28 Şubat 2022 Pazartesi

Rusya’nın Ukrayna istilasında dini bir neden aramak mümkün mü? / Is there Religious factor in Russian invasion of Ukraine?

Mehmet Özay                                                                                                                            01.03.2022

ABD başkanı Joe Biden’in ve dışişleri bakanı Anthony Blinken’in son birkaç aydır Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’i, Doğu Avrupa’da herhangi bir sıcak bir çatışmaya girmemesi konusundaki ikna çabalarına başladıkları günden itibaren, ortada birbiriyle çatışan kayda değer bir jeo-politik gerçeklik olduğu düşüncesi hakim.

Bu gerçeklik, Batı ile Doğu bir başka deyişle, NATO ile Rusya arasında yaşanıyor. Sorunun kökeninin, SSCB’nin 1989 yılında başlayan çözülme sürecine dayandığı ortada.

Putin’in 1999’da devlet başkanı olmasıyla birlikte Rusya’nın, eski ideallerini yeniden gündeme getirmesi, yeni jeo-politikler eğilimler şeklinde kendini gösterdi. Bu yaklaşım, Rusya’yı bir yandan, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde öte yandan, Doğu Avrupa’da ve Ortadoğu’da etkin bir bölgesel aktör olarak ortaya çıkması anlamına geliyor.

Birbirinden çeşitli özelliklerle ayrışan söz konusu bu coğrafyalar arasında, Doğu Avrupa Rusya’nın Batı Avrupa ile sınırını oluşturup oluşturmaması kadar, Rusya ve Ukrayna açısından aynı dini yapının yani, Ortodoksluğun ulus-devlet bağlamındaki öneminin de tartışma konusu olmasına neden oluyor.

Konu gayet kapsamlı olması dolayısıyla burada sadece, belli başlı noktalara değinmekte yarar var.  Bugün yaşanan kriz ortamında sadece birkaç yıl önce tanınmış olan Ukrayna Ortodoks Kilisesi ile Rusya Ortodoks Kilisesi arasındaki ilişkinin siyaset dünyası ve çatışmalar içindeki yeri üzerinde durulmayı hak ediyor.

Doğu Avrupa’da ulusal kilise farklılaşması

Doğu Avrupa’da siyasal ve askeri hegemonya tesisi kadar bir o kadarda, aynı mezhep içerisinde iki farklı ekolün varlığı dikkat çekiyor. Aslında bu yeni bir durum değil aksine, uzun bir tarihi geçmişe sahip.

Ukrayna’da, kilise yapılarında öne çıkanlar hangileri dendiğinde, üç dini kurum karşımıza çıkıyor. Bu noktada, “Ukrayna Ortodoks Kilisesi-Moskova Patrikliği” (Ukranian Orthodow Church-Moskow Patriacrhate-UOC-MP) en büyük kilise olmakla birlikte, pek çok Ukraynalı tarafından benimsendiğini söylemek güç. Moskova’daki Patrik Kirill’e bağlı olan UOC-MP, iç ilişkilerinde özerkliğe sahiptir ve Rus Ortodoks inananlarının birliğini gütmektedir.

Diğer iki kilise Ukrayna Özerk Ortodoks Kilisesi (Ukrainian Autocephalous Orthodox Church) ve Ukrayna Ortodoks Kilisesi-Kiev Patrikliği (Ukranian Orthodox Church-Kyiv Patriarchate-UOC-KP)’dir.

Yakın döneme kadar, Ukrayna’da Ortodoks kilisesini temsil ettiği iddiasındaki UOC-MP) ile UOC-KP çekişmesine karşın bazı çevreler Ukrayna’da, yine tarihsel nedenlerle ancak, bugünkü siyasal gelişmelerden bağımsız olmayacak şekilde, bağımsız bir kilisenin varlığına vurgu yapıldığı görülür.

Bu kiliselerden UOC-MP, daha eski ve daha büyük kilise olma özelliği gösteriyor. Son dönemde yapılan bir çalışmada, bu kilisenin 12.000 cemaat yapısına (parish) sahip ve Rus Ortodoks Kilisesi’nin bir kolu olarak Moskova Patriarkı Kirill’in manevi otoritesi altındadır. Bu durum, aynı zamanda Ukrayna halkı arasında daha çok temsiliyet kazandığının bir işareti olarak da anlaşılabilirse de gelişmelerin farklı yönde olduğu söylenebilir.

UOC-MP’nin Moskova’daki siyasi rejim yanlısı olduğunun açık göstergesi, Patriark Kirill ve onun halefi Patriark II. Aleksii’nin, Ukrayna ve Rusya halkları arasındaki güçlü bağa dikkat çekmeleridir. Temelde genel itibarıyla, tarihsel ve coğrafi yakınlık nedeniyle kültürel anlamda benzerlik olması şaşırtıcı değil. Ancak, bu açıklamaları yapan kilisenin, Rusya’daki siyaset dünyasından bağımsız olmaması, sorunun temelini oluşturduğu söylenebilir.

Yeni bir kilisenin doğuşu

Ukrayna’da ise bağımsız bir devlet ve Rusyalılardan farklı bir ulusan varlığına işaret eden ve bunun din alanındaki karşılığı olan Ukrayna Ortodoks Kilisesi’dir (Ukranian Orthox Church-UOC). Bu yapı, Moskova’dan bağımsızlığını elde eden ve İstanbul Ekümenik Patriarkı Bartholomew’a bağlı özerk bir kilise’dir.

Burada dikkat çeken husus, UOC-MP’nin aksine, OCU’nun herhangi bir dış dini kilise yapısına bağlılık gütmemekte, aksine kendine özgü bir Ukrayna Hıristiyanlığı yaklaşımını ortaya koymaktadır.

2018 yılı Aralık ayında Kiev’de toplanan bir konsey, yeni bir kilise kurarak liderliğine rahip Epifaniy’i Metropolit olarak seçti. Bir ay sonra yani, 2019 Ocak’ında Patrik Bartholomew, Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ni Ortodoks kiliseleri arasında bağımsız bir kilise olarak tanıdığını ilân etti. Patrik Bartholomev’un rolü ve işlevini tarihsel gelişmeler olmadan anlamak mümkün değil. Bu noktada, Ukrayna toplumunun Hıristiyanlığı, Bizans üzerinden elde etmesi ve İstanbul Ortodoks Kilisesi’nin Kiev’in ‘ana kilisesi’ olması bunun başat nedeni olduğu görülür

Bu sürece nasıl gelindiğine kısaca değinmekte yarar var. Ukrayna’da bağımsızlığın ilân edildiği 1991 yılının ardından, Her ne kadar, Ukraynalı bazı Ortodoks gruplar bağımsızlık sonrasında 1992’de ayrı bir kilise kurmayı talep etseler de, bu girişim küresel Ortodoks cemaatince kabul edilmedi. Ve Ukrayna’da dini yaşam daha doğrusu Ortodoksluk, 2018 sonuna kadar ağırlıklı olarak Rusya Ortodoks Kilisesi merkezli bir yapı sergiledi.

2018 yılında dönemin Ukrayna devlet başkanı Petro Poreşenko, özerk Ukrayma Ortodoks Kilisesi’ni kurma girişiminde bulundu. Bununla birlikte, ülkede öne çıkan üç farklı kilise, kendilerini ulusal Ukrayna Ortodoks Kilisesi temsilcisi kabul ediyordu. Poreşenko’nun bu girişimiyle, ulusal Ukrayna kilisesinin kurulması düşüncesi gündeme geldi.

Kiliselerle ilgili bu kısa gelişmeler bize, Ukrayna’da iki önemli rakip Ortodoks grubun, Rusyalılar ve Ukraynalılar arasında iki farklı tarihsel anlayışı temsil ettiğini gösteriyor. Bu çerçevede, Moskova Patrikliği, “Ruslarla Ukraynalıların bir millet olduğunu ve bu nedenle bir kilise tarafından temsil edilmeleri gerektiğine vurgu yapması” hiç kuşku yok ki, belirli hedefler noktasında siyasal iktidar çevrelerinde gayet anlamlı olarak görülüyor.

Bu noktada, başkan Putin’in yaklaşıma göz atmak kafidir. Putin’in yakın geçmişte yaptığı bir açıklamada, Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin Rusya ve Ukrayna toplumlarının “manevi birliğine” bir saldırı olarak gördüğünü söylemesi tesadüf olamaz.

Kiliseler arası anlaşmazlık veya çatışmayı ortaya koyan bir diğer yaklaşım, UOC Metporolit Epifaniy tarafından yapılan ve “Rusları emperyal geleneklerini reddettiği”ni ifade ettiği açıklamasında görülüyor. Metporolit Epfiany, “kendine özgü kültürü sahip ayrı bir ulus Ukraynalıların kendi kiliseleri olmasına” dikkat çekiyordu.

Jeo-politik ve din

Bugünkü gelişmeler bakıldığında, girişte dile getirildiği üzere jeo-politik bir bağlamın ötesinde ortada iki farklı ulus ve iki farklı kilise olgusu üzerinden süren tartışmanın bugünkü çatışmada ki rolü dikkatle incelenmeyi hak ediyor.

Moskova rejiminin önce Donbas bölgesini oluşturan Donetsk ve Luhansk’da bağımsızlığın ilânı ve ardından verilen destek, Ukrayna’nı başkenti Kiev’i ele geçirmek ve rejimi devirmek arzusunda olması nihayetinde bir ‘ulusal birlik’ ve ‘kilise birliği’ yönünde atılmış bir adım olarak da değerlendirilmelidir. Hatırlanacağı üzere Putin’in ‘hedefinde Ukrayna halkı olmadığı’ yönündeki açıklaması bu yöndeki niyetinin göstergelerinden biri olarak okunabilir.

Söz konusu siyasal ve bugün yaşanan çatışma süreçlerinde, din olgusuna dikkat çekilmesi, aslında Doğu Avrupa’daki krizin birbirinden bağımsızmış gibi görünen oysa, birbirini tetikleme gücüne sahip farklı nedenselliklerin varlığına işaret ediyor. 

Bunda bir yanlışlık yok. Ancak olan biteni anlamlandırma adına belki bu jeo-politiğin belirlenmesinde sadece, siyasi ve askeri dengelerin değil, bunun yanı sıra diğer sosyolojik gerçekliklerin de bir o kadar ele alınabileceği ihtimalini akılda tutmakta yarar var.

Din faktörünü Putin yönetiminin sadece, Ukrayna meselesinde uygulamaya yeltenmediğini, bazı yazarların Putin’in başkanlığı dönemindeki uluslararası politikaların SSCB ile kadim Çarlık Rusya’sına kadar uzanan bir geçmişle bağlantısıyla devamlılık arz eden boyuta sahip olduğu dikkate alındığında, din olgusunun uluslararası ilişkilerde her daim var olduğuna tanıklık etmek mümkün.

Özellikle de, Çarlık Rusya’sının kendini Balkanlar ve tüm Doğu Avrupa toplumlarının dini yöneliminde bir hami konumunda görmesi, Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebinin kilise ve siyaset ilişkisinde Rus Çarlarının yeri ve önemini ortaya koymaktadır.

Son on yılda

Doğu Avrupa’da yaşanmakta olan krizin Ortodoks kilisesi boyutu kadar,  Rusya’nın en azından son on yıllık dönemde, jeo-politik dengeleri yeniden kurma sürecinde bir yandan Ukrayna öte yandan, Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerinde din faktörünün varlığı önem arz ediyor.

Bu noktada sadece Ortodoksluk değil, aynı zamanda gerek Doğu Avrupa’da diğer Hıristiyan kiliseleri ile Yahudi cemaati ile Kırım örneğinde olduğu gibi Tatar Müslüman toplumların varlığını da dikkatle ela almakta yarar var.

Yukarıda dikkat çekilen hususlar Rusya’nın Ukrayna istilasının, dini bir görünümü de içerek şekilde gelişme gösterdiğini söylemeyi mümkün kılıyor. 1989 yılında SSCB’nin ayrışmasına giden süreçte ve sonrasında Doğu Avrupa toplumlarında dini yapıların özellikle de, Ortodoks kilisesinin kayda değer rolü, küresel çapta dinin yeniden kamusal alanda ve siyaset-din ilişkisinde belirleyici olabileceğinin kanıtı olarak sunulmuştu.

Aradan geçen süre zarfında Ukrayna siyasal bağımsızlığının yanı sıra, uzun süren tartışmaların ardından ulusal kilisesini de kurmuş olması, ortaya gayet önemli bir durumu çıkarmış gözüküyor.

Bu gelişme, Putin liderliğindeki Moskova rejiminin jeo-politik yapılaşmasında genel itibarıyla Batı karşısında ekonomi, siyasal ve ulusal güvenlik gibi konuların yanı sıra bütün bir Doğu Avrupa’da Ortodoks kilisesi üzerinden birlik hesapları içerisinde olduğu şeklinde de yorumlanmaya açık gözüküyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/03/01/rusyanin-ukrayna-istilasinda-dini-bir-neden-aramak-mumkun-mu-is-there-religious-factor-in-russian-invasion-of-ukraine/

27 Şubat 2022 Pazar

Rusya’nın Ukrayna istilası: “dünya iyi yönetilmiyor” / Invasion of Ukraine by Russia: “the World not governed well”

Mehmet Özay                                                                                                                           26.02.2022                                                                                                                                                                        

Doğu Avrupa’da yaşanan gelişmeler örneğinden hareketle bugün tanık olduğumuz küresel gelişmeler, bize dünyanın iyi yönetilip yönetilmediği sorusunu ciddi bir şekilde gündeme getirilmesini zorunlu kılıyor.

Söz konusu bu sorgulama, tüm dünya devletleri ve toplumlarının sorumlu olmadıkları anlamı taşımamakla birlikte, daha çok, dünyayı yönettiği iddiasındaki büyük güçlerle ve liderleriyle ilgili bir duruma işaret ediyor.

Bununla bağlantılı bir diğer husus, bugün yaşananların bir anlamda siyasal ve ideolojik kökeni olması dolayısıyla, dünyanın iyi yönetilip yönetilmemesinin aslında, geçen yüzyılın başlarına kadar götürülebilecek bir olgu olduğunu ifade etmekte yarar var.

2. Dünya Savaşı Batı ittifak güçlerinin dönemin iki milliyetçi devleti Almanya ve Japonya’yla karşılaşması anlamı taşıyordu. Ancak savaşın bu denli yıkıcı bir nitelik taşıyabileceği konusunda ittifak güçleri arasında pek de sağlıklı bir görüş ortaya konulmuyordu.

Örneğin, savaşın hemen başlarında İngiltere başbakanı Winston Churchill Avrupa’da Hitler Almanyası’nın Fransa’da Maginot Hattı’nı geçebileceğine; Doğu Asya’da da Japonya’nın İngiliz sömürgeciliğinin kalesi konumundaki Singapur’dan çıkartabileceğine hiçbir şekilde ihtimal vermiyordu. Ancak her iki halde de, Churchill yanılmış ve Batı ittifak güçleri nihayetinde, savaşta tarafsız konumdaki ABD’yi yardıma çağırmak zorunda kalmışlardı.[1]

Doğu Avrupa krizi ve küresel yönetim

Bu örneği, son üç gündür küresel kamuoyunun tanık olduğu Rusya’nın, Ukrayna istilasına benzerliğinin yanı sıra, temelde dünyanın iyi yönetilemediğine vurgu yapmak amacıyla gündeme getirdim.

Bu noktada, ‘Dünya iyi yönetilmiyor’ ifadesinin, yukarıda verilen örnekteki gibi 1940’lar gibi önceki dönemler bir yana özellikle, son birkaç on yıldır dünyanın farklı bölgelerinde tanık olduğumuz gelişmeler dikkate alındığında, gayet yavan kaçtığı ve maalesef tekrarlanan bir hususiyet olduğu söylenebilir. Öyle ki, bir tür kanıksanmışlıktan hareketle, “ortada yeni bir şey yok” denilebilir.

Bununla birlikte, geçtiğimiz Perşembe günü Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in, Ukrayna’nın doğusunda Donbask bölgesinde, sözde bağımsızlığını ilân eden ve uluslararası camianın tanımadığı Donetsk ve Luhansk bölgelerini koruma adına komşu ülke Ukrayna’yı istila girişimi ile buna verilen karşılık bağlamında bu ifadeyi yani, ‘dünya iyi yönetilmiyor’ demeyi bir sorumluluk gereği tekrarlamakta fayda var.

Rusya’nın işgali ve Ukrayna’nın Putin’in kararlarına diz çöktürülmesi süreci, söz konusu bu iki ülke arasında ikili ilişkiler ile bölgesel ve uluslararası kurumlararası ilişkilere kadar geniş bir yelpazede, dünyanın iyi yönetilmediğinin işaretlerini ortaya koyuyor.

Rusya’nın, tüm dünya kamuoyunun gözleri önünde Ukrayna’yı istila girişimi, “bu kadarını da beklemiyorduk” türünden açıklamalarda görüldüğü şekliyle, büyük bir şok dalgası oluşturduğu söylenebilir.

Bununla birlikte, bu ülkeye yönelik siyasal bir ahlâki yaklaşımın şu ana kadar ortaya konulamamış olması veya bir başka deyişle, gelişmeler karşısında fiili bir hareketin gündeme getirilememiş olması gayet açık seçik görülmektedir.

NATO politikası ve belirsizlik 

İstila girişiminde, aktör konumundaki Rusya’yı durdurmaya yönelik olarak Birleşmiş Milletler (BM / United Nations-UN) nezdindeki bir girişimle ne hukuki, ne de ‘Kuzey Atlantik Paktı Organizasyonu’ yani, NATO (North Atlantic Treaty Organization-NATO) gibi düne kadar Ukrayna’nın arkasında durduğunu belirten bölgesel ya da daha doğrusu, dünyanın farklı bölgelerindeki gizli/açık varlığıyla küresel bir yapının “kötülüğü” önleyiciliğinden bahsedilebilir.

“Dünyanın iyi yönetilmediği”nin tam da gerçekçi bir görünümü olan bu durum, küresel yönetimde gayet önemli bir ‘ahlâki’ sorunun varlığını ortaya koymaktadır.

Bu ahlâki sorun, öncelikle Ukrayna’ya komşu eski Doğu Bloku ülkelerinden başlayarak Ukrayna devletini ve halkını bizzat koruyacaklarını ve olası gelişmeler karşısında arka çıkacaklarını söyleyen NATO üyesi Batı Avrupa ulus devletleri ve halklarından, NATO’nun Kuzey Amerika’daki hamisi konusundaki ABD ve Amerikan halkına ve oradan Rusya’nın istila girişimini haklı gören Çin Halk Cumhuriyeti’ne kadar bir dalga halinde dünyanın diğer bölgelerine yayılmaktadır.

Ukrayna devlet başkanı Volodymry Zelensky’nin ülkesinin istila girişiminin ikinci gününde Avrupa’ya seslenerek, “… Ülkemizi savunmak için tek başımıza terk edildik… Bu istilayı sona erdirmek için acil harekete geçmelisiniz…” çağrısı, -diğer ülkeler bir yana- açıkçası Avrupa’yı kendi içerisinde ahlâki tutum takınmaya davet niteliği taşıyordu.

Bu durumda, çeşitli devletlerin ve toplumların konumu dikkate alınarak, öncelikle Doğu Avrupa’daki kriz ortamına coğrafi yakınlık uzaklık kadar, etnik ve dini gibi farklılaştırıcı bir boyutu ile bu noktada, şu ya da bu şekilde anlaşılabilir bir duruma işaret ettiği düşünülebilir. Yani, dünya kamuoyu dediğimiz mevcut ulus-devletlerin ve toplumların, kendi ulusal ve bölgesel sorunları nedeniyle, yanı başlarındaki veya uzak bölgelerdeki toplumların ve bu toplumların sorunlarına bigâne kalıyor olabilirler.

Güç, liderlik ve ahlâkilik sorunu

Dünya’nın iyi yönetilememesi ve bununla bağlantılı olarak gündeme gelen ahlâkilik sorunu, uluslararası arenada güç sahibi olduğu belirtilen liderlerin söylemleri ile eylemlerinin çelişmesinde kendini ortaya koymaktadır.

Ukrayna sorunu özelinde belirtmek gerekirse, ABD öncülüğündeki NATO’nun Ukrayna devletini ve de Ukrayna halkını Rusya’nın istilası karşısında, gizli/açık bazı girişimlerine rağmen, genel itibarıyla yalnız bırakmış olması ABD başkanı Joe Biden’ı önce çıkarmakta ve bir anlamda sorumluluk taşımasına neden olmaktadır.

Bu noktada, Biden’in 22 Eylül 2021 tarihinde BM genel kurulu açılış konuşmasında dile getirdiği ve bu yüzyılda, bir tür küresel yenilenmenin ve arınmanın gerekliliğine yaptığı söylemi hatırlamakta fayda var.

Biden’ın yenilenme ve arınmaya vurgu yapan söylemi, uluslararası toplumun karşı karşıya kaldığı iklim değişikliği, terörizm, ekonomik durgunluk, kovid-19 vb. gibi son dönemin başat sorunlarını birlikte çözme gayretine işaret ediyor ve “Dünün savaşlarına devam etmek yerine, kaynaklarımızı kollektif bir gelecek için adamalıyız… Güvenliğimiz, refahımız ve özgürlüğümüz daha önce olmadık denli birbirine kenetlenmiştir.” diyordu.

Yani kısaca, geçmişin yok edici savaşları yerine, küresel el birliğiyle mevcut sorunların halli ile küresel kamuoyunun refahının sağlanmasına matuf bir söylem…

Kuşkusuz, herkesin hem fikir olacağı bu ve benzeri cümlelerin pratiğe geçirilmesi konusunda diğer ülkelerin ve uluslararası kuruluşların sorumluluklarını azaltmamakla birlikte özellikle, bu sözleri sarf eden ABD başkanının, pratikte neler yapabileceğini bugüne kadar ortaya koyması beklenirdi. Ancak, Biden yönetiminin politikaları ve içinden geçilmekte olan dönem özellikleri dikkate alındığında, dünyanın iyi yönetilmediği hususu kendini gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/02/26/rusyanin-ukrayna-istilasi-dunya-iyi-yonetilmiyor-invasion-of-ukraine-by-russia-the-world-not-governed-well/



[1] David P. Goldman, “US military minds still stuck in Pearl Harbor mentality”, Asiatimes, December 6, 2021.

ABD’de Ukrayna söylemleri ve Asya-Pasifik’e yansımaları / Discourses upon Ukraine in the US and Reflections into Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                            25.02.2022

Rusya’nın Ukrayna’yı istilası devam ederken, ABD öncülüğündeki NATO’nun fiili harekete geç/e/meyeceği yönündeki kanaatler daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmaya başladı.

Ukrayna devlet başkanının bugünkü açıklamaları arasında, ‘medeni Avrupa’ toplumlarına seslenerek hükümetlerine, Ukrayna’ya daha çok mali ve askeri yardım yapmaları konusunda kamuoyu oluşturmalarını istemesi oldukça anlamlıydı.

Bu çağrı, açıkçası, ABD öncülüğündeki NATO’nun Ukrayna topraklarına giren Rusya karşısında fiili harekete geçmeyeceğinin anlaşılmasıyla bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz.

Öte yandan, Doğu Avrupa’daki bu gelişmeyle doğrudan bağlantılı olarak, Asya-Pasifik bölgesinde dikkat çekici bir hareketlilik olduğu görülüyor.

Tayvan’dan ve Çin’den gelen açıklamalar; Tayvan konusunda ABD’nin sabık devlet başkanı Donald Trump’ın Tayvan vurgusu; Vietnam-Singapur arasında yeni anlaşmaların imzalanması hiç kuşku yok ki, çatışma evreninin potansiyel yönelimini ortaya koyuyor.

Doğu Avrupa’dan Güney Çin Denizi’ne çatışma gerçekliği

Tayvan’ın ve Çin’in Rusya’nın Ukrayna istilasını farklı gerekçelerle yakından izlediklerine kuşku yok.

Ukrayna istilasında ABD ve Rusya’nın söylemleri arasında dikkat çeken boyut işin içinde Çin’in de gayet önemli bir rolü olduğuna işaret ediyor.

Çin’in resmi yayın organı globaltimes bu iddiayı yalanlarken, Şi Cinping’den Putin’e barış masasına oturma görüşünü paylaşması ile Putin’in Ukrayna’yı barış masasına davet etmesinin birbiriyle bağlantısını kurmak gerekir.

Tayvan’da ise devlet başkanı Tsai Ing-wen, ulusal güvenlik konseyinden Doğu Avrupa’daki gelişmelere ilgili görüş alırken, Rusya’nın Ukrayna’nın egemenlik hakkına yönelik müdahalesini de kınadı. Tsai Ing-wen ayrıca, Çin’in olası bir girişimine karşı ulusal savunma güçlerine hazır olun talimatı verdi.

Öte yandan, Tayvan konusunun ABD’de, sabık devlet başkanı Donald Trump’ın yaptığı açıklamayla gündemin tam ortasına oturtulması ise şaşırtıcı değil. Trump, katıldığı bir televizyon programında “sırada Tayvan” var ifadesi, şu veya bu şekilde, Asya-Pasifik’teki hareketliliğin gerçekliğine işaret ediyor.

Trump, önce Ukrayna’daki gelişmeyle ilgili kanaatlerini paylaşırken, “Putin’in gözünün Ukrayna’da olduğunu biliyordum” demesi üzerinde durulmayı hak ediyor. Bu açıklama, bir siyasetçi olarak Trump’ın hisleri veya siyasal gelişmeleri okuma kabiliyetine işaret ettiği gibi, bundan öte anlamlar da içeriyor.

ABD belirsizliği

Trump’ın açıklamaları, ABD’de siyasal yapı içerisinde ayrışmanın da ne denli derin ve hâlâ devam etmekte olduğunun bir başka kanıtı.

Bugün Trump’ın sadece basık bir başkan olarak değil, 2024 seçimlerinde yeniden aday olmaya hazırlanan bir siyasetçi kimliğiyle konuştuğunu unutmamak gerekir. Bu nedenle, yaptığı açıklama ile Doğu Avrupa’daki gelişmeyi Demokratlara yönelik bir eleştiri olarak gündeme getirmesi Batı’da yaşanan çatlağın ABD şartlarındaki boyutunu ortaya koyuyor.

Ukrayna’nın Rusya karşısında aktif olarak korunması konusunda ABD öncülüğündeki NATO’nun isteksizliği, Güney Çin Denizi özelinde yaşanacak olası bir gelişmede ABD’nin bölge ülkelerinin yanında olamayacağı görüşünü güçlendiriyor.

Özellikle, 2016 yılında, Trump iktidarının başlamasıyla, ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki ülkelerle ilişkilerinde giderek mesafeli bir tutum takınması, Çin’in bölgedeki yayılmacılık konusundaki söylemlerinin/görünümlerinin ve Güney Çin Denizi özelinde fiili girişimlerinin, doğrudan veya dolaylı etkisine maruz kalan ülkeleri yeni arayışlara ittiğine kuşku yok.

Bununla birlikte, ortada sadece bölge ülkeleri arasında ortaya çıkabilecek bir askeri ittifak görüntüsünden de bahsetmek şimdilik mümkün değil. Bu noktada, örneğin ASEAN çerçevesinde bir askeri yapılanmanın varlığının bile tartışma konu olmaması, Asya-Pasifik bölgesinin bu gayet dinamik coğrafyasında belirsizliğin hakim olmasına yol açıyor.

ASEAN üye ülkelerinin farklı siyasi rejimleri bu noktada hangi yönde gidileceği konusunda belirleyici olurken, hem tarihsel hem de günün getirdiği jeo-politik dengeler noktasında -en azından bazı ülkeler açısından- gizli/açık bir ABD yanaşmacılığının varlığından söz edilebilir.

 Asya-Pasifik bölgesinde ortaya çıkan belirsizlik atmosferinin, Rusya’nın Ukrayna istilası ile birlikte yeniden ve güçlü bir şekilde Çin’i öne çıkardığını söyleyebiliriz.

ASEAN merkezlilik ve savunma işbirliği

Vietnam devlet başkanı Nguyen Xuan Phuc’un Singapur’a yapmakta olduğu üç günlük resmi ziyaretin de, Doğu Avrupa’daki gelişmelerle bağlantılı olduğunu söylemek mümkün.

Yukarıda dikkat çektiğim ve gelişmelerle bağlantısı ilk etapta yadsınabilecek Vietnam-Singapur görüşmelerinin tam da bu noktada önem kazandığını söylemek gerekiyor. Yani, askeri güç olarak ‘küçük’ addedilen ülkelerin kendi aralarında yeni işbirlikleri ve ittifaklar kurmak suretiyle yeni savunma alanları kurduklarını söyleyebiliriz.

Öyle ki, Vietnam ile Singapur ilişkilerinin 2023’de 50. yılına ve stratejik işbirliğinin 10. yılına az bir süre kalan iki ülke arasında savunma ve ticaretin öne çıktığı önemli antlaşmalar imzalandı.

İki ülkenin, Myanmar konusu dikkate alınarak özellikle son dönemde ASEAN’ın yeniden sorgulanmaya başlanan siyasi kararlılığına vurgu yapacak şekilde bölgesel gelişmelerde ASEAN’ın merkezi yapısı ve birlik ruhunun geliştirilmesine dikkat çektiler.

Bu noktada, ASEAN merkezliliği kavramını uluslararası ilişkilerde ve özellikle de, Asya-Pasifik bölgesinde etkin olmaya çalışan Çin ve ABD karşısında, çok katmanlı ve çok aktörlü yapılaşmanın bir formülü olarak görmek gerekiyor.

İki ülke savunma işbirliği hem, tek tek bu iki ülkeye hem de, üyesi oldukları ASEAN açısından gayet önemli. Özellikle, Güney Çin Denizi’nde beş ülkenin Çin’in egemenlik iddiaları karşısında konumlaması -Doğu Avrupa krizinde görüldüğü üzere-, olası bir gelişme karşısında ABD’nin aktif varlığı olmadan, bölge ilişkilerini yapılandırmanın bir çabası olarak görmekte yarar var.

Çin karşısında caydırıcılık unsurunun gayet önemli olduğunu bölgedeki her ülke farkında. Dolayısıyla, Vietnam devlet başkanının, iki ülke ilişkilerinin 50. yılı olan 2023’de değil, bugün Singapur’u ziyaret ederek önemli anlaşmalara imza atmasını son gelime ile bağlantılı değerlendirmek gerekir.

Söylem benzerliği çatışma benzerliğine yol açar (mı?)

Tayvan ve Uluslararası medyaya göz atıldığında Ukrayna ve Tayvan arasında veya daha doğrusu Rusya’nın Ukrayna’yı istilası ile Çin’in de Tayvan’ı istila edebileceği olasılığının artabileceği konusu gündemde.

Rusya ile Ukrayna arasında sorunun başladığı 2014 yılı, aynı zamanda Çin’de Şi Cinping’in iktidara gelmesinden bir yıl sonrasına tekabül ediyor. Ve Çin giderek artan bir tonla Güney Çin Denizi’ndeki hakimiyet iddiasını gündeme taşırken bir yandan da, “Tek Çin Politikası”nın gereği olarak Tayvan’la bütünleşmenin, gerekirse güç kullanılarak gerçekleşeceğini yüksek sesle dillendirmeye başlamıştı.

Çin’in bu söylem ve fiiliyata geçirdiği alanlar, Çin yönetiminin kendi bölgesinden başlayarak ulusal güvenlik olgusunu yenileme ve bu çerçevede, yeni bir jeo-politik zemin oluşturma hedefini ortaya koyuyor. Tam da bu noktada, Tayvan sorunu bir başka deyişle, ‘Tek Çin Politikası’na muhalif bir görünüm olan, de facto bağımsız ülke Tayvan’ın Çin Halk Cumhuriyeti’yle bir başka deyişle Ana Kıta Çin’le birleşmesi meselesidir.

Bununla birlikte, geçen günkü yazımızda belirttiğimiz üzere Ukrayna ve Tayvan sorunu arasında ‘doğal’ benzerlikler az. Kaldı ki, temelde kurulmaya çalışılan benzerlikler, Ukrayna ve Tayvan’ın benzer siyasal ortamda bulundukları anlamına da gelmiyor. Aksine, burada belirleyici olan husus, ABD’nin ve NATO’nun kararsızlığının doğurduğu endişedir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/02/25/abdde-ukrayna-soylemleri-ve-asya-pasifike-yansimalari-discourses-upon-ukraine-in-the-us-and-reflection-into-asia-pacific/

25 Şubat 2022 Cuma

Rusya işgali ya da Ukrayna’da tarihi geriye sarmak / Russian invasion or rewinding history in Ukraine

Mehmet Özay                                                                                                                            24.02.2022

Rusya’nın bugün erken saatlerde Ukrayna’yı işgal girişiminin, uluslararası arenada yargısız infaz olarak tarihe geçeceğine kuşku yok.

Rusya’nın açık açık “geliyorum” diyen bu işgal girişiminin NATO, Avrupa Birliği ve genel itibarıyla Batı siyasal ideolojisine yönelik eleştirileri beraberinde getirdiği gibi, ortaya çıkan kararsızlık/belirsizlik ortamında, örneğin Asya-Pasifik’te Rusya benzeri teşebbüslerde bulunabilecek bazı ülkelere gayrete getirip getirmeyeceği de, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu.

İlk akla gelen husus hiç kuşku yok ki, Güney Çin Denizi’nde Tayvan sorunu… Çin’in bundan yaklaşık üç hafta önce Rusya ile ‘dostluk antlaşması’ imzalamasını, Doğu-Batı ekseninde gizli/açık bir ayrışma olarak görmek gerekir.

Kaldı ki, Çin yönetimi bugün Rusya’nın girişiminin “istila” olarak tanımlamayı reddetmesi, olası bir benzeri teşebbüsü kendi bölgesinde gerçekleştirebilmenin imkânına gönderme yapan bir yönelim olarak görülmelidir.

Provokatör olan kim?

Saldırının hemen ardından Başkan Biden, Rusya’nın saldırısını ortada, herhangi açık bir ‘provokasyon olmadan’ ve ‘meşruiyetten yoksun’ gelişme olarak nitelendirdi.

Aslında Vladimir Putin’in daha önceleri olduğu gibi gün içerisinde de yaptığı açıklamada, saldırının gerekçesi olarak NATO’nun Doğu Avrupa’daki eski SSCB bünyesindeki/uydu ülkeler/bölgelere yönelik söylem ve icraatlarını hedef göstermesini açıkça, bir öz-savunma niteliğinde görmek gerekir.

Kaldı ki, Putin yine aynı açıklamalarında, Rusya’nın ulusal menfaatleri söz konusu olduğunda tartışılacak bir konunu olmadığı anlamına gelen açıklamalarıyla bunu pekiştirmiş oldu.

Provakosyon olgusunun, benzer şekilde İngiltere başbakanı Borris Johnson, Alman şansölyesi Olaf Scholz ve NATO genel sekreteri Jens Stoltenberg tarafından da gündeme getirilmesi, NATO’da öne çıkan güçlerin ve isimlerin Putin’in NATO’yu hedef alarak, saldırıya meşruiyet kazandırma arayışının önüne geçmeyi hedeflediklerini söyleyebiliriz.

Kara gün

Söz konusu bu saldırı, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa sınırları içerisindeki en büyük askeri operasyon niteliği taşımasıyla, Avrupa Birliği’nin ve de bu birliğin taşıdığı varsayılan değerlerin ne denli kırılgan hale geldiğinin bir göstergesidir.

Bu durum aslında tam da, bazı liderlerin “Avrupa’nın kara günü” tanımlamasına tekabül ediyor.

Batılı uluslar nezdinde, Ukrayna örneğinde olduğu gibi, bağımsız bir ulus devlete yönelik böylesi bir adaletsizce girişimin nasıl çözüme kavuşturulacağı konusu, şimdilik meçhul olmakla birlikte, söz konusu bu yargısız infaz küresel çapta, zaten var olan güvensizlik ortamını daha da derinleştirecektir.

ABD Başkanı Joe Biden yaptığı açıklamalarda Batı’yı tek blok olarak ittifak gücü bağlamında zikretse de, böylesi bir ittifakın etkinliği sorgulanmayı hak edecek zaafiyetler taşıyor. Öte yandan, Rusya’nın böylesi bir saldırı için herhangi bir mazereti gündeme getirmesinin hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğine şüphe yok.

Ancak bugün yaşananların Batı için iki açıdan önemli olduğunu söyleyebiliriz. İlki, Rusya’nın Ukrayna istilası ile başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin kendi iç anlaşmazlıklarıyla yüzleşmeleri gerektiğinin ortaya çıkmış olmasıdır.

İkincisi, bağımsız ve demokratik bir devlet olarak Ukranya’nın bugün içinde bulunduğu durumdan çıkmasına acilen yardımcı olmalarıdır. Birbirinden bağımsız ele alınamayacak bu iki husus, hiç kuşku yok ki Batı siyasal ve ideolojik olarak yükünün iki kat artması anlamına geliyor.

NATO kararlı (mı?)

Perşembe günü erken saatlerde Putin’in saldırı emri açıkçası, NATO’nun söylem gücünün Rusya üzerinde etkisizliğini kanıtlamıştır. Bununla birlikte, NATO’dan ve NATO üyesi ülkelerden yapılan ilk açıklamalara bakıldığında, iki farklı cevabın ortaya çıktığı görülüyor.

İlki, ABD ve İngiltere’den gelen açıklamalar, Rusya’nın dünya kamuoyu önünde sorumlu tutulacağı ve yaptırımların ekonomik boyutta sürdürülebileceği vurgu yapıyor. İkincisi ise, NATO genel sekreteri Jens Stoltenberg’in açıklaması ki, sanki NATO’nun her an bir askeri girişime kapı aralayabileceği ihtimalini güçlü bir şekilde akla getiriyor.

Mevcut durumda, Rusya’nın kendi arzusuyla geri çekilme ve masaya oturma kararı vermesi çok düşük bir ihtimal olsa da, böylesi bir durum Batılı ülkeler açısından gelişmeleri farklı yöne döndürebilir.

Aksi halde, masum Ukraynalıları korumak amacıyla Rusya’ya karşı aynı tonda yani, askeri olarak bir karşılık verilmemesi halinde, Batılı ülkelerin uluslararası arenada hem, siyasal ideolojilerinin hem de, siyasal iktidarlar olarak inandırıcılıklarının önemli ölçüde erozyona uğrayacaktır.

Böylesi bir karşılığın olmamasının Rusya açısından anlamı ise, benzer bir girişimi zamana yayarak diğer eski Doğu Bloku ülkelerine doğru genişletmesi imkânını bir moral güç olarak elde etmiş olacaktır.

NATO’nun bu meydan okumaya hazırlıklı olup olmadığını ya da kararlılığını, Rusya tehdidine maruz kalan ülkelerin doğrudan NATO’nun ana/çekirdek ülkeleri olmamasında görmek mümkün.

Örneğin, bugün saldırıma maruz kalan Ukrayna… Ya da bu ülkeyi çevreleyen Polanya, Moldova, Romanya, Slovakya, Macaristan gibi komşu ülkeler…  

Bu noktada, NATO’nun özellikle, kurucu üye ülkeler ile bu ülkelere yanaşık birincil ülkelerin Ukrayna’ya komşu olmamasının meydana getirdiği bir tereddüt ve durağanlıktan söz etmek mümkün.

Tarihi geriye saymak

Bu saldırının tüm dünya kamuoyuna hatırlattığı önemli bir gerçek Rusya’nın kayda değer güç edinimidir.

Öyle ki, 1989 yılında başlayan SSCB’nin çözülme sürecinden sonra, Varşova Paktı’nın bugün de facto lideri konumundaki Rusya’nın, aradan geçen otuz yılın ardından mevcut ulus-devletler üzerinde şu veya bu şekilde sağlamayı düşündüğü egemenlik süreçleriyle dünya kamuoyunun önündedir.

Ukrayna işgali, Batı merkezli ideolojik çatışmaya konu olan Soğuk Savaş döneminin ardından, Doğu Bloku’nun çözülüşüne ve dağılmasına rağmen, bitmediğinin bir kanıtıdır.

Bununla birlikte, ABD öncülüğündeki Batı’nın, kendini siyasi ideolojik temelleriyle tanımladığı liberal, demokratik değerlere karşın, bugünün Rusya’nın hangi siyasal ideolojik temellere sahip olduğu sorgulanmayı hak etmektedir.

Ancak şu kadar var ki, Soğuk Savaş yetiştirmesi Vladimir Putin’in devlet başkanlığındaki Rusya’nın komünist değerler ve idealler etrafında örüntülenmemekle birlikte, bir siyasi yönetim biçimi olarak neye tekabül ettiği belirsizliğini korumaktadır.

Rusya’daki yönetimi salt “otoriter” (autocrat) olarak nitelemek, olan biteni bize yeterince aktarmıyor, aksine muğlaklık derecesini daha da artırıyor.

Nihayetinde Batılı liberal, demokratik ulus-devletlerin başında gelen ABD’de, 2016-2020 yılları arasında başkan Donald Trump iç ve dış politikalarının ortaya koyduğu siyasal yönetim anlayışı da, en az Putin’ine atfedilen kadar otoriter olarak tanımlanmasını gerektirecek boyuttaydı.

ABD öncülüğünde NATO’nun sergilediği söylem ile Rusya’nın 21. yüzyılın bu evresinde beklenmeyen girişimi akıllara 20. yüzyılın Soğuk Savaş yıllarını hatırlatıyor. Olumsuz addedilebilecek bu gelişmenin en büyük tesiri ise kendini Batı Avrupa üzerinde gösterdiğine şüphe yok.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/02/24/rusya-isgali-ya-da-ukraynada-tarihi-geriye-sarmak-russian-invasion-or-the-rewinding-history-in-ukraine/

23 Şubat 2022 Çarşamba

Siyasal bir kaşif olarak ABD başkanı Richard Nixon’un Çin ziyareti / Richard Nixon’s China visit as a political explorer

Mehmet Özay                                                                                                                            23.02.2022

ABD başkanlarından Richard Nixon’un, Çin Halk Cumhuriyeti’ni ziyaretinin ellinci yılı sadece, bu iki ülke ilişkileri açısından önem taşımıyor.

2. Dünya Savaşı sonrasının en önemli gelişmelerinden biri olduğuna kuşku olmayan 21 Şubat 1972’de Pekin’e ayak basmasıyla gerçekleşen Nixon’un bu ziyareti, içe kapalı Çin’in dünyaya açılmasının kritik eşiği olarak anılmayı hak ediyor. Öyle ki, bu anlamda SSCB’de Mikhail Gorbachev’in perestroika ve glasnost ile ortaya koymaya çalıştığı değişim rüzgârı, bizzat ABD başkanı Nixon’un eliyle Pekin’e taşınıyordu.

Bu ziyaret çerçevesinde ortada bir başarıdan söz edilecekse, bunda her ne kadar büyük pay, başta Henry Kissinger olmak üzere, ABD dış politika mimarlarına gitse de, Çin’in dışardan gelen böylesi bir talebe hazır olmasının kendi içinde bir tür gizli/açık aktörlük barındırdığını unutmamak gerekiyor.

Soğuk Savaş döneminin koşullarında, ABD liderliğinde NATO ve SSCB liderliğinde Varşova Paktı’nın varlığı başta, Avrupa ve Ortadoğu olmak üzere küresel siyasette belirleyici oluyordu.

Doğu Asya’da ise, Çin Halk Cumhuriyeti, 2. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan iç savaşın yorgunluğunu üzerinde taşırken bir yandan da, lider Mao Zedong’la gelen ideolojik kazanımın getirdiği öz güvene sahipti.

Kültür Devrimi ve açmazlar

Çin’de 1949 Komünist Devrimi’nin örneğin, Sovyetler Birliği gibi agresif bir yönelimle, yakın ve uzak coğrafyalara rejim ihraç etme çabasında olduğu söylenemez. Bu yaklaşım, başkan Nixon’un “SSCB bizi tehdit ediyor, Çin ise etmiyor” diyerek dönemin siyasal gerçekliğine vurgu yapıyordu.

Bununla birlikte, Asya-Pasifik bölgesindeki bazı ülkelerin modern tarihinde gördüğümüz üzere, belki de, daha çok bu ülkelerin Çin’e yönelik ideolojik talep ve destek arayışlarının bir sonucu olarak Çin yönetimi, komünist ideolojiyi bölgeselleştirme düşüncesinde olmuştu.

Ancak, unutulmaması gerekir ki, Çin o dönem, kendi bölgesinde görece içine kapalı bir yapı sergilerken, modern dönemin kaçınılmaz politik-ekonomi yapılanmasında ve/ya buna bir tepki olarak, kendi ayakları üzerinde nasıl duracağıyla ilgili iç sorgulamalarla da yüzleşmeye başlamıştı.

Bu noktada, 1966 yılında başlatılan Kültür Devrimi’nin, aslında bu yüzleşmenin içe kapalı ideolojik yeniden yapılaşmanın adı olarak gündem geldiğini söylemek mümkün.

Öyle ki, başka bürokrasinin küçüklü büyüklü statülerinde yer alanlar olmak üzere, giderek yozlaştığı ifade edilen belirli toplum kesimlerini yeniden buluşturmanın adı olan Kültür Devrimi, kapsamlı bir ideolojik enjeksiyona yol açarken, büyük bir tezat içerecek toplumsal ve de ekonomik bağlamda devrimi içerden yıkabilecek bir boyuta taşınıyordu.

Kültür Devrimi’nin taşıyamayacağı bir Çin’in, nereye gideceği meselesi önemliydi ve dönemin süper güçlerinden ABD bu süreci, -belki de, SSCB – Çin çekişmesinin de doğurduğu cesaretle- kendi lehine dönüştürmenin işaretini, 1972 yılında başkan Richard Nixon’un ziyaretiyle göstermiş oluyordu.

Bununla birlikte, bu ziyareti salt ABD’nin dış politikada aktör olduğu bir süreç olarak okumak yanıltıcı olacaktır. Belki de, sonda söylenmesi gereken hususu, hemen burada söyleyerek buna açıklık getirmekte yarar var.

Aradan geçen yarım yüzyıllık sürede, Çin’in bugün küresel yapı içerisinde kazandığı yer ve daha da ötesi gitmekte olduğu yol, 1970’lerin başlarında Çin siyasi lider kadrosunun bir tür karar aşamasında olduğunu ve bir tür iç sorgulamayı gündeme getirdiğini söyleyebiliriz.

Küresel açılımın izleri

Başkan Nixon’un ziyaretinin ardında, temelde çoklu neden bulmak mümkün. Öncelikle rakip SSCB’nin karşısında -en azından moral olarak- elini güçlendiren bir ABD’nin varlığının ortaya çıkmış olması dikkat çekicidir.

Bunun ardından, ABD’nin jeo-politik hususiyetleri noktasında, Avrupa merkezli çatışmacı sürecin yerini, bir anda Doğu Asya’da dev bir piyasa ve geliştirilmeye matuf devasa bir toplum olarak Çin aldı. Böylece, ‘kapalı kutu’ Çin’in küresel ilişkilere ve özellikle de, ABD merkezli dünya ekonomik sistemine açılmasının, o zamanlar fark edilmemiş olsa da, 1989’da SSCB’nin çöküşüne doğru giden süreç üzerindeki tesirini de dikkate almak gerekir.

Aslında olan biteni ABD adına, ortada çokça hesaplı kitaplı bir politik gelişimden ziyade, Çin’de var olan siyasal gerçekliği okuyabilmenin ve dönemin olasılıkları içerisinde kendine bir alan bularak ilerleyebilmenin adı olarak görmek mümkün.

Öyle ki, dönemin Fransız felsefecisi Andre Malrauw’un, Nixon’un ziyaretini, 15. yüzyıl sonundaki Avrupalı denizci kaşifler analojisiyle açıklarken, aslında keşfedilmesi beklenen yerler ve toplumlar yerine, farklı süreçlerin ortaya çıkması gibi ABD’nin Çin’e açılmasının -bugün çok daha iyi anlaşıldığı üzere- beklentiler ve sonuçlar noktasında hiç kuşku yok ki farklılıklar doğurduğu görülür.

Geçen yarım yüzyıllık sürece bakıldığında Çin’in dışa açılmasının Soğuk Savaş dönemine yeni bir boyut kattığına kuşku yok. 1970’li yıllarda Çin’in kapılarını dünyaya açması, küresel sistemde jeo-politikten jeo-ekonomiye geçişin ilk izlerini oluşturuyordu.

Aradan geçen elli yılın ardından, Çin yönetimi, jeo-ekonominin kendilerini götürebileceği endişesini taşıdıkları liberal değerlere ve temsili demokrasiye -ki Batı’nın da beklentisi buydu- karşı ideolojik içe kapanmayı veya yenilenmeyi önceleyerek jeo-ekonomiden jeo-politiğe geçiş yapmaktadırlar.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/02/23/siyasal-bir-kasif-olarak-abd-baskani-richard-nixonun-cin-ziyareti-richard-nixons-china-visit-as-a-political-explorer/

Doğu Avrupa askeri kriz ve Asya-Pasifik bölgesine etkisi / Military crisis in East Europe and its impact on Asia-Pacific region

Mehmet Özay                                                                                                                            22.02.2022

Doğu Avrupa’da Ukrayna’ya bağlı iki bölgenin bağımsızlığını ilânı ve Rusya’nın verdiği destek, Soğuk Savaş sonrası dönemin en önemli jeo-politik gelişmesi olarak dikkat çekiyor.

Meydana gelen sıcak gelişmeler, Asya-Pasifik bölgesinde ekonomik üretimden mal ve hizmet tedariğine, barış süreçlerinden ABD’nin bölgede güvenlik garantisine kadar çeşitli alanlarda doğurabileceği çoklu etkisiyle gündemde yer alıyor.

Ukrayna’nın doğusunda son birkaç gündür yaşananlar ilk doğrudan etkisini, bugün öğlen saatlerinde bölge borsalarında gösterdi. Böylece, piyasaların barış yönünde olası gelişmeler hususundaki umutlu bekleyişi de, böylece sonuçsuz kalmış oldu.

Ancak bunun ötesinde, Ukrayna’nın doğusundaki iki bölgenin bağımsızlık kararıyla ilgili gelişme, Asya-Pasifik’te bazı bölgelerde egemenlik hakları ve bağımsızlık çabaları ile ilgili gelişmelerle kurulan benzerliğiyle dikkat çekiyor.

Son iki yıldır kovid-19’un neden olduğu ekonomik durgunluğun yanı sıra, bölgede yaşanabilecek olası bir çatışma ortamının tüm bölgede doğrudan siyasal ve ekonomik tesirleri olacağına kuşku yok.

Doğu Avrupa kaynaklı askeri ve ekonomik kriz

Soğuk Savaş sonrasında Doğu Avrupa’da Ukrayna’nın NATO ve Avrupa Birliği üyeliği sürecini kendisi ulusal güvenliği için bir tehdit olarak algılayan Rusya’nın, bölgenin jeo-politik yapısını yeniden inşaya yönelik girişimi şimdilik istediği şekilde gelişme gösteriyor.

Ukrayna’nın doğusunda Donetsk and Luhansk’da Rusya’nın desteklediği ayrılıkçıların Ukrayna’dan bağımsızlık ilânının ardından, Rus devlet başkanı Vladimir Putin, bu iki bölgede ortaya çıkan siyasi yapıyı tanıyarak meşrulaştırmış oldu.

Ardından, Rus ordu birliklerinin bu bölgelere girme kararı hiç kuşku yok ki, küresel barış için ve özellikle de, Asya-Pasifik bölgesi için doğuracağı sonuçlarıyla önem taşıyor.

Donetst ve Luhanks bölgeleri, Kiev yönetiminden bağımsızlığını ilân etse de, Ukrayna’nın bölgedeki kontrolü Rusya ve Ukrayna ordusu arasında, her an bir çatışma çıkma ihtimalini artırıyor.

Bu çerçevede, ilk akla gelen konu enerji fiyatları ve buna bağlı sektörler oluyor. Bu durum dünyanın üretim merkezlerinin başında gelen Asya-Pasifik bölgesinde, ülkeler arasında değişiklik gösterse de, doğal gazın elektrik üretimindeki kullanım oranı, dikkatleri bir yandan tedarikin kesilmemesi öte yandan, fiyatlara nasıl yansıyacağına çevirmiş durumda. Dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan enflasyon artışlarının, bu süreçte artma eğilimini sürdüreceğine dikkat çekiliyor.

Öte yandan, bu gelişmelerin geniş toplum kesimlerinin günlük yaşamını etkileyebilecek boyuta varması endişesi şimdiden hissedilmeye başlandığını söyleyebiliriz.

Doğu Avrupa’da başgösteren istikrarsızlık ve Soğuk Savaş dönemi çatışmacı ortamını aratmayacak olası gelişmeler, son iki yıldır kovid-19 nedeniyle gerileyen ekonomik gelişmenin omicron dalgasına rağmen, ülke sınırlarının insan ve mal dolaşımına giderek açılmasının oluşturduğu olumlu gelişmeye ket vurması endişesi bulunuyor.

Doğu Ukrayna – Tayvan benzerliği ne kadar doğru?

Ukrayna’nın doğusunda iki bölgenin yeni birer cumhuriyet olarak ilânı, Rusya’nın dolaylı ilhâkı olarak değerlendirilirken, bunun Asya-Pasifik bölgesinde, en azından bazı çevrelerce, Çin ve Tayvan arasında yaşanan gerginlikle paralelliğinin gündeme getirilmesi yönünde bir eğilimden bahsetmek mümkün.

Tayvan siyasi olarak tanınmamasına ve Birleşmiş Milletler’de temsil edilmemesine rağmen, de facto bağımsız bir ülke olarak varlığını sürdürürken, Çin Halk Cumhuriyeti, Ada’nın kendisine bağlı bir eyalet olduğunu sürekli gündemde tutuyor.

Pekin yönetiminin, ‘zamanı geldiğinde Ada’nın yönetimine hakim olacakları yönündeki açıklamalara, Tayvan yönetiminden aynı ölçüde sert tepkiler geliyor.

Söz konusu ‘hakimiyetin’ özellikle ordu marifetiyle ortaya konması ihtimali karşısında, Tayvan yönetimi hazırlıklı olduklarını sözlü olarak dile getirdikleri gibi, fiili olarak da kanıtlanıyorlar.

Örneğin, bu noktada yaşanan son gelişme, bu ayın başlarında ABD senatosunca Tayvan’a yönelik içinde patriot savunma sistemlerinin tedarik ve geliştirilmesi de olacak şekilde, 100 milyon Dolarlık askeri yardım desteğinin onaylanması oldu.  

ABD yönetiminin Tayvan’a yönelik bu ve benzeri desteği, Tayvan İlişkileri Yasası’na dayanıyor. ABD bir yandan ‘Tek Çin Politikası’nı benimserken, aynı zamanda Tayvan’a gizli/açık desteği ile Çin’in tehditleri karşısında yalnız olmadığını ortaya koyuyor.

ABD’nin bu politikasının salt Tayvan’ı korumakla sınırlı olmadığı aksine, bunun geniş Hint-Pasifik politikasının bir parçası olarak değerlendirmek gerekiyor.

Açıkçası, ortada bir çatışma olgusundan bahsetmekle birlikte var olan durumun, Doğu Avrupa’da olan bitenle böylesi bir benzerliğin kurulmasına yol açacak bir rasyonaliteye sahip olmadığını belirtmek gerekir.

Bu noktada, Rusya devlet başkanı Putin’in, “Ukrayna başarısız olmuş bir devlettir ve Batı’nın kuklasıdır” tanımlamasını Tayvan için birebir örtüştürmek mümkün gözükmüyor.

Her ne kadar, Pekin yönetimi, Tayvan’ın özellikle ABD ile olan bazı anlaşmaları üzerinden Batı’nın desteğini aldığını açıkça dile getirse de, Tayvan yönetiminin bir kukla hükümet ve üstüne üstlük başarısız bir devlet olmadığı gayet açık bir şekilde ortada.

Burada belki, Çin siyasi çevrelerinden gelebilecek tepki, Tayvan’da “Çin hükümeti yanlılarının varlığı” olabilir.

Ancak, 1990’ların ikinci yarısından itibaren Tayvan’ın gerçekleştirdiği ekonomik kalkınma süreçleri ve buna paralel olarak gelişme gösteren demokratikleşme süreçlerinin, sadece Asya-Pasifik bölgesinde değil, bölgeyi yakından takip eden dünyanın farklı bölgelerinde de gıptayla karşılandığına şüphe yok.

Bugün Rusya yanlısı ayrılıkçıların bağımsızlık ilânına giden sürecin 2014’de Kırım ilhâkının devamıyla ortaya çıkması ve ardından, 2015’de Minsk Antlaşması’yla bölgede atılmaya çalışılan barışın tesisi yönündeki adımların hiçbiri, Çin-Tayvan arasındaki anlaşmazlık olgusuyla benzerlik taşımıyor.

Bununla birlikte, Doğu Avrupa’da yaşanan sıcak gelişmelerin, küresel ekonomi ve güvenlik politikalarına olumsuz etkisine kuşku bulunmuyor. Bu noktada, Asya-Pasifik bölgesinde güç dengelerinin korunmasında ABD’nin önemine kuşku bulunmamakla birlikte, bölgesel aktörlerin rolünü de küçümsememek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/02/22/dogu-avrupada-askeri-kriz-ve-asya-pasifik-bolgesine-etkisi-military-crisis-in-east-europe-and-its-impact-on-asia-pacific-region/