tercih etmesi Malezya hükümetinin hassasiyetlerine dikkat ettiğini gösteriyordu. Bir diğer önemli konu, Enver İbrahim’le görüşüp görüşmeyeceğiydi. Bu konudaki soruya da Obama, her ülkede her muhalefet lideriyle görüşmediğini, ancak bunun yaşanan bazı durumları yadsıdığı anlamı da taşımadığını söyleyerek geçiştirdi.
Ancak resmi görüşmelerin dışında Obama, Malezya’da “serbest ve adil seçim koalisyonu (Bersih) üyeleriyle de bir saate yakın görüşme yaptı. Şehir merkezinde kaldığı Ritz-Carlton otelinde gerçekleşen görüşmede, Bersih Başkanı Marıa Chin’, 5 Mayıs 2013 tarihinde yapılan 13. Genel seçimlerdeki usulsüzlüklerin yanı sıra, insan hakları, kanunların uygulanmasındaki ilhaklar, dini ve ırklar arası kutuplaşma, Enver İbrahim’in yargılanma sürecinde resmi çevrelerin müdahalesinden kaynaklanan haksız yargılama süreci, medya üzerindeki hükümet baskısı gibi ulusal düzeyde önem taşıyan konuları gündeme getirdi. Toplantıya ayrıca, ‘İslami Rönesans’, Malezya İnsan Hakları Komisyonu (Suhakam), Malezya Kiliseler Birliği, “Sisters in Islam”’dan temsilcilerin katılması, Obama yönetiminin ülkedeki sivil inisiyatife verdiği bir değer olarak kabul edilebilir.
Bir ABD Başkanı’nca yarım yüzyıl sonra gerçekleştirilen bu ziyaretin Malezya’nın uluslararası alanda bir aktör olmaya hazırlandığı dönemde daha da önem kazandı. Malezya bir yandan 2015 ASEAN dönem başkanlığına ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici Üyelik’e hazırlanırken, öte yandan da 2020 Vizyonu’nu gerçekleştirerek gelişmiş ülke statüsü kazanmak istiyor. Tüm bu süreçlerde ihtiyaç duyacağı siyasi ve ekonomik desteği hiç kuşku yok ki, çıkar ilişkileri gözetmek suretiyle ABD gibi bir güçten alabileceğinin farkında.

27 Nisan 2014 Pazar

Obama Ziyareti ve Malezya-ABD İlişkileri /Obama Visit and Malaysia-the US Relations

Mehmet Özay                                                                                                                   26 Nisan 2014
ABD Başkanı Barack Obama’nın geçen yıl Ekim ayında yapması plânlanan Güneydoğu Asya gezisinin ertelenmesinin ardından söz konusu gezi bugünlerde gerçekleştiriliyor. Bu çerçevede Japonya, Güney Kore’den sonra Malezya’ya geçecek olan Obama’nın ziyaretinin ikili ilişkiler kadar, Doğu ve Güneydoğu Asya’nın güvenlik ve jeostratejik bağlamını ilgilendiren önemli görüşmelere konu oluyor. Başkan Obama’nın ziyaretinde üçüncü durak Malezya. Bugün, yani Cumartesi günü  Kuala Lumpur’da olması beklenen Obama’nın temasları üç gün sürecek. Hiç kuşku yok ki, Lydon B. Johnson’un 30-31 Ekim 1966 tarihlerinde gerçekleşen ziyaretinin ardından bir ABD Başkanı’nın ilk ziyareti olması bağlamında önem taşıyor.

Barack Obama, Parlamento Meydanı’nda resmi törenle karşılanacak ve sultan tarafından kabul edilecek. Ayrıca, ABD Büyükelçiliği’nin yanı sıra Ulusal Cami’yi de ziyaret edecek olan Obama, Başbakan Necib Bin Razak’la Putrajaya’da resmi görüşmeler yapacak. Öte yandan, Obama, önemli kalkınma projelerinden biri olan ‘siber caya” (cyberjaya)’da Malezya Küresel Motivasyon ve Yaratıcılık Merkezi”nin açılışını yapacak. Obama, ASEAN Genç Liderler temsilcileriyle de biraraya gelecek. Obama’nın ziyaret edeceği belirtilen Ulusal Cami’de dün Cuma namazı sonrasında Hizbut-Tahrir’e mensup yaklaşık yüz kişilik bir grubun protesto gösterisi vardı. Obama’nın camiyi ziyaretine izin verilmemesini söyleyen grup, pankartlar ve sloganlar eşliğinde Obama ve Başbakan Necib Bin Razak’ı protesto etti.

Yaklaşık yarım yüzyıl sonra gündeme gelen bu ziyaretin sembolik önemine kuşku yok. Buna ilâve olarak, bölge ekonomisinde kayda değer bir yeri olan ve petrol, palmiye yağı, kauçuk gibi endüstriyel hammadde ürünlerinde sürekli yenileşmeler kaydeden, eğitim ve teknoloji alanlarında yatırımlarla dikkat çeken Malezya’nın ABD ile ilişkileri sıkılaştırma bağlamı da en azından Malezya yönetim çevrelerinde konuşulan önemli konuların başında geliyor. Malezya G-20 grubu içinde yer alırken, 2015 yılında ASEAN dönem başkanlığını üstlenmesi ile de ABD için bölgege vazgeçilmez bir stratejik partner önemi kazanıyor. Bu özellikle dikkate alındığında söz konusu bu ziyaret, iki ülke ilişkilerinde bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Ki bunun somut göstergesi ‘kapsamlı işbirliği anlaşması’nın imzalanması olacaktır. Her iki ülkenin beklentileri, iki ülke işbirliğinin bölge üzerinde ne gibi etkileri olacağı konusunu ortaya koymadan önce, Malezya-ABD ilişkilerinin askeri, ekonomik ve eğitim alanlarına modern bakmakta fayda var.

Bağımsızlık öncesinde Malaya Komünist Partisi’ne karşı verilen mücadelede, 1963-66 yıllarında Endonezya ile yaşanan ve ‘Confrontation’ adıyla bilinen Malay dünyasındaki ‘Soğuk Savaş’da ABD Malezya’nın yanında yer alıyordu. 1966 yılında ise Johnson’un ziyaretine konu olan 1966 yılında ise ABD bu sefer Vietnam Savaşı çerçevesinde Malezya topraklarını lojistik destek talebi karşılığını buluyor ve Güney Vietnam ordusu Malezya’da eğitim görüyordu. 2000’li yıllara gelindiğinde ise ‘uluslararası terör’ başlığıyla gündeme gelen küresel güvenlik oluşumunda Malezya ABD’nin yanında yer alıyordu. Bunun somut girişimi ise dönemin Başbakanı Dr. Mahathir Muhammed’in ABD Başkanı George W. Bush’la Washington’da görüşmesidir. İki ülke askeri işbirliğinin en bildik yönü ise, Malezya ordusunun uluslararası barış gücüne verdiği destekte ortaya çıkar. Son dönemde ise ABD’nin bölgedeki 7. Filosu’na bağlı gemilerin Malezya limanlarına giderek artan sayıdaki ziyaretleri dikkat çekiyor.

İşin ekonomik boyutunda ise, Malezya’nın özellikle 1980’li yıllardan bu yana gündeme gelen kalkınma hamlesinde ABD şirketlerinin yatırımları mevcuttur. Buna paralel olarak bir zamanlar ABD, Malezya’nın en büyük ticaret ortağı olduğu da vakidir. Malezya’nın kalkınma süreçlerinde ihtiyaç duyduğu nitelikli insan işgücünü oluşturmada, devlet desteğiyle ABD’de binlerce öğrencinin öğrenim görmesi kayda değer bir noktadır. Her ne kadar Dr. Mahathir Batı değerlerini yüksek sesle eleştiren ve ‘Doğu Politikası’ (Look East Policy)’nin uygulayıcısı olarak bilinen bir lider olsa da, endüstri ve teknolojik yeniliklerin ülkeye taşınmasında ABD üniversitelerenin katkısıdı yadsımadığını bizzat yönlendirdiği eğitim politikalarıyla ortaya koydu.

Peki Obama’nın ziyareti, yukarıda kısaca değinilen ilişkileri hangi yönde etkileyecek? Hiç kuşku yok ki, Malezya önemli bir tarihi dönemeçten geçiyor. Hem iç politika ve ASEAN, hem de kaçınılmaz olarak bölgedeki Çin faktöründen neşet olan açılımlar/sorunlar bağlamı dikkat çekiyor. Malezya iç siyasetinde 1999 yılından bu yana etkin olan ve muhalefet lideri Enver İbrahim’in öncülüğünü yaptığı ‘reform’ sürecinin en son geldiği nokta 5 Mayıs 2013 seçimlerinde muhalefetin genel oyların %52’sini, 57 yıldır iktidarda olan Ulusal Cephe’nin ise %48’ini alması dolayısıyla Başbakan Necib Bin Razak’ın Obama’dan siyasi destek talebini zorunlu kılıyor. Bunda hiç kuşku yok. Kaldı ki, 5 Mayıs seçimleri sonrasında hükümet seçimin meşruiyetini ilân ederken, Obama’nın o dönemde telefonla tebrik mesajına’ güçlü bir atıfta bulunuyordu. Bu ziyaret, Obama’nın Malezya hükümetine verdiği ‘siyasi desteğin’ bir göstergesi olarak yorumlanacaktır. Seyahat öncesinde muhalefet kanadında ise, Obama’nın Enver İbrahim’le görüşebileceği bir ‘heyecana’ vesile oldu.

Ancak kısa bir süre önce yapılan resmi açıklamada, Obama’nın muhalefet lideriyle görüşmeyeceği büyük bir hayal kırıklığına neden oldu. Bizzat Enver İbrahim’in yaptığı açıklamada, “şayet bu görüşme gerçekleşseydi, hakkımda verilen mahkumiyet kararında önemli bir değişiklik olabilirdi” sözü hayal kırıklığını açıkça ortaya koyuyordu. Muhalefeti biraz olsun rahatlatan husus ise, zamanında Myanmar muhalefet lideri Suu Kyi ile de görüşmeler yapan Susan Rice’ın muhalefetten bazı isimlerle biraraya gelmesi beklentisi. Sadece Enver İbrahim’in mahkumiyeti değil, Malezya’nın iç politika ve toplumunda tartışılan. Dini azınlık grupları, ifade ve göstergi özgürlüğü vb. ‘sivil alanlarda’ da bazı sıkıntıların duyurulması konusunda bir çaba var. Malezya hükümeti bu ‘açığı’ görmüş olmalı ki, ABD Başkanı’nı memnun etme adına 2012 yılında kabul edilen Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nın toplantılardan 10. Gün önce ilgili otoritelerin bilgilendirilmesi aksi halde 3500 Dolar para cezasını öngören 9. Maddesi’ni kaldırma kararı aldı. Obama’nın Kuala Lumpur’a gelmesinden bir gün önce alınan bu karar ABD tarafına olumlu bir mesaj olarak yansıtılacaktır. Uzun yıllardır, özellikle Amerika’da ‘demokratikleşme’ sorunlarıyla anılan Malezya, Dr. Mahathir Muhammed’in içi her ne kadar pek doldurulmamış olsa da, ‘Asyalılık değerlerine’ yaslanan politik yaklaşımı, ABD başta olmak üzere Batı’dan gelecek ‘demokrasi dersi verme’ çabalarının hiçbir şekilde kabul edilmeyeceğine vurgu yapıyor. 

İç politikada yaşanan sıkıntılara rağmen, Malezya ekonomisinin neredeyse her yönüyle dinamik yapısı ABD’yi cezbeden bir öneme sahip. Bu ilişkinin teknoloji ve endüstriyel yatırım ayağında ABD kökenli ulus-aşırı şirketlerin varlığı ve Malezya ekonomisinin 2020’de gelişmiş ülke düzeyine ulaşma çabası bu ilişkinin artarak devam edebileceğini ortaya koyuyor. Bu bir tür standart ekonomi ilişkisinin ötesinde, ABD’nin yaklaşık dört yıl önce gündeme getirdiği Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) konusunda Malezya yönetiminin çekincelerini ortadan kaldırmaya yönelik çaba olacak. Geçen yıl sonunda imzalanması plânlanan ancak başta Malezya olmak üzere diğer bazı ülkelerden de çeşitli nedenlerle ‘reddiye’ gören bu anlaşma konusunda bir kesin görüş birliği sağlanması beklenmiyor. Üye on iki ülkede muhalefet gösteren yönetimlerden farklı olarak Malezya yönetimini bu anlaşmaya mesafeli durmasına neden olan önemli konular var.

Örneğin, ülkedeki ‘Adalet’ adlı önemli bir sivil toplum örgütünün kurucuus ve başkanı Dr. Chandra Muzaffer’in açıkça ortaya koyduğu üzere “mali düzenlemeler, anlaşmazlıkların çözüm yolları, sağlık sistemindeki düzenlemeler, küçük ve orta ölçekli işletmelerle ilgili yaklaşımlar ve özellikle de Malezya’nin toplum yapısının bir uzantısı olarak ‘bumiputra’, yani ağırlıklı olarak Müslüman Malayların ve bazı yerli azınlık toplulukların ekonomik çıkarlarını gözeten yasalara muhalif maddelerin varlığının Malezya’nı kırmızı çizgilerini oluşturuyor. Diğer maddeler bir yana, ‘Bumiputra’ haklarından vazgeçilmesi, Malezya yönetiminin siyasi ve de toplumsal yapısında derin değişimlere yol açacağından, kesinlikle kabul edilmesi mümkün değil. Çünkü buna henüz Malezya hükümeti ve toplumu zihinsel ve psikolojik olarak hazır değil. Malezya’nın TPPA bağlamındaki yaklaşımının danışmanları vasıtasıyla Obama’ya aktarılmış olması, Obama’nın konuyu masaya getirmeyeceği anlamı taşımıyor elbette. ABD tarafı, Malezya’nın çekincelerini ortadan kaldırma yönünde bir gayreti olacağına kuşku yok. Ancak nihayetinde, her iki taraf da konuyu zamana yaymayı tercih edecektir. Kendisiyle görüştüğümüz, Uluslararası ve Stratejik Çalışmalar Enstitüsü (ISIS) araştırmacılarından Elina Nur’un da vurguladığı üzere, yıllar once Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği’nin (APEC) kuruluşu aşamasında da dönemin Başbakanı Dr. Mahathir’in önemli çekinceler öne sürmekle birlikte, nihayetinde bu uluslararası kurumun bir üyesi olması TPPA görüşmelerinde de benzer bir sürecin işleyeceğini akla getiriyor.

Ancak Başkan Obama’nın, ‘kırılgan bir psikolojik’ yapıya sahip Malay algısını da zorlamayacağını düşünmek güç değil. Bunun yerine, ABD’nin Asya’da dengeleri yeniden kurma projesine paralel olarak Malezya’yı giderek artan bir şekilde ‘güvenlik şemsiyesi’ altına alma talebi de o denli olumlu tepki görecektir. Bu şemsiyenin varlığını Malezya için zorunlu kılan kuşkusuz ki, Güney Çin Denizi’nde şu ana kadar sesi hiç çıkmamakla birlikte hak iddia eden ülkelerden birinin Malezya olmasıyla bağlantılı. Bu süreçte Malezya yönetimi, ikili ilişkilerde özellikle de ticaret ve yatırımlar noktasında önemli işbirliğine sahip olduğu Çin’le karşı karşıya gelmemek adına bölgedeki gelişmeleri şimdilik izlemekle yetiniyor. Ancak Güney Çin Denizi’ndeki Adalar’ın jeo-politik ve de jeo-ekonomik potansiyeli, Malezya için vazgeçilebilir bir nitelik arz etmemesi de ABD öncülüğünde bir ‘güvenlik şemsiyesi’ne ihtiyaç duymasını zorunlu kılıyor. 2013 yılı Şubat-Mart aylarında Sabah Eyaleti sahillerinde karaya çıkan birkaç yüz kişilik silahlı grubun saldırısında, akabinde 8 Mart’ta ulusal havayolu şirketi (MAS)’a ait bir uçağın kaybolması başta olmak üzere, Malezya’nın bölgenin insan trafiği, kaçakçılık, korsanlık gibi güvenlikle şu veya bu şekilde ilintili sorunlarının halli için ABD ile işbirliğini artırmada pozitif bir yaklaşım sergileyecektir.


Obama’nın ziyareti Malezya hükümetine moral destek kadar, ekonomik ve de güvenlik ilişkilerinin geliştirilmesine zemin hazırlayacaktır. Öte yandan, Malezya’nın kadim bölgesel komşusuz Çin’le arasını açmamak için de iki güç arasında ‘denge’ politikası izleyeceğine kesin gözüyle bakılıyor. 

26 Nisan 2014 Cumartesi

Obama’nın Ziyaretleri ve ABD-Çin İlişkileri

Mehmet Özay                                                                                                                 24 Nisan 2014


ABD Başkanı Barack Obama’nın Doğu ve Güneydoğu Asya gezisine, bölgede giderek etkinliğini artıran Çin’e karşı yeniden bir ‘blok’ oluşturmanın ciddi bir adımı olarak dikkat çekiliyor. Başta Çin-Japonya gerilimi olmak üzere Çin-Tayvan ve Çin ile ASEAN’a üye dört ülkenin Güney Çin Denizi’ndeki teritoryal haklar meselesinden kaynaklanan sorunun ABD’nin bölgedeki varlığına zemin hazırladığı konusu çokça tartışılıyor.
Çin’in sadece son üç yılı aşkın süredir aktif olarak gündemde yer alan Güney Çin Denizi’ndeki insansız adalar ve çevresinde başgösteren egemenlik hakları değil ABD’yi ve bölgedeki müttefiklerini endişelendiren. Bunun belki de öncesinde Çin’in ekonomik gelişmişliğinden sirayet eden bir tür hazımsızlıktan söz edilebilir. Bu anlamda, ekonomisi kayda değer gelişmeler gösteren Çin’in, ABD için şimdilik bir yumuşak tehdit unsuru olduğu görülüyor.

Barack Obama’nın Japonya’dan başladığı Güney Kore, Malezya ve Filipinlerle devam edecek gezisinin odağında Çin faktörüne karşı bir ‘ön alma’ harekatı izlenimi olduğunu söylemiştim. Bunun rasyonalitesi ise, geçen yıl Çin’in bölgedeki geçen yılki girişimleriyle izah ediliyor. Bu anlamda, ABD- Çin bağlantısında, Doğu ve özellikle de Güneydoğu Asya ülkeleriyle olan ilişkilerin önemli bir yeri var. Geçen yıl Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in barış ve ‘ekonomi’ bağlantılarıyla dört ülkeyi kapsayan gezisi, Xi Jinping yönetimindeki ‘Yeni Çin’in bölge açılımının önemli bir örneği olarak okunabilir. Elbette ki, bu açılım, Malezya, Endonezya, Singapur tarafından gözardı edilecek, reddedilecek bir alana tekabül etmiyor. Bu anlamda, örneğin Malezya’nın en büyük ticaret ortağı olan ABD, bir süre sonra bu gücünü Çin’e kaptırması Çin’i bir dünya devi yapmayacaktır. Öte yandan, bu durum sadece ekonomik anlamda değil, bir dünya devi kabul edilen ABD’nin gücünde bir zaafiyet olarak telâkki edilebilecek bir noktaya gelmesine veya en azından moral düzeyinde kalmayacak bir imaj gerilemesine neden olacaktır.
Bununla birlikte, Barack Obama’nın ilk seçildiği yıllardan itibaren ABD Dış politikasının ekseninde kayda değer bir ‘kaydırmayla’ Doğu ve Güneydoğu Asya coğrafyasına yönelmesi, Çin’in Batı’ya kafa tutan ekonomik gelişmişliğiyle ilişkilendirilmesine de ‘şüpheyle’ bakmak gerekir. Çünkü bu ekonomik gelişmişliğin ne denli ABD’ye ve Batı’ya tehdit içerdiği de üzerinde düşünülmesi gereken bir husus. Nedeni ise son derece açık. Çin, kapitalist sistemin gereklerini yapma konusunda ev ödevini gecikmeli de olsa yerine getirirken, ABD için veya daha doğrusu sistem için bir mahzur taşımıyor. Bu noktada Çin yönetiminin 1982 yılında imza attığı yeni Anayasa’da “Çin’in geleceğinin uluslararası toplumla karşılıklı bağımlılık ilişkisinde olduğu” cümlesi bölgesel ve küresel etkileşim sınırlarını belirlemede önem taşıyor. Kimi uzmanların dile getirdiği üzere açılan bu kapının bir daha kapanması mümkün değil. Bunun en temel göstergelerinden biri ekonomide liberalleşme yolunda atılan adımların Çin’i şu veya bu şekilde küresel kapitalist sisteme eklemlemede bir araç rolü oynamasıdır.

Çin’in ekonomik kalkınmasında 21. yüzyılın başlarında yapılan kimi değerlendirmelerde bu ülkenin dünya ekonomisinin ilk beşi içinde yer aldığı belirtiliyordu. 2002 yılında dönemin Başkanı Jiang Zemin, Çin’in kalkınmış ülke olma hedefini 2020’ye endeksliyordu. Bunun maddi karşılığı ise alım gücü 800 Dolar olan bir Çin’linin 2020 yılında bu gücünün 3000 Dolar’a çıkartılmasından bahsediliyor. Yani giderek orta sınıflaşmanın büyük bir kabul gördüğü ve bu yönde kayda değer adımların atıldığı bir Çin’in ekonomik varlığıyla tehdit olması ne kadar mümkün?

Açıkçası Çin uygulamakta olduğu siyasal sistem olarak da Amerikan sistemine büyük bir tehdit içerdiği iddia edilemez. Soğuk Savaş yıllarının ardından, Amerikan’ın yeni düşman arayışları süreci ve bununla yakından ilintili 11 Eylül 2001 ve sonrası gelişmeler dikkate alındığında da bunu gözlemlemek mümkün. Örneğin, o tarihlerde ABD’nin Çin Büyükelçisi Clark Randt, Amerikan toplumunun maruz kaldığı tehdide dair açıklamalarda bulunurken, Çin’in bu tehdit yapısı içerisinde yer almadığına vurgu yapıyordu. Aradan geçen yıllarda ne oldu ki Çin, ABD nezdinde bir tehdit olarak algılanma süreci birden hızlandı. Aslında, ABD’nin ‘düşmansız yapamacağı’ ve düşman olgusunun ABD Dış Politikası’nda kayda değer bir paradigma olarak yer aldığı düşünüldüğünde acaba Çin, özellikle de en yakın ve giderek ucuz işgücü/orta sınıflaşması/mümbit bir tüketimci pazarı ile ortaya çıkan Güneydoğu Asya ülkeleri için bir ‘öcü’ fenomeni olarak ortaya çıkartılmış olamaz mı?

Kendine düşman üretmesiyle tanınan Amerikan sisteminin, süreçte belki de karşısına -gene Batı’dan devşirdiği ‘ekonomik değerlerle’- süpriz olarak çıkan bir Çin faktörünün giderek güçlü bir şekilde gündeme geldiği de bir gerçek. Bu anlamda tehdit olgusunu irdelerken, Çin’i Batı nezdinde tehlikeli kılanın, bu ülkenin liberal kapitalizmin siyasi ve sivil alanlara yönelik göstergelerindeki başarısızlığında yattığını söylemek gerekir. Bunun en iyi örneklerini Tiannenman Meydanı, Tibet ve Uygur’da yaşananlar ile henüz dünya medyasına çıkmamış bazı azınlıklar üzerinde kurduğu sistemik baskıda ortaya çıkıyor.

Tabii bir de Tayvan meselesi var... Çin’in modern tarihindeki en önemli kırılma olan komünist-milliyetçi Çin ayrımının ürettiği yeni bir ülkenin adı Tayvan. Bu konu üzerinde biraz durmakta fayda var. Bugün Tayvan başta bölge ülkeleri ve küresel alanda kabul edilebilir bir yapıya sahip olduysa, bu Tayvanlıların kendi başarılarının bir ürünüdür. Ve Çin ile Tayvan arasında yaşanan anlaşmazlık Tayvan’ın gelişmişliğine paralel olarak bir ezilmişlik psikolojisi ile hareket etmediğini de ortaya koyuyor. Tayvan, özellikle bölge ülkeleri bağlamında ‘eşit’ statüsüdeki konumundan istifade ediyor. Ancak 1989 yılında yaşanan Tiananmen Meydanı’ndaki ‘kırılma’, başta ABD olmak üzere genel itibarıyla söylenecek olursa Batılı ülkelerde giderek ‘sisteme’ yaklaştığı iması veren Çin’in halen diktatörlükle yönetildiğinin kanıtı olarak tarihe geçtiği de bir vakıa. Bu anlamda, 1989’den bu yana Çin’in kendi halkına yönelik böylesi bir örneği gündeme getirmemekle birlikte, Tibet’te ve özellikle Sincan Bölgesi’ndeki (Uygur) icraatlarının da, en azından bölge ülkelerince şimdilik dikkate alındığını ve yüksek sesle basında ya da ikili ilişkilerde dile getirildiğini söylemek mümkün değil.

Pek çok uzmanın dile getirdiği üzere önümüzdeki birkaç on yıl boyunca ABD ile Çin arasındaki rekabette ABD’nin pek de dikkat çekici bir gerilemenin söz konusu olmadığıdır. Bu durumda açıkçası iki ülke ilişkilerinde güç yarışının sıcak bir ortama mı sürükleneceği yoksa mahir dış politika uzmanları ve politikacılarının elinde yumuşak bir geçişe olanak tanıyan veya sistem içi anlaşmalarla sonuca taşınacak bir sürece mi tanıklık edileceği konuşuluyor. ABD’nin gücü tesis ettiği alanlar yani ekonomi, bilim, endüstri, kültür, askeri varlıkları dikkate alındığında iki ülke arasındaki ilişkileri sıcak bir ortama taşınmamasında sorumluluğun ABD’ye düştüğü söylenebilir. Tabii yukarıda zikredilen alanlarda Çin’in hiçbir varlığının olmadığını iddia edilemez. Ancak örneğin dünya geneline bakıldığında Çin’in ne tür bir kültür endüstrisini yönetebildiğinden başlayarak Çin’in bölgesinden başlayarak dünya halklarına kapitalizmin ürettiği tarzda bir kültür pompalama gücüne sahip olup olmadığı tartışma götürür.

ABD-Çin ilişkilerinin güç yönelimli boyutunu gündeme getirirken, bu ilişkinin Çin’in iç politikalarına, iç politik güç donanımlarına yönelik bir yanı da var kuşkusuz ki. 20. yüzyıl başlarında dünyadaki ve bölgesindeki gelişmeler çerçevesinde Çin’de büyüyen iki güç/ideoloji yani komünizm ve milliyetçilik arasındaki mücadelede kazananın ilkiydi. Bugün Çin’in küresel bir yapılaşma içerisinde kayda değer rol almasında bugün -diyelim ki ürettiği- ekonomik değerlerin nasıl ortaya çıktığı önemlidir. Çin’in tıpkı diğer ülkeler gibi bilim ve teknolojiden önce pragmatiklik amacına uygun olarak kalifiye insan iş gücü kaynaklarını ABD ve Avrupa üniversitelerine gönderdiği öğrenciler vasıtasıyla devşirdi ve devşirmeye devam ediyor. Bu kitlenin bugün Çin bürokrasisinde taşıdığı önem, Çin’in dönüşmesindeki motor gücü oluşturuyor. Bu güç, komünist partisi gibi geleneksel yapı içerisinde veya birlikte nasıl bir etkileşime konu olacağı da Çin’in ABD ile olan ilişkilerinde kaçınılmaz bir öneme sahiptir. Dolayısıyla ortada çarpışmak üzere olan güçlerden ziyade sistemin her türlü özelliğini hazmetmesi beklenen bir Çin beklentisinin ne zaman gerçekleşeceğine dair zaman ayarlaması var. Bu süreçte de ABD küresel rolünü Ortadoğu’dan Doğu ve Güneydoğu Asya’ya çevirerek göstermek istiyor.


21 Nisan 2014 Pazartesi

Obama’nın Japonya ziyareti / Obama in Japan

Mehmet Özay                                                                                                                  20 Nisan 2014

ABD Başkanı Barack Obama’nın Doğu ve Güneydoğu Asya gezisi başlıyor. Obama’nın Japonya’dan başlayacak gezisi, Güney Kore, Malezya ve Filipinler’le devam edecek. Obama’nın bu ziyareti son yıllarda süre giden Güney Çin Denizi’ndeki Adalar sorunu nedeniyle Çin ve bölge ülkeleri arasında doğan güvenlik sorununa ilâve olarak, yaklaşık bir aydır Soğuk Savaş yıllarını anımsatan Rusya’nın Doğu Avrupa’daki girişimiyle ilgili gelişmelerin tam da ortasında gerçekleşiyor. ABD’nin dış politikada uzun dönemleri kapsayan yaklaşımı dikkate alındığında, Obama’nın Doğu ve Güneydoğu Asya ziyaretleri Çin ve Rusya ikilisi karşısında sadece bir moral destek olarak karşılık bulmayacağı bir gerçek. 

ABD’nin Doğu ve Güneydoğu Asya’daki varlığı içerisinde 1945’de bombalarla dize getirilen Japonya’nın farklı bir yeri var. Obama’nın Doğu’da Asya’nın ekonomisinin lokomotifi olmuş Japonya’dan başlayacak seyahetinde güvenlik ve ekonomi iki önemli işbirliği alanları olarak ortaya çıkıyor. Güvenlik denildiğinde Çin-Tayvan ile Kuzey Kore-Güney Kore gerginliklerinin yanı sıra, son yıllarda öne çıkan Çin ile bölgedeki beş ülkenin Güney Çin Denizi alanındaki teritoryal haklar konusundaki anlaşmazlık akla geliyor. Her ikisi de ABD’nin bölgedeki müttefiki olsa da, Japonya-Güney Kore arasında 2. Dünya Savaşı’ndan kalma anlaşmazlık da Obama’nın kesinlikle halletmek isteyeceği konular arasında. Tokyo’dan sonraki durağının Seul olması da bir anlamda bununla ilişkili. Tüm bu süreçler çerçevesinde her şeyden önce şunu tespit etmek lazım. Japonya, 2. Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin Asya’daki en önemli müttefikidir ve yakın ve orta vadede bu özelliğinden bir şey kaybetmeyecektir. Gelişmelerin ekonomik boyutunda ise. 21. yüzyıla “Asya Yüzyılı” adını veren ABD’nin, başta Japonya olmak üzere bölge ülkelerini sadece güvenlik kapsamında değil, ekonomik varlığıyla da dikkate aldığı görülüyor.

8 Eylül 1951 tarihinde imzalanan “San Fransisko Anlaşması”na temellenen ABD-Japonya ilişkileri zaman içerisinde bir takım yeni düzenlemelere tabii tutuldu. Şimdi ise bu ilişkilerin boyutu, 21. Yüzyıl’ın içinde bulunduğumuz yıllarındaki gelişmelere adaptasyonunun ne şekilde olacağıyla alâkalı. “İşbirliği ve Güvenlik” başlığını içeren ve 48 ülke temsilcisinin tanıklığında imzalanan “San Fransisko Sistemi” adıyla anılan bir yapıyı tesis eden bu anlaşma, ABD’nin modern dominyonu haline getirilen Japonya’nın elli yılını ‘ipotek’ altına alınıyordu. Bu ‘Sistem’, sadece askeri güvenlik anlamında değil, diplomatik ve ekonomik içeriğiyle de savaş sonrası Japonya’ya şekil verecek bir çerçeve içeriyordu. Bu anlaşmanın zaman içerisinde gelişmelere paralel olarak yenilenmesi gündeme geldi.

Japonya küresel kapitalist sistemin Doğu’da saç ayaklarından birini oluştururken ABD’nin güdümünde sürdürülen güvenlik olgusu da, Amerikan üsleriyle somutlaşıyordu. Öyle ki, yapılan anlaşmalarda iki temel yaklaşım dikkat çekiyordu: Japonya’nın Batı ‘kampında’ tutulması; ulusal savunmasını ABD’ye havale edip ekonomik kalkınmaya odaklanması. Bunun pratikteki karşılığı, Japonya’nın savunma sistemleri bağlamında lokal denilebilecek bir düzeyin ötesine geç/e/memesi; ülkede ABD askeri üstlerinin varlığının devamlılık arz etmesi ve tüm bu ezilmişlik içinde ulusal gurur meselesi gibi manevi bir açılımın da zorlamasıyla Asya ekonomilerine öncülük edecek bir ekonomik yapılanmanın ortaya konulması… Tabii Japonya’ya ekonomik yapılaşmasının önünü açan bu plâna karşılık, örneğin Henry Kissinger gibi devlet adamlarının, ekonomisinin gelişmesi halinde Japonya’nın askeri güvenlik stratejilerine yöneleceği öngörülerinin aradan geçen süreçte farklı bir bağlamda gündeme geldiği görülüyor. O da, ekonomisi son yirmi yılda geçen yüzyılın ortalarındaki gücünün erozyona maruz kaldığı Japonya’nın, dış faktör olarak Çin’in yükselişine paralel olarak, iç faktör bağlamında Japon milliyetçiliğinin gündeme gelişiyle güvenlik politikalarının ülkenin ana gündem maddesi veya maddelerinden biri haline gelmiş olması.

Güvenlik penceresinden bakıldığında, iki ülke arasında 1997 yılında imzalanan ‘Savunma Yol Haritası’ ile Japonya’ya, ABD’nin bölgedeki askeri varlığına minimal katkı yapacak bir tür imtiyaz veriliyordu. Ancak son dönemdeki gelişmeler, Japonya’nın artık bu noktada kalamayacağı ve kendi savunma sistemini üstlenecek bir atılımı gerektiriyor. Gelişmelere daha yakından bakıldığında bu sürecin ilk adımlarının 1990’ların ikinci yarısından itibaren belirginleştiği fark edilir. Örneğin 1999’da dönemin Japon hükümeti casus uydu teknoloji çalışmalarına onay vermesiyle, uzay teknolojileri üzerindeki çalışmalara Washington engelini ortadan kaldıracak ve güvenlik ilişkilerinden bağımsız kapasite geliştirmeye yol açacak bir politika geliştiriyordu.

Bugünlere gelindiğinde ise, Başbakan Abe, Japon Anayasası’nda güvenlikle ilgili maddeler üzerinde değişiklik yapılmasını ısrarla gündeme taşıdığı biliniyor. Japonya’dan yükselen bu talebe açıkçası ABD tarafından öyle de sert çıkışlar, reddiyeler gelmediği de ifade ediliyor. Bunun somut karşılığı ise Japonya’nın yeni “Güvenlik Sistemi” konsepti çerçevesinde, ilk defa ülkenin en batısındaki Okinawan Adası’nda Naha‘da bir üs çalışmasını bu ay duyurmuş olması geliyor. 2016 yılında hayata geçirilmesi plânlanan üs ile Çin’le anlaşmazlık yaşanan ve Japonların Senkaku adını verdikleri adalar çevresinde ve hava sahasında radar hizmeti verecek. Bu gelişme hiç kuşku yok ki, liberal/milliyetçi ekolün son temsilcisi Başbakan Shinzo Abe’nin liderliğinde Japonya milliyetçi dokusu yenilenme sürecinde, bir yandan da askeri ve güvenlik ekseninde kendine yeter bir alana sıçrama çabasına soyunduğunun ifadesidir. Yakın zamana kadar ülke ve bölge güvenliğini ABD’ye havale etmiş Japonya, ekonomik daralmayla birlikte gururlu halkına verebileceği değerler noktasında da bir tür gayri-maddi bir sorunla yüz yüze.

Japonya’nın bu açılımı karşısında, ABD’nin bir ikilem içinde olduğunu söylemek mümkün kü? Düne kadar askeri üsleriyle bölgede hakimiyetini tesis etmeyi yeğlemiş ABD, bir süredir ekonomisinde baş gösteren ‘arızalarla’ Doğu/Güney Doğu Asya güvenlik çemberinde ciddi bir karar sürecinde bulunuyor. Bir yanda, Çin’in bölgede öne çıkarmayı istidadı sergilediği askeri güvenlik süreçleri, öte yandan 2. Dünya Savaşı ‘suçlusu’ görülen Japonya’ya ordusunu modernize ve geliştirme olanağı tanımayan güvenlik politikası ABD’yi karar verme aşamasına getirmiş olmalı. Temelde kimi uzmanların ileri sürdüğü üzere bu süreç yeni başlamış da değil.
Abe’nin 2012 yılı sonunda seçilmesinde de bu süreci izlemek mümkün. Halkın kendini ifade eden ve ülkeyi sadece ekonomik anlamıyla değil, öncelikle tarihsel muhasıbı Çin’in çıkışları karşısında ‘kimlik düzeyinde’ var olduğunu ortaya koyabilecek bir siyasi gücü arzu ettiğini ortaya koyuyordu. Çin, ekonomik genişlemesine paralel olarak askeri varlığını artırmaya ve teritoryal hak iddialarını zaman zaman yüksek sesle ortaya koyarken, Japon halkının güvenlik ve de ‘dış politika kimliğini’ ABD’ye havale etmede daha ne kadar sabır göstereceğini tahmin etmek güç. Bu anlamda, Abe’nin Japon savunma sistemini yenileme ve genişletme kararı, sadece Çin’e karşı verilen bir mesajı değil, düne kadar korumacı kanatlarına muhtaç olduğu ABD’ye karşı da bir açılımı içerdiğine kuşku yok.

Güvenlik bağlamında bu gelişmeler olurken, ekonomide neler olduğuna da değinmek gerekiyor.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra, Japonya’nın siyasi ve de özellikle ekonomi bağlamında sistemden dışlanması değil, aksine sisteme eklemlenmesi gözetiliyordu. Amerika’nın desteğiyle, ‘Japon halkının çalışkanlığının’ birleşmesi yeni bir endüstri mucizesini doğururken, aslında ABD, Doğu Asya’da bir yandan görece uzak konumuyla Rusya ve öte yandan Çin’e karşılık gelen ideolojik ve ekonomik çerçevesinin başat bir odağını oluşturuyordu. Bu politikanın ne kadar bilinçli yapıldığı bir yana abartısız olarak söylersek, zaman içerisinde tüm Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinin ekonomik kalkınmasında yönünü çevirdiği bir ülke oldu Japonya. Bu anlamda, ABD’ye ideolojik ve kültürel refleksleri olan bölge halkları dolaylı da olsa kapitalist dünyanın cazibesine “Japon mucizesi” vasıtasıyla girmiş oldu.

Japon mucizesinin gelip dayandığı durağanlık, -ki nüfus yapısından, materialist/kapitalist kültürün getirdiği yeni “etik değerlere” kadar çok çeşitli faktörleri hesaba katmak gerekir- Çin’in yükselişine parallel olarak gerçekleşti. Çin faktörünün bu süreçte giderek artan bir şekilde, özellikle de son on yılda Çin’in tarihsel/coğrafi referansları gündeme taşıyarak Güney Çin Denizi’ndeki teritoryal haklarını yeniden inşa etme süreci ve de Kuzey Kore’nin nükleer tehdidi, Japonya’yı Ortadoğu ve Afganistan’daki savaş yorgunu ABD’nin desteğine ne kadar bağımlı olabileceğinin sorgulanmasını da beraberinde getiriyordu.

Bu süreçte,”Asya Yüzyılı” olgusunu seslendiren ABD yönetiminin iç politikadaki sıkıntıları ve ülke ekonomisinin dar boğazı karşısında, Japonya başta olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Asya bölgesine savunma sistemleri taşıma gücünü nasıl devşireceği önemli bir sorun. Tabii, milliyetçi dalganın etkisiyle Japon hükümetinin ulusal güvenliği öncelleyici tasarımı, askeri gücünü artırmada bütçenin önemli bir bölümünü ayırmış ve pratikte bölge denizlerine açılma stratejisi güden Çin karşısında güvenlik yapılaşmasında Japonya elbette yanı başında ABD’yi bulacak.

Bu sürecin sonunda Japonya’nın geldiği yer kadar, ABD’nin de nerede durduğu önemli. Zaman zaman dile getirdiğimiz üzere savaş yorgunu ABD’nin bir de ekonomik dar boğazla yüzleşmesi, Abe liderliğinde somutlaştığı üzere, Japonya’nın siyasi elitini ‘kendine getirecek’ bir etkisi olduğu anlaşılıyor. Japonya, Çin ile ilişkilerinde varlığını Soğuk Savaş dönemi şartlarında geliştirilmiş bir ‘Sisteme’ endeksleyemeyeceğini fark ederek ekonomisi durağan bir yapı arz etse ve kayda değer bir gücü temsil ettiğine kuşku olmayan bir ülke olsa da, ulusal güvenlik stratejisini yeniden ele almayı uygun buluyor. Japonya’nın bu yeni yol haritası karşısında Amerikan yönetiminin nasıl bir strateji geliştireceği de ayrıca merak konusu. Çünkü bugün Çin’e yönelmiş Japon milliyetçi söyleminin ekonomi ve askeri güvenlik açılımlarının başarıyla sonuçlanması, gene söz konusu bu milliyetçi yaklaşımın kendini devam ettirmede eleştiri oklarını şu veya bu şeklide ABD’ye yöneltmesi herhalde ABD tarafından onanacak bir durum olmayacaktır. Kaldı ki, böylesi bir güçle ortaya çıkacak bir Japonya varlığının, bölgede tıpkı İkinci Dünya öncesine benzer bir ‘kelebek etkisi’ oluşturmayacağı söylenebilir mi? 


19 Nisan 2014 Cumartesi

Endonezya’da ‘Jokowi’ seçimi / The Election of Jokowi in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                                   9 Nisan 2014
Endonezya’da son dönemin en heyecanlı seçimi yaşanıyor. 9 Nisan günü halk sandık başına giderken, yeni bir umudu da beraberlerinde taşıyorlar. Bu umut ‘Jokowi mucizesi’. Bu ‘mucizenin’ neye karşılık geldiğini ortaya koymadan önce, genel itibarıyla seçim sürecine ve gelişmelere bakalım.
1999 yılında demokrasiye geçişin sinyallerini veren seçimden sonraki üçüncü genel ve demokratik seçim bu. Kayıtlara göre 150 milyon seçmenin bulunduğu ülkede iki aşamalı seçim yapılıyor. İlk aşamada eyalet ve merkez parlamentosu milletvekilleri belirlenecek. Siyasi partiler, milletvekili seçimlerinde %25 oy veya merkez parlamento’da %20’lik çoğunluğa ulaşmalarıyla devlet başkanlığı için doğrudan aday belirleme hakkı kazanacak. Ya da, bu oranlara ulaşamayan partiler arasında yapılacak ‘sıkı’ pazarlık neticesinde koalisyon ‘başkanı’ belirlenecek. Akabinde, Haziran ayında devlet başkanlığı için halk bir kez daha sandık başına gidecek. Bu sistemde siyasi partilerin öne çıktığı gibi bir izlenim doğuyor. Ancak ‘lider’ çok daha baskın bir güce sahip... Partilerin genel başkanları veya başkan adayları seçmenler için cazibe merkezi.
Milletvekilliği belirlenmesinden hedef devlet başkanlığı için mücadele vermek. Bu nedenle, partiler ülkedeki siyasi koşullara, seçmen yaklaşımlarına bağlı olarak devlet başkanlığı için adaylarını önceden de ilân edebiliyorlar. Tıpkı, siyasi parti olarak gücünden epeyce bir şey kaybeden Endonezya Demokratik Mücadele Partisi (PDI-P)’nin izlediği strateji de olduğu gibi. PDI-I, ülke kamuoyu nezdinde pozitif bir imaja sahip ve bu imajın çeşitli araçlarla güçlendirildiği Cakarta Valisi Jokowi’yi seçimler öncesinde devlet başkanlığı adayı olarak belirlemesiyle, gerek eyalet gerekse merkez parlamentoda milletvekili sayısını etkileyecek önemli bir oy potansiyelini kendine çekmeyi hedefliyor.
Daha kendisi “Adayım”, “Aday olacağım” vb. ifadelerle kamuoyu önüne çıkmayan Jokowi, yapılan kamuoyu yoklamalarında ülkenin önde gelen siyasi eliti karşısında ön sırada yer alıyordu. Kaldı ki, Jokowi’nin PDI-P’den adaylığına karar süreci kendisinden bağımsız geliştiğini iddia etmek mümkün. Çünkü partide, başkanlığı kızı Maharani’ye devretmiş olsa da, son söz Megawati Sukarnoputri’ye ait. Ve Megawati, tarihi bir kararla kendisi veya kızı Maharani yerine ülke siyasi eliti içinden çıkmamış eski bir mobilya tüccarına görev tevdiinde bulundu. Bu anlamda, geçen süre zarfında, “başkanlıkta gözüm yok” diyen Jokowi’nin tavrını Orta Cava kültürünün özelliklerine bağlamak mümkün.
Başkanlık yarışında Megawati doğrudan yer almasa da, Megawati ve karşısındaki en önemli siyasi aktör Prawobo’nun varlığı dikkate alındığında ortada ülkenin modern siyasi tarihine damgasını vurmuş iki ana akımın mücadelesine tanık olunduğunu iddia etmek mümkün. Bununla neyi kastediyoruz açıklayalım... PDI-P ve manevi lideri Megawati babasının yani Sukarno’nun siyasi mirasını yürütüyor. Megawati bunu daha Suhartolu yıllarda gösterdiği performansla ortaya koymuştu. Akabinde, yaklaşık iki yılı aşkın bir süre de olsa ülke yönetimine getirilmesiyle, verdiği mücadelenin bir şekilde onurlandığını söyleyebiliriz. Diğer ana akım ise, Suharto’nun manevi evladı Prabowo üzerinden varlığını sürdürüyor. Bu nedenledir ki, ülkenin kurucu babası Sukarno ve ‘kalkınmanın babası’ unvanına sahip Suharto’nun gölgesinde geçen bir seçime tanıklık ediliyor.
1998 Mayıs ayında Suharto’nun 32 yıllık iktidarının sona ermesinde Megawati’nin ve PDI-P’nin kayda değer bir rolü vardı. Aradan geçen süreçte, Suharto’nın siyasi mirasi genel itibarıyla kurduğu Golkar Partisi ile devam ettiği ileri sürülse de, aslında bugün başkanlık yarışında yer alan iki emekli general Prabowo Subianto ve Wiranto’nun Suharto’nun ordudaki ‘kanalları’ olduğu unutulmamalı. Özellikle Prabowo, Suharto’nun üvey oğlu sıfatıyla anılmakla bu miras içerisinde kayda değer bir yere sahip. Bu genel çerçeveden sonra Jokowi ‘olgusu’ üzerinde durabiliriz.
Joko Widodo’nun veya yaygın bir şekilde ifade edildiği üzere söylersek Jokowi’nin Haziran ayında yapılacak başkanlık seçimlerinde şansı yüksek. Siyasetin zorlu yollarında pek de yer almamış, tüccarlıktan belediye başkanlığına ve oradan da Cakarta Valiliğine giden süreçte, ‘kendinden’ taviz vermemesiyle kitlelerin sempatisini kazanan ve elde ettiği siyasi kazanımları halka yönelik paylaşıma dönüştürmede tereddüt etmemesiyle bugünlere gelen bir kişi. Karizmatik değil... Siyasetin dehlizlerinde dolaşan biri hiç değil... Sermayesi samimiyeti ve halkla içli dışlı oluşuyla alâkalı...
Peki Jokowi’ye atfedildiği şekliyle söylersek, ortada bir mucize var mı sorusu haliyle sorulmayı bekliyor. Mucize, belki de yukarıdaki paragrafda ortaya koyduğumuz durumun ta kendisi. Yani ana akım siyasetçi olmayan birinin, sahip olduğu kimi niteliklerin farkedilerek, ortaya yeni bir siyasetçi profilinin konması. Kimileri fiziki yapısıyla Jokowi’yi Barack Obama ile eşleştirse de ortada bir yanlışlık olduğunu görmek lazım. Obama’ya sempatinin Jokowi’yi Endonezya siyasetinde ayrıcalıklı bir yere oturtmaya yetmeyeceğini söyleyelim. Aslında bu özellikle son on beş yıldır gündemde olan ‘reform döneminde’ ülkede Amerikan siyasal sistemine öykünmenin bir başka versiyonu olarak değerlendirilebilir.
Öte yandan, bugünlerde parlamentolar, ardından Haziran’daki başkanlık seçimi ve nihayet Ekim ayında başkanın göreve başlayamasıyla sonuçlanacak bu seçim sürecinin ülke modern tarihinde ‘Cava Politikaları’na yeni bir eklemlenmeden öte bir anlamı olduğunu iddia etmek de imkânsız. Aylar öncesinde eski devlet başkan yardımcılarından Yusuf Kalla, biraz fazla iyimser bir yaklaşımla, “Artık Cava dışından başkan çıkartılmasının zamanı geldi” derken bir başka umuda gönderme yapıyordu. Ancak seçim öncesi hazırlıklar bunun olası olmadığını bir kez daha gösterdi. Ve ortaya ‘Jokowi mucizesi” çıkartılarak Cava Adası dışındaki geniş etnik kesimlere bir ‘şans’ tanınmadı.
Cava Adası’nda popülaritesine kuşku olmayan Jokowi’nin, sadece etnik yapıların değil, sosyal-kültürel-ekonomik vb. taleplerin farklı olduğu diğer bölgelere dair nasıl bir politik yaklaşıma sahip olduğunu bilen yok. Örneğin, Açe halkı, yakında dokuzuncu yılına girecek Helsinki Barışı’nın bugüne kadarki uygulanışı ve geleceği konusunda Jokowi’den bir şey duydu mu? Papua’da sürgit devam eden bağımsızlık arzusu ve buna ordu ve polisin verdiği tepki karşısında bir sivil siyasetçi olarak Jokowi’nin kayda değer bir değerlendirmesi oldu mu?
Bu ve benzeri bölgelerde “Jokowi sempatizanlığı”ndan söz edilecekse, bunun yegâne kaynağı ‘yolsuzluklarla’ mücadele kararlı duruşunu şu ana kadar sürdürmüş olmasından başka bir şey değildir. Aslında tam da bu noktada müthiş bir ironinin sergilendiği fark edilmeli. Ya da bu ironinin nasıl kaçırıldığını hayretle izliyoruz... O da yolsuzluğun odağı, aynı zamanda siyasetin de odağı olan Cava Adası politik çevrelerinin birbirleriyle mücadeleleri ve bu mücadelenin çeşitli vasıtalarla ulaştığı diğer çevre ‘Adalar’. Ülkeyi bugüne kadar yöneten Cava elitinin ürettiği bir olgu olan yolsuzlukla mücadele, üzerine gidilmesi gereken bir konu olmakla birlikte, bu seçimlerde bunun bir manipülasyona evrildiğini görmek gerekiyor. Daha valilik görevinin ikinci yılı dolmadan devlet başkanlığına ‘yönlendirilen’ Jokowi, birkaç ay önce Cakarta Valilik yönetiminde ortaya çıkartılan yolsuzluk vak’ası karşısında ne sergileyebildiyse, ulusal düzeyde de farklı bir yaklaşım olacağını düşünmek şimdilik güç. O zaman durup “Jokowi mucizesi” neye tekabül ediyor sorusunu bir kez daha sormak durumundayız.


D-8 canlanırken Malezya-Endonezya ilişkileri

Mehmet Özay                                                                                                                  14 Nisan 2014
Güneydoğu Asya’da önemli gelişmeler olurken, Türkiye’nin başını çektiği D-8 oluşumunun yeniden harekete geçirileceği haberi kimi çevrelerde heyecan kaynağı olmasını haklı bazı nedenlere bağlamak mümkün. Aradan geçen on altı yılda, özellikle bu oluşumun fikir babalığını yapan Türkiye’deki gelişmeler, diğer üye ülkelerde iç ve bölgesel hesaplaşmaların ürünü olarak bu oluşuma yön ve çerçeve çizme kabiliyetinden uzak görünüm, neredeyse iki yılda bir yemekli toplantıların ötesinde bir anlam ifade etmeyen bir oluşuma evrildiği izlenimi oluşturdu.
D-8 dönem başkanlığının ikinci defa Türkiye’ye geçmesi, gene kuruluşundan çok kısa bir süre sonra ortaya çıkan ulusal/bölgesel ve küresel değişimlere benzer yapılaşmaların gündemde olduğu bir süreçte konuşuluyor olması önemli. Bununla birlikte, söz konusu bu sürecin ‘D-8’de reform’ adıyla tanımlama çabası için oldukça erken. ‘Reform’ olgusu çerçevesinde bazı niyetler olsa da, eşit üyeler arasında bir konsensüsden bahsetmeden oluşumun nasıl bir reforma yöneltileceği şüphesi ortada duruyor. Nijerya’dan, Mısır’a, İran’dan Bangladeş’e kadar ulusal ve bölgesel sorunların farklı yönleriyle ortaya çıktığı ülkeler ve Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkisindeki yönelimler bu süreçte hassas incelemelere tabii tutulmayı bekliyor. İkinci kez Türkiye’nin dönem başkanlığında yeni bir döneme adım atmasının arefesinde D-8’e Güneydoğu Asya özelinde dikkat çekmekte fayda var. Bu bağlamda, kuşkusuz ki, iki üye ülke yani Endonezya ve Malezya’nın varlığı göz ardı edilemeyecek öneme sahip.
Siyasi, ekonomik ve kültürel özelliklerinin önemine kuşku olmayan bu iki ülke, bölgenin insan stoğunu, yani Malay toplumunun büyük bir bölümüne ev sahipliği yapmasıyla dikkat çekerken, ASEAN’ın da iki önemli kurucu ülkesi sıfatını taşıyor. Ekonomik yapılanmaları noktasında birbirine yakınlık sergilese de, siyasi etkileşimleri farklı coğrafyalara yönelmelerine neden oluyor. Bu noktada, Türkiye’nin bu iki ülke ile ilişkilerinin 20. yüzyıl ortalarından itibaren nasıl şekillendiği üzerinde durulmayı hak ediyor.
Türkiye’nin bu iki ülke ile ilişkilerinde, özellikle de Endonezya ile bağını 1955 yılındaki Bandung Konferansı’na endeksleyen görüşler olsa da, bu konferansda Türkiye’nin çizdiği yönelim, ilişkileri geliştirmeye değil, aksine Türkiye’yi Soğuk Savaş döneminde içinde bulunduğu siyasi sistemin gereği olarak dondurmaya neden olduğu görülür. Malezya ile ilişkiler de ise, ucu sömürgecilik dönemine yani İngiliz bağlamının, modern ulus-devlet sürecinde de devamı, buna ilâve olarak, ülkenin çok etnikli/dinli/kültürlü yapısından neşet eden sosyo ekonomik problemlerle baş etme zorunluluğu Türkiye ile bağları geliştirmede kısırlığa neden olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, 1980’li yılların başlarından itibaren, Türkiye’de Özallı yıllar, Malezya’da da benzer eko/politik açılımlarıyla gündeme gelen Dr. Mahathir dönemiyle örtüşmesiyle dikkat çeker. Bu yıllar, aynı zamanda iki ülkenin benzeri ülkelere modelliklerinin de giderek yüksek sesle dile getirildiği görülür.
Düne kadar ne siyasi çevrelerde ne de basının önde gelen kalemlerince adı ağızlara alınmayan ve yemekli toplantının ötesinde bir anlam ifade etmeyen D-8’e yeniden dönmek, kalıcı bir devlet politikası olarak mı belirleniyor, yoksa günün getirdiği koşullara bağlı olarak son derece paltayif bir açılım bağlamında mı değerlendiriliyor sorusunu cesaretle yöneltmek gerekiyor. Bu soruya cevap vermek, Türkiye’nin dış politikasını şekillendirdiğini söyleyenlerin üstlenmesi gereken bir sorumluluk. Öte yandan, ilgili ülkelerin söz konusu birliğin neresinde durduğu, ne tür gelecek projeksiyonu sunduğu, hangi yönelimlerle D-8 oluşumunu hükümetlerine ve de en önemlisi halklarına anlattıkları üzerinde de durulmalı. Bugün, örneğin ASEAN dendiğinde ve Güney Asya ülkeleri birliği denilen yapının aradan geçen on yıllara rağmen, halen ilgili birliğe mensup ülke halklarınca dahi yeterince tanımlanamadığı ve ‘birlik adına’ toplumların nerede konuşlandığı probleminin giderek çok daha ciddi bir şekilde hissedildiği bir ortamda D-8’in sadece ‘bürokratlararası’ bir etkileşimle sınırlı olduğu yönünde bir sonuca ulaşmak mümkün.
Diyelim ki, D-8’in bir ideolojik alt yapısı yok, sadece ekonomik bir uzanımı öngörüyor. O zaman üye ülkelerin sömürgecilik sonrası modernleşme süreçlerinde hangi ekonomik modelleri öncelledikleri, yaptıımlara maruz kaldıkları, siyasi ve akademik elitin bu yaptırımlar karşısında nasıl bir tavır geliştirdiği; halklara tepeden inmeci/hiyerarşik kalkınmacı modernleşme modelleri yerine çok daha doğal ve geleneksel yapılaşmaları destekleyen bugünün Batılı modernleştirmeci babalarının öngördükleri örneğin ‘geleneksel tarımsal yöntemlere dönmeliyiz’ şeklinde beliren sürecin neresinde bulundukları iyi hesap edilmeli. Buna ilâve olarak, Batı’nın özellikle de ABD’nin Asya yüzyılının önemli bir ayağını oluşturan Güneydoğu Asya açılımındaki yeri, Endonezya ve Malezya’nın bu açılımın neresinde bulunduklarını, bu iki ülkenin siyasi ve de ekonomik hareket kabiliyetleri de D-8 ‘yeniden oluşumu’ bağlamında önem taşıyor.
D-8 içerisinde Türkiye’nin ve Malezya’nın geçen on yıllar boyunca İslam -neye tekabül ettiği konusunda siyasi irade ile sosyal akıl arasında derin uçurumlar olan bir kavram olduğu unutulmadan- ile demokrasi denilen yönetim şeklini ‘meczetmede’ ve kalkınma yarışında önemli atılımlar yapmakla üçüncü dünya denilen ülkeler bütününe modelliklerini örnek alalım. Bu iki ülke arasında diğerlerine modelliklerinden hareketle, acaba “ne tür bir ilişki ağı oluşmuştur” sorusunu sormadan, bu soruya hakkıyla cevap vermeden bırakın D-8’i, iki ülke ilişkilerinin doğasını anlamak bile zordur. Yukarıdaki sorulara ve benzerlerine cevap vermesi beklenen akedamyanın genel itibarıyla siyasetçilerin ve bürokratların ağzının içine bakan bir yaklaşım değil, aksine bu iki siyasi ve idari gruba yol haritası çizecek araştırmalarla öne çıkmaları gerekir. Daha geçen Ocak ayında Başbakan Erdoğan’ın Malezya ziyaretinde “Malezya hakkında ne biliyoruz ki, soru soralım” diyen basın mensuplarının varlığı karşısında irkilmek gerekmiyor açıkcası. Öyle ki, bu yaklaşımın daha vahimini akademi çevrelerinde bulmak mümkün. Kimi grupların, sözde ‘kardeşlik masallarıyla’ bir grup akademyayı pışpışlamasından iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesini öngörmek de akademya dünyasının ruhuna yapılacak ihanetle eş değerdir.
Endonezya örneği üzerinden gidersek, bırakın halkı Endonezya bürokrasisinde D-8’in neye tekabül ediyorun cevabını almak için küçük bir araştırma yapılmasında fayda var. D-8 kuruluş temelleri dikkate alındığında 1996 yılının koşulları yani Suhartolu yılların sonu, reform hareketinin büyük bir heyecanla gündeme getirilişi ile bugünün koşullarını yerli yerince irdilemek gerekir.
D-8 gibi bir uluslararası birliği yeniden ele alacaksak, bugün dahi her iki ülkede yaşanan genel seçimler noktasında Türkiye’de kaç köşe yazarı, entellektüelin görüş beyanında bulunduğu; kaç tartışma programında ASEAN’ın bu iki önemli üye ülkesinin gelişmeleri enine boyuna tartışıldığı, ASEAN’a akretide büyükelçi atamış olan Türkiye’nin siyasi irade gereği bu seçimler sonrası gelişmeleri nasıl değerlendirdiği; varsa bu gelişmeleri kendi ilişkisel boyutları için yapılaştırma gücü olup olmadığını işitmek gerekirdi. D-8’i konuşacaksak, bunun önemli bir parçasının ekonomi güdümlü bir yapılaşmaya dikkat çekilmekte olduğuna hiç kimsenin kuşkusu olmasa gerek. Ancak, bunun öncesinde ve de ötesinde ihtiyaç duyulan ‘sivil’ oluşumların varlığının bölgeyi anlamaya, anlamlandırmaya, ilişkileri bugünle sınırlı bir vecheye değil orta ve uzun vadeli hedeflere yönelik olarak yapılaştırmaya matuf olduğuna göre D-8’e nasıl ruh verilebileceğini üzerinde kafa yormak gerekir.
Bugün Malezya ve Endonezya dendiğinde akla naif bir yaklaşımla “güler yüzlü insanlar toplumu” akla geldiğini söylemekten vazgeçip bölgenin kültür-psikolojisini çalışmak, bu toplumların sömürge döneminden hasıl olan sosyo-politik sorunlarını anlamaya çalışmak ve 20. yüzyıl boyunca dönemin koşullandırmalarına epeyce maruz kalan, kendinde politikalar üretemeyen siyasi yapıların bugün geldiği noktayı analiz etmek için insan kaynağına, kurumlara ihtiyaç var. Çünkü ‘reform’ bunu gerektiriyor.


18 Nisan 2014 Cuma

Türkiye Malezya İlişkilerinde Yeni Bir Dönem

Mehmet Özay                                                                                                                   17 Nisan 2014

Malezya Başbakanı Necib bin Razak’ın iki gün sürecek Türkiye ziyareti bugün başlıyor. İki ülke ilişkilerinin ellinci yılı olması dolayısıyla bu ziyaret bir başka anlam taşıyor. Bu ziyaretin, Başbakan Erdoğan’ın Ocak ayında Malezya’ya yaptığı ziyaretin hemen ardından gerçekleşmesi ise, özellikle Türkiye’nin Güneydoğu Asya’da önemli bir yeri bulunan Malezya ile ilişkileri kısa sürede ilerletme niyetinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Başbakan Necib 2011 yılı Şubat ayında Türkiye’ye ilk resmi ziyareti yapmıştı.
İki ülke ilişkilerine daha önce değinme fırsatı bulmuştuk. Burada aynı şeyleri tekrar etmek yerine kısa bir hatırlatmanın ardından farklı bir ‘tona’ evrilmekte fayda var. Daha önce dile getirdiklerimizi hatırlamak gerekirse, Türkiye ve Malezya’nın salt iki ülke işbirliği ile kalam/a/yacağı, iki ülkenin tarihi, kültürel ve ekonomik hinterlandının oluşturduğu Ortadoğu/Kuzey ve Orta Afrika/Orta Asya ile ASEAN/Malay Dünyası üzerinde çok geniş bir perspektiften bakmakta fayda olduğuydu. Bu çerçevede, söz konusu iki ülkenin üzerinde yükseldiği coğrafyaların son dönemdeki gelişmeler çerçevesinde yeniden şekillenmekte olduğu dikkate alınmadıkça Türkiye-Malezya ilişkileri kısır bir döngüye mahkum edilecektir.
Bu genel ifadelerin ardından, iki ülke ilişkilerinin önünde gelişmeye matuf bir süreç olduğuna vurgu yapalım. Ancak bu potansiyeli gerçekliğe taşıyacak araçların inşasına başlandı mı veya tamamlanabildi mi vb. soruları da önemli. Tabii ortada ‘potansiyel’ derken, bu ortada öylesine ‘başıboş’ bir varlığı olan potansiyelden bahsetmiyoruz. Malezya’nın hangi -diyelim ki- ekonomik ve stratejik değerlere sahiptir ki, bu sömürgecilik döneminden bugüne işlenmemiş ve yabancı unsurlarca pratiğe dökülmemiş olsun. Bugünün gelişmeleri ile değerlendirmek gerekirse “Güneydoğu Asya Ülkeleri İşbirliği (ASEAN)” ve “Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC)”ne ilâve olarak ve de belki de çok daha kapsayıcı bir nitelikteki “Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA)”nı imza yolundaki adımlar, ABD’nin sadece Doğu Asya’daki Japonya-Tayvan-Güney Kore ile değil, Güneydoğu Asya’da özellikle Filipinler-Singapur-Tayland ile Çin’e karşı giriştiği güvenlik/savunma ilişkilerinde Malezya’nın da giderek önemli bir yer aldığı gözleniyor. Bu gelişmeyi, bu ay sonunda elli yıl sonra ilk kez bir Amerikan başkanının Malezya ziyaretinde bulmak mümkün. Barack Obama’nın bu ziyareti iki ülke ilişkilerini stratejik boyuta taşımak kadar, ABD’nin Güneydoğu Asya/Doğu Asya etkileşimini güçlendirmede önemli bir araç olacaktır.
Söz konusu bu ekonomik ve jeo-stratejik açılımlarda salt Malezya veya Malezya’yı temsil kabiliyetindeki yerel/ulusal güçleri de kastetmiyoruz. Son iki yüzyıldır bölgenin ‘kıymetlerini’ kullanma istidadındaki güçlerin Malezya’daki gerek doğrudan gerekse ortaklıklar düzeyindeki işbirliklerinin ekonomik ve jeo-stratejik paylaşımlardaki rolü ve etkinliği kuşkusuz ki, Türkiye’nin önünde bir dezavantaj. Yani ortada inanılmaz bir rekabet var. Bu yarışta Türkiye nasıl önlere geçebilir bunun hesabının iyi yapılması gerekiyor. Örneğin, geçen gün Kuala Lumpur’da düzenlenen “14. Asya Savunma Sistemleri Fuarı”nda -ki alanında dünyanın ilk beşi arasında bulunuyor- görüşme fırsatı bulduğumuz Savunma Bakanlığı’ndan bir yetkilinin de belirttiği üzere, savunma sistemleri işbirliği konusunda iki ülke arasında bir etkileşim olsa da, bunun yeterli olmadığı, sabırla ve ısrarla çalışmak gerekiyor.
Aslında tüm bu maddi unsurlardan önce, ortada bir “güven” tesisi gerekliliği olduğunu açık yüreklilikle teslim etmek lazım. Bu husus, aynı zamanda Malezya ile ilişkilerde nelere dikkat etmeli sorusunun da cevabını getirecektir. Çünkü bahsettiğimiz ülkenin kendine has özellikleri Türkiye’nin öncelikleriyle uyuşmayabilir. Şayet somut olarak bunun karşılığı aranacaksa, ilgili çevrelerin önceliklerinin ekonomi olmasından hareketle, herhalde ekonomik ve ticari işbirliğinin zaafiyetinde görmek mümkün. Olası işbirliğine kapı aralamak için kullanılan psikolojik argümanların başında ‘kültürel yakınlığımız’ fenomeni kullanılsa da, uzmanların ifade ettiği üzere Türkiye ve Malezya arasında kültürel bir yakınlıktan değil, olsa olsa dini alan benzerliğinden bahsetmek mümkün. Bunun somut karşılığının neye tekabül ettiğine değinecek olursak, hiç kuşku yok ki, karşımıza ‘Hac’da karşılaşılan manzaralar çıkacaktır. Ancak ‘Hac’ mekanı ve ruhu itibarıyla olağandışı bir referans olduğundan sosyo-ekonomik ve uluslararası ilişkilerde böyle bir yaklaşıma yer olmadığı tartışmaya gelmez.

Şimdi Malezya’nın neye tekabül ettiğine kısaca bakalım. Yönetim şekli olarak Westminster temelli, ‘monarşik parlamenter’ sistemin varlığı içerisinde ‘parlamento’ kavramının içeriğinin ne kadar gelişkin olduğuna ve bu kavramına toplumun geniş kesimleriyle kesişen ‘sivil’ alanların desteğiyle ne denli bağlantılı olduğuyla alâkalıdır. Öte yandan ‘monarşi’nin tekabül ettiği gerçeğin, ülkedeki Malay Müslüman etnik çoğunluğun varlığıyla birebir örtüşen bir yanı vardır. Ülkenin temel siyasi dinamikleri noktasında ‘monarşi kültürü’nün ‘parlamento kültürü’ne baskın çıktığı görülür. Monarşinin toplumda karşılık geldiği alan Malaylılık olduğundan, ülkenin teknik anlamda vatandaşları statüsüne sahip olan diğer azınlıklar noktasında bir psikolojik ve toplumsal geri çekilmenin ortada olduğuna şüphe yok. Monarşi, Malaylılığı besler ve de korurken, Malaylılık da psikolojik, ideolojik, ve de yönetimsel ‘varoluşsal’ şartlarını monarşiye endekslemiştir.

Bu durumun ülkenin asli unsurları (bumiputra) denilen ve ağırlığını Müslüman Malayların oluşturduğu toplum kesimlerinde sosyo-siyasi ‘garanti’ anlamı taşıdığı gibi bir izlenim uyandırsa da, aslında ‘bir güven problemine’ neden olmaktadır. Bu güven probleminin bizatihi kendisi, ülke siyasi yaşamına -tabiri caizse- sürekli akredite edilen bir yapılaşmayı kaçınılmaz olarak beslemektedir. O da, mevcut siyasi iktidarın varlığı ve bu iktidar çevresi etrafında örüntülenen ekonomik çıkar birlikleridir. Monarşi öncelikli siyasi yapı, yönetim ve devlet teşekkülleri anlamında ekonomi sektörlerinde korumacılığı her daim zorunlu kılmaktadır. Aslında, ülkede son kırk yılda gözlemlenen kalkınma süreçlerinin temelinde -tezat gibi görünse de- bu ‘güven’ sorunu yatmaktadır. Bu nedenledir ki, ülkedeki parlamenter sisteme dair gözlemlerin sonucunda ortaya konulan görüşlere bakıldığında, siyasi evrim gereği ulaşılması beklenen ‘demokratikleşme’nin -ki buna “kendinde demokratikleşme” diyebiliriz- bu ülke özelinde durağan bir özellik sergilediği veya baskın çıktığı dikkat çeker. Bu durum, ters bir refleksle, gene parlamento fenomeniyle etkileşimi güçlü bir sivil oluşum mekanizmasının zayıflığına neden olur. Bu ülkede ‘sivil toplum kuruluşları’ olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Ancak böylesi mevcut kurumların dinamiklerine bakıldığında, arka plânda korumacı devletin sivil alana uzanımının varlığıyla karşılaşılır. Hakim siyasi güç ‘güven’in tesisinde yegane vasıta olurken, bu güç kendisini sadece Müslüman olmayan azınlıklar üzerinde belirleyici olmakla sınırlamıyor. Belki de kimi gözlemcilerin kaçırdığı bir gerçek var ki o da şu. Adına Malay Müslümanları denilen sosyal grup içerisinde çeşitli süreçler vasıtasıyla ortaya çıkan sosyal gerçekliği anlama çabası ve bunun kurumsallaşmaya yüz tutan yönü karşısında mevcut siyasi yapı gene korumacılıktan taviz vermeme adına baskın olma gereği duyuyor. Bunun siyasi terminolojideki karşılığını ülkenin dördüncü Başbakanı, Dr. Mahathir Muhammed’in “Asyalılık Değerleri” kavramında bulmak mümkün.

Ve bu durum, ülke nüfus yapısı içerisinde görece çoğunluğu oluşturan kitle içerisinde bölünmeyi getirirken, sosyal olanın zorlamalarıyla, siyasi odak kendini yenileyebilme olanaklarını bulmaya çalışıyor. Ancak bu durum, sosyal evrim basamaklarını kısa sürede çıkılacağı yönünde bir izlenime neden olmuyor. Şimdi böyle bir siyasi ve sosyolojik gerçekliğe sahip bir ülkeyle ekonomik, siyasi, kültürel ve dini alanlarda nasıl bir etkileşime girilebileceğini, hangi dinamiklerin hesaba katılacağını iyi hesap etmek gerekir. Bu nedenledir ki, iş adamından bürokratına, öğretim görevlisinden öğrencisine kadar Malezya toplum gerçekliği içinde yer almak ve eğitim/ekonomi/ticari etkileşimlerde bulunmak isteyen kesimlerin  bu ‘güven’ olgusuna sahici bir şekilde yaklaşmaları gerekiyor. Pratikte karşılaşılan gerek bireysel gerek kurumsal etkileşimlerde bu ‘güven’ olgusundan hareket edilmeli.

Bölgesinde görece az yoğunluklu nüfusu, gene uluslararası sanayiye taşınan önemli bazı hammadde kaynaklarıyla, tüketimci ekonominin neredeyse her yönüyle varlığını hissettirdiği bir ülkeden ve toplumdan bahsediyoruz. Ancak tüm alanlarda sadece dış aktörlerle mücadele etmek yetmiyor, daha da önemlisi Malezya toplumunda güven olgusunun varlığı ve teşekkülü konusunda da donanımlı olmak gerekiyor.

6 Nisan 2014 Pazar

Hindistan Seçime Gidiyor / Elections in India

Mehmet Özay                                                                                                                    6 Nisan 2014

Sahip olduğu nüfus yapısıyla dünyada demokrasiyle yönetilen “en büyük” büyük ülkesi unvanına sahip Hindistan’da seçimler 7 Nisan’da başlıyor. Farklı safhalara konu olan söz konusu bu seçimler Mayıs ortasında sonlanacak. Seçimler öncesinde analizler, kamuoyu yoklamaları vb. göstergeler dikkate alındığında, hiç kuşku yok ki, ilk genel sonucun Kongre Partisi’nin son iki dönemdir süren yönetiminin sona ereceği üzerine oluşuyor. Bunu öngören Amerika Birleşik Devletleri yönetimi seçimlere haftalar kala, özel bir elçiyi adaylar arasından kuvvetle muhtemel başkan olacak “Bharatiya Janata Party” (BJP)’nin ultra milliyetçi lideri Narendra Modi’yle görüşmeye gönderdi.

Seçimlerde BJP ile Kongre Partisi arasında geçmesi beklenen rekabete ulusal ölçekte üçüncü bir güç olarak eklemlenen ve çok yeni bir oluşum olan Halk Partisi (Aam Aadmi)’nin nasıl bir performans sergileyeceği merak konusu. Son yapılan kamuoyu yoklamalarında Halk Partisi’nin, Kongre Partisi’nin önünde yer alması, toplumda kurulu siyasi yapıya yönelik önemli bir karşı çıkış olarak yorumlanıyor. Mayıs ayı ortalarında tamamlanacak seçimin bu şekilde sonuçlanması halinde, iş hükümeti kurmaya geldiğinde ittifak ilişkileri yeni açılımlara kapı aralarken, yeni bir siyaset yapma biçiminin de yer bulacağı söz konusu olabilir.

Bununla birlikte, yerli ve yabancı gözlemciler, BJP’nin 524 sandalyeli parlamentoda 300 civarında milletvekili çıkarmasıyla çoğunluk hükümeti kuracağı yönünde tahminde bulunuyor. Ancak, eyaletler bazında yönetilen bu dev ülkenin her bir köşesinde ulusal partilerin tek başlarına siyasi varlık göstermeleri beklenmemeli. Bu nedenle, tıpkı geçen on yılda Kongre Partisi iktidarında olduğu gibi, BJP’nin de olası seçim zaferinde çeşitli eyaletlerdeki yerel partilerle işbirliği/koalisyonu göz ardı edilemez. Bu durum, gözlemcileri yerelin siyasi arenada sözcülüğünün yerine getiliyor oluşu gibi bir pozitif yaklaşıma götürse de, bugüne kadar hükümetlerin vaadlerini yerine getirememe de, bu yerel siyasi aygıtlara ve temsilcilerine biçilen ‘maddi değer’in olumsuzluğu da bir gerçek. Ve bu yerel unsurlarla etkileşimin azımsanmayacak bir boyutunda yani yerelle siyaset yapma biçiminde yolsuzluğa kapı aralandığını unutmamak gerekir.

Öyle ki, adı “iş ve yatırım”la birlikte anılan BJP’nin çeşitli eyaletlerdeki yönetimlerinde dış yatırıma izin verilmemesi, BJP’nin merkez anlaşıyı ile çevredeki BJP temsilcilerinin yaklaşımlarındaki farkı ortaya koyuyor. Yani, bölgedeki çeşitli ülke siyasetinde de görüldüğü üzere ‘demokratik’ seçimlerde ‘maddi çıkarlar’ faktörü yadsınamayacak bir alanı oluşturuyor. Bu durum, iktidara kim gelirse gelsin ulusal platformda siyaset yapan oluşumların yerelde etkin siyasi yapılara ‘muhtaç’ olduğu ve bu süreçte eko-politik programlarından tavizler vermek zorunda kaldıklarına dikkat çekilmeli.

Son iki dönemdir ülke yönetimini saran ‘yandaş’ kapitalizmi-yolsuzluk-kötü yönetim üçlüsüne mahkum edilmesi nedeniyle, yüz milyonlarca seçmen nezdinde adına demokrasi denen sistemi umutla umutsuzluk arası bir yere oturtuyor. Ve hiç kuşku yok ki, seçimlerin bu bağlamı bugünlerde çok daha dikkat çekici boyutta.  Temelde, yukarıda zikredilen ‘üçlü’, adına gelişmekte olan ülkeler denilen neredeyse tüm yapılarda  eşdeğer anılan ‘özellikler’ olduğuna dikkat çekmek gerekir. Hindistan özelinde ele alındığında, sömürgeci güç İngiltere’den miras kalan kurumlar bağlamında ortada pek sorun gözükmese de, bu kurumlara ruh verecek yaklaşımdaki eksiklik, gündelik yaşamlarının daha kolaylaştırılması beklentisi içindeki geniş kitleleri her yeni seçimde yeni bir heyecan dalgası sarıyor.
Temelde Asya’nın üçüncü büyük ekonomisi olarak istatistiklerde yer alan Hindistan, sahip olduğu insan işgücü ve hammadde kaynakları bakımından oldukça zengin.  Ancak bunun gündelik yaşamda tekabül ettiği karşılık, istatistiki pozitif göstergelerle uyuşmuyor. Nüfusun önemli bir bölümünün yoksulluk içerisinde bulunması, siyasi partileri bu toplumsal sorunu çözme konusunda farklı yaklaşımları ile gündeme getiriyor. Son on yıllık dönem dikkate alındığında, Gandhi ve Nehru’un gölgesindeki Kongre Partisi’nin sol ve seküler eksenli açılımlarına rağmen, sadece yoksulluğun değil, idaredeki kötü yönetim, yolsuzluk ve adam kayırma gibi olguların gündemden düşmemesi alternatif olarak BJP’yi gündeme taşıyor. Son seçim kampanyalarında Kongre Partisi’nin yoksul kesimlerin sorunlarına yönelik politik açılımları ağırlık kazanırken, bunun bugüne kadar niçin yapılamadığı ve de yoksulluğun önündeki en büyük engelin ‘maddi’ ve ‘manevi’ yolsuzluk olduğunu görmezden geldiğini herhalde Hindistan seçmeni tespit edecektir. Öte yandan, Kongre Partisi’nin bugünlere taşınmasında rolü olan yukarıda ismini zikrettiği iki liderin torunlarından partiye ve ülkeye vaad edebildiği pek bir şey kaldığını söylemek güç.

En son 1998-2004 yıllarında iktidar olan BJP’nin lideri Modi’nin ülkenin kuzeybatısındaki Gücerat gibi tarihsel ve kültürel olarak ticaretin egemen olduğu bir eyaletten gelmesi, onu gerek yerli gerekse yabancı iş çevreleri tarafından ekonomiyi harekete geçirebilecek bir lider konumuna getiriyor. Ancak Modi’nin etnik/dini farklılıklara dayalı böylesine dev bir ülkede siyasi ve toplumsal birliği sağlayabileceği konusunda şüpheler var. Öyle ki, iş çevreleri Modi’ye “iş-çevrelerini tatmin edecek başkan” sıfatını uygun bulur ve ‘alkış’ tutarken, aynı Modi, 2000’li yılların başlarında Gücerat’ta yaşanan ve Müslüman azınlığı hedef alan saldırılarda gerekli tedbirleri almamakla suçlanıyor. Modi adının, aynı zamanda, “ultra-Hindu milliyetçisi” olarak geçtiğini de bir yere kaydetmek gerekiyor. BJP lideri Modi’nin yatırımlara ağırlık verme ve yönetimdeki yolsuzluklarla mücadele yaklaşımı kulağa hoş gelse de, geniş yoksul kesimlerin bu gelişmeden ne denli arzu edilen bir pay alacağı konusu şüpheli.
Kongre Partisi, yoksul kesime yönelik ‘umutları’ ‘sübvansiyonlarla’ vermeye çalışırken, BJP özellikle yerli ve Batılı kapitalist çevrelerin umut bağladığı bir siyasi parti olarak öne çıkıyor. Öyle ki, şimdiden Yeni Delhi’de Başbakanlık koltuğuna oturacak kişinin “iş çevrelerine desteğini gizlemeyen” Modi olmasında şaşılacak bir şey yok. Bölgesel ve küresel gelişmeleri okuyamayan ve zamanında tedbir alamayan Kongre Partisi yönetimindeki Hindistan’ın gelip dayandığı nokta, “seküler-Hindu milliyetçiliği” esaslı bir yapılanma ile varlığını devam ettirme arzusundan başka ortada bir yaklaşım görülmüyor. Daha önce de söylediğimiz üzere, halkının önemli bir kısmı yoksullukla mücadele eder ve ülkenin metropolleri ve derin kırsallarında alt yapı sorunları almış başını giderken, hükümetin uzay çalışmalarına devamı birşeylerin yanlış gittiğini ortaya koyuyor.

Bu noktada, özellikle Batılı devletlerin Hindistan’a ve olası yeni Başbakan’a bakışlarında nasıl bir perspektife sahip olduklarının ipuçlarını da bulmak mümkün. Tıpkı Myanmar’da olduğu gibi, değişik kriz safhalarına maruz kalan Batılı kapitalist sistemlerin uğruna azınlık konumundaki kitlelerin son derece temel, dini-kültürel-etnik varlıklarını devam ettirme konusundaki hakim güçler görmezden gelmeyi yeğlemektedir ve bu anlamda ilgili ülke iktidarlarının zulme ve hatta soykırıma varan icraatları karşı mevcut yapıyı değiştirebilecek bir yaklaşım sergilememektedirler. Bu durumda, bölge ülkelerini, önce ucuz işgücü ve maliyet noktasında kazançlı çıkıp Batılı piyasalara ‘hükmetme adına’ imalat sanayiinin gelişmesine kapı aralama çabaları, ardından yerli ‘piyasaları’ kapitalizme eklemlemede yani tüketim toplumu öznesi haline getirme çabaları Hindistan’da da karşılık bulacaktır. Modi’nin, alt yapı çalışmalarına hız vermesi, en azından bazı Eyaletlerde dış yatırımı teşvik etmesi, önce kendisine en yakın ASEAN pazarı, ardından Avrupa Birliği ve ABD piyasalarıyla etkileşimi Hindistan’ı -Çin karşısında- siyaseten de ABD odaklı bir merkeze oturtmanın aracı olacaktır. 

Seçimler Hindistan’da iç siyaset kadar bölgesel ve küresel gelişmelere nasıl yön verebileceğinin de  gözler önüne serilmesini sağlayacak. Bu anlamda, Hindistan adının komşu ülkeler Pakistan ve Bangladeşle ilgili olduğu kadar, Güneydoğu Asya’nın tarihsel ticaret ortağı olarak da zikredildiğini hatırlatalım. Hindistan’ın komşularıyla ilişkilerinde Pakistan ve Bangladeş aslında organik yapıdan ayrılmış parçalar. Bu nedenle, bu iki ülkenin bütünden ayrılma süreçleri, bugün ilgili ülkeler arasındaki siyasi ilişkileri etkileyen bir unsur. Bangladeş’in kuruluşuna giden yolda, Pakistan’la verilen kısa süreli savaşta Hindistan ordusunun rolü ve ülkenin bağımsızlık anlaşmasında Hindistan Diş İşleri’nin rolü dikkate alındığında Hindistan’a eklemlenmekten kurtulamayan bir Bangladeş varlığı ile karşılaşılır. Öte yandan, Pakistan’ın 1947’deki ayrılışında rol alan Kongre Partisi yönetimindeki Hindistan’a karşı Pakistan hükümetlerinin ve de halkının oldukça mesafeli duruşları Hindistan’ı kuzeybatı sınırında da hareket kabiliyetini kısıtlayan bir unsur olarak ortaya çıkıyor.

Öte tarafta, küresel boyutta Çin’in Doğu Asya’dan Güneydoğu Asya ve Hint Okyanusu üzerinden Ortadoğu ve Afrika’ya doğru uzanan ekonomik yayılmacılığı karşısında bu ülkenin, yani Hindistan’ın Amerika’nın ‘müttefiki’ konumuna oturtulmasına neden oluyor. Tüm bu özellikleri ile bölgesel ve küresel arenada dikkat çeken Hindistan’daki seçimler bir başka önem taşıyor. Bu çerçevede, Hindistan’ın, Çin gibi bir güçle rekabet kabiliyetine ne kadar sahip olduğu da dikkatlere sunulmalı. Çin, siyasi ideolojisinden vazgeçmemekle birlikte, ekonomik kapitalizme eklemlenmede yoluna devam ederken, Hindistan, bir zamanların ‘bağlantısızlar’ grubunda yer alsa da, sömürge dönemi yansımaları noktasında Batı’ya daha yakın duran bir ülke görünümünde. Ancak bu durum, Hindistan’ı karşı karşıya kaldığı iç sorunlarını halledip, Çin gibi bir güce karşı bölgede varlığını pekiştirecek girişimlerde bulunabildiğini söylemek güç. Bu noktada, bölgesinde aktif rol alabilecek bir Hindistan’ı bölgeye eklemleyecek en önemli siyasi ve ekonomik birliğin ASEAN olduğu görülür. Öte yandan, Çin’e karşı bölge ülkeleriyle siyasi ve askeri ilişkileri geliştirmeye hız veren ABD’nin Hindistan ile ilişkilerde de benzer bir sürece başladığı dikkat çekiyor. Yukarıda değindiğimiz üzere, daha seçimler öncesinde kazanma olasılığı yüksek Modi’ye elçi gönderilmesi bunun en açık bir ifadesi. Burada çelişkili olan, hem nüfus, kültür ve hem de kaynaklar bakımından ‘zengin’ olan Hindistan’ın kendi ayakları üzerinde durabilecek, en azından bölgesinde bir siyasi olmasa bile ekonomik bir havuz oluşturabilecek kapasitede olmaması ülkede bir şeylerin yanlış gittiğini ortaya koyuyor.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/294505/hindistan-secime-gidiyor