28 Eylül 2015 Pazartesi

ASEAN Ve Yönetilebilirlik Sorunu / ASEAN And The Issue of Governance

Mehmet Özay                                                                                                                   28 Eylül 2015

ASEAN bölge halklarına vaad ettiği umudu ne kadar gerçekleştirebileceği konusu eleştirel bir şekilde değerlendirilmeyi gerektiriyor. Dünyanın önde gelen ulus-aşırı şirketlerinin yatırımları, son dönemde Çin’in domine ettiği  bölge ticaret hacmindeki artış, kayda değer bir şekilde yasal ve maddi alt yapı çalışmalarının hayat bulması gibi özellikle, bölge halkları nezdinde bir umudun doğmasına yol açıyor. Bununla birlikte gerek tekil ülkeler, gerekse bölgeyi kümülatif olarak ilgilendiren sosyo-ekonomik, ulaşım güvenliği, doğal afetler, mülteciler ve geniş kitleleri ilgilendiren ‘haklar’ konusu gibi sorunlar karşısında istikrarlı ve sürdürülebilir politikaların hayata geçirilemememiş olması da, umut ile umutsuzluğun iç içe geçtiği bir süreci ortaya koyuyor.

Bu hususlardan birkaçı üzerinden sorunu ele almakta fayda var. örneğin ‘güvenlik’ derken, belki akla öncelikle çeşitli ülkelerin Güney Çin Denizin’deki adalar ve su yolları üzerindeki hak iddiası geliyor. Ancak bu sorun daha çok hükümetler üzerinden süren tartışma olarak yer alırken, sıradan halkın pek de olan bitenle ilişkisinin olduğunu düşünülmeyebilir. Ancak bölge halklarını ilgilendiren bir başka boyut var. O da, gündelik yaşamda sıradan insanların bizzat tanık oldukları üzere, Sumatra Adası’nda bilinçli olarak her yıl oldukça geniş bir alanda tekrarlanan orman ve tarımsal atıkların yakılması, sadece sağlık sorunu olarak nüksetmiyor. Okulların tatil edilmesi, hava yolu şirketlerinin uçuşlarını iptal etmesi, deniz seyrinin yavaşlaması gibi hususlarla eğitim, sağlık, ekonomi gibi tastamam geniş bir alanda sorunlar yumağı olarak ortaya çıkıyor.

Öte yandan, bölge halklarının henüz detaylarına vakıf olmadığı, ancak hükümetler nezdinde umudun önünün açık olduğunu ortaya koyan gelişme ise, ekonomi işbirliğinde atılacak yeni adımlarla ilgili. Bu bağlamda, bir süredir son noktasının konulmasının sabırsızlıkla beklendiği “ASEAN Ekonomi Topluluğu” bu yıl sonu itibarıyla hayata geçirilecek. Söz konusu topluluk oluşum sürecine nasıl gelindiğine kısaca göz atmakta fayda var. Bu durum bize hem nereden nereye gelindiğini, hem de 2016 yılı itibarıyla bölgede ne türden değişimlerin yaşanabileceğini veya tehlike ve korkuların ortaya çıkabileceğini gösterecektir.

1970’lerden itibaren Güneydoğu Asya’da görülen kalkınmacı ekonomi modellerinin meşruiyetine ve dünyaca kabul edilebilirliğine kuşku yok. Bu noktada, Güneydoğu Asya derken, bu ‘bütünün’, Doğu Asya ile olan tarihsel ve geleneksel ticari-ekonomik yakınlaşmasından bağımsız olamayacağı kesin. Bu bağlamda, aynı ve birbirinin devamı mahiyetindeki su yolları üzerinde olması, benzer bir sömürgecilik yönetim süreçlerine tekabül etmesinin de getirdiği benzerlikler, ulus devletleşme yıllarında aynı kalkınmacı modernleşmeyi de beraberinde getiriyordu.

Bu sürecin bir başka vechesini ise, tekil ülkeler düzeyinden, dönemin -diyelim ki 1960 ve 1970’li yıllar- komünist yayılmacı tehdidi karşısında birlik arayaşının sonucu olarak ASEAN’ın, bölge ülkelerinin ‘siyasi birliğini’ yansıtan bir yapı olarak ortaya çıkması oluşturuyordu. 1990’larda Vietnam, Myanmar, Laos ve Kamboçya’nın üyelikleriyle ASEAN bölgesel kuruluşunda önemli bir aşamayı da tamamlamış oldu.

Aralarında Doğu Asya’dan Güney Kore ile İngiliz yönetimine bağlı, otonom bir yapı arz eden Hong Kong; uzun yıllar İngiliz sömürgeciliğinin bölgedeki başkentliğini yapmış olan Singapur ile 1930’lu ve 40’lı yıllarda milliyetçi Çin-komünist Çin çatışmasının sonucu olarak milliyetçilerin sığınağı bir Ada olarak kendi bağımsız siyasi yapısını kurmuş ve dönem dönem uluslararası platformlarda ‘bağımsız’ ülke olarak tanınırlık kazanmış olan Tayvan, Asya Kaplanları olarak öne çıktı. Enteresandır, sömürgecilik döneminde yukarıda adı zikredilen bölgelerin iletişim, ticari, yönetim ve hatta eğitim süreçlerinde bir Ada ülkesi olan İngiltere başat rol oynamıştı. Ve Asya Kaplanları olarak adları zikredilen ülkelerin de Güney Kore-Tayvan-Singapur-Hong Kong birer ada yönetimleri olduğu görülür.

Bu ülkelere daha sonra Tayland, Malezya ve Vietnam’ın eklemlenmesinin, yakın bir gelecekte başlatılacak olan ‘Ekonomi Topluluğu’ sürecinin ortaya çıkmasında başat rol oynadı. ASEAN içerisinde olmakla birlikte, dini-kültürel ve siyasi yapılaşmalarıyla ‘ekonomi kaplanları’na bir türlü eklemlenemeyen, örneğin Myanmar, Endonezya gibi ülkelerin de dış destek ve içerden siyasal ve ekonomik ‘reform’ hareketleriyle sürece endekslenmesine çalışılıyor. Bölgenin Hint-Çin’indeki verimli topraklar üzerinde yükselen Kamboçya-Laos ise, görece küçük coğrafları ve nüfus yapılarıyla dış destekle, yerli siyasiler ve bürokrasi eliti arasında kurulan kombinasyonla, adları pek uluslararası sahnede geçmese de, son dönemin ekonomik yapılaşmalarındaki süreçleriyle göz doldurmaya başladılar. Bunda hiç kuşku yok ki, “dünyanın fabrikası” sıfatıyla da anılan Çin’in ucuz emek-ucuz hammadde kaynağı bir ülkeden, en azından ülkenin orta ve güney eyaletleri bağlamında, orta sınıflaşma süreçlerine geçmiş olmasının neden olduğu bir dış yatırım mobilizasyonunun rolü unutulmamalı.

Bu anlamda, yakında devlet başkanlığında bir yılını dolduracak olan Endonezya devlet başkanı Joko Widodo’yu (Jokowi) örnek verebiliriz. Jokowi, bu yıl içerisinde Çin, Malezya, Singapur, Japonya, Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaretlerle yatırımcıları ülkeye davet ederken, bir yandan da ülkede ilgili kurumlar arasında koordinasyonu en üst düzeye çıkartacak ve dış yatırımcıları memnun etmeye matuf yasal düzenlemeleri hayata geçirmeye çalışıyor. Tabii, Jokowi’nin bu süreçte baş etmesi gereken en önemli sorunların başında bürokrasinin ihtiyaç duyduğu yeni yasaların yanı sıra, kuşkusuz ki ‘yolsuzluk ekonomisi’nin de payı göz ardı edilemez.  Yolsuzluk ekonomisi derken, insandan bağımsız akışkanlık kazanan bir sermayeden bahsetmiyoruz. Tastamam, bu sermayeyi başkentten en ücra köye kadar yönlendirebilme kabiliyetine sahip olan devasa bir sistemden bahsediyoruz. Burada ortaya çok ilginç bir durum çıktığının farkında olmamız gerekir. Yukarıda ASEAN bağlamında dikkat çekmeye çalıştığım ‘yönetilebililik’ konusunun, yasa dışı icraatlarla iş-bürokrasi çevrelerinde nasıl böylesine başarılı bir yönetilebilirlik düzeyine ulaşılabildiği de herhalde iktisatçılarca ayrı bir çalışma konusu olarak ele alınacak bir öneme sahip.

Tekil ülkeler bağlamında ekonomik kalkınma gerçekleştirilirken, bunun bütün bölge ülkelerini kapsayacak şekilde bir bütüne dönüşmesinin bu ülkelerin önümüzdeki on yıl boyunca yıllık %5’lik büyümeye endekslenecekleri yönündeki olumlu yaklaşımlar kadar, bu sürecin getireceği sancılar da yok değil. Örneğin bunların başında hâlâ reform süreçlerinin epeyce gerisinde kalmış olan adını yukarıda zikrettiğim ülkelerin varlığı kadar, epeyce adım atmış ülkelerin de ekonomide milliyetçilik yaklaşımı çerçevesinde ortaya konan savunmacı reflekslerin de sürece ne kadar destek olup olmayacağı tartışmaya açık bir konu.

Gene tekil ülkeler çerçevesinde diyelim ki, Singapur bağlamında Lee Kuan Yew; Malezya özelinde Dr. Mahathir Muhammed (burada Güney Kore’li başbakan Park-Chung-Hee’yi de anmak gerekir) yönetilebilirlik sorunsalı üzerinde kendi bireysel karizmaları ve hükümet ve devlet bürokrasisi üzerindeki sıkı kontrolleri sayesinde ‘başarılarından’ söz etmek mümkün.

Günümüzde, diğer üye ülkelerde güç oranları, adları yukarıda zikredilen liderler boyutunda olmasa da, önceki nesle göre bir kaç adım önde oldukları ifade edilebilecek siyasi liderlerin varlığının yönetilebilirlik sorununu aşmada olumlu anlamda tetikleyici olabilecek mi sorusu da gündemdeki yerini koruyor. Örneğin, Endonezya’da Jokowi yönetiminin ASEAN liderliği yerine, daha içe kapanık ülkeyi derleyip toparlamaya yönelik politikalara eğilmesi bölgesel çözümler noktasında arayışın süreceğine işaret ediyor.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/341735/asean-ve-yonetilebilirlik-sorunu

21 Eylül 2015 Pazartesi

Xi Jinping BM Toplantıları için ABD’de / Xi Jinping in the US

Mehmet Özay                                                                                                         21 Eylül 2015

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun New York’da yapılacak yetmişinci yıl dönümü toplantıları için Amerika Birleşik Devletleri’nde. Bu ziyaret, Jinping’in geçen yılki ziyaretinin ardından ikinci ziyaret olurken, BM’nin bu önemli yıldönümünde Çin-ABD ikili ilişkilerinin yanı sıra, küresel bağlamda gündemi oluşturan çeşitli konuların da ele alınacağı öngörülüyor.

Çin-ABD ilişkilerine geçmeden önce, BM’deki tarihi toplantıya dair birkaç hususa değineyim. Hiç kuşku yok ki, BM Genel Kurulu’nun bu tarihi toplantısına, savaşların ve ekonomik krizlerin gölgesinde giriliyor. Bu anlamda, BM’nin,  İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkmış ülkelere yeni bir umut olma amacıyla kurulduğu 1945 yılı ruhunu yeniden yansıtıp yansıtmayacağı merak konusu. Bu anlamda, zaten bir bölümünün çoktan başladığı bu yılkı toplantılar boyunca küresel sorunların masaya yatırılacağı görülüyor. BM Güvenlik Konseyi gibi sınırlı sayıda ülkenin katılımının aksine, Genel Kurul toplantısı kimi gözlemcilerin ifadesiyle uluslararsı “diplomatik ticaret fuarı”nı andırıyor. Bu bağlamda, bu önemli yıl dönümünü özel kılan bir diğer husus ‘A Takımı Diplomatları’ olarak adlandırılan Çin, Rusya, İngiltere devlet ve hükümet başkanlarının yanı sıra, Hindistan Başbakanı Narendra Modi, İran Devlet Başkanı Hasan Ruhani, Mısır Devlet Başkanı Addul Fettah Sisi gibi devlet adamlarının da aralarında yer aldığı 140 devlet ve hükümet başkanı toplantılarda hazır bulunacak. Aradan geçen yetmiş yıla rağmen, dünyaya özellikle belli coğrafyalara toplumsal huzurun henüz gelmemiş olması kuşkusuz ki, tartışmaların boyutunu belirleyecektir.

Bu bağlamda, BM’nin önümüzdeki dönem için gündeminde yer alacağı belirtilen “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” başlıklı bir proje üzerinde de çalışmalar sürüyor. Aslında bu, hem sürdürülebilirlik hem de kalkınma gibi kavramlar ilk defa ortaya atılmıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bir yandan Batılı ülkelerce açık seçik bir şekilde, o dönemin Sovyet Rusya’sı tarafından üstü örtülü bir şekilde ortaya konulan ve Üçüncü Dünya ülkelerini hedef alan kalkınma programlarının odağında ‘sürdürülebilirlik’ bulunuyordu. Ancak 20. yüzyıl boyunca ortaya konan tüm kalkınma hedeflerinin üçüncü dünya denilen coğrafyada hak edilen kalkınmacı hedeflerin gerçekleştirilmesine yol açmadığı gibi, insan hakları-silahlanma-çevre-gıda güvenliği gibi tüm insanlığı ilgilendiren hususlarda umutsuzluğu pekiştirecek politikalar egemen oldu. Bununla elbette, örneğin Güneydoğu Asya ülkelerinin önemli bir bölümünde aradan geçen, diyelim ki en azından yarım yüzyıllık süreçte hiçbir kalkınma olmadığını söylemek istemiyorum. Ancak, kalkınmacılığın insani değerlerle eşgüdümlü yürü/tüle/mediği, başta maddi/manevi yolsuzluklar ile insan elinin ürünü olarak doğal afetlere yol açan yanlış endüstrileşme ve kalkınma politikalarının acısı bölge halklarınca yakinen hissediliyor.

Bunun en son ve en önemli örneğini Çin oluşturuyor. Bugün dünyanın ikinci büyük devi konumundaki Çin, önde gelen büyük şehirlerinde yaşanan ve çok temel bir insan hakkı ihlali olarak kabul edilmesi gereken hava kirliliğiyle mücadelede henüz başarılı olabilmiş değil. Çin’in kendi sınırları içerisinde Tibet, Uygur, Hong Kong ve de hâlâ üzerinde siyasi egemenlik iddiasını sürdürdüğü Taiwan’la ilişkilerindeki kaçınılmaz sorunlara, Doğu ve Güney Çin Denizi’nde bölgesel ve de küresel deniz ticaretini tehdit boyutundaki girişimleri eklemleniyor. Soğuk Savaş’ın bitmesinden bu yana yirmi beş yıl boyunca ekonomisini dünyaya açmasıyla onaylanan Çin, aslında bu yanıyla da küresel kapitalizm devlerini ikna edebilmiş değil. Yabancı yatırımcılar üzerinde kurulan baskılar bir süredir gündemde.

Bunun yanı sıra, her ne kadar, Çin yönetimi kontrol edilebilir olduğunu söylese de, son dönemde yaşanan ekonomik kriz karşısında, örneğin Cumhuriyetçilerin başkan adaylarından Donald J. Trump, ABD’nin Çin ekonomisine aşırı etkileşimi nedeniyle kendilerini de batıracağını açıklamasıyla dikkat çekiyor. Çin yönetiminin sadece ‘güvenlik’ olgusunu öne çıkartarak yöneltilecek eleştirilere tatminkâr cevap verebileceğini düşünmek mümkün değil. Öte yandan, Batı’ya bir dünya gücü olarak kendini lanse ettirme çabasında olacağı da düşünüldüğünde, son yirmi yılda tedrici olarak geliştirdiği askeri varlığı ve de ekonomisindeki görece kalkınmışlık özelliği dışında acaba hangi ülkeler Çin’i bu anlamda ABD’nin yanında veya alternatifi olarak görmeyi tercih edeceklerdir.

Bu minvalde Xi Jinping-Obama görüşmelerinde yukarıda değindiğim hususların şu veya bu şekilde ele alınacağını düşünebiliriz. Bu tip ziyaretlerde tarafların, işin içinden ‘başarıyla’ çıkılması gibi biraz da medyatik yönü öne çıkartacaklarını unutmamak gerekir. Ancak Xi Jinping’in, yaklaşık iki yıllık iktidarı boyunca güler yüzlülüğünü ülke politikalarına yansıtmadığı eleştirisi yüksek sesle dillendiriliyor. ABD yönetiminin gerek Çin yönetiminin kendi halkına karşı, gerekse bölge ülkeleri üzerinde doğurduğu kaygı boyutunu dile getirmemesi de, ABD’nin en azından kendi ilkeleri doğrultusunda bir zaafiyet olarak görülecektir.

Buna ilâve olarak, Çin’in tüm arzularına rağmen, ABD’nin Çin’i eşit bir küresel güç mesabesinde görmeyeceğini tahmin etmek zor değil. Çin, komşu ülkelerce de hak iddiasında bulunulan su yolları üzerinde suni adalar inşasıyla Güney Çin Denizi sorununun devam etmesi yönünde bir tür inatlaşma süreci sürdürdüğü ileri sürülebilir. Bu gelişme karşısında, ABD’nin endişesi sadece askeri egemenlik anlamında değil, bunun ötesinde bu gelişmeleri küresel serbest ticarete vurulabilecek bir darbe olarak algılamasından kaynaklanıyor. Örneğin tıpkı 19. yüzyıl başlarından itibaren Bengal-Çin arasındaki yürütmeye ve de yönetmeye başladığı ticaret üzerinde deniz yolu güvenliğini büyük bir sorun olarak gören İngiltere gibi, bugün de ABD benzer kaygıları taşıyor. Bu sorunlu alanlar varlığını sürdürürken, büyük devletlerin her zaman alternatifleri vardır görüşünü bir kenarda tutarak, söz konusu bu iki ülkenin oturup hangi küresel sorun etrafında ortak politikalar geliştirebilecekleri sorusu akla geliyor.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/341260/xi-jinping-bm-toplantilari-icin-abdde

19 Eylül 2015 Cumartesi

Malezya “Ulusal Günü” ve Toplumsal Çatışma /National Day of Malaysia and Social Conflict

Mehmet Özay                                                                                                                   17 Eylül 2015 

Malezya’da ‘Bağımsızlık günü’nün yanı sıra, ‘ulusal gün’ adıyla bir başka önemli gün bulunuyor. Bağımsızlığa eklemlenen ‘ulusal gün’ün ilkini destekleyici mahiyyete olduğu görülür. Bu bağlamda, 16 Eylül’e tekabül eden ulusal gün kutlamaları geçen Çarşamba güün yapıldı. Öncelikle, niçin iki önemli gün var, kısaca değineyim. 30 Ağustos 1957 tarihinde ‘masa başında’ kazanılan bağımsızlık, Malay Yarımadası olarak bilinen klasik dokuz sultanlığı ile Malaka şehri ve Penang Adası’nı içine alarak Malaya Federasyonu’nu teşkil etti. Soğuk Savaş yıllarının getirdiği özellikler dikkate alınarak, dünya ve bölge siyasetine hakim olan güçlerin iradesiyle -ki bu irade, İngiltere Krallığı parlamentosunda kabul edilen ‘1963 Malezya Yasası’yla ortaya kondu- ve de buna, bu coğrafyayla tarihsel ve antropolojik özelliklere sahip olduğu ileri sürülen Singapur Adası ile Borneo Adası’ndaki Sabah–Sarawak’ın 1963 yılı 16 Eylül’ünde birleşmesiyle Malezya Federasyonu hayata geçirildi. Böylece ‘Malayalılıktan Malezyalılığa’ geçiş kadar, sadece Malay Yarımadası’ndaki kahir ekseriyetini Malaylar-Çinliler-Hintliler-Pakistanlılar-Sri Lankalılar vb. kökenliler değil, Singapur Çinlileri-Malayları ve Hintlileriyle, Borneo Adası’nın aralarında Iban, Bidayuh, Melanau, Tagal’ın da bulunduğu bir düzineyi aşkın etnik yapısının da içinde yer alacağı oldukça geniş bir ‘birlik’ doğmuş oldu.


.

İşte bu nedenle iki farklı tarihde gerçekleşen ‘birlik’ nedeniyle, doğal olarak iki farklı “ulusal gün” kutlanıyor. Ancak dünkü ‘kutlamalar’ ve ‘gösterilerde de’ tanık olunduğu üzere, 1960’lı yılların ruhunun oluşturuğu bu birliğin avantajları kadar dezavantajlarıyla da yüzleşme devam ediyor. Dünkü resmi kutlamalar, genel temayül gereği Başbakan Necib bin Razak ve Yardımcısı ve İçişleri Bakanı Ahmad Zahidi Hamid’in katılımıyla  Sabah Eyaleti başkenti Kota Kinabalu’da gerçekleştirildi.
Öte yandan, başkent Kuala Lumpur ise, ‘birlik ruhunu’ ne kadar yansıttığı oldukça sorunlu olan bir gösteriye sahne oldu. Bu sefer sahnede, ‘adil seçim’, ‘temiz yönetim’ vb. çağrılarla meydanları dolduran her çevreden muhalefet grupları yoktu. Temel çıkış noktasını 29-30 Ağustos günlerinde düzenlenen ‘Bersih’ gösterileri oluşturuyordu. Bersih bağlamında ortada bir ‘tahrik’ olduğu, Malay liderlere dolayısıyla Malay ırkına hakaret edildiği argümanı güçlü bir şekilde işleniyor ve Çinlilere haddini bildirilmesi gerektiği yollu bir tehdit de ardından geliyordu. Bu tehdidin bir yönünde, gösterinin Çinlilere ait işyerlerinin çoğunlukta olduğu Low Yat Alışveriş merkezi’nin de bulunduğu Bukit Bintang’da yapılma isteğiydi. Ancak tam da burada bir ayrıma gidilerek, ‘Bersih’in tüm etnik yapıların destek verdiği haklar üzerinden gerçekleştirilen bir eylem değil, Çinlilerin Malayları rencide etme girişimi olarak algılanmasıydı. Algı böyle olunca, ister istemez Kırmızı Tişörtlüler organizatörlerinin eylem ilânıyla birlikte akıllara 13 Mayıs 1969 düşmeye başladı!
Ciddi bir güvenlik sorunu doğduğuna kuşku yok. Emniyet güçlerinin Low Yat’ bölgesine izin vermezken, gösteri için Bağımsızlık Meydanı yakınlarındaki Padang Merbok’a işaret ediyordu. Burada aralarında UMNO’nun önde gelen isimlerinin de aktif olarak katıldığı ve yapılan konuşmalarda dayanak noktası, ‘Malay ırkının hakları’ ve ‘İslamiyet’ olması dikkat çekiyordu. Tabii temelde hedef Çinlilerdi. Bunun somut göstergesi ise, konuşmaların ardından göstericilerin, Çin Mahallesi olarak bilinen Petaling Caddesi’ye doğru yürüyüşe geçmeleri oluşturdu. Polis olabilecekleri iyi hesap ederek, tazyikli su kullanmak suretiyle göstericilerin bu semte girmesine izin vermedi.
‘Kırmızı Tişörtlüler’ gösterisinde ilginç olan husus, ‘birlik’ olgusuyla beraber anılan ‘Ulusal gün’de Malezya ulusunun yarıdan biraz fazlasını oluşturan Malay ırkının haklarının korunması gibi bir argümanla gerçekleştirilmiş olmasıdır. Başkanlığını, Malaka eski valisi Rüstem Ali’nin yaptığı “Malezya Ulusal Dövüş Sanatları Federasyonu” (PESAKA) çağrısına binlerce Malay icabet etti. Bu çağrı, Malay etnik temelli yüzlerce sivil toplum derneklerinin katılımına tekabül ediyordu. Her ne kadar bu dernek isminde “Malezya” kelimesi geçse de, burada vurgu “Malay” geleneksel dövüş sanatı’dır. Hemen burada şu soruyu sormak lazım: “Malaka gibi Çin nüfusunun yoğun olduğu ve uzun yıllar bu tarihi şehre önemli hizmetlerde bulunmuş olan bir Vali’nin 2013 seçimlerinde kaybetmesinin ardından “yoğun bir Malay tonuna” sahip bir kuruma niçin başkan oldu?” Aslında cevap da sorunun içinde. Verdiği onca hizmete rağmen, seçimlerde Çin seçmen tarafından ‘al aşağı’ edildiği yönünde güçlü bir kanaat sahibi olan Rustam Ali, öyle gözüküyor ki, soluğu Pesaka’da aldı. Bu hususu sıradan bir vakıa olarak hatırlatmıyorum. Aksine, gerek bazı önceki gelişmeler gerekse bu son gösterinin temel hedeflerinin 2013 yılı seçim sonuçlarına ve akabinde ortaya çıkan bazı gelişmelere endeksli olduğuna işaret etmek istiyorum.
Açıkçası dün, iktidar çevrelerinin açık/gizli destek verdiği ve kendilerini ‘Malay ırkının’ temsilcisi mesabesinde gören bir organizasyon önderliğinde gerçekleştirilen ‘Malay birliği’ hedefli bir toplumsal eylem gerçekleştirildi. Önce izin verilmeyen ardından ‘tamam, ancak şu şartlarda yapın’ denilen eyleme Hükümet çevrelerinin verdiği desteği ‘aşikâr’ kılan hususun en başında, Başbakan’ın dün akşam saatlerinde Kota Kinabalu’da katıldığı kutlamalara gelen binlerce kişinin ‘kırmızı tişört’ giymesi olduğu söylenebilir mi? Yoksa ortada sadece kırmızı sevgisi olan kişilerin tesadüfi bir buluşması mıdır diye de sorulabilir. Geçen hafta Başbakan Necib bin Razak’ın “biz bu gösteriyi desteklemiyoruz” açıklamasından sadece birkaç gün sonra, Malezya Ulusal Birleşik Federasyonu (UMNO)’nu logolu ve imzalı dilekçelerle partinin tüm birimlerine gönderilen mektupla ‘Kırmızı Tişörtlüler’ gösterisine katılınması çağrısı yapılması da kayda değer bir çelişkiydi. Çelişki silsilesi bununla da bitmiyor. Başbakan Yardımcılığı ve Milli Eğitim Bakanlığı görevinden alınan UMNO Genel Başkan Yardımcısı Muhyiddin Yasin, yaptığı açıklamalarla bu gösterinin Malay ırkını temsil etmediği gibi, ulusal birlik ruhuna zarar da verici bir yönü olduğuna dikkat çekiyordu. Üstüne üstlük, ulusal gün’de bu gösteriyi düzenleyenleri ‘ırkçı’ olmakla suçlayan açıklamalar yapıyordu.
Malezya’daki gelişmeleri bir şekilde izleyenler, tabii ki benzer bir tepkinin Dr. Mahathir Muhammed tarafından da gündeme getirildiğini tahmin edeceklerdir. ‘Kırmızı Tişörtlüler’ de “Sen de Malay mısın!” tarzında oldukça na-hoş bir cevap verdiler. Bu silsileye “Malay” eski bakan ve bürokratların da iştirak etmesi, ortada sadece mevcut ‘ırklar’ arası bir çatışmadan değil, aksine özellikle de ‘Malay ırkı’ içerisinde epeyce kırılgan noktalarda süren bir mücadelenin varlığı kendini ortaya koyuyor. Burada “iktidar” ve “muhalefet” olgularının ötesinde bir ayrışma ve çatışma ruhunun giderek azdı/rıldı/ğını söylemek mümkün. Bu süreçte en cesurane açıklamanın ise Malay bir eski diplomat Nur Farida Ariffin’den geldi. Nur, üst üste yaptığı açıklamalarında Kırmızı Tişörtlüler’in Malayları temsil etmediğini, bu grubun birilerince ‘satın alınmış’ olduğunu söylerken; ardından iktidarı hedef gösterecek şekilde son iki seçimlerde kaybedilen oylara atıfta bulunuyordu. 
Gösteri öncesinde ve sırasında yapılan çeşitli açıklamalar ve konuşmalarda, Malezya toplumunda yaşanmakta olan sosyo-politik çatışmaların Malay-Çinli temelli olmaklığının ötesinde, ‘ümmeti’ ilgilendiren bir boyutu var. O da, gerek kanunen gerekse toplumsal bir baskı aracı olarak, Malayların İslamiyetle özdeşleştirilmelerinden kaynaklanıyor. Bir aidiyet ve toplumsal gerçeklik olarak bunda yadsınacak bir yön yok açıkçası. Ancak belli eller marifetiyle, Çinli azınlığın başat olduğuna kuşku olmayan toplumsal eylemlerle, Malay liderleri ve halkının hedef alındığına dair eleştirilerin mahir bir şekilde İslamiyete yapılmış gibi gösterilmesi, ülkede Müslüman olsun olmasın diğer etnik yapılar üzerinde İslamiyete yönelik negatif bir algının oluşmasına dolaylı bir işlevsellik kazandırıldığı unutuluyor.
Bu noktada, Enver Musa gibi UMNO’ya mensup kimi liderler dünkü gösteride bunu sözlü olarak açıkça dile getirmekten geri kalmadılar. Üstüne üstlük taşınan bazı panklardaki ifadelerin de tahrik boyutu yüksekti. Bu sözlü açıklamalar ve göstergesel araçların, pek çok sorun karşısında duyarlılığın üst düzeyde tutulması yönünde bir çaba olmak yerine, aksine ulusal bütünlüğe çokça ihtiyaç duyulan bugünlerde ‘bütünlük’ ruhunu daha da zedeleyici olduğuna kuşku yok.
Oysa, gösterinin doğrudan hedefi haline getirilen Halkın Eylem Partisi (DAP), pür bir Çin etnik partisi değil. Aksine, ağırlıklı olarak Çinli etnik unsuru taşımakla birlikte, bünyesinde Hint ve Malay kökenli üyelerinin, hatta milletvekillerinin de olduğu dikkate alındığında bu siyasi partinin ülkedeki Müslümanların veya İslamiyetin düşmanı olarak gösterilmesinin rasyonel bir tarafı bulunmuyor. Kaldı ki, DAP’ın Halkın Adaleti Partisi ve düne kadar Malezya İslam Partisi’yle (PAS) siyasi ittifak kurduğu, 2008 ve 2013 seçimlerine ittifakla girdikleri, tüm ‘temiz toplum’ gösterilerine birlikte katıldıkları da unutulmamalı.
Bu oldukça ‘derin’ konunun bugünün meselesi olmadığı, aksine bağımsızlık öncesinden neşet eden güçlü ve de o denli sorunlu bir yapılaşması olduğunu söylemeliyim. Bu çerçevede Donna J. Amoroso’nun kayda değer bir akademik çalışma olduğuna kuşku olmayan ‘Traditionalism and the Ascendancy of the Malay ruling Class in Colonial Malaya’ başlıklı kitabının bazı ip uçları verdiğine oldukça kuşku yok. 

14 Eylül 2015 Pazartesi

Singapur’da PAP Yoluna Devam Ediyor / Singaporeans Say ‘PAP’ Again

Mehmet Özay                                                                                                         14 Eylül 2015
Singapur’da Genel Seçimler geçen Cuma günü yapıldı. 2.460.977 kayıtlı seçmen, 29 seçim bölgesinden 89 milletvekilini seçtiği seçimlerde ‘anormal’ bir durum yaşanmadı. 56 yıldır Singapur’u yöneten Halkın Eylem Partisi (PAP), genel oyların %70’ini aldı ve 89 milletvekilliğinden 83’ünü kazanarak yoluna devam ediyor. Muhalefet ise, 2011 yılındaki genel seçimlerdeki ülke siyasal yaşamına yeni bir soluk getireceği olasılığını ortaya koyan çıkışını ise sürdüremedi. Bunun göstergesi, muhalefetin parlamentoda altı milletvekili ile temsil edilmesinde ortaya çıkıyor. Bundan daha önemlisi ise genel oylarda yaşadığı düşüş. İktidar partisinin, 2011 seçimlerinde %60’a kadar düşen oylarını bugün %70’e çıkarması, muhalefet partisi liderlerinin üzerinde düşünmesi gereken bir konu. Oysa muhalefet 2011’deki çıkışıyla, geniş kesimlere ada siyasetinde ‘iki partili’ sisteme geçilebileceği sinyalini vermişti. Bu seçim, Çin’den başlayarak, aralarında Singapur’un da olduğu bölge ülkelerinde yaşanan ekonomik daralmanın Singapur halkının siyasi kararında bir etkisi olmadığı sonucunu doğuruyor. O zaman PAP’ı yeniden güçlü bir konuma taşıyan faktörler neydi diye sormak gerekiyor. Bunlardan ilki Lee Kuan Yew (LKW) faktörü; ikincisi de, hükümetin 2011 sonrası uygulamaya koyduğu politikalardır.
Kuşkusuz ki bu seçim, geçen Mart ayında vefat eden ülkenin kurucu babası, İngilizlerin özerk yönetim hakkı tanıdığı 1959’dan bu yana ülkeyi yöneten Halkın Eylem Partisi’nin (PAP) kurucusu ve 31 yıl başbakan olarak görev yapan LKY’ın gölgesinde yapıldı. Bununla, iki hususa vurgu yapmak istiyorum. İlki, genel seçimlerin normal şartlarda 2017’de yapılması gerekirken erkene alınmasının LKY’un vefatıyla doğan veya oluşturulan ortam. Buna bir de bu yıl ülkenin kuruluşunun ellinci yılı olmasının getirdiği bir diğer boyutu da eklemek gerekir. PAP, ülke siyasal yaşamında başat bir rol oynamakla birlikte, son seçimlerde oylarındaki tedrici düşüşün yol açtığı bir iç dirençten söz etmek mümkün. Başbakan Lee Hsion Loong ve hükümet açısından bu direncin gösterilebileceği en iyi zaman diliminin, verilen ‘erken seçim’ kararında ortaya çıktığı üzere, içinde bulunduğumuz yıl olduğu anlaşılıyor. Mart’tan bu yana LKY kimliği üzerinde inşa edilen ‘Singapur ulusalcılığı ve kalkınmacılığı’ olgusu ile küçük bir ada ülkesi olmaklığa rağmen, yarım asra varan siyasi bağımsızlık bu direnişin saç ayaklarını oluşturuyor. Yukarıda da ifade ettiğim üzere, iktidar partisinin seçimden genel oylarını artırarak çıkması, kimi yorumcuların da ileri sürdüğü üzere Singapurluların “LKY faktörüyle” hareket ettiklerini ortaya koyuyor.
İkinci faktör, yani PAP hükümetinin 2011 seçimleri sonrasında, muhalefetin aldığı oyun temsil gücüne yansımamasına rağmen, doğurduğu siyasi ve toplumsal baskı karşısında geri çekilme değil, aksine muhalefetin görüşlerini hayata geçirmeye matuf politikalar izleme becerisini hayata geçirmesi oldu. Bu noktada, 2011’de neler yaşandığını hatırlayalım. O dönem, parlamentodaki 87 milletvekilliğinden 80’ini PAP kazanmasına rağmen, İşçi Partisi’nin (İP) 7 milletvekilliği kazanması epeyce bir ses getirmiş ve İP lideri Low Thia Khiang bir zafer edasıyla sahneye çıkmıştı. İP, o seçimlerde bir seçim bölgesindeki tüm milletvekillerini kazanmasıyla destekçileri nezdinde güven kazanırken, iktidar çevrelerini de, yeni bir siyasi muhalefet olgusuna karşı politikalar geliştirme zorunluluğuyla karşı karşıya bırakmıştı.
2011 seçimlerinin ardından Ada ülkesinin öne çıkan sorunları konut açığı, yüksek yaşam standardı ile zengin-fakir arasında doğan uçurum, eğitim ve göçmen işçilerdi. PAP’ın, seçim öncesi politikalarında değişikliğe gitmesini salt İP’nin parlamentodaki sadece 7 milletvekilinin varlığına bağlamak yanlış. Burada hükümet üzerinde, önemli bir toplumsal baskının hissedildiğini vurgulamak gerekir. Ortaya çıkan bu baskı, hükümeti geri çekilmeye değil, bu toplumsal sorunlar üzerine muhalefetin kurguladığı şekilde politikalar üreterek gitmek oldu. Seçim sonrasında İP genel başkanının “Hükümet politikalarında U dönüşü yaptı” açıklaması, bunu en veciz bir şekilde ortaya koyuyor. Bu bağlamda, son beş yıla bakıldığında, ülke muhalefetinin oylarında bir azalma görülse de, genel siyaset anlamında yapıcı muhalefet rolü oynayarak hükümete yol gösterdiği söylenebilir.
Bu noktada, LKY faktörü üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Çünkü bugün halen Singapur siyasetinde belirleyici bir rol oynuyor. Normal şartlarda 2017 yılında yapılması beklenen genel seçimlerin iki yıl önceye alınmasının 1959 yılından bu yana ülkeyi yöneten PPP hükümeti açısından makul bir sesebi var. O da, geçen Mart ayında ülkenin ve partinin kurucu babası LKY’ın vefatıyla ortaya çıkan Singapur ulusalcılığı bağlamındaki gelişmeler. Neredeyse hayatının son dönemine kadar ülke siyasetinde etkinliği hissedilen LKY, Ada siyasetinin ayrışmaz bir parçası haline geldi. Batı’nın, özellikle 1980’lerden itibaren gelişme gösteren ve neredeyse tüm dünyada etkisi hissedilen liberal demokratik değerlere ‘Asyalılık değerleri’ ile karşılık veren bir lider olduğunu hatırlayalım. Batılılaşmış üçüncü dünyalılar arasında ‘Asyalılığın’ bir tür aşağılık kompleksi gibi algılanmasının önüne geçecek yeni bir formülasyon olarak değerlendirilebilecek bir potansiyeli içinde taşıyordu. Araştırmaya konu alacak denli geniş bir alan olan ‘Asyalılık değerleri’nin, Batı’nın özgürlükler noktasındaki çıkışlarını dizginleyen yönüyle öne çıktığı da bir gerçek. LKY’ın, Batılı yazarların ‘otoriter/diktatör’ minvalli eleştirilerine kulak asmadan, geliştirdiği ‘teknokratik otoriterleşme’ olarak adlandırılan sistem, yarım yüzyılı aşkın bir süredir Ada siyasetine yaşam vermeye devam ediyor. 2011 seçimlerinin ve de LKY’ın vefatının ardından, bölge ülkelerinin bazılarında görülen çoğulcu siyasetin toplumsal karşılığının Singapur’da da bir yeri olur mu sorusu da şimdilik rafa kalkmış oldu. Geçen haftaki seçimler de kurduğu partinin Ada siyasetinin yakın gelecek için yegâne aktör olduğunu ortaya koyuyor. Avustralyalı siyaset bilimci Michael Barr’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, Singapur halkının kahir ekseriyeti özgürlükler bağlamına yakınlaşması değil, aksine maddi kazanımları koruma yollu bir seçenek üzerinde durdukları görülüyor.
Bununla birlikte LKY’ın Ada toplumunda düzenli ve disiplinli bir toplum yaşamının  tesisinin de bununla bağlantılı bir yanı var. Bu noktada LKY’u bir siyasi hareketin lideri olmaksının ötesinde, bir ideolog olarak ortaya koymak yanlış olmayacaktır. Ekonomik kalkınma, sol/sosyalist bir gençlik döneminin ardından, Ada’nın ekonomik kalkınması ve siyasi bağımsızlığını hangi temeller üzerine bina edeceğine sıra geldiğinde asli köklerine, yani Çin bağlamına oturtulacak bir ‘etik’ söyleme yöneldiği, yönelmek zorunda kaldığı görülür. Ailevi bağlar etrafında bir toplumsal düzen inşasının öne çıktığı ve bunun siyasi ayağını PAP’ın oynadığı yapılaştırıcı bir figür.
İşin ekonomi boyutuna gelince, defaatle dile getirdiğimiz üzere, Ada ekonomisinin bir mucize olarak algılanmamalı. Aksine bir başka Ada ülkesi İngiliz Krallığı’nın Avrupa tecrübesini, 1819’dan itibaren Güneydoğu Asya’nın tam ortasındaki bu Ada’da uygulamaya geçirmesinin tarihsel bir yönlendiriciliği oldu. Dönemsel çatışmalar, sosyal ve kültürel dengeler vs. gibi unsurlarla bu ekonomik yapının aşındırılabileceği gibi yönelimlerden de söz edilse de, Singapur tabiri caizse ‘raydan’ hiç çık/artıl/madı.
Niçin bunları zikrettiğime gelince... Ada’da erken seçim, oluşan bu yapıyı sürdürebilir kılma adına LKY sonrası geçiş dönemini en az zararla geçiştirmenin bir yolu olarak gündeme geldi. İşçi Partisi kadar, irili ufaklı sivil örgütlenmeler ve bunların siyaset alanına yansıyan yaklaşımlarının Singapur kurulu düzeni üzerinde beklenmedik tesirleri şüphesiz ki sürekli gündemde oldu. Daha Singapur’un Malaya Federasyonu ile kuruluş sürecindeki başat ideolojik çatışmalarda izlendiği üzere, Ada küçük de olsa, dinamik bir Çin nüfusunun kendi içindeki etnik-dilsel ayrışmasının da getirdiği bir ideolojik kamplaşmanın mücadelesine tanık olunmuştu. O dönemin liderlerinin çocukları ve torunları bugün PAP ve İP ile diğer alternatif sivil-politik yapılaşmalar içinde yer alıyorlar.
Ada ülkesinin kurucu babası LKY’ın vefatının ardından yapılan seçimler mevcut sisteme verilmiş bir onay anlamı taşıyor. 2011 yılında yapılan seçimde İşçi Partisi’nin serilediği görece başarı karşısında, LKY hayal kırıklığını ifade etmekten çekinmemiş ve kurduğu sistemin Singapur için en iyisi olduğunda ısrar etmişti. LKY hayatta olsaydı, ‘Ben size söylemiştim. Değil mi?’ yönlü bir yaklaşım sergileyeceğinden kimsenin kuşkusu yok.

10 Eylül 2015 Perşembe

Malay-Osmanlı Çalışmaları Merkezi /The Center for Malay Worlds and Ottoman Studies

Mehmet Özay                                                                                                          10 Eylül 2015

Yaklaşık beş yıl önce Türk üniversitelerinde niçin Malay çalışmaları bölümü olmadığı konusunu işleyen ve bu anlamda bir çağrıda bulunan bir yazı yayınlamıştık. Aradan geçen süre zarfından bu yazının ne kadar etkisi oldu bilinmez ancak, nihayet böylesi bir inisiyatif geliştirildi. Son bir yıldır aşağıda değineceğim kurumların tabiri caizse hummalı çalışması yeni bir kurumun hayata geçirilmesine vesile oldu. Malezya’dan Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi ile Türkiye’den Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi işbirliği bu hafta başında Kuala Lumpur’da yapılan mütevazi bir tören ve akabinde heyetler arasında görüş alış verişinin gerçekleştirildiği toplantılarla hayata geçirilmiş oldu. İstanbul ve Kuala Lumpur’da olmak üzere iki merkezli yürütülecek çalışmalar “Malay Dünyası ve Osmanlı Araştırmalar Merkezi” adını taşıyor. Gerek Malezya’da gerekse Türkiye’de yaşanan ‘hengameler’ arasında, kimilerince pek dikkat çekici bir gelişme olarak değerlendirilmese de, tarihe geçecek bir boyutu olduğunu düşünüyorum.

Pür sivil bir inisiyatifin ürünü olan bu merkezin açılışının, uluslararası mahiyet taşıması ve iki ülkenin özellikleri dolayısıyla hükümetlerin de manevi destek verdiği bu oluşumun hayırlı olmasını diliyorum. Söz konusu açılış töreninin, Prof. Dr. Seyid Naqib Al-Attas’ın büyük gayretleriyle, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen kıymetli bilim adamlarının eğitim öğretim faaliyetlerine katkıda bulunduğu ISTAC salonunda gerçekleştirilmiş olması anlamlıydı. Her ne kadar, ISTAC süreçte eski hüviyetinden çok şey kaybetmiş olsa da, bunun gerekli çabalar ortaya konulması halinde, yeni doğan bu kurum vasıtasıyla devam ettirilebileceğine inanıyorum. Zaten gerekli çabalar ortaya konmazsa, bunu ilk eleştiren de biz olacağız.

İlk etapta, özellikle Türkiye perspektifinden bakıldığında ‘Malay dünyası’ kavramı muğlak duruyor olabilir. Kurumun bir ayağının Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da olmasının, ‘Malay’ kelimesinin ‘Malezya’ ile örtüştüğü gibi bir yanılgının hemen önüne geçmekte fayda var. Malay dünyası, tüm etnik ve dilsel zenginliğine rağmen, tarihsel olarak geliştirdikleri dini, toplumsal, kültürel ve ekonomik ilişkiler ağı nedeniyle aynı kültür ve medeniyet içerisinde ele alınan geniş bir coğrafyaya atıfta bulunuluyor. Bu coğrafyanın sınırları Borneo Adası, Filipinlerin ve Tayland’ın güneyi, modern Malezya ve Endonezya devletleri sınırlarının ötesinde, açılış seremonisinde konuşma yapan IIUM Onursal Başkanı eski Kültür Bakanı Dr. Rais Yatim’in de vurguladığı üzere Sri Lanka, Madagaskar ve Güney Afrika’ya uzanan bir vechesi de bulunuyor.

Öte yandan, ‘Osmanlı’ kelimesinin kullanımının, büyük bir geçmişe atıfla bağlantılı olduğuna şüphe yok. Bu ‘büyük geçmişin’ Avrupa sularında ve kara parçasında, Doğu Akdeniz ve Süveyş’deki Osmanlı varlığıyla sınırlı olmayıp, Basra ve Zamorin’den Batı Hindistan’a, Malaka’dan Tidor, Açe’den Ternate’ye kadar uzanan boyutuna atıf yapmak mümkün (Bkz.: M. N. PEARSON. (2005). The World of the Indian Ocean 1500-1800: Studies in Economic, Social and Cultural Historys, s. 60) Bununla birlikte, Osmanlı’dan kasdın ‘Türk’ vurgusu olduğu söylenebilir. Bu noktada, örneğin Malay dünyasıyla ilişkiler çerçevesinde ‘Osmanlı Türkleri’ diyerek genelleştirdiğimiz boyutun, çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz ve bizden öncede bazı kıymetli bilim insanlarının metinlerinde yer alan ‘Selçuklu bağlantısını’ yerli yerine oturtmak gerekir. 

Tam da bu noktada, 1985-88 yıllarında Endonezya Büyükelçimiz merhum Metin İnegöllüoğlu’nun, büyükelçilik vasıfının dışına çıkarak bir sosyal antropolog misali, Suhartolu yılların zorlu koşullarında Açe’ye giderek Türklerle bağlantısı olduğu belirtilen mekanları ziyaret edip, oradaki insanlarla bizzat görüşmesi, dönemin önde gelen bilim adamı, Prof. Ali Haşimi ile yazışmasını, bunları makale ve kitap boyutunda yayınlaması ve paylaşmasını bir örnek vakıa olarak hatırlıyorum. Kaldı ki, Batılı referanslar dikkate alındığında ‘Türk’ unsuruna tekabül eden Rum, Rumi, Türkoman gibi çeşitli farklı kullanımların doğrudan Osmanlı ana kütlesine değil, Delhi, Buhara, Bağdat vb. daha farklı coğrafyalardaki Türk unsurlarına gönderme olduğuna tanık olunur.

Kurumun adının ‘Malay dünyası çalışmaları’ ve ‘Osmanlı çalışmaları’ şeklinde algılanması beklendiğinde karşımıza devasa bir çalışma alanının çıktığı görülür. Tabii bu noktada, ilk yaklaşımın Türk-Malay dünyası arasında geliştirildiği varsayılan ilişkilerin toplamına ulaşmak gibi pratik bir yaklaşım da sunabiliriz. İşin ilk safhasında, yani ‘Malay dünyası’nda diyelim ki, bizi daha çok ilgilendirdiği varsayılan vechesiyle İslamlaşmayla başlayan dönem/ler bugüne kadar hiç çalışılmadı mı acaba diye haklı olarak soru sorulabilir. Bunun bir adım ötesine geçerek, ‘Osmanlı/Türk-Malay ilişkileri’yle ilgilenen var mıydı?’ sorusu da bir o kadar haklılık payı taşıyor. Her iki soruya da verilecek karşılık oldu, hem de kapsamlı çalışmalar gerçekleştirildi şeklinde verebiliriz. 16. yüzyıl başlarından itibaren sömürgeciliğin Malay dünyasının bir ucundan diğerine uzanan serüveninde tüccarlarının ve ordularının yanı sıra tarihçilerini, sosyal ve fen bilimcilerini yanlarında getiren Batı Avrupa’nın ilgili ülkelerininin ‘Doğu Hint Şirketleri’, araştırmalarıyla Malay dünyasının tabiri caizse altını üstüne getirdiler. El değmemiş bir nehir, bir dağ; incelenmemiş bir el yazması; çizimleri yapılmamış bir mimari yapı kaldı mı acaba diye sormak istiyorum. Bunları söylerken, yukarıda zikrettiğim yeni kurumun önündeki zorluklar kadar dolaylı olarak bazı imkânlara da dikkat çekmek istiyorum.

Bu noktada, kıymetli tarihçilimiz Halil İnalcık’ın 1960 yılında kaleme aldığı “Bursa and The Commerce of the Levant” başlıklı makalesinde dile getirdiği hususun bu merkezin çalışmalarında bir yol gösterici olabileceğini düşünüyorum. İnalcık, Doğu Akdeniz liman şehirlerinde Avrupalı tüccarları konu alan Avrupalı tarihçilerin Venedik ve Cenova arşivleri temelli yaklaşımlarındaki ‘taraflılığa’ dikkat çekiyor. İnalcık’a göre, bu tarihçiler Osmanlı yöneticilerinin bu bölgedeki ticareti konu alan tedbirlerini ele almakla birlikte, bölgenin kendi iç dinamiklerini görmezden geldiklerini söyleyerek eleştiriyor. Bu ve benzeri hususları Malay dünyasını veya Malay-Türk tarihsel bağlantısı ele alan Batılı araştırmalarda da bulmak mümkün. Merkezin çalışmalarında bu husus bir çıkış noktası olarak duruyor.

Bir diğer öncelik taşıdığını düşündüğüm husus, tüm savaşlara, toplumsal kargaşalara, yıkımlara rağmen, Açe’den başlayarak Malay dünyasının ücra köşelerine kadar ellerinde silsileler bulunan aileler, naif bir kolleksiyoner olarak el yazma eserlere sahip yerli kolleksiyonerler, yüzyılların İslami bilimler alanındaki birikiminin devam ettiricisi konumundaki geleneksel alimler sahada araştırmacıları bekliyor. Umulur ki, İstanbul ve Kuala Lumpur merkezli bu oluşum, ilgili alt çalışma alanlarını oluşturarak, lisan düzeyinden başlayarak genç araştırmacıları sahaya yönlendirebilme politikalarını bir an önce sürdürülebilir bir şekilde uygulamaya geçirir. Böylece akademi dünyasıyla, yukarıda zikrettiğim halk kesimlerinin sahip oldukları zenginliği biraraya getirme imkânı doğar.


4 Eylül 2015 Cuma

Çin’de Pasifik Savaşı Yıldönümü Algısı / The Perception of the Anniversary of the Pacific War in China

Mehmet Özay                                                                                                            4 Eylül 2015

2 Eylül, Pasifik Savaşı’nın 70. yıldönümüydü. Çin yönetimi gerçekleştirdiği dev gösterilerle, Japonya’nın alt edilmesi anlamına gelen bu yıldönümünü, bir ‘Çin zaferi’ olarak algılatma çabası sergiledi. Bu girişimin, Çin halkı nezdinde bir tür ‘milliyetçilik’ ruhunun pekiştirilmesine katkısı kadar, Batı’ya yani ABD’ye verilmek istenen ‘güçlü bir Çin’ mesaj mahiyeti de vardı. Vladimir Putin’in törenlere iştiraki ve Xi Jinping’in yanı başında olması da önemliydi.

Çin’in geçen Çarşamba günü gerçekleştirdiği gövde gösterisi,  yüzyıllar öncesinde Çin Duvarı inşasını hatırlatıyor. Nitelik ve nicelik olarak kimilerini hayran kimilerini korku içinde bırakan tören alanını dolduran savaş ‘oyuncakları’nın, bölge ülkeleri ve de küresel anlamda geniş dünya kamuoyu üzerinde bir güven tesis edip etmediği ise tartışmalı. Kaldı ki, Çin Komünist Partisi’nin 17. Merkez Komitesi’nin 2011’de yapılan toplantısında, Xi Jinping’le birlikte Çin’in küresel imajında olumlu değişikliklere gidileceği yolundaki politikaların bugüne kadarki icraata geçirilişinin küresel anlamda ne denli cazibe merkezi oluşturmaya katkı yaptığı da şüpheli.

Oysa ki, 2. Dünya Savaşı gibi insanlık tarihinin en yıkıcı sürecinin sona ermesini konu alan kutlamaların daha farklı bir seyir takip etmesi beklenirdi. Kimileri, 70. Yıl kutlamaları dolayısıyla çatışmacı bir yaklaşımın öne çıkartıldığı iddiası yerine, Çin’in askeri gücünün ‘caydırıcılık’ olduğunu ileri sürebilir. Yaşadığımız bölgede, yani Güneydoğu Asya’da önde gelen kimi aydınların Kırım ve Ukrayna Krizlerinde Rusya’nın duruşuna haklılık kazandıracak söylemlerini, ‘Tek kutuplu dünyaya hayır’ perspektifinden gündeme taşıdıklarına tanık olmuştuk yakın geçmişte. Ancak bugün, gerek geçen Mayıs ayında Moskova’da, gerekse bugün Pekin’de başat bir savaşçı ruhu öne çıkartan anlayışın da dünyayı pek sağlıklı bir sürece taşımayacağı aşikâr. Bir yandan tüm ekonomik açmazlarına rağmen Rusya, öte yandan birkaç on yıldır tedrici olarak ordusunu sürekli takviye eden Çin’in sergilediği savaş araç gereçleri oyuncakçı dükkânına giren küçük çocuklar edasıyla algılanamaz.

Öte taraftan, Çin’in, 70 yıl önce ABD’nin girişimiyle Japonya’nın alt edilmesinden kendine ‘zafer’ payı çıkarması da oldukça ilginç bir durum arz ediyor. Savaşın hemen daha başlarında, Japonların dönemin Çin hava kuvvetlerini etkisiz hale getirmesi, SSCB’nin bir süre sonra ortalıktan çekilmesi, Mançurya’da işin ABD hava kuvvetlerince halledilmesini zorunlu kılmıştı.  Ülkenin doğusundaki Jiangsu Eyaleti’ndeki Pasifik Savaşı anısına inşa edilen anıt mezarda, hayatını kaybeden havacı askerlerden 2601’inin Amerikalı ve 1456’sının Çinli olduğu dikkate alındığında, savaşın hangi ittifaklarla yürütüldüğünü ortaya koyar. Japonya’nın Pekin, Şangay ve Nanjing gibi önemli şehirlerini deniz ve kara ulaşımını tümüyle kesmesi, Çin’in kurtuluşunu ABD’nin hava indirme güçlerine endekslemişti.

Aynı şekilde, Vladimir Putin’in geçen günkü törenlerde Xi Jinping’le beraberliği, Japonya’nın Rusya’ya karşı 1905’de kazandığı zafer karşısında, “düşmanımın düşmanı dostumdur” ilkesine tekabül edecek bir duruş olarak mı okumak gerekir acaba? Öyle ya, bu savaşın -ya da Japonya açısından kazanılan zaferin-, Stalin’in komünist Rusya’sına haddini bilmesi gerektiğini öğreterek, 1940’lı yıllarda Japonya’yla ‘saldırmazlık anlaşması’ imzalamak zorunda bırakmıştı. Aynı Stalin, ABD ile işbirliği çerçevesinde, atom bombalarının indirilmesinden sadece iki gün sonra (8 Ağustos 1945) ordularını Mançurya’ya indirme ‘cesareti’ göstermesinden neşet eden bir yakınlaşmanın, Putin’in Tiannenman meydanı’ndaki törenlere iştirakini açıklayan nedenlerden biri olsa gerek.

Aynı Çin yönetiminin, İngiltere ile yıllarca süren ‘Opium Savaşları’ yıldönümünde benzer bir güç gösterisi sergile/ye/memesi de, bir diğer Asyalı millet Japonya’ya karşı beslenen ‘zayıflık’ psikolojinin ürünü. Öte yandan, savaş ruhunun öne çıktığı ‘barış kutlamalarına’, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un katılması da kafaları karıştırmış gözüküyor.

Bu noktada bir diğer hususa dikkat çekmekte fayda var. Bu yıl söz konusu savaşın 70 yılıyken, bu savaştan on yıl sonra, yani 1955 yılında Bandung’da bir konferans düzenlendi. Bu konferans, aralarında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin de olduğu Batı dünyasının geliştirdiği ideolojik ayrıştırmalara karşı, “Üçüncü Dünya” ülkeleri denilen ve yüzyıllarca sömürgeleştirilmiş topraklardan neşet eden yeni devletlerin girişimiyle gerçekleştirilen bir inisiyatifti. Soğuk Savaş yıllarının puslu günlerinde dünya kamuoyuna, özellikle Afrika ve Asya toplumlarına bır umut ışığı olan Bandung Konferansı, geçen gün Tiannenman Meydanı’ndaki görkemle anıl/a/madı maalesef.

Bu iki yıl dönümü kutlamaları arasında gözlemlenen çelişki, sadece küresel medya marifetiyle açıklanamaz herhalde. Aksine, hem Batılı ülkeler ve de özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinin bağımsızlık yanlısı, tarafsız ve barışçıl uluslarının da geçen altmış yılda nereden nereye geldiklerinin hesabını ortaya koymak açısından önemli. Bu nedenledir ki, 2. Dünya Savaşı yıldönümü Bandung Konferansı yıldönümüyle karşılaştırılmalı olarak ele alındığına pek de şahit olmadık.

Bandung Konferansı, henüz savaştan yeni çıkmış ve etkileri eski sömürge topraklarında da hissedilmesiyle, 1945-55 arasındaki on yıl içerisinde yaşanan tecrübelerden ders almayan Batı’nın bir yanda kapitalizm, öte yandan komünizm söylemiyle dünyayı bir kez daha yıkıma doğru sürükleme iştiyakına bir tepkiydi. Tabii bunu söyleyerek, Bandung’da öne çıkan liderler ve onların gelecek projeksiyonunun öyle pek abartılması yanlısı da değilim. Ancak bir ‘duruş’ ve bir ‘inisiyatif’ olarak üzerinde durulmayı hak eden; nasıl kurulduğu, kimler tarafından ve nasıl bir ümit aşıladığı ve nasıl bir sonuca ulaştığı gibi sorulara karşılık gelecek bir çalışma sürecini hak ediyor.

Unutmayalım ki, aynı Çin, 1949 Mao Devrimi’nin ardından yasaklı hale getirilmiş ve ancak Bandung Konferansı ile küresel siyasal ortamda meşruiyet zemini bulabilmişti. Ancak aynı Çin, bugün şimdilik ‘retorik’ bağlamında da olsa savaş söylemleriyle Doğu ve Güney Çin Denizleri’ne komşu ülkeler üzerinde bir güç temerküzü yapmıyor değil. Çin’e ekonomik yatırımları nedeniyle kucak açan ülkelerin Xi Jinping’in 2011’de verdiği sözü yerine getirmesini beklentisi içerisinde. Böylece Çin’i, küresel barışa katkısı çok daha kapsamlı bir şekilde ortaya konmuş olacak. 


http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/339434/malezya-bir-yanda-bagimsizlik-gunu-diger-yanda-protestolar