30 Mayıs 2021 Pazar

İstanbul, fetih ve küresel anlam dünyası / İstanbul and global meaning of conquest

Mehmet Özay                                                                                                                            30.05.2021

29 Mayıs 1453 tarihinin sadece, bu tarihi gelişmenin aktörü olan devletin yani, Osmanlı Devleti için önemli olmadığı, ilköğretimden yüksek lisen öğretimine değin genç nesillere aktarıldığı söylemle bir çağın kapanıp bir çağın açıldığı vurgusu ile bizlere malumdur.

Devletleşme süreci

Temelde, ‘çağ açıp’, ‘çağ kapatma’ olgusunun içinde bulunduğumuz coğrafi ve kültür bölgesinden başlayarak dünyanın farklı bölgelerine doğru bir dalga halinde yayıldığı görülür.

Öncelikle şunu söylemekte fayda var ki, İstanbul’un fethi, Osmanlı’nın devletleşme sürecinin geldiği ve fetihle birlikte ulaştığı devlet ve toplum sisteminin temellerini oluşturmasıyla önem arz etmektedir.

Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyıl ve sonrasındaki siyasi ve toplumsal gelişimi, meşruiyeti, bir başka şekilde söylemek gerekirse, toplumsal hafıza ve dünya görüşünün İstanbul’un fethiyle irtibatlandırılması gayet önemlidir. Bu anlamda, devlete bir nizam oluşturması, siyaset ve toplum felsefesi inşasındaki rolü göz ardı edilemez.

Devletin zor zamanlarında bir çözüm uğraşı ortaya konulduğu süreçlerde “kadim” döneme dönüş düşüncesine temel teşkil eden bu fetih olgusudur.

Çözümü asli köklerdeki öz niteliklerde arama çabası, kimilerinin gündeme getirdiği üzere, basit anlamıyla geriye dönüşü değil, aksine asli niteliklerden hareketle ilgili dönemin sorunlarına yeni ve sağlıklı çözüm bulmanın çıkış you ve bunun adı olarak görüldüğünü söylemek gerekiyor.

Avrupa’da çağcılık

Öte yandan, ‘çağ açıp’, ‘çağ kapatmak’ olgusunun şu veya bu şekilde geç Ortaçağ, erken modern ve Rönesans dönemi Avrupa tarihi çalışmalarında da İstanbul’un fethedilmesi olgusuna önem verildiği görülür.

Bu önem, ilerleyen yüzyıllarda özellikle de, Batı Avrupa’da adına Reform (reformation) ve Yeniden Doğuş (renaissance) süreçlerinin yapılandırılmasında, bu süreçlerin ortaya çık/artıl/ması, yönlendirilmesinde bir referans noktası olmasıyla da dikkat çekmektedir.

Bu noktada, başta Batı Avrupa olmak üzere dünya tarihini ele alan akademisyenlerin, araştırmacıların akademik titizlik ve nosyon ile insaf ile örtüşen bağlamlardan ferâgat etmeden yaptıkları çalışmaların Osmanlı Devleti’nin bu girişimle ne yapmak istediğini anlama çabası sergilemektedirler.

İbrahimi gelenek ve medeniyet nosyonu

Osmanlı’nın benzeri hükümdarlıklardan farklılaşmasına ve kendine biçtiği varsayılan düşünce temelleri üzerinde yükselişinin gerçekçi ve sembolik bir ifadesi olarak, İstanbul’un fethi olgusu dünya tarihi açısından da gayet önemli bir sürece konu olmuştur.

Bu noktada, fiziki anlamda bir şehrin ele geçirilmesinin askeri ve maddi girişimlerin bir sonucu olduğu gerçeğini yadsımamakla birlikte, Osmanlı’nın Konstantiniyye’yi ele geçirmesinin kadim dini ve medeniyetler ikliminin kendinde bir özelliği ve devamlılığı olarak anlamak gerekir.

“Fetih” olgusu kavramına da içkin olduğu üzere, bu tarihi hadisenin sıradan bir savaş gelişmesi olarak değil, tam aksine dinler/kültürler/medeniyetler temelli yaklaşımının ürünü olduğuna vurgu yapılmalıdır.

Bu anlamda, tarihi süreçte görünümler dünyasında karşımıza bir İslam-Hıristiyan karşılaşması, kimilerine göre çatışması ileri sürülmekle birlikte, temelde olan bitenin “İbrahimi” (Abrahamic) geleneğin ihyası olduğunu gayet açık seçik bir şekilde ortaya koymak gerekir. Bu çerçevede, karşımıza çıkan tarihi gelişme, kutsalla irtibatlı adalet temelli köklü bir yapıdır.

Bu noktada, bilindiği kadarıyla, Osmanlı Devleti siyasi eliti başta olmak üzere Osmanlı toplumsal düzeninin, Bizans coğrafyası ve Bizans toplumu üzerinde ortaya koyduğu dönemin politikalarının bize bu yönde kafi derecede veri sağladığını söylemek mümkün.

Temelde, İstanbul’un fethi süreci Osmanlı’yı çok kültürlü, çok dinli, çok milletli bir gerçekliğe ulaşmasına ve böylesi bir  yapılaşmaya konu olmasına neden olurken, aslında burada unutulan husus, Osmanlı’nın fetih öncesindeki dönemde sahip olduğu devlet ve düşünce sistematiğinin zaten buna içkin olduğu gerçeğinin unutulmaması gerekir. 

Tarihsel gerçeklik ve sapma

Osmanlı’nın bu coğrafi yayılımının modern dönem sömürgecilik ve yayılmacılık nosyonlarının ve bunun sömürge idaresi ve ekonomisiyle açıklanmasından önceki bir hadise olmakla beraber, 19. yüzyıl ve özellikle de 20. yüzyıl çalışmalarında Osmanlı’yı bir sömürgeci devlet olarak algılama yöneliminin bugün de belirli çevrelerde var olduğunu söylemek mümkün.

Bunun anlaşılabilir yönleri olduğuna kuşku yok. Özellikle, Batı sosyal bilimleri ve bunların gelişimi ve yayılımı süreçlerinin burada dikkate alınmasında yarar var.

Öyle ki, adına sosyal bilimler denilen akademik alanın yeşerdiği Batı Avrupa’da özellikle 18. yüzyıl ikinci yarısı ve 19. yüzyıl boyunca yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmelerin genellemeciliğe tabi tutularak tüm insanlık tarihini anlamlandırabileceği düşüncesinin belirleyici olduğu görülür.

Söz konusu bu Batı sosyal bilimler alanına nüfuz eden çatışmacılık olgusunun indirgemeciliğine kurban gittiğini söylemek mümkün.

En azından, söz konusu bu sosyal bilimlerin gelişimine kaynaklık teşkil ettiği belirtilen çatışmacılık olgusunun, Batı Avrupa’nın kendini anlama ve anlamlandırma süreçlerinde sıkça başvurduğu veya akademi dünyasında başat bir unsur olarak kendini ortaya koysa da, başka toplumların anlaşılmasında temel dinamiklerin farklı olduğuna işaret etmek gerekir.

Bu çerçevede, İstanbul’un fethi olgusunu, Batı Avrupa’nın teorilerine yaslanmaktan başka açıklama imkanı bulamamış ve bunu orta öğretim ve adına üniversite denilen öğretim kurumlarında, hem bu ülkenin gençlerine hem bu ülkede öğrenim gören çok farklı coğrafyalardan ve milletlerden öğrencilere aktarma çabasının bir tür tarihe ihanetle eş değer olduğunu hatırlatmakta yarar var.

Bu durum, içinde yaşadığımız toplumun sözde akademi dünyasında ve özellikle de, İslam toplum ve medeniyetlerinin anlaşılmasına, gelişmesine katkı yapacağı düşünülen kurumlarında bile yer alanların, kendilerine tanınan akademik özgürlük bağlamını, tarihe ihanet edecek mahiyette kullanmalarına rastlamak mümkündür.

Adaletin yapısallaştırılması

Osmanlı Devleti’nin, bizatihi İstanbul’un fethinin ortaya koyduğu gelişmenin bir sonucu olarak, İslam kültür ve medeniyetinin gayet belirgin bir parçası olarak kayda değer bir önemle gündeme geldiği ortadadır. Bu durum, 15. yüzyıl ve sonrasındaki dönemlerde dünyanın farklı bölgelerindeki İslam toplumlarına, yine döneminin şartları içerisinde ulaşan bir bilgi olmakla bir başka küreselleşmeye neden olduğunu ileri sürebiliriz.

Bizans imparatorlarından Constantine (Konstantin) kurması nedeniyle ve ona atıfla Constantiniyye adı verilen bu şehir, Karadeniz ve Akdeniz arasındaki deniz yollarının tam odağında yer alan ve bu nedenle çok daha erken dönemlerden itibaren var olan ticaret yollarının, çok çeşitli toplumların ulaşım ve haberleşmelerinin, kültür ve medeniyet değişimlerinin ve etkileşimlerinin merkezinde yer alıyordu.

İstanbul’un fethinin konu olduğu gelişmenin, Osmanlı Devleti’nin kısmen Anadolu, biraz daha genişçe Balkanlar coğrafyasındaki bölgesel varlığının döneminin küresel siyasi yapısına doğru evrilmesinin başlangıcı olduğu görülür.

Bu yapılaşma, yukarıda dikkat çekildiği üzere Bizans sahip olduğu var sayılan değerlerin İbrahim’i geleneğe eklemlenmesiyle yeni bir devlet, yeni bir siyaset ve toplum olgusunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Adına “fetih” denilen kavramın ortaya koyduğu üzere, temelde fiziki olarak şehrin ele geçirilmesinden öte anlamıyla  yeni bir adalet anlayışının kendini ortaya koymaya başladığına ve böylesi bir sürecin geliştiğine tanık olunur.

Bununla birlikte, Osmanlı’nın tarihsel, kültürle, coğrafi bakiyesi olması hasebiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin ve bu ulus-devletin içinde yer alan tüm unsurların, bu gelişmeyi nasıl anlamlandırdıkları meselesi ise üzerinde durup düşünülmesi gereken bir husustur.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/05/30/istanbul-fetih-ve-kuresel-anlam-dunyasi-istanbul-and-global-meaning-of-conquest/

27 Mayıs 2021 Perşembe

İtilmiş kakılmışların (subaltern) bilimi olarak Sosyoloji / Sociology as the science of the subaltern

Mehmet Özay                                                                                                                            27.05.2021

Sosyoloji’nin bir bilim dalı olarak ortaya çıkışının Batı Avrupa modernleşmesi ve bu sürece yol açan toplumsal değişimleri anlama, anlamlandırma ve yorumlama çabası olduğu gerçeğinde kuşku yok.

Bununla birlikte, bu gerçeği anlamada dönemlerinin başat toplumsal gruplarının, -bazı sosyologların dile getirdiği üzere -ve sermaye sahibi olan ve olmayan örneğinde dikkat çekildiği üzere- sınıfların, tabakaların varlığı ve bunlar arasındaki ilişki yapılaşmalarının “egemen-egemen olmayan, üst-ast, ezen-ezilen ikilikleri” ortaya çıkarması, sosyolojinin geniş toplum evrenini anlama çabasının giderek daraltılmasına neden olmuştur.

Parçalı toplum

Bu süreç, bizatihi Karl Marx ve dostu Friedrich Engels’in çabaları ile pür sosyolojik bilimsel çabanın ötesine geçerek, kendilerinin bireysel olarak mensubu olmadıkları toplumsal grubun ya da grupların egemenlik iddiasını ortaya koyacak şekilde bir tür aktivizme evrilmiştir.

Marksizmin, Batı Avrupa toplumunu bir felsefi-sosyolojik açıklama olarak tanımlamak, anlamak ve anlatmakla yetinmemesi, bunun ötesinde bizatihi Marx’ın ve aynı zamanda sadece maddi değil, düşünce dostu ve sponsörlüğü de yapan Engels ile birlikte, dönemin endüstrileşmiş Avrupa şehirlerinde toplumsal yapıyı değiştirecek kuvveyi ortaya çıkarak eylemciliklerine tanık olunmuştur.

Aktivizmin 19. yüzyıl şartlarındaki varlığı sanayi/fabrika üretim çevresinde mülk sahipliği, üretim süreçleri egemenliği, üretilen malların tüketiminden hasıl olan kârların paylaşımı/paylaşılmaması ile üretim süreçlerini gerçekleştiren insan işgücünün/emeğinin tanımlanmasını gerektirmiştir.

Bu tanımlama, geniş sosyoloji gerçekliğini bu dar alanla tasvir etmeye çalışmasında açık bir şekilde ortaya konulduğu üzere, salt söz konusu bu ekonomik paylaşımla kendini sınırlandırmıştır.

“Sosyolojik açıklama”yı böylesine dar bir alana hapsetmek, toplum bilimi gibi ardında güçlü bir felsefi geleneği ve bizatihi kendinde toplumsal olguları, gerçeklikler bütününü anlama uğraşının ağırlığını kaldıramayacak olan, içinde akademi çevrelerinin, siyasi yapıların da olduğu geniş kitleler tarafından sosyoloji gayet işlevsel, pragmatik bir aygıta indirgenmek suretiyle, sözde toplumsal yapıyı dönüştürmenin aracı kılınması anlamına gelir.

Oluşturulan ikili yapıların “aşağısındaki” kitleyi oluşturan ezilenlerin teşkil ettiği subalternlik durumu, bir toplumsal alandan diğerine geçiş yapmak suretiyle varlığını bugüne kadar devam ettirmiştir.

Öyle ki, kendini 19. yüzyıl toplumsal yapılaşmasını oluşturan ve iş bölümü temeline dayanan sermaye-sermayesizlik, işçi-işveren, mülk sahibi-iş gücü sahibi vb. ayrımlarla daha doğrusu, biraraya gelmesi mümkün olmayan zıt ikilikler olarak zuhur ederken, bunun döneminin toplumsal değişimi üzerinde şu veya bu şekilde etkisi olduğu görülmüştür.

Bu sürecin kendisinin hem içinde yer aldığı hem de tetiklediği sosyal değişimi gözlemleme beceresinde olan ve yeni zıt ikilikler üretmek suretiyle toplumsal değişimi, kendi toplumsal grupları/sınıfları/katmanları için de talep eder hale gelen sosyal yapılar zuhur etmiştir.

Ancak, 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısında, hem Batı Avrupa’da hem de küresel olarak yaşanan toplumsal ve siyasal gelişmeler sürecinde kendine yer bulamayan söz konusu bu ikinci aşamadaki değişim talebinin ses getirici bir şekilde ortaya çıkması için, 20. yüzyılın ikinci yarısını beklemek gerekmiştir.

Bir başka deyişle, 19. yüzyıl aslında bu sosyal grupların değişim taleplerinin gündeme taşınmasına tanıklık ederken, bundan daha fazla bir şekilde üzerinde yoğun mesai harcanması için 2. Dünya Savaşı sonunun gelmesi beklenmiştir.

Marksist Feministo ya da kadınsıcılık

Gerek işçi-işveren, bir başka deyişle diğer ikilikler noktasında, mülk sahibi/burjuva-iş gücü sahibi/işçi sınıfı) arasında gerekse kadın-erkek ayrışmasını ‘kadıncısılık’ boyutuna taşıyan ve tekelleştiren feminizmde olduğu gibi, kendilerini diğer başka türlü ikili zıtlıklarla tanımlama eğilimi sergileyenlerin ortak özelliği, toplumsal aşağılanmışlık olgusu ile tanımlanma arzu ve talepleridir.

Bunun ne denli içselleştirilmiş ve kimlik haline getirilmiş bir olgu olduğu, yaşadığımız dönem şartları itibarıyla özellikle de, adına akedemi denilen kurumun sosyoloji bölümlerinin yozlaşmaya yüz tutmuş hallerinde tanık olmak mümkündür.

Subaltern kadınsıcılığında kendilerini tanımlayanlar, salt bireysel ve/ya grup sosyolojisinin talepleri çerçevesinde, kamusal alanda bir kazanım elde etme ve/ya bununla kendilerini görünür kılmakla sınırlı olmayan, aksine tüm toplumsal evreni bu temel üzerinden temellendirmeye ve neredeyse tüm siyasaya aktarma uğraşında olmaları ile dikkat çekmektedirler.

Bu noktada, şu veya bu şekilde subalternlikle yolları buluşan toplumsal grupların, birbirinden her türlü farklılaşmalara rağmen, temelde sosyolojiyi hakkıyla anlama çabasında oldukları söylenemez. Ortaya koydukları duruş ve eğilimler, kasıtlı ve kendinde bir amaç olmak üzere ‘bütünden’ kopuşa işaret etmektedir. Tıpkı kendinden beslendikleri Marksist sosyolojinin ve genel itibarıyla düşünce yapısının toplumu parçalı kılma yaklaşımında olduğu gibi.

Subalterncilikte buluşan kişi ve toplumsal gruplar, bu sosyal gerçeklik olgusu üzerinden, bir tür savunmacı ve reaksiyoner tutumları ile toplumu yeniden ancak, ikili zıtlıklar üzerinden inşa etmenin bir aracı olarak var olan egemen yapıyı ortadan kaldırmayı en ehven yol telâkki etmektedirler.

Yukarıda kısaca dikkat çekildiği üzere çatışma olgusunun sosyolojik üretkenliği bir toplumsal gerçeklik olarak ortada durmaktadır. Bununla birlikte, sosyolojik üretkenliğin ortaya çıkardığı toplumsal evren içerisinde birbirine temas eden ve etmeyen tüm yönleriyle subalternciliklerin katkılarıyla yeni yıkıcılıklar ortaya çıkması bir başka toplumsal gerçeklikle karşılaşıldığına işaret etmektedir.

Batı’da ve Batı sosyolojisinde olup bitenler bir yana, içinde bulunduğumuz toplumsal koşullar dikkate alındığında, tanık olunan durum, kendini sözde Avrupa/Batı dışında gören ve farklı bir kültür ve siyasa evrenine ait kabul eden çevrelerin primitif zihinsel yaklaşımlarının ürünü olarak Batı’nın taklidine yön tutmuş olmasıdır.

Batı Avrupa toplumsal gerçekliğinin tarihsel ve siyasal olarak, zorunlu ve kanıksanmış bir bağlam çerçevesinde benimsenişi ve bunun akademi marifetiyle yeni nesillere ve topluma aktarılması kendi başına üzerinde durulması gereken bir konudur.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/05/27/itilmis-kakilmislarin-subaltern-bilimi-olarak-sosyoloji-sociology-as-the-science-of-the-subaltern/

24 Mayıs 2021 Pazartesi

Güney Kore devlet başkanı Moon-Jae-in’in ABD ziyareti ve bölgesel güvenlik / Moon Jae-in’s visit to the US and regional security issues

Mehmet Özay                                                                                                                            24.05.2021

Güney Kore devlet başkanı Moon Jae-in, geçtiğimiz hafta, beş günlük resmi ziyaret amacıyla ABD’deydi. Söz konusu ziyaretin odağında, Doğu Asya güvenliği çerçevesinde askeri ittifak, ekonomik ilişkilerin artırılması ve kovid-19’la mücadelede yeni stratejilerin gündeme getirilmesi yer aldı. 

Günün en güncel konusu olması hasebiyle sondan başlamak gerekirse, Güney Kore kovid-19’la mücadelede, ABD’den 13 milyon doz aşı talep ederek, mümkün olduğunca en kısa sürede bunu almak istiyor. Bir diğer husus ise, Güney Kore’nin kendi aşısını üretme konusundaki kararlılığı. Bunun için ABD’den çeşitli teknik destek talebi gündeme geldi. 

İki ülke arasında siyasi ve askeri ittiak Moon’in sembolik bir ziyaretiyle gündemde yerini alırken, Kore Yarımadası’nın nükleer silahlardan arındırılması ve Güney Çin Denizi konusundaki görüşmeler uluslararası çevreler tarafından yakından izlenen bir konuydu.

Tarihi bağ

Resmi görüşmeler öncesinde, Moon Jae-in Arlington’daki ‘meçhul asker’ anıtını ziyaret etti. Ayrıca, bundan yetmiş yıl önce gerçekleşen Kore Savaşı anısına yapılan Şeref Madalyası törenine katılması sadece geçmişe değil, aynı zamanda bugünkü güvenlik bağlamına da gönderme anlamı taşıyor.

Törenin sembolik önemi kadar, ABD-Güney Kore arasında yetmiş yıllık ittifak ilişkisi, Doğu Asya’da son dönemdeki gelişmeler karşısında yeniden inşası oluşturuyor. Bu çerçevede, söz konusu bu ziyaret iki ülke ilişkilerinin ötesinde, Doğu Asya güvenlik stratejilerinin devamlılığı ve geliştirilmesi adına önem taşıyor.

Moon’un ziyaretinin, ABD’de Kore Savaşı anısına düzenlenen Şeref Madalyası gününe gelmesi sıradan bir tesadüf olarak değerlendirilmemeli.

Aksine, söz konusu gelişme, ABD’nin Pasifik Savaşı’nın ardından Güney Kore’nin Kuzey Kore komünist girişimini önlemek amacıyla 1950-1953 yılları arasında yaşanan Kore Savaşı önüne geçmekle kalmayan, Doğu Çin Denizi’nde ABD ittifakına yeni bir üye kazandırılmasının adıdır.

Bu seremoni vesilesiyle ABD, Pasifik Savaşı dönemi jeo-politiğine gönderme yaptığı gibi o günlerde yaşananları aradan geçen neredeyse yetmiş yılın ardından bugünle bağlantılandırmaktadır. Doğu Asya bölgesel güvenliği içerisinde, Kore Yarımadası organik bir bütün olarak değerlendirilecek özellikle taşıyor.

Bu noktada, Moon’un ziyareti, Japon başbakanı Yoshihide Saga’nın geçtiğimiz Nisan ayı sonlarına doğru gerçekleştirdiği ziyaretle benzerlikler olduğunu söylemek mümkün.

Güney Kore’nin balistik füze talebi

Bir yandan, Kuzey Kore ile yeniden temasların ve görüşmelerin başlanması konusunda siyasi iradeden bahsedilirken, aynı zamanda Yarımada’da Kuzey Kore’ye karşı caydırıcı nitelikte olduğu anlaşılan balistik füze kullanımında yeni düzenleme gündeme taşındı.

Buna göre, 1979 yılındaki anlaşmaya göre, Güney Kore’nin 800 km ile balistik füze kullanımını sınırlandıran anlaşmanın sonlandırılması gündeme geldi.

Görüşmelerin ardından bu sınırın kaldırılması Güney Kore’nin bir kazanı olarak değerlendirilebilir. Buna göre, Güney Kore devleti daha önce 180 km ve ardından 2001 ve 2002 yıllarındaki düzenlemelerle 300 ve 800 km menzilli füze kullanım hakkını böylece geliştirebilecek.

Bu durum, açıkçası sabık başbakan Shinzo Abe döneminde gündemde yer alan, ülke sınırları dışında askeri güç kullanımını yasaklayan Japon anayasasındaki 9. Madde’nin kaldırılmasıyla bağlantılı olarak değerlendirilebilir.

Yarımadayı nükleerden arındırma

Bölgesel ilişkiler noktasında, Kore Yarımadası’nın nükleer silahlardan arındırılması öncelikli konuyu teşkil etti.

Bu hususta, ABD’nin girişiminden bağımsız olarak, Kuzey ve Güney Kore liderlerinin 2018 Nisan’ında gerçekleştirdikleri görüşmede imzalanan ‘Panmunjeom Deklarasyonu’ bir inisiyatif olarak halen geçerliliğini koruyor. Bu deklârason iki ülke arasında gerilimin azaltılması, görüşmelerin sürdürülmesi ve nihayetinde Yarımada’nın nükleer silahlardan arındırılmasını içeriyor.

Moon Jae-in ve Joe Biden arasındaki zirve öncesinde yapılan toplantılarda sergilenen yaklaşım dikkate alınacak olursa, bir yandan Kuzey Kore ile doğrudan görüşmelere gönderme yapılırken, öte yandan, Güney Kore ve ABD’nin bölgedeki çıkarlarını korumaya yönelik güvenlik vurgusu da gündeme getirildi.

Bu söylem, Kuzey Kore’yi yalnızlaştırma politikasının yerini görüşmelere bırakmaya veya daha doğru bir ifadeyle, Donald Trump - Kim Jong-un arasında 2018 yılında Singapur’da gerçekleştirilen toplantıların ardından, Vietnam’ın başkenti Hanoi’de akamete uğrayan görüşmelerin yeniden ele alınmasına çalışılacağını ortaya koyuyor.

Singapur’daki toplantıda taraflar Kore Yarımadası’nın nükleer silahlardan arındırılması konusunda anlaşmaya varırken, bu süreçlerin detayları konusunda gelişme sağlanamamıştı. O dönemde, Kuzey Kore devlet başkanı Kim Jong-un ABD’nin uyguladığı yaptırımları ön koşul olarak öne sürmesi, görüşmelerin ilerleme kaydetmesi önündeki engel olarak gösterilmiştir.

Cuma günü yapılan görüşmelerde hem ABD başkanı Joe Biden, hem de Pazar günü  yaptığı açıklamalarla Dışişleri bakanı Anthony Blinken, Kuzey Kore ile başlayan sürecin devam ettirilmesi konusunda kararlılıklarını ortaya koydular.

ABD’nin geçtiğimiz Şubat ayında Kuzey Kore’ye görüşmelerin yeniden başlaması konusundaki çağrısına cevap verilmediği, ancak Cuma  günü yapılan zirvenin ardından Kim Jong-un hükümetinden bir karşılık gelmesinin beklendiği belirtiliyor.

Güney Çin denizi

Cuma günkü toplantıların ardından yapılan basın açıklamasında, Başkan Biden’in ‘Dörtlü Güvenlik Diyalogu’na vurgusu önemliydi. Hindistan, Avustralya, Japonya ve ABD’nin oluşturduğu ve bazı çevrelerce Hint-Pasifik bölgesinin NATO oluşumu olarak da adlandırılan yapının doğal üyelerinden birinin Güney Kore olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Öte yandan, her ne kadar, Çin adı açık bir şekilde gündeme getirilmese de, Güney Çin Denizi seyir ve güvenliği ile Tayvan Boğazı’ndaki gelişmelere yapılan atıf Güney Kore’nin gizli/açık bu dörtlü yapı ile birlikte hareket edebileceğine işaret ediyor.

Küresel politikalar noktasında, ABD yönetimi Güney Çin Denizi gibi dünyanın farklı bölgelerindeki gelişmeler karşısında yeni politikalar ortaya koymayı, ‘ulusal güvenliği’ argümanıyla kendine bir sorumluluk kabul ederken, Doğu Asya bölgesi özelinde ortaya çıkan ABD-Güney Kore ilişkisi, Kore Yarımadası, Doğu Çin Denizi ilişkileri açısından Güney Kore için de önem arz ettiğine kuşku yok.

Ticaret açığı ve yatırımlar

İkili ilişkiler çerçevesinde, sabık başkan Donald Trump döneminde gündeme getirilen ticaret açığı öncelikli bir konuyu oluşturdu. Bu nedenle, ziyaret çerçevesinde önemli görüşmelerden birini iki ülke ticari ilişkileri teşkil ederken, ABD ticaret bakan Gina Raimondo’nun başkanlığında önemli toplantılar yapıldığını söylemek mümkün. 

Güney Kore devlet başkanı ABD ziyaretine, yanında Samsung, SK Group, LG Energy ve Hyundai üst düzey yetkililerini de getirmesi iki ülke ticaret ve yatırım ilişkilerinde yeni bir boyutun yaşanacağına işaret ediyordu. Ve böyle de oldu...

Yapılan görüşmelerde, özellikle ‘chip’ ve elektrikli araç bataryası üretimi çerçevesinde yaklaşık 40 milyar dolarlık yatırım anlaşması yapıldı.

Kovid-19’nun yeni dalgalar halinde küresel toplumu vurduğu bir ortamda, ABD başkanı Joe Biden henüz uluslararası ziyaretlere başlamasa da, Doğu Asya’daki müttefiklerinin ziyaretlerine ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Güney Kore devlet başkanı Moon Jae-in’in geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiği ziyaret bunlardan biriydi.

İki eski müttefik ülke liderleri arasında yapılan görüşmelerde, önümüzdeki dönemde kovid-19’la mücadele, ikili ticaret ve yatırım ilişkileri ile bölgesel güvenlik noktasında ortak hareket edecekleri mesajını gayet net bir şekilde verildiğini söyleyebiliriz.

18 Mayıs 2021 Salı

Malay dünyası ve Filistin’e desteğin boyutları hakkında / Malay world and the scope of advocacy of Palestine issue

Mehmet Özay                                                                                                                            18.05.2021

İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarında sürdürdüğü şiddet karşısında, başta ABD olmak üzere küresel kamuoyunun yaklaşımlarının şaşırtıcı olmayacak bir pasiflik ve taraflılıkla ortaya konuyor.  

Özellikle, ABD’de Joe Biden yönetimi, Ortadoğu politikalarında gerileme emaresi olarak değerlendirilebilecek yaklaşımlar.

Düne kadar, ulusal güvenlik konusunda Ortadoğu’nun neredeyse merkez kabul edildiği ABD politikaları çerçevesinde gelinen nokta, bölgenin güvensizleştirilmesinden başka bir işe yaramazken, İsrail başlı başına bir sorun olarak ortada duruyor.

Öte yandan, bölgede ABD ulusal çıkarlarının öncesinde, bölge halklarının ve özellikle de, bugün zulme maruz kalan Filistin devletinin ve halkının ulusal çıkarlarıdır söz konusu olan.

Öte yandan, İslam dünyasının hem nicelik hem nitelik olarak gayet önemli bir bölümünü içinde barındıran geniş Malay coğrafyasında Filistin konusu dün olduğu gibi bugün de yakından takip ediliyor.

Geniş toplum kesimleri tepkilerini çeşitli şekillerde ortaya koyarken, bölge ülkelerinin siyasi liderleri yaptıkları açıklamalarla gündemde önemli yer tutuyorlar.

Filistin davası-İslam dünyası ve insanlık

İsrail’in Filistin halkına yönelik uyguladığı şiddet ve zulüm, bu topraklardaki bizatihi İslam düşünce sistemi unsurlarını ve tarihi yapılarını da hedef alan bir saldırı teşkil etmesiyle, dünya çapında Müslümanları birinci derecede ilgilendiren bir konu olmaya devam ediyor.

Dr. Mahathir Muhammed’in aşağıda detaylarına yer vereceğim açıklaması tam da bununla ilgili. Dr. Mahathir, “İslam dünyası olarak mevcut durum karşısında kendimize gelmeliyiz. Böylece İsrail’in Filistinlilere ve insanlığa karşı uyguladığı şiddetten daha az  yara almış oluruz.” diyor.

Filistin halkının maruz kaldığı şiddet ile İslam’ın kutsal kabul ettiği unsurlar ve yapılara yönelik İsrail saldırısı birbirinden ayrıştırılamayacak olsa da, çerçevesinin belirlenmesinde yarar var.

Filistin halkını kendinde bir toplum olarak zülme maruz kalmış, toprakları elinden alınmış bir toplum olarak kabul edilmesine rağmen, Batı düşünce sisteminin sekülerleşmeci ve hümanist yaklaşımlarının bile kayda değer bir şekilde harekete geç/e/memiş olması gayet düşündürücüdür.

Bu noktada, başta Batı ülkeleri olmak üzere genel itibarıyla küresel kamuoyunun Filistin’de olan biteni, Dr. Mahathir’i dile getirdiği üzere, “bir Filistin provokasyonu” olarak değerlendirme eğiliminde olmaları, temelde gerçekliğin ne denli dönüştürülebileceğini ortaya koyuyor.

Öte yandan, İslam inancının ve tarihsel gelişmelerinin ortaya koyduğu bir gerçeklik olarak, adına Kutsal denilen yapılar ve kurumlar üzerinde, İsrail devletince sergilenen şiddet karşısında İslam dinine mensup kitlelerin, bu kitleleri temsil ettiği ifade edilen siyasi hareketlerin ve hükümetlerin gelişmeler karşısındaki tutumu da dikkatle incelenmeyi hak etmektedir.

Bu çerçevede, Güneydoğu Asya Malay toplumlarının günümüz modern ulus-devlet temsilcileri olan Endonezya Cumhuriyeti, Malezya Federasyonu ve Bruney Sultanlığı, Ramazan ayı boyunca süren, özellikle de Ramazan Bayramı’ndan birkaç gün önce şiddetlenen İsrail saldırıları karşısında ele alınabilecek ve gündeme getirilebilecek pragmatik bir çözüm olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırmaları ve İsrail’in saldırganlığına son verecek bir müdahaleyi ortaya koyması talebinde bulundular.

Söz konusu bu üç devletin hükümetlerinin sahip oldukları siyasal sorunlarının ötesinde, temsilcisi oldukları geniş Müslüman kesimlere sorumluluklarının bir ifadesi ve de en azından bir insani tepki olarak bu yönde bir kararlılık göstermeleri önemlidir.

Bu durum, Kudüs ve kadim Filistin topraklarındaki Müslüman kitlenin karşı karşıya kaldığı sorunun, salt bir Filistin-İsrail sorunu olmadığını ya da kimilerinin adlandırdığı üzere bir Ortadoğu meselesi olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Bu üç devletin hükümet ve devlet başkanları arasında telefon diplomasisinin ardından yapılan ortak açıklamada, İsrail’in saldırganlığı kınanırken, uluslararası topluma -ki burada temel hedefin ABD ve AB olduğunu söylemek mümkün, ve BM Güvenlik Konseyi’ne İsrail’in uyguladığı şiddetin durdurulması çağrısında bulunuldu.

Ortak açıklamada Filistin-İsrail arasındaki anlaşmalara ve özellikle de, 1967 öncesi sınırlara dönülmesi konusu gündeme getirilirken, siyasal ekonomik ve moral olarak Filistinlilere desteklerinin sürdüğü açıklandı.

Ortak güç-ayrışık politikalar

Bekleneceği üzere Malezya’da Dr. Mahathir Muhammed de açıklama yaptı. Başbakan olarak bulunduğu hükümetler döneminde, tıpkı benzer diğer konularda olduğu gibi, Filistin davasına desteğini açıkça ortaya koyan Dr. Mahathir’in, söz konusu gelişmeler karşısında geçen hafta sonu yaptığı açıklamada, üç temel açılım yer alıyor. Akademik bir söylem analizine girmeden, bunları şu şekilde sıralamak mümkün.

İlki, Filistin toplumunun haklarını ‘destekleyen’ halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin ortak hareket etmesi çağrısıdır.

Dr. Mahathir’in vurguladığı husus, İslam toplumlarının kahir ekseriyetini içinde barındıran içinde monarşi, cumhuriyet vb. farklılıklarıyla birlikte var olan ulus-devletlerin içinde Filistin davasını destekleyemenlerin de olduğu anlaşılıyor. Dr. Mahathir, tecrübelerine istinaden bu desteğin nasıl olması gerektiğine dair kısa bir yol haritası da çiziyor. Bunun adı da, “uygun bir strateji”nin belirlenmesi ve takip edilmesi.

Aslında 1967 hadiseleri sonrasında temelde Filistin halkının haklarını korumak ve geliştirmek amacıyla kurulduğu ifade edilen İslam İşbirliği Konferansı’nın (Organization of Islamic Conference-OIC) aradan geçen yarım yüzyılı aşkın süre sonrasında kurumsal varlığı devam etse de, temel amacı olan Filistin topraklarının büyük bir çoğunluğu yitirilmiş durumda.

Dr. Mahathir’in, “Filistin halkının haklarını korumak” vurgusu tam da burada ortaya çıkıyor. Yani, İslami hassasiyetlerden hareketle Filistin toplumuna ve vatan bütünlüğüne yönelik desteği sergilemeyen ülkelerin varlığı.

Burada temel hedef tek tek ülkeler olarak anlaşılabileceği gibi, yukarıda dikkat çekildiği üzere, kuruluş gayesi, bizatihi Filistin halkı ve bu halkın üzerinde yaşadığı topraklardaki Kutsal addedilen unsurların korunması olan OIC’nin olduğunu düşünmek gerekiyor.

İkincisi, yazının girişinde dikkat çektiğimiz bir konuya da vurgu yapıyor Dr. Mahathir. O da, dini bir bağlılığın/ünsiyetin dışında, temel ve genel bağlamı içerisinde “insani” bir durumun varlığının ortada olduğunu göstererek, dünya kamuoyunun bu konuda desteğinin aranması, bu desteğin ortak bir şekilde sergilenmesi yönünde.

Üçüncüsü de, tek tek ulus devletler olmaları kadar, bir tür Pan-Arab kavramının en azından kurumsallaşmış hali olarak kabul edilebilecek Arap Birliği’ne seslenerek Filistinlilerle kafa kafaya verip İsrail karşısında bir strateji geliştirmeleridir.

Ancak Arap dünyasının en azından son yüz yılına göz atıldığında, Dr. Mahathir’in bu anlamlı düşüncesinin, bir temenni olmanın ötesinde, siyasi ve toplumsal değişimlerin önünü açacak kapsamlı bir düşünce yapısının geliştirilmesine yol açıp açmayacağı ise şüphelidir.

Bugün Filistin topraklarını işgal eden İsrail’in ortaya koyduğu eylem yeni bir olgu değil. İsrail bunu her zaman yapıyor. Buna karşılık, yapılması gereken başka bir süreç var. O da, OIC çatısı altında kurumsal bir yapı temsil ettiği görülen İslam dünyası’nın bu yapının hedefleri ve amaçları doğrultusunda yeni adımlar atmasıdır.

Dr. Mahathir’in dile getirdiği üzere bir yanda Arap Birliği öte yanda OIC’nin varlığına rağmen, ortaya sağlıklı bir gelişme olmadığı görülüyor. Aksine, bu iki yapı üzerinde bir tür hegomonik politika sergileyen ve sözde var olan politikaları belirleyen yapıların “kendine gelmesi” veya yeni yapıların oluşturulmasında yarar var.

Dr. Mahathir’in vurguladığı üzere, Filistin konusunda İslam dünyası kadar, genel itibarıyla dünya kamuoyunu temsil kabiliyetindeki unsurların birlikteliğinin yeni bir açılım sağlayacağına inanmak ve buna göre yeni politikaları gündeme getirmek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/05/18/malay-dunyasi-ve-filistine-destegin-boyutlari-hakkinda-malay-world-and-the-scope-of-advocacy-of-palestine-issue/

13 Mayıs 2021 Perşembe

İsrail’in Filistin’e zulmü ve Batı’da değişen bir şey yok / Israel's persecution of Palestine and no any changes in the Western perception

Mehmet Özay                                                                                                                            12.05.2021

İsrail’in Filistinlilere yönelik olarak Ramazan ayının başında düşük yoğunluklu başlattığı zulüm, Bayramdan sadece birkaç gün önce meydana gelen yoğun saldırılara dönüşmesi İslam toplumlarını ve insanlık vicdanını sızlatmaya devam ediyor.

Yaşanan bu gelişme, sadece Ortadoğu’da bir Filistin sorunu olarak değerlendirilemez. İsrail’in devlet terörü bir mekân olarak Mescid-i Aksa camiini merkeze alırken, görünür bir toplumsal yapı olarak da orada yaşayan Filistin halkını hedef almaktadır.

Ancak Mescid-i Aksa’nın İslam toplumları için önemi, bu Kutsal mekâna yapılan saldırının dünyanın dört bir yanındaki Müslüman toplumları hedef aldığını gösterir. Filistin halkına yönelik şiddet ve zulmü de bu toplumla dindaş olan tüm Müslümanları aynı şiddet ve zulme maruz bıraktığını gizli/açık ilân eder.

Ortada bir sorun varsa, bu sorunun Filistin’den ve Filistin halkından bağımsız boyutları vardır. Bunlara aşağıda değineceğim.

Safta birlik

Saldırılar sırasında ve sonrasında gözler her zaman olduğu gibi, önce Arap Birliği’ne ve birliğe üye tek tek ülkelerin liderlerine ve aynı anda başta ABD, İngiltere, Fransa olmak üzere Batı’lı ülkeler çevrildi. Beklenti, İsrail’in lanetlenmesi, saldırıların kınanmasıydı.

Bazı palyatif yaklaşımların ötesinde böyle bir şey olmadı. Olmasını beklemekte mümkün değil(di). Küresel sistemi yönetme iddiasındaki ABD’den gelen mesajlar, tarafların artan şiddeti sona erdirmesi açıklamasının sınırlarını aşamadı.

Filistin toprakları ve Filistin halkı üzerinde gerçekleşen İsrail baskısının tarihsel boyutları kadar, günümüz gelişmeleri ile birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu anlamda bu iki farklı dönemi birbiriyle bağlantılandıran husus hiç kuşku yok ki, İsrail’in şiddet içerikli siyasetindeki devamlılıktır.

Yıkıcı modernite bir söylem olamaz

Bununla birlikte, Filistin topraklarında ortaya çıkan ezen-ezilen ilişkisini, ne Marksist söylemle ne sömürgecilik ne sömürgecilik sonrası söylemle anlamlandırabilmek mümkündür. sömürgecilik sürecini kendi teorik yaklaşımını destekleyici mahiyette olması hasebiyle gizli/açık destekleyen, bunun ötesinde gizli/açık içinden doğduğu ve yaşadığı Batı Avrupa uluslarının sömürge topraklarındaki varlıklarını bir medeniyet bağlamı içerisinde değerlendiren Marx’ın yaklaşımlarıyla İsrail şiddetini ve Filistin sorununu anlamlandırmak büyük bir saflık olur.

Kendilerini hem Marksist addedip hem Filistin ve benzeri sorunlara empati besleyen ve beslemek isteyenler ve/ya siyasal destek çıkanlar ve çıkmak isteyenlerin bizatihi temel bir iç sorunla karşı karşıya olduklarını anlamaları gerekmektedir.

Bizatihi Marksizmin dayanak noktası olan Aydınlanma düşüncesi, felsefesi ve bu yapı üzerine inşa edilen modernizm, İsrail’in ortaya koyduğu modern savaş mekanizmasının sadece görünür yüzlerinden biridir.

Her ne kadar, bir din devleti hüviyetinde olsa da, ki bu konuda ciddi görüş ayrılıklarından bahsetmek mümkün, İsrail’in dayandığı temel siyasi felsefe kendini modernitenin yıkıcı doğasından almaktadır. Bu noktada, İsrail’in yetişmiş “entellektüel” kadroları veya İsrail adına dünyanın farklı yerlerinden söz söyleme hakkını kendinde bulan böylesi kadroların dayanaklarını oluşturan bilgiye, bilgi kaynaklarına göz atılmasında yarar var.

Subaltern söyleminin zaafiyeti

Bugün ABD’nin demokrat hükümetin başındaki Joe Biden ile yardımcısı Hindistan kökenli Kamala Harris, Afrika kökenli Amerikalılar (Afro-American) başta olmak üzere Amerika’daki beyazlar dışındaki tüm toplumsal yapıların haklarını savunma vaadiyle geldikleri yönetimde, kayda değer bir zaafiyeti ve samimiyetsizliği ortaya koymaktadırlar.

Katolik Hıristiyan Joe Biden ile Hindu köklerinden beslenen Kamala Harris’in ne tür bir dini ve etik dayanakları olup olmadığı sorgulanmayı hak etmektedir.

ABD’de seçim sürecinde, yaşanan ırkçılık temeli üzerine biçimlendiren ve bu anlamda “iktidara gelmeleri halinde” alternatif politikalar üretme çabası sergileyeceklerini ifade eden Demokratların, bugün İsrail’in devlet terörüne karşı tutumları onları kendi ülkelerinde başta Afro-Amerikalılar olmak üzere diğer tüm ‘Ötekiler’ (the Others) ile ilgili politikalarının dayanaksızlığına işaret eder.

Genel itibarıyla Batı’nın özelde ise ABD’nin karşı karşıya bulunduğu sorun, tam anlamıyla modernite krizinden öte bir şey değildir. ABD’deki siyasal yapı içerisinde “muhafazakâr” olarak adlandırılan Cumhuriyetçiler tarafından “sol/komünist” olarak değerlendirilen Demokratlar kendi içinde her türden “sub-altern” unsuru barındırmasıyla dikkat çekiyor.

Sadece yeni hükümetin oluşturulmasında bile adayların “etnik kökenleri”ne yapılan vurgu, bunu bizzat kamuoyunun algısını şekillendirmek üzere hazırlandığı görülür.

Bu durum bile, bizatihi kendi başına sorun arz etmektedir. Söz konusu sub-alternliği kendilerinde bir tür “aşağılık kompleksi” (inferiority complex) olarak görmeleri, içinde bulundukları Amerikan toplumunun değerlerine “sahip olamamanın” ızdırabından öte bir şey değildir.

Bu hâl, açıkçası, Beyaz Amerika tarafından işlenmiş, bir sub-alternlik durumu olarak tezahür etmektedir. Tıpkı, sömürgeciliğin sona erdiği dönemi ayrıştırmak adına icad edilen sömürgecilik sonrası (post-colonialism), modernitenin tüm kötülükleriyle arkada bırakıldığına inandırmak için icad edilen post-modernite (post-modernity) kavramlarının içkin olduğu şekilde bir hissiyat ve zihniyet zaafiyetinin ifadesidir.

Bu noktada, başta başkan yardımcısı Kamala Harris ve diğerlerinin sub-alternlik hazzını yaşamaya başladıkları bir dönemde, dünyanın farklı bölgelerinde ve başta bugünlerde gözler önünde cereyan eden İsrail devlet zulmüne sessiz kalmaları, tam bir Amerikan icadi sub-alternlikle uyuşmaktadır.

Öte yandan, aynı Amerikan yönetiminin Çin’i köşeye sıkıştırma projesinde yer verdikleri Doğu Türkistanlılara (Uygur) yapılan zulmü yüksek sesle dile getirirken, aynı politikayı dünyanın bir başka yerinde diyelim ki, Ortadoğu’da İsrail gibi terörü bir politika olarak izlemeyi gelenekselleştirmiş bir yapıya karşı kullanmaması, Amerikan çıkarlarının ve pragmatikliğinin bir sonucudur.

İsrail’in Mescid-i Aksa üzerinde gerçekleştirdiği politikaları, genel itibarıyla onun geniş Ortadoğu ve de küresel politikasından yalıtmak en büyük gaflet olur. İsrail devletinin varoluş dayanaklarının Filistin toprakları ile sınırlı olmadığı ortadadır. İçimizde, yanı başımızda olan bitenden, Filistin’e ve dünyanın belli başlı bölgelerinde süregiden çıkar çatışmalarının yıkıcı moderniteyi kendine temel almış bir devlet ideolojisiyle yakın bağı göz ardı edilmemelidir.

Hayatını kaybeden Filistinlere Allah’tan rahmet dilerim.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/05/12/israilin-filistine-zulmu-ve-batida-degisen-bir-sey-yok-israels-persecution-of-palestine-and-no-any-changes-in-the-western-perception/

 

12 Mayıs 2021 Çarşamba

Singapur’da Shangri-La’ya devam: Hint-Pasifik, güvenlik ve barış / Shangri-La Dialogue in Singapore: Indo-Pacific, security and peace

Mehmet Özay                                                                                                                           11.05.2021

Singapur, Haziran ayı başında yapılacak Shangri-La güvenlik ve barış temalı toplantıya hazırlanıyor.

4-5 Haziran günlerinde yapılacak toplantılara 40’a yakın ülkeden  değişik düzeyde katılım beklenirken, bu yılki ana temayı Hint-Pasifik bölgesini çevreleyen suyollarında serbest dolaşım konusu oluşturuyor.

2007 yılında dönemin Japonya başbakanı Shinzo Abe’nin ilk defa gündeme getirdiği, ardından özellikle ABD’nin tarafından sahiplenilerek sabık devlet başkanı Donald Trump döneminde, 2018 yılında bir strateji belgesi haline dönüştürülen Hint-Pasifik konusu oluşturuyor.

Toplantılarda ele alınması beklenen diğer konular arasında çevre, yapay zekâ ve yeni teknolojiler gibi alanlar bulunuyor. 

Kovid-19 engeli

4-5 Haziran günlerinde Ada devleti Singapur’da gerçekleştirilecek olan, geleneksel Shangri-La savunma toplantıları öncesinde kovid-19 nedeniyle, bölgede gergin bir durum yaşandığını söylemek mümkün.

Geçen yıl, kovid-19 salgını nedeniyle ilk defa ertelenen toplantının, bu yıl kovid-19’un yeniden neden olduğu fiziki şartların sınırlandırılmasına rağmen, gerçekleştirileceği yönündeki açıklama geçtiğimiz Ocak ayında yapılmıştı.

Son haftalarda özellikle, Hindistan’a en üst düzeye çıkan kovid-19 salgını, etkisini Güneydoğu Asya’da da yeniden hissettirirken, Singapur’da hükümet gelişmeleri yakından takip ettiğini açıklıyor.

Bu çerçevede, daha önce plânlandığı üzere, Shangri-La toplantılarının en azından şu anki durum itibarıyla iptali söz konusu değil.

Son dönemde Kuzey Avrupa, Brezilya ve Hindistan’ın ardından Güneydoğu Asya’da da yükselme eğilimi sergileyen kovid-19 sorununun gölgesinde kalmış olsa da, bölge güvenlik konularının, bu toplantıyla yeniden gündemde ilk sırayı alması bekleniyor.

Açılış konuşması Suga’dan

Her yıl bölge ülkelerinden birinin devlet veya hükümet başkanının açılış konuşmasını yaptığı toplantılarda bu yıl Japonya başbakanı Yoshihide Suga bu görevi üstlenecek.

Suga’nın konuşmasının, Doğu Çin Denizi’nden başlayarak Hint Okyanusu’na uzanan geniş suyolları üzerinde serbest dolaşım hakkı üzerinde olacağı bekleniyor.

Suga’nın konuşması, geçen Mart ayında ABD, Avustralya, Hindistan ve Japonya’nın hükümet ve devlet başkanlarının katılımıyla sanal ortamda yapılan ve ‘Dörtlü Yapı’ (Quad) olarak adlandırılan Hint-Pasifik’te yeni bir ittifak oluşumunun yüksek sesle dile getirilmesi anlamı taşıyacaktır.

Japon başbakanı’nın Nisan ayı ortalarında ABD’ye yaptığı resmi ziyarette ele alınan konuların başında da, Çin’in bölge güvenliğini tehdit eden yaklaşımları karşısında ortak politikalar geliştirilmesi bulunuyordu.

Bu çerçevede, Suga’nın yapacağı konuşmanın alt yapısının yukarıda zikredilen iki gelişme ile belirlendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. 

Öte yandan, ABD savunma bakanı Lloyd J. Austin de “ABD’nin Hint-Pasifik Stratejisi’nin Geliştirilmesi” başlıklı bir konuşma yapması kesinleşmiş gözüküyor.

Nisan ayının sonunda ABD başkanı Joe Biden’in Amerikan Kongresi’nde yaptığı konuşmada, NATO’yu örnek göstererek, Hint-Pasifik bölgesinde “çatışmayı önlemek amacıyla askeri varlığı harekete geçirebileceklerini” söylemişti.

Biden’in bu söyleminin savunma bakanı Austin tarafından detaylı bir şekilde gündeme getirilmesi muhtemel.

Çin bölgede paradigma değişimi peşinde

Çin’in özellikle 2012 yılından bu yana, devlet başkanı Şi Chinping başta olmak üzere Çinli üst düzey siyasi elitin yüksek sesle dile getirdikleri ve çeşitli politik adımlarla güncelledikleri Güney Çin Denizi teritoryal egemenlik iddiası, bölge ülkeleri başta olmak üzere yukarıda zikredilen dört ülke tarafından da bölgede statükonun değiştirilmesi çabası olarak değerlendiriliyor.

Daha önceki yazılarımızda da dikkat çektiğimiz üzere, Şi Chinping, deniz ve kara deniz İpek Yolları; Tek Yol Tek Kuşak (One Belt-One Road) projelerini gündeme getirmesinde olduğu gibi, aynı zamanda Güney Çin Denizi’nin yüzde doksanına ulaşacak düzeyde, teritoryal hak iddiasında bulunuyor.

Çin ve Şi Cinping bu iddiasından vazgeçmediği gibi aksine, ısrarla Güney Çin Denizi’ndeki egemenlik iddiasını pekiştirmeye devam noktasında, askeri ve sivil yapılaşmalar ile balıkçı tekneleri şemsiyesi altında bu denizde boy göstermekten kaçınmıyor.

Bu noktada, geçtiğimiz 22 Ocak’ta ulusal halk kongresinde ilgili komitede alınan ve 1 Şubat 2021’de yürürlüğe giren kararla Çin, sahil güvenlik güçlerine Güney Çin Denizi’nde hak iddia ettiği bölgelerde diğer ülke gemilerine ateş açma hakkı tanıyan yasası, bu konuda sürecin tehlikeli bir boyuta doğru evrildiğine işaret ediyor.

ASEAN’ın yaklaşımı

Bununla birlikte, ASEAN ve Asya-Pasifik olgularının ardından, yakın geçmişte gündeme getirilen Hint-Pasifik yapılaşmasının özellikle, bölgenin diğer ülkeleri tarafından nasıl algılanacağı ve bu süreçte ne tür rol üstlenecekleri meselesi ise şu an için belirsizliğini koruyor.

Başkan Joe Biden’in konuşmasına atıfla yukarıda dikkat çekilen Hint-Pasifik’te NATO benzeri oluşuma ASEAN’ın kuruluş temelleri dikkate alındığında kolay kolay ‘evet’ denmeyeceğini ileri sürebiliriz.

Bu noktada, Shangri-La toplantılarına ev sahibi yapacak olan Singapur’un da üyesi olduğu Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nin (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN), ABD’nin bu yeni bölgesel tanımlama ve kavramsallaştırma sürecine nasıl baktığının da daha net olarak ortaya çıkacağını düşünmek mümkün.

Öte yandan, bölgesel bir birlik olarak ASEAN’ın Shangri-La toplantısında ortak bir karar açıklayıp açıklamayacağı da merak konusu.

ABD’de şahin politikacıların bölgede ABD’nin askeri varlığını artırma yönündeki çabalarına karşın, ortada her ne kadar Çin tehdidinden bahsedilebilse de, ASEAN farklı mekanizmalarla bu tehdidin önünün alınmasından yana. Bir başka deyişle, ASEAN’ın önceliğinin bölgenin silahlandırılması veya olası bir çatışma ortamı değil.

Genel itibarıyla ve tarihsel olarak ASEAN’ın güttüğü gizli/açık bu politika üye ülkeler arasında benzer düzeyde talep görüp görmediği de tartışmaya açıktır.

Özellikle Çin’in kendisine yakın hissettiği ve çeşitli yatırımlarla desteklediği Laos ve Kamboçya, her ne kadar görece bölgenin küçük ülkeleri olsalar da, ASEAN ortak kararlarının alınmasını engellemeye yetecek güçleri bulunmaktadır.

Tarihe referanslar ve uluslararası politika

Hint-Pasifik yapılaşmasında ‘Hint’ vurgusu, akla Hindistan’ı ve tabii ki başbakan Narendra Modi’yi getirirken, bu yapılaşmada söz hakkının Hindistan’dan ziyade daha çok ABD’de olduğu ortada.

Öte yandan, Hint-Pasifik kavramının tarihsel olarak ilk defa gündeme gelmediğini burada ifade etmekte yarar var. Shinzo Abe’nin 2007 yılında Hindistan’ı ziyareti sırasında Yeni Delhi’ye yaptığı konuşmada zikrettiği ‘Hint-Pasifik’ olgusu veya kavramı 17. yüzyıl ortalarında bir Mogul prensinin kaleme aldığı bir kitapta kullanılmıştı. Bu tarihsel bilginin önemli olduğuna işaret etmekte yarar var.

Yukarıda dikkat çekildiği üzere, Çin’in Güney Çin Denizi’nde teritoryal hak iddiasını da “... Beş yüzyıl önce de bizim balıkçı teknelerimiz buradaydı” söylemiyle tarihe referans yaparak meşruiyet kazandırma peşinde.

Kalkınmacı ekonomi politikalarla önce çıkan Doğu ve Güneydoğu Asya bölgesinde Çin’in yerleşik güç parametrelerine yönelik çıkışı bölge ülkeleri kadar, başta ABD olmak üzere Batı tarafından dikkatle izleniyor.

Bu çerçevede, bugüne kadar ASEAN, Asya-Pasifik bölgesel birlikleri çerçevesinde ele alınan jeo-stratejik gelişmeler Hint-Pasifik kavramsallaştırmasıyla yeni bir safhaya evriliyor. Konu her ne kadar kovid-19 salgını karşısında ikinci plâna düşmüş olsa da, Haziran ayı başında Singapur’da yapılacak olan toplantılarda gündemde yeniden ilk sırayı alacaktır.

2002 yılından bu yana her yıl, Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nce (IISS) organize edilen ve her yıl Singapur’da Shangri-La otelinde yapılan toplantıya Asya-Pasifik bölgesindeki ülkelerin savunma bakanları başta olmak üzere, önemli sayıda siyasetçi, düşünce kuruluşu, gazeteci katılıyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/05/11/singapurda-shangri-laya-devam-hint-pasifik-guvenlik-ve-baris-shangri-la-dialogue-in-singapore-indo-pacific-security-and-peace/