29 Nisan 2019 Pazartesi

Endonezya’da seçimler ve siyasal aktörler / Elections and political actors in Indonesia


Mehmet Özay                                                                                                                        30.04.2019

foto:straitstimes.com
Endonezya bir başkanlık seçimini daha geride bıraktı. 17 Nisan Çarşamba günü yapılan seçimleri 2014 yılından itibaren başkanlığı yürüten Joko Widodo (Jokowi) kazandı.

Hızlı sayım yöntemine göre Jokowi ve yardımcısı Amin Ma’ruf oyların yaklaşık yüzde 55’ini alarak seçimi önde bitirdi. Kesin sonuçların 22 Mayıs’ta açıklanacağı ilân edilmesine rağmen, bazı itirazlar gündeme getirilse de, daha önceki seçimlerde de sağlıklı bir şekilde sınandığı üzere, hızlı sayım yöntemiyle ortaya çıkan bugünkü sonucun değişmesi beklenmiyor.

Bu seçimde, iki başkan adayı ve bunları destekleyen partilerin oluşturduğu koalisyon bloklarına bakıldığında, 2014 yılının bir tekrarı olduğunu söylemek mümkün. 2014 yılında da Jokowi ve eski general Prabowo Subianto aday olmuş ve seçimi Jokowi kazanmıştı.

Prabowo ve destekçileri

2016 yılından itibaren ülke siyasal ve toplumsal yaşamına bakıldığında, kimi çevreler farklı bir sonucun ortaya çıkacağını tahmin ediyordu. Ancak Prabowo ve onu destekleyen çevrelerin ortaya koydukları tüm argümanlara karşın, iktidardaki başkan yine koltuğa oturma hakkını elde etti. 

Geçen üç yıl zarfında siyaset dilinin daha çok dini bağlama oturması önemli bir husustu. Kahir ekseriyeti Müslüman olan bir toplumda siyasi partilerin ve başkan adaylarının Müslümanların hassasiyetlerini dikkate almaları, hiç kuşku yok ki, ülkenin toplumsal gerçekliğiyle örtüşüyor. Ve dinin siyasette ve siyasal kurumlarda görünürlüğünün anlaşılabilir yanı olması da gayet doğal.

Son dönemde, mevcut başkana ve bazı uygulamalarına karşı geliştirilen tepkisel çıkışları, ülkenin seküler temeller üzerine inşa edilmiş olmasıyla birlikte değerlendirilmelidir.

Bu noktada, eleştiri getiren çevrelerin İslami hassasiyetlerle hareket ettiği ileri sürülse de, ülke siyasal yaşamındaki ilişkilerin griftliği nedeniyle her şeyin pek de göründüğü gibi olmadığını ileri sürebiliriz.
Örneğin, bu çevrelerin kendilerine, Prabowo Subianto gibi insan haklarından sorumlu tutulmuş eski bir general ve ultra milliyetçi tezlere sahip bir siyasetçiyi lider olarak belirlemeleri oldukça sorunlu bir duruma işaret ediyor.

Ulusal siyasette dönüm noktası

Seçimin sona ermesi nedeniyle, ülkede siyasal yaşamın nereden nereye evrildiği veya evrilemediği konusunu kısaca ele almakta fayda var. Bu çerçevede, Endonezya siyasetinin son yirmi yılı üzerinden bir değerlendirme yapılabilir. Bu dönemlendirme, bizatihi kendi başına önem taşıyor.

Öyle ki, 30 Eylül 1965 tarihindeki darbeden itibaren general Suharto’nun üniformasını çıkartıp sivil bir siyasetçi olarak 1998 yılı Mayıs ayına kadar kesintisiz olarak ülkeyi yönetmesinin sona ermesiyle başlıyor. Bu uzun dönemi özetleyebilecek iki olgudan bahsedilebilir. İlki, ekonomik kalkınma, ikincisi siyasal ve toplumsal alanda sınırlı özgürlükler alanının oluşturulması.

Bu dönemde, ülkenin ekonomik anlamda kalkınma sürecine konu olması, temelde Suharto’nun başarısı olarak gösterilmesi ve bu anlamda bu başkanın ‘Kalkınmanın babası’ unvanıyla anılıyor olması, Asya-Pasifik’te ve özelde Güneydoğu Asya ülkelerinde 1980’li ve 1990’lı yıllarda yaygın olarak görülen ekonomik modernleşmeden bağımsız ele alınamaz.

Öte yandan, siyasi ve sivil özgürlükler noktasında yaşanan kısıtlılıklar, ülkede Müslüman kitlelerin kendilerini temsil edebileceği siyasi partilerin de sınırlandırılması anlamı taşıyordu.

1997 yılına gelindiğinde, bölgedeki diğer ülkeleri de etkileyen Güneydoğu Asya mali krizinin de tetiklemesiyle artan toplumsal talepler neticesinde iktidarda değişimi zorunlu kılarken, bu süreç adı bugüne kadar reform olarak anılan sürecin de başlaması anlamı taşıyor.

Suharto’nun 1998 Mayıs ayında görevi bırakmasının ardından birbiri ardına kurulan siyasi partiler toplumsal bağlamda bir talep zenginliği olarak kabul edilebileceği gibi, bir tür parti enflasyonu olarak da adlandırılabilir.

Bu süreçte, 1999 yılı seçimlerine, kayıtlı 148 partiden 48’i katılma hakkı elde ederken, bunlardan önemli bir bölümünü kendilerini İslami hassasiyetlerle değerlendirdiği anlaşılan grupların inisiyatifiyle kurulan partiler oluşturuyordu.

Cava ulusal siyasette egemen

İşte tam da bu noktada, bu dönemde Endonezya siyasetinde neler olup bittiğinin anlaşılması gerekiyor. 1999 yılındaki seçimden başlayarak, eski ordu mensubu ve/ya ortanın sağında kabul edilen, bir diğer deyişle Cava milliyetçiliği unsurlarını üstünde taşıyan adaylar siyasal yaşama egemen konumdalar.

Geniş bir coğrafyaya sahip ülkede, ulusal siyaset belli bir coğrafi merkez etrafında yapılandırılırken, başkan adayları ve başkanlar özelinde bakıldığında, siyasal mücadele de neredeyse tamamen bu bölgeden çıkan aktörler arasında geçiyor.

1998 sonrasında Megawati hükümetinde ulusal güvenlik bakanlığında rol alan Susilo Bambang Yudhoyono’yu 2004 yılında Megawati’ye karşı başkan adayı olarak gördük.

2009 yılında Yudhoyono bir kez daha başkan adayı olurken, Megawati özel kuvvetler özel komutanı Prabowo, iş adamı ve Golkar eski başkanı Yusuf Kalla ise Wiranto ile başkanlık yarışına girdi.

2009 seçimlerine Megawati’nin başkan yardımcısı adayı olarak giren Prabowo 2014 ve 2019 seçimlerinde başkan adayı olurken, rakibi 2012 yılında kendi partisinin de Cakarta valiliği için desteklediği Jokowi’ydi. 17 Nisan 2019’daki seçimde de bu ikiliyi yine yarışta gördük. 

Bir tür sistematik ilişkiyi ortaya koyan bu süreç, ordunun şu veya bu şekilde ulusla siyasette yer alma arzusunun bir yansıması olarak değerlendirilmek için kafi.

Reform ama nasıl?
Reform dönemi olarak adlandırılan son yirmi yıllık süreçte, bazı toplumsal kesimler siyasal yaşama dahil olmakla birlikte, siyasal ve toplumsal dönüşüm için dayanak noktası olacak sürdürülebilir bir siyasi ideolojinin ortaya çıkmaması, kuşkusuz ki temel bir handikap.

1999-2004 yılları arasında önce merhum Abdurrahman Wahid’in iki yıl, ardından Megawati Sukarnoputri’nin üç yıl süren başkanlıkları reform sürecinin yönelimine dair bir fikir veriyor.

Wahid’e yönelik, bir anlamda iç darbe ile başkanlık koltuğu Megawati’ye kalırken, reformculuğu sadece Suharto’nun yerinden edilmesine odaklamış bir siyasi partiyi iş başına getirmesi, ibrenin reformcu yönelimden içe kapanmacılığa döndüğüne işaret ediyordu.

Suharto sonrası bu ilk tecrübenin başarısızlığı askerleri teşvik etmiş olmalı ki, yukarıda dile getirildiği üzere birbiri ardına emekli askerler siyasal hayatta boy gösterdi.

Bu noktada, geçmişte ordu içerisinde rol alan, emeklilikleriyle siyasal yaşama geçen eski askerlerin başını çektikleri partilerin gerçek bir reform yanlısı olup olmadıkları ve kayda değer öneriler sunup sunmadıkları meselesi de önemlidir.

2004 ve 2009 seçimlerini kazanarak on yıl boyunca ülkeyi yöneten Susilo Bambang Yudhoyono’nun Demokrat Partisi geniş kamuoyu için bir umut olurken, ikinci döneminde arzu edilen gelişmeyi gerçekleştiremedi.

2005 yılında Açe’de barış anlaşmasının imzalanmasında rolü ile küresel gündemde yer edinen Yudhoyono hükümeti, önemli bakanlarının sonra yolsuzluklara bulaşması ile geniş kamuoyundaki cazibesini giderek yitirmiş ve ardından küçülen bir parti oldu.

Diğerleri ile kıyaslandığında sivilleşmeye daha yakın duran, uluslararası çevrelerle ilişkilere açık tutum sergileyen Yudhoyono özellikle, ikinci dönem başkanlığı sürecinde beklenen değişimleri sergileyemezken, diğer asker kökenlilerin olası başkanlıkları döneminde süreci nasıl yönetecekleri gayet tabii ki şüpheyle karşılanıyordu. 

Yudhoyono’nun on yıllık başkanlığının ardından, Prabowo adının başkan adayı olarak gündeme gelmesi, sürecin yine asker emekliler üzerinden yürütüleceğine gönderme yapıyordu. Bu anlamda, birbirlerini yakinen tanıyan Doğu Cava kökenli siyasal elit arasındaki stratejik rekabet siyasal güç merkezinde kimin oturacağını belirliyor.

Jokowi sürprizi

Bu noktada, Megawati’nin başında bulunduğu Endonezya Mücadeleci Demokrasi Partisi (PDI-P) ile Büyük Endonezya Partisi (Gerindra) tarafından desteklenerek Cakarta valiliğine getirilen Jokowi’nin daha görev süresi dolmadan 2014 seçimlerine başkan adayı olarak çıkartılması bir sürpriz oldu.

Bu hamle, artık başkan olma şansı kalmayan Megawati’nin ve giderek eriyen PDI-P’nin siyasi varlığının devamı olarak hayati öneme sahipti. Ve Megawati, bu hamlede başarılı olduğunu her iki seçimi de Jokowi’nin kazanmasıyla kanıtlanmış oldu.

Tüm bu bağlamlar içerisinde, 2012’den bu yana merkez siyasette yer alan Jokowi’nin ne tür bir siyasal eğilim içerisinde olduğu sorusu önemli. Söylenmesi gereken ilk şey, Jokowi’nin bir ideolog olmadığıdır.

Halka yakın duruşu, temiz toplum özlemini dillendiren bir siyasetçi olarak Jokowi, kendi kadrolarını kurabilecek bir lider değil. Politikaları arasında yolsuzluklara çare bulabilme, bazı yapısal değişimleri mevcut insan kalitesiyle gerçekleştirme hedefi, onu halk nezdinde kabul edilebilir kılmaya yetiyor. Büyük söylemler peşinde olmaması da, onu PDI-P ve bu partiye destek veren siyasi elitin yönlendiriciliğine açık hale getirebiliyor.

Son yirmi yıla damgasını vuran ve Doğu Cava eliti arasındaki siyasi rekabet bağlamında geçen ‘reform’ sürecine müdahil olamayan, dışardan bakıldığında İslami hassasiyetlerle hareket ettiği intibaı veren partilerin nasıl bir işlev üstlendikleri konusu üzerinde düşünmeye değer bir husus.

https://www.dunyabulteni.net/dosya/endonezyada-secimler-ve-siyasal-aktorler-mehmet-ozay-h441662.html

27 Nisan 2019 Cumartesi

Changes in Indonesian Foreign Policy after Elections


Mehmet Özay                                                                                                                         27.04.2019

Presidential and parliamentary elections were held in Indonesia on April 17. If the geographical scope of this Archipelagic country is taken into consideration, the fact that these elections were carried out in a single day is quite noteworthy.
According to an unofficial quick count system, Joko Widodo, the incumbent president, gained the majority of votes. If the processes in the past elections are anything to go by, it can be accepted that the current results will not change and that the winner will be announced on May 22.
As the largest Muslim country and the third biggest democracy in the world, one can imagine that Indonesia is among the salient actors to intervene in global developments – in particular those affecting Muslim communities in distinct geographies from the Middle East to the Asia-Pacific region. However, the socio-political reality in Indonesia does not allow one to easily reach this simple conclusion.
There is no doubt that Islam being the prominent religion in Indonesia, ruling parties and political leaders feel obliged to approach various religious groups and individuals in order to gain power and legitimacy through establishing various alignments with relevant social segments. This process is also, to some extent, observed in the legislation processes and the implementation of various policies.
On the other hand, the multi-religious nature is also a factor that must be considered by the Indonesian government as there is no doubt that this creates a dilemma and constrains the government when deciding on how to prioritize on related policies.
Beyond this, one must remember that Indonesian nationalism emerging from Java Island is considered as another fundamental source for national politics. In this regard, politicians and political parties are forced to merge nationalist and Islamist perspectives in their discourse, as has been observed in the latest elections.
Indonesian foreign policy
There are some important components that determine the direction of Indonesia’s foreign policy. Firstly, although twenty years has passed, it can be observed that reforms that were put in place after the fall of the Suharto regime is still continuing today.
Indonesia’s foreign affairs are still under the strong fundamentals established in pre-independence years, which had limited space for Islamic discourse and actions, especially in terms of international politics.
While national politics is dominated by actions designed to gain the upper hand in power struggles by political elites and distinct interest groups, foreign policy is yet to be developed on a primary level to deal with regional issues in the Asia-Pacific and global problems related to Muslim minorities, such as the Rohingya issue, Islamophobia, and the case of Palestine.
The reform era dealt with the re-modification of state institutions, curbing corruption practices from the provincial level to the ministerial stage, improving and upgrading infrastructures with effective policies, decreasing regional economic disparities and so on. This process has made central governments focus on national issues, rather than international ones.
In addition to the above-mentioned subjects, regional and global security problems related to subsequent terrorist attacks in various countries have been of primary concern for Indonesia. Given the realities emanating from kidnappings and killings in the islands of southern Philippines to terrorist organizations in the Middle East, these issues have been closely observed by national security agencies. Besides this, the Indonesian governments in recent decades have been alert to developments rooted in the Middle East and has taken various counter-measures against the effects of these activities from seeping into the country.
Representing mainly the nationalist world view, Indonesian governments, through various agencies such as the military, police and elected national parliament members, have been skeptical towards Middle Eastern politics, which is shaped by multiple conflicting parties.
Any unrestrained or misguided involvements in Middle Eastern politics or cases related to Muslim minorities in the Asia-Pacific region would perhaps cause unintended consequences among some circles in the country. Thus, Indonesia’s foreign policy is quite sensitive in this issue and has been considered as a matter of national security.
One can assert that Indonesia needs strong alignments in foreign affairs in order to act accordingly with any issues that Muslim communities face in both regional and global settings.
As observed in the case of the persecution and ethnic cleansing of Rohingya Muslims, just like other regional countries, Indonesia was not able to take any firm stand against Myanmar. This is not only related to the commitment of the non-interference principle in the ASEAN charter, but also due to the loose alliances among member countries, including Malaysia and Brunei, against these sorts of developments.
Overall, Indonesia’s political environment does not permit much room for the president and government to take a leading role in regional and international crises related to Muslim minorities.
In this regard, there appears to be a dichotomy of views, since the government and a significant segment of the public differ on their views on Muslim-related issues in the global setting.
Islam Nusantara
The above-mentioned issues, in particular those related to terrorism, are forcing the Indonesian government to redefine Islamic discourse in the country. It is also observed that political and religious elites have initiated a further understanding of domestic and traditional Islamic practice, which is known Islam Nusantara. Even during the Yudhoyono governments during 2004-2014, a similar principle appeared in the form of religious tolerance with prevailing democratic practices.
The initiation of the idea of this process undoubtedly occurred in the years after the bombings in 2001 and was put into practice after the expansion of Daesh. It seems that the triggering point for the Jakarta regime to prioritize a peaceful Islamic view was molded historically. While this policy aims to create confidence among the general public and international community, it prevents the government from participating more freely in international matters.
It is undeniable that some political parties seem to have a quite strong Islamic tendency, either from the traditional or modern perspective. And this may give a wrong impression to outsiders in the sense that these political parties have a strong influence upon the decision-making processes of the government towards molding foreign policy.
It should be noted that the religious tendency of political parties and the social makeup of the majority of the population does not mean that political Islam has the upper hand in national politics. On the other hand, major political parties seek the assistance of Muslim groups and use Islamic rhetoric to seek political legitimacy for their own purposes, which does not translate to a more active national or international role. It is quite practical and pragmatic to appropriate the Islamic stand for personal political gain and/or the betterment of a particular political party’s image in front of the general public.
This was quite significantly observable during the campaign process and the selection of the candidate for the deputy position in the presidential election on April 17. The campaign process contained significant Islamic discourses from both the coalition blocs of Jokowi and Prabowo; it mainly served to divert the relevant critics and attacks from either opposition side.
Though some religious groups argued that Jokowi is a secular person and criticized certain policies of his, Jokowi strategically picked up Amin Ma’ruf, a distinguished board member of the Nahdat’ul Ulama (NU) and former leader of the Indonesian Ulema Council (MUI) as his deputy. Some have argued that the new government would be actively and constructively involved in matters related to Muslim minorities due to the role that Jokowi’s deputy will play. However, the abovementioned facts are still substantially relevant. And it is expected for the new cabinet under Jokowi will divert from earlier mainstream policy.

17 Nisan 2019 Çarşamba

Endonezya seçimlerinde kazanan Jokowi / Jokowi the winner in Indonesian elections


Mehmet Özay                                                                                                                         17.04.2019

foto:asia.nikkei.com
Endonezya’da başkanlık ve parlamento seçimi 17 Nisan Çarşamba günü yapıldı. Seçimlerin hızlı sayım yöntemine göre, şu an başkanlığı Joko Widodo (Jokowi) ve yardımcısı Amin Ma’ruf hoca’nın kazandığını gösteriyor. Buna göre, Jokowi-Ma’ruf ikilisi yaklaşık yüzde 55, Prabowo-Sandiago ikilisi ise yüzde 44 oy almış gözüküyor.

Geniş bir coğrafyaya yayılan adalar ülkesi Endonezya’da seçimin genel itibarıyla sorunsuz geçmesi halkın demokratik yönteme saygısı ve bu konuda sergiledikleri olgunluğun işareti olarak değerlendirilmeli.

Hızlı sayım yönteminin ülkede her seçim sonrasında yüksek doğruluk oranıyla gerçekleştiği dikkate alınacak olursa, Jokowi’nin ikinci kez başkanlık koltuğuna oturma hakkı elde ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. 34 eyaletten gelen ilk sonuçlar üzerinden gerçekleştirilen hızlı sayım tekniğinin yüzde birlik hata payı içermesi ülke demokrasisi için ayrı bir kazanım anlamına geliyor.

Prabowo’dan erken açıklama

Bununla birlikte, Jokowi’nin rakibi Prabowo Subianto ise, ülkenin çeşitli bölgelerinde önde olduğu sandıklardan gelen sonuçlardan hareketle başkanlığını ilân etmesini stratejik bir yanlışın tekrarı olarak değerlendirmek gerekir. Tekrarı diyoruz, çünkü Prabowo 2014 seçimlerinde de benzer bir yaklaşımı sergilemişti.

Bu açıklamayı, çeşitli kurumlarca gerçekleştirilen sayımlardan önce yapmasının tesadüfen yapılmış bir hata olmak yerine, kasıtlı yapıldığı izlenimi uyandırmasıyla dikkat çekiyor. Seçimlerden kısa süre önce yapılan kamuoyu yoklamalarında istisnasız Jokowi ve yardımcısı önemli bir yüzde ile ilk sırada yer almasına rağmen, seçime saatler kala Prabowo yüzde 60’ın üzerinde oyla kazanacağını ileri sürmüştü.

Prabowo’nun bu yaklaşımı, kendisini destekleyen milyonlarca seçmenin umudunu son ana kadar yüksek tutmaya matuf bir strateji olarak kabul edilebilir. Ancak ülkenin özellikle son üç yılına göz attığımızda bu durumun oldukça naif bir yaklaşıma tekabül ettiği ortada.

Seçim neye işaret ediyor?

Bu seçim hiç kuşku yok ki, pek çok açıdan özellikler taşımasıyla dikkat çekiyor. İlki, 1998 yılı Mayıs ayında Suharto rejiminin sona ermesinden sonra 1999 seçimleri hariç olmak üzere 2004’den bu yana yapılan seçimlerde başkanların ikinci kez seçildiğini ortaya koyuyor.

2004 yılında ve 2009 yılında Susilo Bambang Yudhoyono ve ardından 2014 ve bugün yapılan seçimlerde de Jokowi kazanmış oldu. Bu bağlamda, seçimlerin iki adaylı yarışa konu olması ülke demokrasisi açısından kayda değer bir gelişme olarak değerlendirilebilir.

Bununla birlikte, tek tek partilerin değil, çeşitli partilerin oluşturduğu iki koalisyon bloğunun yarışıyor olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu durum, sayısı onlarla ifade edilen siyasi partilerden ulusal düzeyde kayda değer başarı sergileyenlerin büyük bölümü başkan adayı çıkaramasa da, parlamentoda kazandıkları milletvekili sayısı ve temsil güçleriyle ilgili koalisyon bloğunun başkan adayı çıkarması halinde, edindikleri yere göre bakanlık üstleniyorlar.

Şüphesiz ki, yüzde 20’lik barajı aşabilen partiler başkan adayı gösterirken, bir partinin tek başına başkan çıkartmasının mümkün olmadığı bu sistemde mutlaka koalisyon olgusu gündeme geliyor.

Jokowi-Prabowo’da temsiliyet gücü

İki başkan adayının yer aldığı yarışta Jokowi ikinci kez, aynı adaya yani Prabowo’ya karşı kazanması oldukça anlamlı. Bu anlam, Prabowo’nun eski bir general ve orduda aktif görevi sırasındaki çeşitli bölgelerde ortaya koyduğu uygulamalarla insan hakları ihlâlleri ile adı anılan bir aday olması geliyor.
Jokowi’nin yerel yönetimden gelen sivil bir isim olması, kayda değer ideolojik bir duruşu ve mensubu olduğu Mücadeleci Demokrasi Partisi’nde (PDI-P) neredeyse sıradan bir üyeden fazla bir yetkeye sahip olmaması tam da onun güçlü yanını oluşturuyor.

Öte yandan, Prabowo’nun otuz iki yıl boyunca ülkeyi yönetmiş güler yüzlü diktatör unvanıyla anılan Suharto’nun -bir zamanlar- damadı olması gibi ailevi bağının ötesinde bir ordu mensubu olarak Suharta rejiminin devam ettiricisi olmasıyla bürokrasiden özel sektöre kadar söz konusu bu rejim yanlılarının umudu olmasıyla öne çıkıyor.

2014 ve 2019 seçimlerinin iki başkan adayı arasındaki bu temel karşılaştırma bize, günümüz Endonezya toplumunda demokrasi, kalkınma, bölgesel ve uluslararası bağlamda öncü rol oynama ve benzeri konular etrafında gelişme gösteren bir politikadan ziyade, bir anlamda 20. yüzyılın ikinci yarısının neredeyse büyükçe bir bölümünde belirleyici olmuş bir rejimin devam edip etmemesiyle belirginlik kazanıyor.

Bu süreçte, Jokowi’nin Solo belediye başkanlığından bu yana PDI-P üyesi olmasıyla, Prabowo ile yaşadığı rekabet arasında doğrudan bir ilişki olduğu düşünülebilir. Ancak unutulmaması gereken bir husus var ki o da, 2012 Jakarta valiliği seçimlerini Jokowi’nin kazanmasında PDI-P’nin yanı sıra, Prabowo’nun başında olduğu Büyük Endonezya Partisi’nin (Gerindra) de katkısının olmasıdır.

Halka yakın duran bir siyasetçi özelliğiyle öne çıkan Jokowi’nin valilik seçimini kazanmasında, kimin etkin olduğu yolundaki tartışmada Prabowo’nun hiç de geri kalmadığını hatırlıyoruz. Aynı Prabowo’nun, 2014 ve 2019’da Jokowi’ye rakip olması tarihin bir cilvesi olsa gerek.

Cakarta valiliğinden itibaren ele alarak ifade etmek gerekirse, Jokowi ülkenin son sekiz yılına damgasını vuran bir sivil lider. Aslında, Jokowi’nin bu sivil duruşuyla mensubu olmakla kalmadığı, aynı zamanda içinden vali, ardından devlet başkan adayı olarak çıktığı PDI-P’nin milliyetçi duruşuyla kayda değer bir tezat olduğunu ileri sürebiliriz.

Bugünkü seçimlerde acaba kendilerini İslamcı parti olarak adlandıran veya açıkça bu adlandırmayı dile getirmemekle birlikte, böylesi bir eğilimi içinde barındıran ve bu yönde talepte bulunan geniş kitleleri temsil ettiği iddiasındaki partiler nerede duruyor sorusu halen cevaplanmayı bekliyor.

Bu hususu daha önceki yazılarda dile getirdiği için, burada pek fazla üzerinde durmayacağım. Ancak şu var ki, gözlemcilerin genel kanaatlerine bakıldığında farklı veçheleriyle birlikte her ikisi de seküler yapıların temsilcisi olduğu ifade edilen başkan adayları karşısında İslamcı partilerin kendi adaylarını çıkaramamış olması oldukça manidar. Üstüne üstlük bu partilerin bir bölümünün Jokowi koalissyonu, öteki grubunun Prabowo koalisyonu etrafında kümelenmiş olarak siyaset yapma iddiasında olmaları sorunu da çetrefil bir hale getiriyor.

Bununla birlikte, bir alternatif söylem olarak, örneğin Ortadoğu benzeri bir İslamcı parti yapılaşmasının olmadığını dikkate alınsa dahi, ülke kalkınması, geleneksel yapı ve kültür, modernleşme süreçleri ve alternatifler, bölgesel ve küresel siyaset gibi diğer pek çok bağlamda bu partilerin ne gibi çözümler sunduklarını gündeme getirmek gerekiyor.

Yukarıda dile getirdiğimiz üzere hızlı sayıma göre oluşan sonuçta büyük bir değişiklik olmaması halinde Jokowi ikinci kez devlet başkanlığı koltuğuna oturacak.

Seçim sonuçlarına göre siyasi partilerin parlamentodaki dağılımları ve seçimin Açe’deki yansımasını ise önümüzdeki günlerdeki yazılarımızda kaleme alacağız. Endonezya’da gerçekleşen seçimin ve sonuçlarının ülkeye hayırlı olmasını temenni ediyoruz.


14 Nisan 2019 Pazar

İstanbul’daki Endonezyalılar, seçimler ve kimlik / Indonesians in İstanbul, election and identity


Mehmet Özay                                                                                                                        14.04.2019

foto:thejakartapost.com
Endonezya’da 17 Nisan Çarşamba günü yapılacak olan başkanlık ve parlamento seçimlerine günler kala, yurt dışındaki Endonezya vatandaşları ilgili ülkelerde oylarını kullanıyor.

İstanbul’daki Endonezya vatandaşları da 13 Nisan Cumartesi günü Gayrettepe’deki konsolosluklarında oylarını kullandı. Ağırlıklı olarak İstanbul’daki çeşitli üniversitelerde öğrenim gören öğrencilerden oluşan kitle, sabah saatlerinden itibaren konsolosluk binasına gelerek vatandaşlık görevlerini yerine getirdiler. Öğleden sonra saat 5’e kadar süren oy kullanma sürecinde zaman zaman kuyruklar oluştuğu gözlenmesi, özellikle genç vatandaşların seçime verdikleri önemi ortaya koyuyordu.

Öğlen saatlerinde, konsolosluk binası yakınlarındaki bir camiye girdiğimde son cemaat bölümünde gençlerden oluşan yirmi kişilik Endonezyalıyla karşılaştım. Selam verip, ‘apa kabar?’ diyerek hallerini hatırlarını sorduktan sonra, “sutah kasih suara” diyerek oy kullanıp kullanmadıklarını sordum. Heyecanla neredeyse hepsi ‘evet’ derken, aralarından bazılarının heyecanı oy verdikleri adayın ismini zikredecek kadar üst düzeydeydi.

Yüzlerinde tebessümle ‘Prabowo’ ismini zikrederlerken, hayırlı olsun anlamında karşılık verdim. Bu gençlerin Prabowo’yu ve siyasi duruşunu ne denli farkında olup olmadıkları bir yana, son dönemde anavatanda süren tartışmalardan ve belki de mensubu oldukları dini-sosyal yapıların Prabowo ile ‘ittifaklarından’ mülhem bir Prabowoculuk bağlamında oldukları tahmin edilebilir… 

Namaza durmuş olan diğer küçük bir gruba dahil olarak öğlenin farzını eda edip ayrılırken, aralarında bayanların da olduğu kişiler camiye girip çıkmaya devam ediyordu.

Konsolosluğa doğru yol alırken, uzaktan binanın önünde kuyruk kendini belli ederken, hemen yanı başındaki park, çoluk çocuk Endonezya vatandaşlarıyla doluydu. Bebekler, yeni çocukluk evresine girenler ile okul çağındakiler ebeveynlerinin yaşadıkları bu ülkenin diliyle konuşmak ve iletişim kurabilmelerinden hareketle, en azından bazılarının çeşitli sebeplerle epeydir buralarda oldukları anlaşılıyordu. Oylarını kullanmış olan ve ağırlıklı olarak bayanların oluşturduğu kitle, birbirleriyle hasret gideriyordu. Kimilerini birbirini daha önceden tanıyor, kimileri bu fırsatla tanışma fırsatı buluyordu.

Bu ortam içerisinde kendimi ‘memleketimde’ hissedecek denli bu kitleye yakın hissettiğimi söylemeliyim. Tanıdık genç arkadaşlarla sohbete, yanımıza gelen yeni yüzler eşlik ediyordu. Lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyindeki öğrenciler farklı branşlarda eğitim görmenin yanı sıra, bazıları kimi kurumlarda çalışma imkânı bile bulmuştu.

Bir yanda evli barklı bayanların, öte yanda üniversite öğrencilerinin etkileşimine karşılık parkın bir köşesinde neredeyse ‘tek tip’ kıyafete bürünmüş olmakla kalmayan, aynı zamanda diğer gruplarla etkileşime dahi girmekten özellikle kaçındığı izlenimi veren bir grup vardı.

Bu görüntü, Türkiye’nin son on yılına acı hatıralar taşınmasına neden olan grubu bir şekilde akla getirmesiyle dikkatimi çekmişti. Aynı organik yapı içinde yer almamakla birlikte, aynı yol ve yöntemle hareket eden bu yapıların birinin bitip ötekinin başlaması kadar, benzeri yapıların son dönemde yaşananlardan sonra, özellikle Güneydoğu Asya Malay dünyasında boşalan oldukça zengin alanı doldurma arzusundakilerin ellerini çabuk tutma maharetini gösterdiğini de ortaya koyuyor.

Yıllar önce yazdığım bazı yazılarda da dile getirdiğim hususların devam ediyor oluşu karşısında şaşırmadığımı söyleyebilirim. Özellikle, karşımda duran Endonezya vatandaşı genç kitlenin vatanlarında uzun bir tarihi ve geleneksel birikim nedeniyle kendi kimlik ve aidiyetlerini yapılaştırabilecekleri zengin bir arka plâna sahip olmalarına rağmen, birileri tarafından bilinçli ve istençli olarak bu kimlik ve aidiyetlerinin şu veya bu şekilde ötelenmesine tanık olunuyordu.

Bunun dünde kalmayan aksine, tüm yaşananlara rağmen bugün de devam etmekte olduğu görülüyor. Bu ortamda fark ettiğim şey, söz konusu bu genç kitlenin, ne olduğu belirsiz dışarlıklı yapılara bilinçsizce kul olmalarına gönlümün el vermediği sezgisinin bir kez daha benliğimi kaplaması oldu. 

Yine yakın geçmişte dile getirdiğim üzere bu tür yapıların, haklılık veya haksızlıkları bir yana, Türkiye gerçekliğinin ürünü olmalarının doğurduğu sonuç ile uzak-yakın beldelerde taklide dayalı benzer yapılaşmaların ne türden bir ilişki ağını ortaya koymakta olduğu konusu tedirginlik verecek boyutlarda(ydı). Ancak bunun böyle bir duruma ulaştığının fark edilebilmesi için ‘darbeyi’ beklemek gerekiyordu herhalde.

Oysa sosyal bilimler ve de özellikle dini alan bize bireyleri ve toplumları nasıl anlamamız gerektiğini ve eylemlerimizi nasıl ortaya koymamız gerektiği konusunda gayet net yaklaşımlar koymakla birlikte, bunları anlama ve uygulamada ihtiyaç duyulan basiret yokluğu, en azından Müslüman toplumlarda olunmaz yaraların açılmasına ve bu yaraların zamanla büyümesine neden oluyor.

Yıllar önce yine bir Endonezya vatandaşı yüksek lisans öğrencisiyle sohbetimde, “Bunlar bizi kendileri gibi yapacaklar” sözünü o günden bu yana hep hatırlayagelirim. Dün, karşılaştığım manzara da, bunun her daim yenilenen somut örneklerinden biri olarak ortaya çıkıyordu.

Aynı topluma ve o toplumun birbirine yakın ve anlaşmalarına el verecek değerlerine sahip olduklarına inandığım gençlerin bir bölümü, Türkiye’den çıkan o veya şu yapı tarafından kendi ülke değerlerinden ve toplumun diğer unsurlarından diğerlerinden soyutlanacak bir düzeye indirgeniyorlar.
Bu ve benzeri gruplar sadece kendilerini içinden çıktıkları topluma kapatmakla kalmıyorlar, her biri kendi bireysellikleriyle zenginleşecekleri bir toplumsallığa ulaşmak yerine, neredeyse robotik bir durağan ve tekdüze yaşama alıştırılıyorlar.

Dün bir kez daha tanık olduğum üzere bu gençlerin tek tip kıyafetleri sembolik olarak bu durağanlığı ve tekdüzeliği sergilemeye kafi geliyor.

Endonezya gibi bir ülkenin dört bir yanında zengin tarih, gelenek ve kültürün bulunduğu bir ülkeyi kendi değerleriyle bölgesel ve küresel düzeye ulaştırma yönünde yapılaştırıcı çabalara ihtiyaç var. Ne var ki, gerek ülke içerisinde bu zenginliğe muhalif olmayı şu veya bu şekilde kendine görev edinmiş unsurlar gerekse yurt dışından o topraklardan giderek kendi kısır yapılarını ihraç eden unsurlar bölgenin köklü ve oldukça anlamlı geleneksel-dini toplumsal yapılaşması önünde bir engel teşkil ediyor.

Çarşamba günü yapılacak seçimler sonrasında, Endonezya’da yeni dönemde ülkeyi kim yönetme hakkı elde ederse etsin, bu yapılar karşısında sağlam bir duruş sergilemeyi önceleyecek bir anlayışın hakim olmasında ülke geleceği için fayda var.


9 Nisan 2019 Salı

Savaş uçakları Çin ve Tayvan arasında çatışmayı körüklüyor / Warplanes inciting conflict between China and Taiwan


Mehmet Özay                                                                                                                         09.04.2019

foto:focustawian.tw
Doğu Asya’da potansiyel kriz alanlarından olan Tayvan ve Çin arasındaki anlaşmazlık son dönemde Çin hava kuvvetlerinin Tayvan hava sahasına yönelik ‘ihlâlleri’ iye yine gündemde.

Özellikle, 2016 yılındaki genel seçimlerde Tayvan’ın bağımsızlığı yanlısı söylemleri ile öne çıkan Demokratik İlerlemeci Parti’nin (DPP) elde ettiği başarıdan bu yana, Tayvan ve Çin kutuplaşmasında iki taraf söylemlerine somut girişimler de eşlik ediyor.

Çin hava sahasını genişletebilir

Mart ayının sonunda, Çin hava kuvvetlerine bağlı uçakların Tayvan hava sahasına girmekle kalmayıp, on iki dakika süreyle bu alanda kalmaları bu yöndeki son gelişme olarak dikkat çekiyor.

Hava sahası ihlalinin bu denli uzun bir zaman dilimini kapsaması, Çin’in Tayvan’a yönelik gerçekleştirmekte olduğu askeri tacizde ısrarcı olduğunu ortaya koyuyor.

Bu durumu, aynı zamanda Çin yönetiminin, Tayvan’ın bu tür durumlarda ne tür bir yaklaşım sergileyeceğini test etmeye yönelik girişiler olarak da değerlendirmek mümkün.

Öte yandan, Çin yönetimi kendi politikaları çerçevesinde bu tür ‘taciz girişimlerini’ temellendirirken, Tayvan’ın yanı sıra, ABD’nin kendisine yönelik kışkırtıcı yaklaşımlarına atıfta bulunarak, sorunun boyutunun farklılaşabileceğine gönderme yapıyor.

Hatta ve hatta, bu tür söylemlerin devam etmesi halinde, Çin hava kuvvetlerinin Tayvan hava sahasını kendi hava sahası olarak ilân edebileceği yönündeki açıklamalar da gündeme taşınıyor.

Çin yönetimi, yukarıda dile getirilen tacizlerle, Tayvan üzerindeki egemenlik söyleminde ısrarcı ve de yeni bir baskı sürecinin ortaya çıkmakta olduğunu göstermeye çalışıyor.

Yazıya konu olan söz konusu taciz girişimini, bu tehdidin bir denemesi olarak kabul etmek gerekir. İşte bu nedenledir ki, Doğu Asya’da kriz kendini giderek ciddi bir şekilde yineleme eğiliminde.

Tsai: “Gereğini yapın”

Buna karşılık, Tayvan tarafının bizzat başkan Tsai Ing-wen tarafından orduya verilen, “tekrar edilmesi halinde gereğini yapın” emri, iki taraf arasında gerginliğin sürdüğüne ve hatta giderek artmakta olduğuna dair düşünceleri destekliyor.

Bu emir, sıradan bir tehdide karşı geliştirilmiş bir refleks değil, aksine Tayvan’ın bağımsızlığını koruma konusundaki kararlığını simgeleyen bir duruştur.

Tsai’nin başkanlık koltuğuna oturmasından bu yana, Çin yönetimi Tayvan’la üst düzey görüşmeleri reddediyor. Çünkü Tsai, masaya oturma şartlarının eşit bir şekilde belirlenmesindeki söylemiyle, bir siyasetçi olarak kararlılık gösteriyor.

Çatışmanın temelinde ‘birleşme’ olgusu var

Ana kıta Çin ile Tayvan arasında ‘Çin’i temsil noktasında 1949’dan bu yana yaşanan bir süreç var.

Çin’in Tayvan’ı kendine bağlı bir bölge kabul ederken, zamanı belli olmamakla birlikte, birleşmenin bir şekilde gerçekleşeceğine atıfta bulunuyor. Bunun da iki seçeneğinin olduğunu açıkça ilân ediyor: ilki barış diğeri ise güç kullanımı.

İşi daha da komplike hale getiren husus, Tayvan’ın da birleşme olgusunu yadsımaması, ancak bunun şartlarının Pekin tarafından değil, eşit, demokratik temelde gerçekleştirilecek bir süreçte belirlenmesi konusundaki talep.

Aslında iki taraf arasında sorunun günümüzde tıkandığı nokta, tam da bu şartların doğasıyla alâkalı.

Tayvan halkı ne diyor?

Çin’in egemenlik konusundaki kararlı tutumuna karşılık, Tayvan’da geniş halk kesimlerinin böylesi bir birleşmeye olumlu bakıp bakmadığı konusu farklı bağlamları ile dikkat çekiyor.

Bu noktada, milliyetçi parti’nin (Kuomintang), 2016 yılına kadar giderek Çin yanlısı politikaları ile öne çıktığı ve 2016 seçimlerinde halkın bağımsızlık söylemine sahip bir partiyi iktidara taşıdığını hatırlamak gerekir.  

Bugün bu talebin sözcüsü DPP gözükse de, bağımsızlıktan feragat etmeyecek kitleyi sadece DPP destekçileri ile sınırlandırmamak gerekir.

Öyle ki, zamanı geldiğinde Tayvan halkının benzer bir söylemi dillendireceğini düşünerek ona göre hareket edeceğini tahmin etmek güç değil.

DPP’yi desteklesin veya desteklemesin, Tayvan’da Çin’le siyasi yakınlaşmaya karşı olanların vazgeçmeyecekleri temel ilkeler demokratik ve sivil toplum, liberal değerler ve yaşam pratikleri noktasında ortaya çıkıyor.

Yerel seçimler ve Çin müdahalesi

Tayvan’da 2018 yılı Kasım ayında yapılan yerel seçimlerde iktidardaki DPP’nin önemli şehirleri kaybetmesinde ana kıta Çin’in müdahalesi olduğu şeklinde yorumların gündeme gelmesine neden oldu.

Ancak yerel seçimlerde ortaya çıkan bu gelişme Tayvan hükümetinin Çin politikasından ziyade, daha çok yerel sorunlar belirleyiciliğinden bahsedilebilir. Çin yönetiminin ise, yakından takip ettiği Tayvan’da bu sorunlar üzerinden şu veya bu şekilde bir müdahaleciliğe girişmiş olması da göz ardı edilemez.

Bu noktada, Tayvan’da geniş kesimlerin, DPP iktidarının Çin’i doğrudan karşısına alan bir politikayı benimseyen bir yaklaşım geliştirip geliştirmediği tartışılabilir.

Kasım’daki seçimde daha çok yerel ve ulusal politikalara vurgu yapılsa da, en azından bazı halk kesimlerinin karar sürecinde Çin’le ilişkiler rol oynamış olabilir. Nihayetinde halk kesimlerinde eğilim, çatışma öncelikli değil.

Aksine, mevcut kazanımların devamını sağlayacak ve bugüne kadar adına statüko denilen yapının sürdürülebilirliğinden yana. Bu bağlamda, son derece pragmatik bir perspektif geliştiriliyor.

2016 yılındaki genel seçimler ile Kasım’da yapılan yerel seçimlerin sonuçlarının birbirinden ayırt edici boyutları bulunuyor.

Denge arayışı

Kuomintang’ın giderek Çin’e teslimiyetçi bir görünüm sergileyen politikaları, öte yanda DPP’nin bağımsızlıkçı duruşu karşısında Tayvan halkı temelde bir denge arayışında.

Bir denge kurulması çabasında belirleyici olan ise kazanılmış demokrasi, sivil toplum, bireysel özgürlükler ve ekonomik varsıllık gibi olgular.

Bu ve benzeri olgular bağlamında Çin yönetiminin doğrudan yönetimi altındaki bazı bölgelerdeki politikaları Tayvan kamuoyu için kayda değer bir karşılaştırma imkânı sunuyor.

Bunun yanı sıra, Tayvan halkının Çin’in Hong Kong, Doğu Türkistan ve Tibet’te olan biteni yakından takip ettiklerine kuşku yok.

Tibet ve Doğu Türkistan’da farklılıklar açık şiddet ile bastırılırken, Hong Kong’da mevcut özgürlükleri kısıtlamaya yönelik politikalara ağırlık veriliyor.