30 Ağustos 2016 Salı

Panglong Konferansı: Myanmar’da Tarih Yeniden Yazılıyor / Panglong Conference: Rewriting of Myanmar History


Mehmet Özay                                                                                                                         30.08.2016

Myanmar hükümeti 31 Ağustos’da başlayacak ve beş gün sürecek tarihi bir konferans yapılacak. 21. yüzyıl Panglong Konferansı adı verilen program merkezi hükümet ve ülkenin önde gelen etnik yapılarıyla uluslararası çevreleri biraraya getirecek. Adını bağımsızlıktan kısa bir süre önce benzer şekilde gerçekleşen konferansdan alan bu etkinlik, ülkenin 8 Kasım 2015 seçimleri sonrasında başlayan sivil yönetim sürecinin önemli bir evreye girmesi anlamı taşıyor. Ülkenin bağımsızlığı kazandığı 1948’den kısa bir süre sonra ülkeyi yöneten askeri rejimler dönemi ve 1988 yılında başlayan demokrasi mücadelesinin öznesi konumundaki etnik yapılar tüm geçen bu süre zarfında siyasi, ekonomik, kültürel ayrımcılıklara maruz kaldılar. 1947 yılında yapılan birinci Panglong Konferansı etnik yapılarla siyasi bağımsızlığı paylaşma hakkı tanıyordu. Ancak bu girişimin mimarı Aung San, yani bugün demokrasi hareketinin lideri ve Dışişleri Bakanı Su Çi’nin babasının silahlı saldırı sonucu öldürülmesiyle bağımsızlık sonrasında bu düşünce ordu mensuplarının eliyle Burma (Burmese veya Barma) denilen ülkenin yüzde altmışını oluşturan etnik çoğunluğun hakimiyetine evrildi.

Bir önceki devlet başkanı ‘yarı-sivil’ Thein Sein inisiyatifiyle başlatılan barış görüşmelerinde bazı etnik yapıların dışta bırakılması bu girişimin kapsayıcı olmaktan uzak olması kadar, şüpheyle karşılaşmasına neden oldu. Sivil bir yönetim olarak Ulusal Demokrasi Birliği hükümetinin bu seferki barış görüşmelerinde aldığı inisiyatif merkezi hükümet, etnik yapılar ve uluslararası çevrelerce ülkenin geleceği için umutların yeşermesine neden oluyor.

Sorunun Kökeni
Myanmar, bölgenin diğer bazı ülkeleri gibi etnik çoğunluğu oluşturan bir toplumsal yapı teşkil etmekle kalmıyor. Aksine, bu etnik yapıların neredeyse hepsinde siyasi bilinci oldukça gelişmiş olması, merkez-çevre ilişkilerinin daha bağımsızlık öncesinden başlayarak siyasi yönetim hakkı elde etmek gibi bir açılımı da ihtiva ediyor. Merkezi oluşturan ve adına Burma denilen etnik çoğunluk ile diğerleri arasındaki özellikle de Arakan, Karen, Şan, Kaçhin gibi öne çıkan etnik yapılarla ilişkileri belirleyen ise geçmişi 19. yüzyıla kadar uzanan bir tarihsel ilişkiler ağına dayanıyor. İngilizlerin bölgedeki varlığı, yönetim ve ordu yapılaşmasında görev verilen etnik yapılar ile verilmeyenler arasındaki ilişki, bağımsızlık sonrasındaki ayrışmanın da temellerini oluşturuyor.

21. Yüzyıl Panglong Konferansı
Konferansa 21. Yüzyıl Panglong Konferansı adının verilmesinin nedeni, 1947 yılında, yani bağımsızlıktan sadece kısa bir süre önce aynı adla bir konferansın gerçekleştirilmiş olması. O dönem ulusal lider konumundaki Aung San’ın Şan, Kaçin ve Çin etnik toplulukların liderleriyle yaptığı görüşmelere, konferansın yapıldığı yerin adıyla Panglong Konferansı olarak anılıyor. Etnik yapılarla yapılan bu konferans, ülke siyasal yaşamının dizaynı konusunda bir girişim olması bağlamında bağımsızlığın da önemli bir güvencesiydi. Ancak bu güvenin sarsılmasında, öncelikle 19 Temmuz 1949’da, yani bağımsızlıktan altı ay önce, Aung San’ın diğer bazı ulusal liderlerle birlikte katledilmesinin ve ardından da bağımsızlık sonrasında Burma milliyetçilerinin etnik yapılarla siyasal paylaşım yerine merkeziyetçi bir otorite tesislerinin rolü büyük.

İkinci Panglong Konferansı, bir dizi görüşmelerin başlangıcı kabul ediliyor. Bu süreç, aynı zamanda Myanmar’ın aslında 1947’de yarım kalmış bir projesini tamamlama hedefi taşıyor. O da, merkezi gücü oluşturan nüfusun yüzde altmışlık bölümüne tekabül eden Bamar etnik çoğunlukla, nüfusun geri kalanını oluşturan etnik yapılar arasında güven tesisi oluşturmak. Bağımsızlık öncesi süreçte federal yönetim düşüncesiyle harekete geçen dönemin liderlerinin bıraktığı yerden görüşmeleri devam ettirmek. Bu hedefin gerçekleştirilebilmesi için askeri rejimin sona ermesi gerekiyordu. 8 Kasım 2015 seçimleri bu süreci şu veya bu şekilde ortadan kaldırmaya matuf bir girişimdi ve bunda da başarılı olundu.

Hükümet İçin Önemli Bir Sınav
Söz konusu bu barış süreci, Su Çi’nin önderliğindeki Ulusal Demokrasi Birliği hükümeti için önemli bir sınav niteliği taşıyor. Öyle ki, ‘demokratik’ yönetim çağrılarına konu olan Su Çi’nin verdiği mücadele, şimdi pratiğe geçirilmeyi bekliyor. Hedefte merkez-çevre ilişkisinde güven tesisi ve akabinde gelecek siyasi ve ekonomik kazanımlar bulunuyor. Konferansa Thein Sein döneminde 2015’de başlatılan ve Ulusal Ateşkes Anlaşması adıyla gündeme gelen barış görüşmelerine davet edilen sekiz grubun dışında, dışarda tutulan on üç etnik yapı da davet edildi. Bu grupların önemli bir bölümünün geçen yıl başlayan barış görüşmelerine davet edilmemiş olmaları ülkede merkez-çevre ilişkilerinde sorunun devam ettiği anlamı taşıyordu. O dönemde söz konusu bu etkin yapıların liderleri yeni hükümetin barış süreci görüşmelerini beklediklerini açıklamışlardı. Şimdi bu sürece gelinmiş görülüyor. Geçen hafta Birleşik Milletler Federal Konseyi temsilcileri yaptıkları açıklamada konferansa katılacaklarını ilan ettiler.

Barışta Su Çi Faktörü
Su Çi’nin ülke siyasal yaşamında aktör haline gelmeye ve toplumun geniş kesimlerinde demokrasi taleplerinin yükselmeye başladığı dönem 1988 yılına tekabül eder. Kurucu devlet başkanının kızı olmasının da getirdiği ve içinde mitsel unsurları da barındıran liderlik profilinde Su Çi’ye destek veren etnik yapılar, kısa bir süre sonra geleceği varsayılan demokratik dönüşüm sürecinde, 1947 yılındaki Panglong Konferansı’nın bir benzerinin hazırlığı hayalili kuruyorlardı. Ancak bu hayalin gerçekleşmesi için 25 yıl beklemeleri gerekti. Bu nedenle Çarşamba günü başlayacak ikinci Panglong Konferansı gecikmiş bir toplantı özelliği taşır.

Çarşamba günü başlayacak görüşmeler Su Çi’nin liderliğinde gerçekleşmesinin önemli sebepleri var. İlki, 1947 yılındaki ilk Panglong Konferansı’nı babası ve dönemin siyasi lideri Aung San’ın yapmasıydı. Ardından, 1988 yılından itibaren ülkedeki siyasi gelişmelerin bir tür zorlamasıyla kendini siyasi liderlik konumunda bulan Su Çi’nin çeyrek yüzyıla varan mücadelesi geçen yılki seçimlerdeki başarısıyla meyvesini verdi. Aung San’ın birinci Panglong Konferansı sonrasında suikasta kurban gitmesi, etnik yapıların Aung San kadar, demokrasi mücadelesinde meşaleyi taşıyan Su Çi’ye karşı bir güven ve sempatiyi çok geçmeden oluşturmuştu. Gelinen bu noktada bu ilişkinin pratiğe dökülmesi bekleniyor. Her ne kadar Su Çi’nin 2010’dan itibaren merkezi güçlerle ilişkisine eleştirel yaklaşan etnik yapılar olsa da, artık bugün merkez siyasette yer alan Su Çi’siz barışa adım atmakta olanaklı görünmüyor.

Tarih Yeni Baştan
Bu konferans ile Myanmar yeniden tarih yazmaya hazırlanıyor. Geçen yıl 8 Kasım’da yapılan seçimler sonrasında oluşan siyasi ortam, sadece askeri rejimin yerine sivil siyasilerin hakim olduğu bir sistemin gelmesiyle sınırlı değildi. Hükümette yaşanan bu değişim, aynı zamanda yarım yüzyılı aşkın bir süre boyunca ülkenin dört bir yanında bağımsızlık veya otonom yönetim talebinde bulunan etnik unsurlarını heyecanlandıran bir gelişmeydi. Tıpkı 1947 yılında, yani bağımsızlıktan aylar önce, o dönemin önemli etnik yapılarının katılımıyla Panglong’da düzenlenen konferansta alınan kararda olduğu gibi, bugün de gerçekleştirilecek benzer bir konferans federal bir yapının kapısını aralama anlamı taşıyor. Hiç kuşku yok ki, merkezi hükümet ile etnik yapılar arasında gerçekleştirilecek bu konferans ilk etapta ülke genelinde merkez siyaset ile etnik yapıların hakimiyetindeki bölgeler arasında güven tesisi anlamında önem taşıyor. Zaten Su Çi’nin de konferans için temel hedef olarak siyasi ve güvenlik konularını ana madde olarak seçmesi bunu gösteriyor. Bunun pratikteki yansımaları ise kaçakçılık, uyuşturucu gibi yasa dışı uygulamalar ile çeşitli alt yapı sorunlarının halledilmesi şeklinde karşılık bulacak. Bu aynı zamanda Ulusal Demokrasi Partisi iktidarının hem ülke içinde, hem ASEAN içinde hem de uluslararası kamuoyu önünde inandırıcılığını ortaya koyması açısından da kayda değer bir süreç olacak.

Siyasal Çözüm ve Toplumsal Barışa Doğru
Etnik yapıları barış masasına sevk eden bir diğer husus ise, geniş kitlelerin artık savaş ve çatışma ortamına son verilmesi konusundaki talepleri. Merkezi orduyla (Tatmadaw) etnik yapıların gerillaları arasında yaşanan çatışmalar sivil halkın evlerini barklarını terk etmelerini, temel hak ve hizmetlerden azade bir hayat sürmeleri, geleceklerinin belirsizliği gibi son derece insani kaygıların gün yüzüne çıkmasına neden oluyor. Doğal zenginlikleri potansiyel olarak bünyesinde barındıran ülkenin geniş toplum kesimlerinin barış ve huzur içerisinde yaşacakları bir ortamın oluşturulmasında hiç kuşku yok ki uluslararası çevrelerin de bir etkisi olacaktır. Bu nedenle Su Çi, görüşmelere Birleşmiş Milletler genel sekreteri Ban Ki-moon’u davet etmesi bunun göstergelerinden biri. Bir diğer husus ise, başta ABD ve AB olmak üzere Batıyı temsil eden ülkelerin ve birliklerin Myanmar’da hüküm süren askeri rejime yönelik siyasi ve ekonomik ambargolarının büyük ölçüde sonlandırılmış olması, ikili ve bölgesel ilişkilerde Myanmar’a rollerin verilmeye başlanması da kuşkusuz barış sürecinde katalizör işlevi görecek. 

23 Ağustos 2016 Salı

Filipinler’de Hükümet Komünist Partisi’yle Barış Masası’nda / The Central Government of the Philippines and Communist Party at the Peace Table


Mehmet Özay                                                                                                                         23.08.2016

Filipinler’de yeni bir barış süreci başlıyor. Filipinler devleti ile komünist gerilla hareketi ve onun siyasi kanadı komünist parti yetkilileri arasında bugün, yani 22 Ağustos’da Norveç’in başkenti Oslo şehrinde barış görüşmeleri başlıyor. Görüşmelere Norveç’den üst düzey katılım, Güneydoğu Asya’daki bu siyasi krizi çözme konusunda tıpkı diğerleri gibi, Avrupa’nın katkısının göz ardı edilemeyeceğini ortaya koyuyor. Norveç’in 1986 yılındaki görüşmelere de ev sahipliği yapması aslında bir devamlılığın olduğunu da gösteriyor. Söz konusu barış görüşmesi, Başkan Duterte’nin ülkedeki muhalif ve gerilla savaşı veren tüm gruplarla sorunların halledilmesi konusundaki bütüncül politikasının bir ürünü.

Toplumsal Barışa Doğru
Bu noktada, merkezi hükümetin, 1960’ların sonlarından bu yana varlık gösteren komünist partisi ve bağlantılı gerilla hareketiyle barış görüşmelerine başlaması, ülkede siyasi istikrarın tesisi bağlamında, bir önceki dönemde Moro İslami Kurtuluş Cephesi’yle yapılan barış anlaşmasının bir devamı niteliği taşıyor. Böylece hem Mindanao ve çevre adalardaki Malay Müslüman kitle, hem de Luzon adası güneyi, Mindanao adasının kuzeyinde faaliyet sergileyen komünist partisiyle gerçekleştirilecek toplumsal barışın genel anlamda ülkede pozitif bir atmosfer oluşturacağına kuşku yok.

Luzon Adası merkezli olarak 1969’de kurulan komünist partisi varlığını şiddete dayandırmasıyla ülke siyasal hareketleri içerisindeki yerini aldı. 1986 yılında başlayan barış görüşmelerinde sonuç alınamazken, en son girişim yaklaşık dört yıl önce Benigno Aquino’nun devlet başkanlığı sürecinin başlarında gündeme gelmişti. O günlerde Aquino’nun kabul etmediği siyasi tutukluların serbest bırakılması şartını bugün Duterte’nin yerine getirmesi iki tarafın masaya oturmasını sağlayan en önemli şart olarak gözüküyor.
Bugünkü görüşmelerden sadece birkaç gün önce, yani geçen Cuma günü komünist hareketin iki önemli liderinin cezaevinden salıverilmesi karşısında örgütün tek taraflı ateşkes kararına hükümetten de benzer bir karşılık geldi. Liderlerin salıverilmesi ve karşılıklı ateşkes kararı, iki tarafın görüşmeler öncesinde sürece olumlu bir adım atmaları anlamı taşıyor.

Başkan Rodrigo Faktörü
Açıkçası, daha 8 Mayıs başkanlık seçimleri öncesinden başlayarak, Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte’nin komünist gerilla hareketiyle masaya oturacağını açıklaması gündemde önemli bir yer işgal etmişti. Seçimlerin ardından Temmuz ayı başında görevine aktif olarak başlamasının ardından, konuyla ilgili açıklamaları ve girişimleriyle bu konuda ne kadar ciddi olduğunu ortaya koydu. Başkan’ın bu kararlılığının bir göstergesi olarak barış görüşmeleri öncesinde aldığı dikkat çekici kararlar arasında, yeni kabinede Sosyal ve Ekonomik Kalkınma ile Tarım Reformu bakanlıklarına komünist aidiyetleriyle tanınan siyasetçileri getirmesi oldu. Ardından, güvenlik güçleriyle komünist gerillalar arasında görece düşük yoğunluklu da olsa devam eden çatışmaları sonlandırmaya yönelik olarak ‘ateşkes’ çağrısına rağmen, ateşkes süreci işletilemedi.

Şimdi sıra, taraflar arasında karşılıklı ‘pazarlıkların’ yapılmasına geldi. Oslo görüşmelerinin tarihin belirlenmesiyle, gerilla hareketinin iki lideri karı koca Benito Tiamzon ve Wilma’nın serbest bırakılması, Filipinler devleti adına iyi niyet göstergesinin ötesinde bir anlam taşıyor. Benito Tiamzon ‘Filipinler Komünist Partisi’ ve partinin silahlı kanadı ‘Yeni Halk Ordusu’nun başkanı sıfatını taşırken, eşi Wilma parti genel sekreterliğini yürütüyor. Bu bu iki liderin salıverilmesi, görüşmelerde oynayacakları varsayılan ‘yapıcı’ rolden ötürü önemli. Ayrıca, aynı günlerde yirmi siyasi tutuklu da serbest bırakıldı. Bununla birlikte, cezaevlerinde yaklaşık 550 gerillanın bulunuyor. Ve barış görüşmelerinin seyrine göre bu mahkumların da serbest bırakılması gündeme gelecek.

Dünü ve Bugünüyle Komünist Partisi
Takımadalar ülkesi Filipinler’de komünist ideolojinin, tıpkı bölgedeki diğer ülkeler gibi önemli bir geçmişi bulunuyor. Sömürgecilik dönemi, ‘koyu’ bir milliyetçilik üzerinde yükselen Japon yayılmacılığı ve ardından gelen kapitalist üretim/tüketim süreçleri vb. Filipinler’i bu anlamda diğer ülkelerden farklı kılan ise 19. yüzyıl son yılları ile 20. yüzyıl ilk yarısı boyunca Amerikan ‘sömürgeciliğine’ konu olmasıdır. Özgürleştirici ülke sloganıyla anılan Amerikan’ın, en azından Güneydoğu Asya toprakları bağlamında dile getirilecek olursa, bölge sömürge tarihinde İngiltere, Hollanda ile bir arada tutulmasa da, böylesi bir ‘kara’ geçmişi olduğu Filipinler örneğinde karşımıza çıkıyor. Ancak ABD’nin Takımadalarla ilintisi bağımsızlık sonrasında da devamlılık gösteriyor. Tabii, bununla birlikte, Rusya ve ardından Çin’de yaşanan devrimleri ve sonrasında bölge ülkelerine yansımasını da dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Bu çerçevede, Filipinler komünist partisinin 1930’larda kök salmaya başlaması, bağımsızlığın ardından doğan siyasi arenada kendine yer bulamaması gerilla hareketine yol açtı. 

Filipinler’de komünizm ideolojisinin ortaya çıkmasında, ABD sömürgeciliği ve bu döneme karşı verilen özgürlük mücadelesi kadar, Pasifik Savaşı sonrasında kalkınmacı modernleşme çabalarında arzu edilen başarının yakalanamamasıyla birlikte milyonlarca insanın yoksullukla iç içe yaşamasının payı büyük. Bu anlamda, komünizmin Avrupa versiyonun klişe haline gelmiş sanayi devriminin ürünü ‘geniş işçi sınıfı’ndan ziyade, yoksul ve üretim gücünde söz sahibi ol/a/mayan geniş tarım nüfusunun rolü bulunuyor. Buna paralel olarak, kırdan kente göçle okur-yazar/zanaatkârlık imkânlarına sahip olmayan kitlelerin ‘lümpen’ olarak adlandırılabilecek ‘arada kalmış’ yaşamlarında bir ümit veya en azından bir tür ‘var oluş’ imkânı olarak komünist ideolojinin belirdiği görülür. Bu çerçevede, komünist gerilla hareketi şehirlerde etkin olurken, ideolojisinin temellendirmede de kır toplum yapısına dayanıyordu. Bu toplumsal kesimlerin komünist partisiyle buluşmasında, kuşkusuz ki, 1965-1986 yıllarında ülkeyi yöneten Ferdinand Marcos’un ürettiği rejimin etkisi es geçilemez. Komünist partisiyle barış görüşmelerinin Marcos sonrası dönemde gündeme gelmesi de hem ülkedeki siyasi ve ekonomik yapılaşma hem de bölgesel ve de küresel değişimlerle bağlantılıdır. Liberal ekonomi sınırları içerisinde de olsa bir tarımsal kalkınma süreci, komşu ülkelerde ideoloji ve silah desteğinin giderek sona ermesi, ideolojik iç çekişmeler partinin belirsizliklerle dolu bir sürece girmesini sağladı.

Yeni Bir Döneme Doğru
Eski Başkan Aquino döneminde başlatılan barış görüşmeleri ve ardından yeni başkan Duterte ile devam ettirileceği konusunda güçlü sinyallerin verilmesi temelde Filipinler merkezi hükümetinin ayrılıkçı gruplar ve bunları destekleyen sivil toplum kesimleriyle ‘barışı’ hedeflediğini gösteriyor. Özellikle, 2001 yılında ABD’de meydana gelen gelişmelerin ardından ‘terörle mücadele’ olgusu küresel bir boyuta çıkarken, ABD bu süreçte kendine ‘ittifak’ bulmakta zorlanmadı. Bunların başında da Filipinler geliyordu. Bu yaklaşımı, kendisi için bir avantaja dönüştürmek isteyen hükümet, ayrılıkçı silahlı gruplarla mücadele söylemi ardından sivil çevreleri de hedef aldı. Ancak 2010’lardan itibaren Moro İslami Kurtuluş Cephesi ile anlaşma imzalanması ve ardından komünist partisi ve uzantısı gerilla grubuyla barış masasına oturulması, Filipinler merkezi yönetiminde ‘ulusal güvenlik’ konseptinin yeni bir rotaya oturtulmaya çalışıldığına işaret ediyor. İç çatışmaları sonlandırmış bir Filipinler’in, özellikle Aquino başkanlığında hız kazanan kalkınmacı politikaların kırsal ayağında yoğunlaştırılması yoksul kesimlere bir ümit aşılarken, toplumsal barışın tesisinde de rol oynayacaktır. Öte yandan, iç politikada ayağı sağlam yere basan Filipinlerin, olası dış tehditler karşısında dış politikaya yoğunlaşması ve gelişmelerin yönelimine göre bölgesel ve küresel ilişkileri geliştirmeye konuşlanması beklenebilir.

http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/filipinler-de-hukumet-komunist-parti-yle-baris-masasinda/633138

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Endonezya: Bağımsızlığın 71. Yılı / Indonesia: 71 Years of Independence


Mehmet Özay                                                                                                                        17.08.2016

Endonezya Cumhuriyeti 71 yaşında. Güneydoğu Asya topraklarında Pasifik Savaşı sonrasında bağımsızlığını kazanan ülkede bugüne kadar geçen süre, kendi kendini yönetebilmeyi öğrenme denemeleriyle geçti. Uzun yüzyıllar bölgede varlığını sürdürmüş olan sömürgeci Hollanda’nın, Japonların teslim olmasından çok kısa bir süre sonra yeniden ‘eski topraklarını’ ele geçirme arzusu bir direnişle karşılaştı. Bu süreçte, savaşın Avrupa cephesinde önemli yıkıma uğrayan Hollandalılar İngilizlerin desteğinde Cava Adası’nda ve Sumatra’da Batavya, Surabaya, Semarang, Medan gibi önemli şehirlere asker çıkartarak, Takımadalar topluluklarını sömürgeleştirmeye kaldıkları yerden devam ettirme arzusundaydılar. Bu noktada, bir zamanların ‘Doğu Hint Adaları’ denilen topraklarda özgürlük mücadelesi kadar, uluslararası çevrelerin bu bağımsızlığı ‘tanımada’, dönemin ABD yönetiminin rolü de göz ardı edilemez. ABD için Takımadalar’ın bağımsızlığı sürecindeki müdahalenin gerekçesi ise, kendi küresel siyasi ve ekonomi çıkarlarıyla bağlantılı olarak komünizm tehdidi karşısında dönemin Amerikan ekseninin oluşturulmasında Takımadalar’ın vazgeçil/e/mezliğinde yatar.

Ordu ve toplumsal hareketler
Bu süreçte, düzenli ordunun imkânsızlığı karşısında, öne çıkan ‘düzensiz’ silahlı birlikler verilen mücadelede rol oynadı. Bu rol, söz konusu bu düzensiz yapılardan bir bölümünün, 17 Ağustos 1945’de birer siyasetçi olarak bağımsızlık ilânı için henüz hazır olmadığı anlaşılan Sukarno ve yardımcısı Hatta’yı bizzat radyo binasına getirip ‘iki cümlelik’ bağımsızlık bildirgesini okutmalarıyla çarpıcı bir yön içerir. Bununla birlikte, ilânının uluslararası arenada tanınması için 1949 yılının beklenmesi gerekti.

Düzensiz birliklerin varlığı, bir süre sonra düzenli orduya evrilmesiyle devam ederken, ordu bağımsızlık öncesi süreçten devraldığı rolü, ülke siyasal gündemini belirleyecek şekilde bugüne kadar korudu. Bu bağlamda, bağımsızlık öncesinin kendi başlarına hareket eden söz konusu silahlı grupların rolü ile, bağımsızlık sonrasında doğan ‘ordu’nun bugüne kadar ki siyaset üzerindeki tesirinde bir tür benzerlik olduğu söylenebilir. Bunun yanı sıra, kahir ekseriyeti Müslüman olan Adalar topluluklarınca verilen özgürlük mücadelesinde milliyetçilikle İslamcılığın iç içe geçmesi kadar, sömürge eğitimi nedeniyle ve kimi toplumsal unsurların girişimleriyle komünist ideolojinin yeşerdiği geniş Endonezya toplumunda siyasi yönetim bugüne kadar bu siyasi ve toplumsal güçlerin mücadelesine de konu oldu.

Bağımsızlık düşüncesine giden yol
Batılı güçlerin bölge üzerindeki siyasi tasarımlarının yanı sıra, Takımadalar toplumlarının bağımsızlık çabalarının modern anlamda ortaya çıkmaya başlaması yirminci yüzyılın başlarına kadar geri gider. Birinci dünya savaşı sonrasında günlük yayın organlarının yaygınlaşmasıyla bağımsızlık düşüncesi görece geniş kitlelerce paylaşıldı. Örneğin, ‘Soeara Atjeh’ adlı yayın organında ‘İslam ve Milliyetçilik’ başlığı altında ele alınabilecek yazıların yer alması coğrafi olarak Takımadalar’ın en batısı ile aynı dönemlerde merkezi oluşturan Java Adası’ndaki yaklaşımların benzerlik taşıdığını ortaya koyuyor. Hollanda sömürge okullarında öğrenim gören ve süreçte ülkenin aydınlarını oluşturacak kişilerin Avrupa’daki devrimlerden hareketle milliyetçilik ve komünizm akımından etkilenmeleri, bölgenin asli unsurlarından İslamcı perspektifle birlikte bağımsızlık yolunda siyasi ideolojiler olarak yer aldı. Bu ideolojilerin kurumsal karşılığı ise, İslamcılığın Masyumi partisi; milliyetçiliğin Endonezya Milliyetçi Partisi; komünizmin de Endonezya Komünist Partisi ile karşılığını buldu.

Model arayışında Türkiye faktörü
Bölge Müslümanlarının dışarlıklı ve sömürgeci ticari tekel karşısında varlık göstermenin somut adımı olarak ‘Sarekat Islam’ı kurmaları ve bu mücadelenin zamanla Masyumi adıyla bir siyasi partiye evrilmesi önemli süreçlerden sadece biridir. Bölge halkının, aydınlarının ve hocalarının özgürlük mücadelesindeki rolleri ile bu süreçte Türkiye’deki gelişmelerin de şu veya bu şekilde bir tesiri bulunuyor. Bu bağlamda, ‘genç’ Türkiye Cumhuriyeti’nin lideri Kemal Atatürk’ün basın yayın organları kadar posterlerinin evlere kadar girmesi; Atatürk ve Enver Paşa’nın ‘Soeara Islam’ gibi basın organlarında da görüldüğü gibi bazı yayınlara konu olması; Ziya Gökalp, Halide Edip Adıvar’ın yazılarının Sukarno gibi geleceğin devlet başkanınca okunması nasıl bir devlet yapısının ortaya çıkacağına dair ipuçları verir.

Ülkenin nasıl bir siyasi model üzerine oturtulacağı meselesinde ‘cumhuriyet’ ile ‘federalizm’ arasındaki fark, ülkenin kurucu figürlerinin yaklaşımıyla, sömürgeci gücün Takımadaları siyasi bir yapı olarak kendine organik olarak bağlı kılma arasındaki mücadeleye denk gelir. Karanın Cumhuriyet lehinde oluşmasında, özellikle Sukarno’nun yukarıda zikredilen isimlerin eserlerine ve ideolojilerine dair eserleriyle ilgili hapiste yaptığı okumaların kayda değer bir yeri vardır. İlk gençlik yıllarından itibaren milliyetçi bir damara sahip olan Sukarno’nun bu ideolojik yapılaşma süreci kadar, halk katmanlarında da Türkiye’deki bağımsızlık ve devamındaki süreç sembolik karşılığını Atatürk’ün posterlerinin evlerin duvarlarında asılı olmasıyla bulur.

Panca Sila: İdeolojik Temel
Yukarıda zikredilen ve geniş adalar topluluğunu birleştiren Cumhuriyet’in temel ilkeleri, yine Sukarno’nun ‘Türkiye okumaları’nı yansıtacak şekilde ‘beş ilke’, yani Panca sila’da karşılığını bulur. Hukuki, siyasi, ekonomik, sosyal kalkınma ve plüralizme vurgu yapan bu ilkeler ‘ten Tanrıya inanç’, ‘milliyetçilik’, ‘adalet’, ‘temsili demokrasi’ ve ‘refah devleti’ne işaret eder. Ve bu ilkeler anayasanın değiştirilmesi teklif edilemeyecek maddelerini oluşturur. Bu anlamda panca sila, Sukarno’nun, sömürgeci yönetim altında geçen gençlik yıllarında toplumun farklı kesimlerinde karşılık bulan tek Tanrıcı, milliyetçi ve sosyalist akımların biraraya getiren bir ilkeler dizinidir.

Farklı toplum kesimlerini biraraya getirmeyi hedefleyen, bu anlamda ulusal bir moral değerler bütünü kabul edilen panca sila, ülkenin temel ideolojisi olarak ortaya çıkmış ve bugüne kadar varlığını korumuştur. Bu ideolojik temellendirme, bağımsızlık öncesi süreçte çeşitli siyasi faaliyetleriyle dikkat çeken grupların, yeni devletin ideolojisi belirlemede içine girdikleri rekabet sürecinin bir ürünüdür. Bu çerçevede geniş kitlelerin dini inançlarının Müslümanlıkla buluşmasına rağmen, bir İslam Devleti düşüncesi pratiğe geçirilmez.

Ordudan Reforma
Ancak aradan geçen süreçte, meclis varlığı, İslamcı partinin yasaklanması ve meclis varlığının kontrol altına alınması ve darbe Sukarnolu yılların özetidir. Darbeyle yerine gelen üniformasını çıkartıp sivil kıyafeti giyen general Suharto otuz iki yıllık iktidara damgasını vurdu. 1998’de baş gösteren halk ayaklanması ile siyasi ve sivil hayatın yeniden düzenlenmeye başlandığına tanık olundu. Adına ‘reform’ denilen bu sürecin ilk beş yıllık bölümü geçici başkanlık yapan Prof. Dr. Habibie; ülkenin dini/sivil organizasyonlarından Nahdat’ul ulama’nın da yöneticiliğini yapmış olan, liberal İslamcı olarak da bilinen Abdurrahman Vahid ve Sukarno’nun kızı Megavati’nin başkanlığına konu oldu. Ardından, yukarıda zikredildiği üzere askerin ülke siyasetindeki başat rolüne gönderme yapacak şekilde, başkanlık iki dönem yani on yıl boyunca eski bir general Susilo Bambang Yudhoyono taşındı. 1998’den sonra başlayan ve aradan geçen on beş yıla rağmen, reform sürecinde ne kadar ilerleme sağlanabildiği bir soru işareti. Bugün iktidarın başında mevcut köklü siyasi partiler içerisinde kayda değer rol almamakla beraber yerel yöneticilik tecrübesiyle halkın teveccühe mazhar olmuş Joko Widodo bulunuyor. Bağımsızlığın kutlandığı bugünlerde Jokowi ülkenin temel ilkelerine yani panca sila’ya atıfta bulunurken reformları hayata geçirmekle meşgul olmayı da göz ardı etmiyor.

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Mimpi Melihat Turki di Aceh


Mehmet Özay                                                                                                                         13.08.2016

Kemarin Saya bermimpi sesuatu yang tidak biasa. Sehubungan dengan Aceh, Saya akan menceritakan mimpi Saya dengan masyarakat di Aceh. Mimpi saya berawal dari masa ketika Saya tiba di Aceh tahun 2005, beberapa bulan setelah terjadi bencana alam yang disebut tsunami. Tidak seperti saya atau lembaga tempat Saya berkiprah pada saat itu, ada beberapa grup dari Turki atau sebut saja Jama’ah-jama’ah yang diwakili oleh beberapa NGO.

Salah satu dari mereka mengirim ‘tim’ dan menyelidiki kalau ada perempua yang melakukan bisnis di Banda Aceh. Mereka mengontak langsung perempuan tersebut dan berbincang singkat dengannya. Dilanjutkan dengan wawancara di stasiun TV mereka yang beroperasi di Turki. Ada sesuatu yang aneh dengan wawancara ini karena wanita tersebut tidak terbilang korban tsunami di Aceh, disamping ia juga merupakan seorang distributor mobil-mobil bermerek yang terkenal di Aceh. Tak lupa juga ia menceritakan bahwa banyak masyarakat Aceh miskin dan anak yatim tertinggal selepas bencana.

Setelah program tersebut disiarkan, ada orang-orang yang rendah hati dan bersaku tebal mengunjungi Aceh untuk membangun sekolah di bawah NGO swasta milik grup tersebut. Pada kenyataannya, grup ini tidak asing bagi Indonesia karena mereka sudah terlibat dengan berbagai institusi termasuk dibidang pendidikan yang sudah terlebih dulu didirikan di Pulau Jawa. Mereka takut membangun sekolah di Aceh pada masa konflik. Namun kemudian tsunami memberi mereka peluang untuk berbisnis disini. Bahkan Mereka punya kesempatan untuk memanfaatkan dan menyalahgunakan hubungan sejarah Aceh dan Turki untuk kepentingan bisnisnya.

Karena tidak ada buku-buku sejarah Aceh dan Turki yang pernah mereka tulis (atau sebagaimana sebagaian orang mendesak bahwa itu sejarah Turki dengan Indonesia, bukan dengan Aceh) tapi mereka yang terdepan dalam menyalahgunakan kata “kita saudara” atau “kita pernah kirim meriam kemari..” dll mengemukan kalimat kalimat klise. Menariknya, tidak ada orang Aceh yang berani bertanya balik seperti “Anda siapa? Apa yang Anda lakukan disini? Apa yang sebenarnya Anda ketahui tentang hubungan masa lalu? Kenapa Anda menjalankan “bisnis” Anda dengan penuh semangat?”

Seperti biasa, NGO ini mulai membangun image didepan publik dengan mempromosikan hal hal yang berkaitan dengan bantuan-bantuan organisasinya. Dan kelompok ini juga mengikuti jalan yang sama tapi dengan level lebih tinggi sebagaimana terlihat dalam pendekatan-pendekatan yang dilakukan dengan “pejabat-pejabat atasan” seperti gubernur, walikota, dll. Dan dalam mimpi, saya melihat dengan jelas sekali bahwa mereka menghadiahkan daging qurban dalam jumlah besar kepada gubernur yang menjabat saat itu. Tujuannya adalah untuk menghipnotis gubernur seperti pejabat-pejabat lainnya. Pada faktanya, bukan hal yang mengejutkan karena prilaku ini biasa antara rantai rantai organisasi kelompok ini.

Dan gaya penyalahgunaan mereka itu melibatkan segalanya. Contohnya, secara total mereka tidak menyetujui pendekatan-pendekatan, metode-metode dan aplikasi-aplikasi sufi apapun. Tapi dalam kehidupan sosial mereka pura pura mempromosikan tradisi sufi bahkan mengundang beberapa kelompok untuk menghibur dan menari disini di Indonesia meskipun kita tidak menemukan satu perwakilan atau figur contoh dalam bidang seni tersebut. Mereka berpura pura mempromosikan pendidikan modern di Aceh termasuk ‘kelas violin’ yang mereka anggap siswa siswi Aceh kehausan dengan ‘fashion atau pendekatan ‘ yang meng-Eropa’ semacam ini dalam berpendidikan.

Mungkin masyarakat Aceh terlalu sibuk untuk memulihkan diri dari efek tsunami dan konflik. Mungkin karena alasan ini maka dapatlah dipahami.

Dalam bagian lain mimpi itu, saya menyaksikan bagaimana kelompok tersebut merangkul salah satu sekolah yang dihadiahkan oleh Islamic Development Bank kepada Aceh. Hal unik dari sekolah yang berlokasi di Aceh Besar- Lhoong, Jhanto, dan Lamnyong adalah pada kenyataanya ditetapkan untuk sepenuhnya diberikan kepada anak-anak yatim. Meskipun begitu, melalui jaringan jaringan dalam institusi mereka, hak mengelola sekolah tersebut mereka dapatkan dan menyulapnya menjadi sekolah swasta untuk mengumpulkan banyak uang. Ini tidak hanya terbatas pada uang tapi lebih dari itu. Pada faktanya, perubahan status sekolah ini yang dibangun dengan bimbingan ‘pelindung Mekkah dan Madinah’ telah menjadi ‘angsa emas’ sejak pihak manajemen mendekati pejabat-pejabat tinggi dan keluarga kaya di Banda Aceh dan sekitarnya untuk merekrut anak-anak mereka.

Tapi ‘alamnya’ anak anak yang belajar disekolah tersebut telah berubah sejak pertama kali menyantap kebab disekolah dan mengunjungi yang namanya olimpiade internasional. Dan lagi, tidak ada figur terkemuka di universitas atau kantor pejabat tinggi yang menanyakan status sekolah ini meskipun ini sekolah yang spesial untuk anak-anak yatim. Saat ini, barangkali para pria dan wanita ini sedang sibuk mengambil keuntungan dari hubungan mereka dengan grup ini.

Anehnya, setiap orang yang familiar dengan kelompok ini percaya argumentasi kelompok ini bahwa mereka adalah perwakilan negara Turki, atau dari waktu ke waktu sebagaiman yang terdengar bahwa kelompok mereka sendiri bagaikan negara. Dan setelah beberapa saat, bau aneh menyeruak dari Turki disebabkan oleh persengketaan antara pemerintahan Turki dan kelompok ini. Beberapa pihak percaya bahwa yang akan kalah adalah pemerintah/Erdoğan karena kelompok ini terlalu kuat bahkan mereka mampu mempengaruhi Amerika Serikat.

Pada bagian akhir mimpi, saya tak beruntungnya mengamati sebuah kudeta di kampung halaman yang diorganisir oleh jaringan kepemimpinan yang tersebut diatas. Dan pihak majemen sekolah ini mengemukakan bahwa mereka tidak punya kaitan lagi dengan kelompok Turki ini. Mereka pikir orang Aceh begitu bodoh untuk percaya hal ini.

Akhirnya Saya terbangun dari mimpi buruk ini. Saya beranjak kemudian menuju warung kopi yang nyaman dan duduk dibawah sebatang pohon rindang ditemani kopi Aceh yang sangat nikmat. Dan saya pun bertanya, apakah itu mimpi atau kenyataan!

This paper was published at “Rakyat Aceh”, 10.08.2016.

12 Ağustos 2016 Cuma

Malezya Siyasetinde Derin Kırılma / Deep Fracture in Malaysian Politics


Mehmet Özay                                                                                                                         12.08.2016

Bir süredir ‘1 Malezya Kalkınma Fonu’ (1MDB) usulsüzlükleriyle çalkalanan Malezya’da iktidarın büyük ortağı Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu (UMNO) içinde yaşanan kopmaların ardından, ‘Malezya Yerli Birlik Partisi’nin (Parti Pribumi Bersatu Malaysia -Bersatu) kurulmasıyla siyaset yeni bir evreye taşındı. 9 Ağustos’da İçişleri’ne yapılan başvuruyla siyasi hayata ‘merhaba’ diyen yeni parti, ‘etnik Malay’ siyasi partisi olma özelliği taşıyor. Partinin gelen başkanı ise, 1MDB usulsüzlüklerinin konu olduğu soruşturma ve araştırmalar sürecinde, UMNO içinde sesi giderek gür çıkan ve UMNO genel başkan yardımcısı, Başbakan yardımcısı ve Milli Eğitim Bakanı görevleri gibi çok önemli yetkilerle donanmış Muhyiddin Yasin. Partinin çıkış nedeni kadar, temel ilkeleri ve hedefi bağlamında görüşler ve eleştiriler daha ilk günden gündeme gelmeye başladı.  UMNO içerisinde önemli bir kırılma olarak değerlendirilebilecek bu gelişmeyi, yaklaşık bir yılı aşkın bir süre önce Malezya İslam Partisi (PAS) içerisinde yaşanan kırılmayla şu veya bu şekilde ilişkilendirmek mümkün. Ancak bu yazıda yeni kurulan ‘etnik Malay’ partisi bağlamında Malezya siyasetindeki gelişmelere değinmekte fayda var.

Dr. Mahathir Muhammed: Partinin fikir babası
Yeni partinin gündeme gelmesinde hiç kuşku en büyük amil, kimi çevrelerce ülkenin modern tarihindeki en büyük yolsuzluk hadisesi kabul edilen 1MDB oldu. Her ne kadar, ülkedeki ‘yolsuzlukla mücadele kurumu’, ‘baş savcılık’ gibi çeşitli yasal kurumların yolsuzlukla ilgili soruşturmaları sonrasında fonun kurucusu ve bir dönem başkanlığını yürüten başkanı Başbakan Necib bin Rezak’ın usulsüzlük yaptığına dair ‘herhangi bir veri olmadığı’ sonucuna ulaşılmış olsa da, muhalefet çevreleri ve akabinde eski Başbakanlardan Dr. Mahathir Muhammed’in konuyla ilgili tartışmaları sürekli gündeme taşımalarının büyük rolü bulunuyor. Dr. Mahathir’in bu konudaki görüşünün muhalefetle benzerlik göstermesi ve hatta bazı gösterilerde ve toplantılarda muhalefetin önde gelen isimleriyle birlikte yer alması UMNO cephesinde ‘ihanet’ olarak değerlendirildi. Kurt politikacı Dr. Mahathir ise, nasıl 2003 yılında Ahmed Badavi’yi başbakanlığa taşıyıp ve ardından 2009’da onun yerine Necib bin Rezak’ı başbakanlığa getirmede ‘mahir’ bir politika izlediyse şimdi de, Necib bin Rezak’ı ileri sürdüğü dayanaklar nedeniyle yerinden etmek istiyor. Bu bağlamda, muhalif siyasiler gibi ya da onlardan daha da ağır bir şekilde Başbakan Necib bin Rezak’ı eleştirmekten geri kalmıyor. Başbakan Necib bin Rezak, UMNO iç dengeleri harekete geçirilerek koltuğundan edilemediğinde çözümü UMNO’yu bir iki yıl içinde yapılacağı beklenen genel seçimlerde oy kaybına uğratarak yerinden etmek için yeni parti fikrini ortaya atan da Dr. Mahathir.

Muhalefet ve Bazı UMNO mensuplarında hedef birliği
Başbakan’ı hedef alma noktasında, UMNO üyeleri ve muhalefetin yan yana bulunması Malay siyasetinde yeni bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Muhalefet çevreleri, Dr. Mahathir ve UMNO içerisindeki bazı grupların Başbakan Necib bin Rezak’tan ‘kurtulmak’ istemelerinin nedeni farklı olsa da, aynı hedefte birleşiyorlar. Muhalefet, 57 yıldır ülkeyi yöneten UMNO iktidarına son vermek istiyor. Dr. Mahathir ve UMNO içerisinde onunla birlikte hareket edenlerse, 2018’de yapılması beklenen 14. genel seçimlerde, hiç olmadık ‘yolsuzluklara’ adı karışan bu Başbakan’la UMNO’nun kazanmasının mümkün olmayacağı argümanını ileri sürüyor. Yani, muhalefet ülkenin kötü yönetildiğini ileri sürerek ‘doğal olarak’ iktidar arzusuyla hareket ederken; Dr. Mahathir de, bir UMNO üyesi olarak ‘doğal olarak’ partisinin geleceğinden kaygı duyuyor. Bununla birlikte, muhalefet ve Dr. Mahathir’in ideolojik bir benzerlikten veya hareket noktasından biraraya geldiğini ileri sürmek güç. Dr. Mahathir eleştirileriyle Başbakanı köşeye sıkıştırmayı bir yöntem olarak sürdürse de, Başbakan Necib bin Rezak da arzu edilen karşılığı bir türlü ver/e/miyor. Bu durum, Dr. Mahathir’in Başbakanı giderek daha ağır bir ‘bombardımana’ tutmasına yol açarken, UMNO içinden Başbakan adına başkaları öncü rolü oynayarak Başbakanı savunmak zorunda kalıyor. Aslında Başbakan Necib bin Rezak’ın cevap ver/e/memesinin ardında siyaset yapma biçiminden öte, kişisel özelliği gündeme getirilmesi gerekir. Bu anlamda, Başbakan’ın, Malezya siyasetinde karizmatik lider örneği olarak gösterilebilecek Dr. Mahathir ve bir dönem onun yardımcılığını yapmış olan Enver İbrahim’le kıyaslanması mümkün değil. Bu tespite, ülkenin önde gelen bir medya kuruluşunun başındaki kişiyle yaptığım bir sohbet sırasında “Başbakanımız kendine yöneltilen iddiaları bastıramıyor” bağlamında aldığım cevapta da rastlamıştım.

UMNO Hiyerarşisi aşılamadı
Bu süreçte, özellikle 2015 yılında gecikmeli olarak yapılan UMNO yıllık genel kurul toplantısında Dr. Mahathir’in hedefi parti iç mekanizmasını harekete geçirerek Başbakan’ı istifaya zorlamak ve yerine başbakan yardımcılarından birini ve de tabii ki, parti hiyerarşisi dikkate alındığında Muhyiddin Yasin’in gelmesinin yolunu açmaktı. Ancak partinin son derece hiyerarşik yapılanmasını ‘delip’ genel kurulda delegelerin önünde hitap etme imkânı bulamayan muhalefet grubu kendi imkânlarıyla alternatif toplantılar tertip ederek seslerini duyurmak istedi. Dolayısıyla ne o süreçte ne de sonrasında parti genel başkanının değişmesi gibi bir hadise yaşanmadı. Bunda bir kez daha Malezya siyasetinde baş aktör rolündeki UMNO’nun genel başkanı hüviyetini de taşıyan Başbakan’ın geleneksel olarak kurgulanmış partiyi ‘yönetme biçimi’nin etkin olduğu görülüyor. Yani, karar mekanizmalarının hiyerarşik olarak işlediği parti yapısı, parti kadroları ve tüm teşkilatlarda ‘maddi’ ilişkileri de belirleyecek şekilde Başbakan’ın iki dudağından çıkan sözlerle belirleniyor. Parti içinde eleştirilere bir kez başlamış olan Muhyiddin Yasin gibi, Kedah Eyaleti eski Başbakanı Muhkriz Mahathir, parti genel başkan yardımcılarından ve Sabah Eyaleti’nde son derece güçlü bir siyasetçi olan Şafii Abdal da yönetimdeki görevlerinden ve de partiden ihraç edildiler. ‘Emekli’ siyasetçi olsa da UMNO üyeliği devam eden Dr. Mahathir de geçen Şubat ayında UMNO üyeliğinden ayrılmıştı.

Yeni Parti Çözüm mü?
9 Ağustos’da İçişleri Bakanlığı’na bağlı birime parti kuruluş dilekçisini veren isim ‘yetmiş’ yaşındaki Muhyiddin Yasin, aynı zamanda partinin genel başkanı. Parti genel başkanlığına getirilmesinin genelde Müslüman Malay siyasetinde, özelde ise UMNO içerisinde geniş kitleleri birleştirebilecek siyasetçi ‘kıtlığının’ bir göstergesidir. Öyle ki, kimi çevreler, yeni partinin kuruluşunu kamuoyuyla paylaşan eski başbakanlardan Dr. Mahathir Muhammed’in partinin başına geçebileceği yolundaki söylenti düzeyinde de olsa yaklaşımları, nihayetinde yetkin Müslüman-Malay siyasetçi sıkıntısına dolaylı bir göndermeden başka bir anlam ifade etmiyor. 

Bersatu, yani ‘Birlik’ anlamına gelen yeni parti ile birlikten kastedilen ‘Müslüman-Malay’ seçmenler. Bu noktada yeni partinin karakteristik özelliği, partinin önde gelen kurucu figürlerinin ayrıldığı UMNO’yla benzerliği dikkat çekiyor. Burada şu hususa dikkat çekmekte fayda var. Malezya siyasetine ve toplum yapısına yabancı olanların veya yüzeysel ‘gözlemlerle’ yetinenlerin, bu toplumun Malay-Çin-Hintli başta olmak üzere sayısı on beşi bulan temel etnik yapılarının ve ülkenin sergilediği ‘ekonomik kalkınma’ bağlamının da katkısıyla ‘etnik çoğulculuğun’ pozitif bir bağlama oturtulduğu ve tüm Malezya halkının, iç içe huzur içinde yaşadığı yönlü bir algıya neden oluyor. Ancak gerçekte, sömürge döneminde şekillendirilen ‘parçalı’ toplum yapısının, bağımsızlık sonrasındaki en temel devamlılığı yani bu parçalılığı, ‘etnik ayrım’ üzerine kurulan siyasi partilerde bulmak mümkün. Bu bağlamda, ‘ulus-devlet’ gibi oldukça ideal bir siyasi kavramın toplumun genelinde görmek bir yana, varoluş temellerini kendi etnik yapılarına dayandıran siyasi partiler, bizatihi bu ideal kavramın somut bir veçhesinin yansımasına mani oluyor. Bu nedenle, bir dönem kendisi de UMNO içinde bakanlık düzeyinde yer almış olan avukat Zaid İbrahim yeni parti içinde yer almama nedenini, Birlik partisinin de UMNO’nun izinden gideceği görünüşüne dayandırıyor. Bu noktada yeni partinin hedefinde UMNO’nun geleneksel oy kitlesini oluşturan ve ağırlıklı olarak kırsalda yaşayan Müslüman Malay kitlesi bulunuyor. Kimi çevrelerin, yeni partinin sağlam bir ideolojik temele oturmadığı yolundaki eleştirisi de son derece haklı. Çünkü partinin hedefinde, örneğin UMNO’dan ‘atılan’ Enver İbrahim’in Malezya siyasetine 2000’li yılların başından bu yana ‘reform’ kavramını ve içeriğini dolduracak siyasetine benzer bir yapılaşma mevcut değil.

Bir dönem başbakanlık yardımcılığı yapmış Musa Hitam’ın, “Malezya bir zamanların Filipinleri olmaya doğru gidiyor” demesi veya on yıllarca ülke ekonomisini yöneten önemli beyinlerden biri Tengku Rezali Hamza’nın, “Bağımsızlıktan bu yana ülke bu kadar olumsuz bir dönem yaşamadı” söylemi acil bir çözümü gerekli kılıyor. Ancak yeni partinin bu ‘çözümü’ ne kadar sağlayıp sağlayamayacağını zaman gösterecek.

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Tayland'da 'cunta anayasası' yeni krizlere yol açabilir / Junta’s Constitution May Cause New Crisis in Thailand


Mehmet Özay                                                                                                                        10.08.2016

Tayland’da uzun süredir beklenen anayasa referandumu nihayet, dün yani 7 Ağustos Pazar günü  yapıldı. 68 milyon nüfuslu Tayland’da yaklaşık elli milyon kayıtlı seçmenden yaklaşık yüzde 55 civarında bir kitle oy kullanmak üzere sandık başına gitti. Referandumda oyların çoğunluğunu ‘evet’ olması, Tay halkını yeni bir Anayasa’yla daha yaşamaya hazırlanacağı anlamı taşıyor.

Yeni anayasada öne çıkan maddelere bakıldığında, dikkat çeken husus ülkenin gelecek çeyrek yüzyılını kimin yöneteciğiyle ilgili birkaç madde dikkat çekiyor. Anayasa hazırlık komisyonunun çalışmaları boyunca da gündem özellikle bu maddeler çevresinde belirlendi. Söz konusu bu maddeler, ‘geçiş dönemi’ olarak adlandırılan önümüzdeki beş yıllık süre boyunca yapılacak seçimlere rağmen, başbakanın yanı sıra 250 üyeli senatonun 'atamalarla’ belirlenmesi, ülkenin, özellikle 2001’den bu yana yaşadığı dönemin bitip yerine yenisinin başladığı anlamı taşıyor. Bu bağlamda, 2014 yılı Mayıs ayından bu yana ülkeyi yöneten cunta rejimince oluşturulan Ulusal Barış ve Düzen Konseyi’nin hazırlattığı anayasa taslağı ‘demokratik’ olmamakla eleştirilirken, ülkede bu anayasanın da uzun erimli olmayacağı ve aynı şekilde yönetim krizinin devam edeceğinin de işaretini veriyor.

Seçmenden çözümsüzlük nedeniyle ‘Evet’
Söz konusu referandumda sandık başına gidenlerin yüzde 61.4’ü evet oyu, yüzde 38.6’sı ise hayır oyu kullandı. Ancak kayıtlı seçmenlerin sayısının elli milyon ve bu sayının da yüzde elli beşinin sandık başına gittiğini unutmamak gerekir. Ayrıca, cunta rejiminin her türlü demokratik hakları kısıtlayarak anayasa taslağını eleştirmeye yönelik her türlü tedbiri almasına rağmen bu oran ortaya çıktı. Şimdi bu geçmiş üzerinde söylenecek pek fazla bir şey kalmadı. Referandumda evet oyu kullananların bir bölümünün, ülkenin uzun dönemdir istikrardan uzak, uzlaşının ufukta gözükmediği sivil siyaset ortamından umduğunu bulamamasıyla ‘istemeye istemeye’ böyle bir karar verdiği ifade ediliyor. Dolayısıyla halk pratik bir çözümle günledik yaşamı kolaylaştıracak bir yaklaşımı benimsediği anlaşılıyor.

Yeni anayasanın yürürlüğe girmesiyle, ülkenin modern tarihinin başlangıcı kabul edilen 1932 yılında Monarşi’ye karşı girişilen ilk darbeden bugüne kadar üretilen 20. Anayasa olacak. Bu süre zarfında 12 askeri darbeye maruz kalan Tayland’da, son darbe 22 Mayıs 2014’de gerçekleştirilmişti. İki yılı aşkın bir süredir ülkeyi yöneten cunta ve yanlıları, bu anayasanın ülkedeki siyasi yolsuzluğu sona erdireceği ve istikrar getireceği görüşünde. Ancak bu istikrarın temel dayanak noktasını, demokrasinin bildik standard uygulamalarından ziyade, Tayland toplum ve siyasi yapısının temelleri üzerinde yükselen bir siyasi yapılaşma oluşturuyor. Bunu da, önümüzdeki çeyrek yüzyılda ülke siyasetinde etkin olacak askeri kadroları atayarak ve de ülkede kalkınma plânlamasını yaparak ortaya koyacak.
Ülkenin ana akım siyasetinde başat rolü oynayan monarşi-ordu-siyasi parti ittifakı -ki bugüne kadar bunun adı Demokrat Partisi’ydi- bağlamında ortaya çıkan bu siyasi dinamiğin söz konusu yeni anayasayla karşılığı, beş yıllık geçiş döneminde 250 üyeli senatonun ordu tarafından belirlenmesi, senatonun da başbakanı ataması, meclisten ziyade demokratik süreçler dışında oluşturulmuş kurumlar vasıtasıyla devlet yönetiminin gerçekleştirilmesi gibi yeni siyasi pratikler anlamına geliyor. Referandum akşamı Başbakan Prayut Chan-o-cha yaptığı açıklamada, referandum sonrasında hükümetin ülkenin siyasi sorunlarına yönelik olarak ‘sürdürülebilir’ bir çözüm sağlama konusunda elinden geleni yapacağını açıklasa da, kabul edilen anayasanın bizatihi kendisinin sorunlu olması daha baştan işlerin hiç de iyi gitmeyeceğinin belirtisi. 2011-2014 yılları arasında başbakanlık yapan Yingluck Şinavatra ise bugün yaptığı açıklamada, ülkenin sorunlarını çözmek bir yana geri götüreceğini açıkladı.

İstikrar beklentisi karşılanabilecek mi?

Ancak bu anayasa hazırlık sürecinden itibaren sivil inisiyatife ve ortak paydalara dayanmaması nedeniyle, tıpkı öncekiler gibi ülkenin kahir ekseriyetinin sorunlarına cevap vermekten uzak ve bu nedenle halkın önemli bir kesimince kabule mazhar olmayacaktır. Kaldı ki, daha anayasa hazırlık komisyonunun çalışmaları sırasında ve referandumdan günler önce sivil çevrelerin açıklamaları bu anayasanın meşru olmadığı, demokratik bir nitelik taşımadığı yönündeydi. Öyle ki, bu süreçte merkez iktidar güçlerine karşı alternatif bir siyasi alan olarak ortaya çıkan Thaksin öncülüğündeki siyasi oluşum değil, merkez yapılanmanın siyasi parti ayağını oluşturan Demokrat Parti’nin de anayasa taslağını kabul etmediğini açıklaması siyasi arenada önemli bir kırılmanın da yaşanabileceğini ortaya koyuyor. Bu nedenle, bu yeni anayasanın 2017 yılı ilk yarısında yapılması plânlanan seçimler sonrasında ülkeye siyasi ve toplumsal istikrar getirmesine kuşkuyla bakılıyor.

Bu anayasanın yazılması sürecinden dünkü referanduma kadar en dikkat çekilen yönü, ordunun sivil yönetimlerdeki rolünün artırılmasıyla ilgili madde üzerinde yoğunlaşıyordu. 2014 yılı Mayıs ayında, dönemin ülke demokrasininin el verdiği şartlarda seçilmiş sivil hükümetine ve başbakan Yingluck Şinavatra’ya yönelik girişilen darbenin aktörleri olan askerler üniformalarını çıkartıp başbakanlık başta olmak üzere meclis ve bürokraside yerlerini aldılar. Gerek anayasa yazım süreci gerekse referanduma gidiş koşullarında belirleyici olan ‘sivil-askerler’ son iki yılı aşkın bir sürede ülkede sivil siyasi yaşamı mümkün olduğunca kontrol altında tutarak ‘güçlerini’ ortaya koydular. Referanduma giden süreçte de, beş kişiden fazla grubun toplanmasına izin verilmemesi örneğinde olduğu gibi toplanma ve konuşma özgürlüğü kısıtlanarak sivil toplum ve siyasi partilerin aktörlerinin meydanlara çıkmasının önü kesildi.

Merkez-Çevre çekişmesinde Thaksin faktörü
Monarşi-ordu- dönemine göre merkezi oluşturan sivil partinin işbirliğine dayalı ülke genel politikasında özellikle 2000’li yılların başından itibaren başlayan muhalefet hareketi Thaksin ailesiyle bugüne kadar varlığını sürdürüyor. 2001-2006 yıllarında başbakanlık koltuğunda oturan Thaksin Şinavatra’ya karşı 2006 yılı Ekim ayında gerçekleştirilen darbe sonucu eski başbakan ülkeyi terk etti. Ardından, ordu denetiminde gerçekleştirilen 2007 yılı seçimleri ordu denetiminde yapılsa da, Thaksin yanlısı Halkın Gücü Partisi altı partili siyasi koalisyonun büyük ortağı olarak bir kez daha iktidar oldu. Merkezle-çevrenin çatışmasına konu olan o dönemde Halkın Gücü Partisi yasaklı konuma düşerken, iktidar Demokrat Parti’ye hediye edildi. 2011 yılında halk bir kez daha önüne konan sandıktan muhalefeti iktidara taşıyacak kararı verdi.  Ülkede demokrasinin elverdiği ölçütler içerisinde, Thaksin yanlısı Pheu Thai Partisi seçimi kazanmasıyla 2011-2014 yılları arasında kızkardeşi Yingluck Şinavatra başbakanlık koltuğuna oturdu. Yaklaşık on beş yıllık dönemde muhalefeti temsil eden Şinavatra ailesinin öncülüğünde kurulan partiler her seçimen başarıyla çıkarken karşılarında demokratik bir mücadele yerine ordunun postallarını buldular.

Tayland ASEAN’a umut olamıyor
Bu durum, Tay siyaseti ve toplumu için içaçıcı bir gelişme olarak yorumlanamayacağı gibi, Tayland’ın üyesi olduğu ASEAN içinde de yansımaları olacaktır. Anayasanın demokratikleşmeyle örtüşmediği görülen yukarıda belirtilen temel ilkelerinin aslında, bu ilkelerden kurtulmaya çalışan ‘dünün’ Myanmar’ındaki ‘demokratik’ yapılanmayı gündeme getirmesiyle dikkat çekiyor. Yetmiş milyona varan dinamik nüfusu, ASEAN’ın üçüncü büyük ekonomisi olması, ABD’nin bölgedeki geleneksel ittifakları arasında yer alması gibi hususiyetleriyle Tayland’daki gelişmelerin kendi başına ele alınamayacağını ortaya koyuyor. Özellikle, ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde yeniden yapılanmaya girdiği bir dönemde ordu kontrolündeki Tayland’ın Çin’le ilişkilerinin farklı bir yönelim kazanacağını düşünmek te mümkün.

Patani Sorunu Devam Edecek
Askere sivil politikada önemli görevler veren yeni anayasanın ülkenin muhalefet ve iktidarında bulunmuş iki partisince eleştirilmesi önemli. Bu durum, aynı şekilde referanduma seçmenlerin yüzde ellisinden biraz fazlasının katılması da siyasi partilerin eleştirilerinin kamuoyu nezdinde önemli bir karşılığı olduğunu gösteriyor. Bu durumda, 2013 yılında Patani barış görüşmelerinin başlanmasıyla doğan olumlu atmosfer, 2014 yılındaki darbeden ve de anayasa referandumundan ‘evet’ oyunun çıkmasıyla yerini karamsarlığa bıraktığını söyleyebiliriz. Dünkü referandumda Patani’de ‘hayır’ eksenli yaklaşım, Patanili Malayların asker odaklı merkez siyasi yapılanmaya güvenmediğinin bir göstergesi. Patani’de barış görüşmeleri bağlamında hem Thaksinci partiler hem de Demokrat Parti’yle yakınlaşabileceği emareleri vermiş olan Patanililer orduyla aralarına mesafe koyuyorlar. Bu bağlamda, merkez siyasetin aktörlerinin yeni anayasayla ilgili eleştirel yaklaşımları ortadayken, Patani gibi ‘çeperde’ kalmış bir etnik yapının temel haklarını alma noktasında olası görüşmelerden ne kadar umutlu olabileceği meçhul.

9 Ağustos 2016 Salı

Endonezya’da Başkan Jokowi’den Kabine Hamlesi / Jokowi Reshuffle the Cabinet


Mehmet Özay                                                                                                                     09.08.2016

Endonezya Devlet Başkanı Joko Widodo, iki yıldan daha az bir süre içerisinde ikinci kez kabine değişikliğine gitti. Bu sıradan bir değişim değil, aksine dokuz yeni ismin bakanlığa getirilmesi ve dört ismin de başka bakanlıklara atanmasıyla önem arz ediyor. Ülkede başkan ve yardımcısının seçilme süreçleri ve bu bağlamda siyasi partilerin oynadıkları rol, bugün yaşanan kabine değişikliğinde de kendini gösterdi.

2014 seçimleri öncesinde önemli reformlar vaat eden Jokowi’nin başkanlığının ilk iki yılında söz konusu vaatlerin pratiğe geçirilebildiğini, bir başka ifadeyle Başkan’dan büyük umutları olan halkın gelişmelerden tatminkâr olduğunu söylemek güç. Bu noktada, Başkan’ın kabinede ikinci ve de önemli bir değişikliğe daha gitmesi bunun göstergesi. Halka yakınlığıyla tanınan Jokowi’nin, Endonezya Mücadeleci Demokrat Parti (PDI-P) üyeliğinin dışında siyasi partilerin ‘derin’ yapılarıyla organik bağı bulunmuyor.

Bu nedenle, reform çabası arzu edilen bir istikamette ilerleyememesine rağmen, Jokowi’nin devlet başkanlığına giden süreçte halktan aldığı desteğin şu veya bu şekilde halen sürdüğü de görülüyor. Ancak ülkede beş yılda bir yapılan başkanlık seçimleri için hazırlıkların üçüncü yıla girilmesiyle başladığı düşünüldüğünde Jokowi’ye halk desteği kritik bir aşamada bulunuyor. Uzun yıllardır siyasi partilerden umduğunu bulamayan geniş halk kesimleri nezdinde Jokowi’nin bir umut olarak ortaya çıkması tesadüf değildi. Ancak Jokowi’nin tek başına bu süreci götürmesi ve halkın sorunlarına pratik karşılık bulma çabası da mümkün değil. Bu nedenle, Jokowi kendisini destekleyen siyasi partiler koalisyonunu genişletirken, partilerin sunduğu adaylar arasından tercihlerle kabineyi oluşturuyor. Bu çerçevede 2014 seçimlerinden sonra Jokowi’yi destekleyen partiler mecliste yüzde kırklardaki destek bugün yaklaşık yüzde yetmişlere ulaştı.

Jokowi iktidarında üçüncü kabinede bazı isimler özellikle dikkate alınmayı gerektiriyor. Bunlar arasında Siyasi, Hukuk ve Güvenlik İşlerinden Sorumlu Koordinasyon Bakanlığına getirilen eski general, Hanura partisi kurucusu ve önceki dönem başkan adaylarından Wiranto. Wiranto, başından bu yana Jokowi’ye destek verse de, bugüne kadar kendisi kabine de yer almamıştı. Bunun yanı sıra bu bakanlığın son derece stratejik oluşunu da bir yere not etmek gerekir. Doğu Timor ve Açe süreçlerinde adı insan hakları ihlâlleriyle anılan Wiranto’nun böylesine önemli bir bakanlığa getirilmiş olmasının süreçte eleştirileri de beraberinde getirecektir. Bir diğer bakan ise, Susilo Bambang Yudhohoyo (SBY) başkanlığı döneminde Maliye Bakanlığı yapan (2005-2010), ardından Dünya Bankası’nda üst düzey bir göreve atanan Sri Mulyani Indrawati. Sri Mulyani’nin bakanlıktan ayrılmasında o dönem ‘Bank Century’ vakası olarak kayıtlara geçen yolsuzluk etken olmuştu. Aradan geçen beş yılın ardından Sri Mulyani’nin yeniden aynı bakanlık koltuğuna oturması onun aklandığı anlamına geliyor. Ancak tezat içeren husus, o tarihlerde bakanlıktan ayrılması için baskı kuran çevrelerin, ki bunlar arasında bugün hükümete destek veren Golkar Partisi de bulunuyor, bugün bakanı alkışlarla karşılamasıdır. Sri Mulyani’nin yeniden göreve getirilmesinde, ekonomik kalkınmada geçen yıl yüzde 4.79, bu yılın ilk altı ayında da 4.92 olarak, yani 2010’lu yılların en düşük seviyesini görmesinin rolü büyük. Ülkenin önemli dini/sivil toplum kuruluşlarından Muhammediyye’ye mensup Malang Muhammediyle Üniversitesi Rektörün Muhadjir Effendy’nin Eğitim Bakanlığı’na getirildi. 

Bu noktada, 2014 seçimleri öncesi ve akabinde Müslüman çevrelerin Jokowi’ye yönelik eleştirilerinin, bu son atamalar ve ittifaklarda da ortaya çıktığı üzere Muhammediyye’nin Başkanla ‘ilişkilerini’, PKS’in başkana verdiği destekle birlikte değerlendirmek gerekir. Daha önce Başkan’a eleştirel yaklaşan Müslüman çevrelerin bu değişimin nedenleri de dikkatle incelenmeyi gerektiriyor. Bununla birlikte, Müslüman çevrelerin Başkan’la ilişkilerinde farklılaşmanın daha başlardan itibaren gündem geldiği de biliniyor. Bu çerçevede, Diş İşleri ve Sosyal İşler Bakanlarının Alimler Birliği’ne (Nahdat’ul Ulama) bağlı kişiler olması bunun göstergesi. Bakanlık değişimi konusunda ise Başkan’a en yakın isimlerden biri olarak bilinen eski general Luhut Paddjaitan’ın Siyasi, Hukuk ve Güvenlik İşlerinden sorumlu koordinasyon bakanlığından Denizcilik İşleri Koordinasyon Bakanlığına atanması oldu. Başkanın ‘yakın iş arkadaşı’ olmasının dışında, kabinede giderek öne çıkan ve bir Başbakan gibi hareket eden Luhut’un bu yeni atamayla belli bir ‘sınıra’ çekildi.

Tabii burada siyasi partiler Jokowi’yi niçin destekliyor sorusu önemli. Bakanlıkların her birinin kendi iç dinamikleri ve bu dinamiklere hakim olma arzu ve çabası siyasi partileri kabinede yer almaya iten en önemli faktör. Bunun yanı sıra, Bakanların başında bulundukları kurumlarında plân ve programlarını gerçekleştirme arzularının, başta Başkan olmak üzere diğer ilgili bakanlıklarla koordinasyonun önüne geçmesi de bugüne kadar yaşanan sıkıntıların başında geliyor. Özellikle geçen süre zarfında enerji ve madencilik, maliye, küçük ve orta ölçekli işletmeler, ulaştırma bakanlıklarının koordinasyon konusunda sergiledikleri düşük performans ve kendilerine tahsis edilen ve bir anlamda reform sürecinin önemli ayaklarından birini oluşturan bütçelerini uygun bir şekilde kullanamamaları Jokowi’nin vizyonunun pratiğe dökülememesi anlamı taşıyor. Hem yurt dışı yatırımlar hem de ülke bütçesine katkısıyla önemli bir yeri bulunan Enerji ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı ile Denizcilik İşleri Koordinasyon Bakanlığı arasında yaşanan söz düellosunun Jokowi’nin ‘iktidarına’ yönelik bir müdahale olduğu gibi, ülkenin potansiyel kaynaklarının işletilmesi konusundaki anlaşmazlık kabinedeki ayrışmayı en iyi şekilde ortaya koyuyordu. Bu anlamda çeşitli bakanlıklar arasında koordinasyon eksikliği doğal olarak reform sürecinin tıkanması anlamına geliyordu. 

Kabine değişikliğindeki bir diğer faktör ise bazı siyasi partilerin Jokowi yönetimine destek verme kararıdır. Bu nedenle, Başkan ve siyasi partiler arasındaki pazarlıkların kabinede bakan dağılımlarına yansıma gerekliliği ikinci kabine değişikliğinde rol oynadı. Bu çerçevede Golkar, Ulusal Emanet Partisi (PAN) ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (PKS) öne çıktığı görülüyor. Her üç parti de 2014 seçimleri ardından başkan adaylarından ve adı insan hakları ihlalleriyle birlikte anılan, eski general Prabowo Subianto’yu destekleyen ‘Kırmızı-Beyaz Koalisyonu’ adı verilen ittifak içerisinde yer alıyordu. Parlamentoda milletvekili çoğunluğunu elinden tutan bu koalisyonun hedefi mecliste blok oluşturarak reforma dönük politikaların önünü tıkayarak Jokowi’yi köşeye sıkıştırmaktı. Ancak bu üç parti bugün gelinen noktada siyasi pragmatiklik örneği göstererek, eski generalle yollarını ayırmakta bir sakınca görmüyor. PKS yönetiminin Jokowi’yle görüşmeler yapmasına ve politikalara destek vermesine rağmen, yeni kabinede üyesi bulunmuyor. Buna mukabil, PAN iki, Golkar ise bir bakanlık alarak Jokowi’ye verdikleri desteğin somut karşılığını almış oldular.

Bu üç partinin siyasi ideolojileri çerçevesinde 2014 seçimlerden bu yana sergiledikleri tutum ayrıntılı olarak incelenebilir. Ancak burada, özellikle Golkar üzerinde dururken, benzer bir yaklaşımın diğer parlilerce de ortaya konduğunu akılda tutmakta fayda var. Ülkenin köklü partilerinden Golkar’ın 2014 seçimleri sonrasında Jokowi’ye destek vermemişti. Partide daha seçimler öncesinde başlayan liderlik yarışı seçimlere başarısızlık olarak yansımakla kalmamış, liderlik kavgasının devamı da Jokowi’nin desteklenip desteklenmemesinde de ortaya konmuştu. Suhartolu ‘Yeni Düzen’ döneminin yegâne iktidar gücü Golkar bugünlerde iç çelişkilerini kısmen aştığı intibaı vererek Jokowi’ye destek veriyor. Bu destek, Jokowi’nin popülaritesinden istifadeyle, ‘Biz de Jokowiciyiz’ yaklaşımının bir yansıması olarak pratikte karşılığını buluyor. Parti içi tartışmalar şimdilik durulsa da, ideolojik olarak iflas etmişliğin bir göstergesi olarak 2019 seçimlerine yönelik bir vizyon sunulamıyor. Bu vizyonsuzluğun doğurduğu açık, parti üst yönetiminin Jokowi’nin 2019’da yeniden başkan seçileceği tahminleri bağlamında ‘Jokowicilik’le karşılık buluyor. Geniş kamuoyu önünde Başkan Jokowi’yle aynı safta yer aldığını gösteren Golkar’ın hedefinde seçimlerde yüksek oranda oy alarak daha çok milletvekili çıkartmak. Bu anlamda, Golkar’ın başkana sunduğu bu destek, 2019 seçim sürecinin de somut olarak başladığı anlamı taşıyor.

Devlet Başkanı Jokowi’nin kabineyi yenilemesiyle hem siyasi partilere hem de halka önemli bir mesaj verdi. Atamalar sonrasındaki ilk konuşmasında ‘söz bende’ diyen Jokowi, kabinede bir daha bakanlar arası çatışmalara meydan vermeyeceğini ortaya koymuş oldu. Kabine değişikliğiyle Endonezya yeni bir döneme adım attı ve bu gelişme halk nezdinde yakından takip edilecektir. 

4 Ağustos 2016 Perşembe

ABD – Singapur İlişkilerinde Yeni Dönem / A New Era In The Relations Between The US and Singapore


Mehmet Özay                                                                                                                        04.08.2016

Singapur Başbakanı Lee Hsien Lhoong’un hafta başından bu yana ABD’ye yaptığı resmi ziyaret iki ülke arasındaki ilişkilerin ellinci yılının kutlanması şeklinde geçti. Gerek üst düzey gerekse delegasyonlar arasındaki görüşmelerde, geçen yarım yüzyıllık ilişkilerin başarıları yad edilmekle kalmadı, gelecek belki de bir yüzyıllık süreçte iki ülke ilişkilerinin yeniden yapılandırılması anlamı taşıyor. Burada bir yüzyıllık gelecek derken dayanak noktası elbette ki, ABD yönetimince ilan edilen 21. Yüzyıl Asya Çağı projeksiyonu. ABD’nin bu yüzyıl için seçtiği bu hedef Asya-Pasifik bölgesinde yeni bir yapılaşmaya gönderme yaparken, maddi anlamda küçük bir ada olmakla birlikte, son derece stratejik mevkilerden biri ve küresel ekonomi kuşağının önemli atardamarlarından biri olan Singapur, ABD için vazgeçilmez bir ‘ortak’olma özelliğini sürdürecek. 

Dünden Bugüne Singapur – Batı İlişkisi
Asya kara parçasının Güneydoğu ucundaki en son noktası olan 719km karelik Singapur’un ultra gelişmiş bir ada parçası olmasıyla, süper güç ABD arasındaki ilişkinin bir anlamda ‘maddi’ tezatı dikkat çeker. Bununla birlikte, Singapur’un modern dönemde ortaya çıkmasındaki İngiliz faktörü dikkate alındığında ABD’nin 20. yüzyıl ikinci yarısında işbirliği kurmaya başlamasının tarihi bir devamlılık arz eder. Soğuk Savaş yıllarının ortasında ‘doğmuş’ olması kadar Singapur’u ABD için önemi dün olduğu gibi bugün de devam ediyor. Bu anlamda, Singapur’un ABD ile ilişkilerinin 1965 yılından başlatılsa da, Ada’nın batıyla olan ilişkilerini İngilizlerin adayı bir ‘ticaret üssü’ olarak yeniden yapılandırmaya başladıkları 1819 yılından başlatmak gerekir. ABD’nin Ada’yla yarım yüzyıllık ilişkisinde bu ‘ticaret üslüğü’ işlevi kadar, Güney Çin Denizi-Malaka Boğazı-Hint Okyanusu güzergâhındaki jeo-stratejik konumu ile su yollarının güvenliğiyle de öne çıkıyor.  

Bölgenin Yalnız Adası
Singapur bugün, sadece bölgesel yani ASEAN – Çin ilişkileri bağlamında değil, küresel ölçekte, yani ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinin serbest ticaret, askeri yapılanma alanlarında da vazgeçilmez bir öneme sahip. Adanın sembolü ‘aslan’ -ki Malayca Singa’dır-, adaya hakim bir aslanın tek başına var olma mücadelesine gönderme yapar. Bir yanında Endonezya Takımadaları, birkaç yüz metrelik Cohor Nehri’nin öte yanında Malay Yarımadası’yla çevrili Singapur, her ne kadar aralarında güçlü bir birliktelikten söz edilemese de, Malay dünyasının bu iki ülkesiyle çevrilidir. Bu çevrili olmanın ifade ettiği anlam ise, Singapur’un ‘hangi millet’ olduğuyla bağlantılıdır. Çünkü ‘Singapur’ adının, ‘Singapurlular’ denilen bir etnik veya sosyal yapıya tekabül etmediği görülür. Zaten 1965 yılında kuruluşundan bu yana, başta kurucu baba Lee Kuan Yew olmak üzere, Singapur hükümetlerinin ‘Singapurluluk’ aidiyeti oluşturma gayreti de böylesi kendine özgü/has bir kimlik sahibi olmamasından ötürüdür. Bununla birlikte, Singapur’un her iki komşusu Malezya ve Endonezya ile herhangi bir sıcak çatışma yaşanmadığı ve bunun pek de rasyonel bir gelişme olmayacağı malum. Ancak ‘Malay dünyası’ ile Singapur arasında zaman zaman yaşanan gerilim, temelde Çin nüfusu ağırlıklı Ada’nın ‘kalkınmışlığının’ Malaylar üzerinde oluşturduğu, en hafif ifadesiyle bir tür ‘çekememezlik’ tavrından kaynaklanır. Bu çekememezliğin hem Malezya hem Endonezya’da genel anlamda ‘Malay’ kitleler ile ‘Çin’ kökenli azınlık arasındaki ilişkilerde aldığı yapı buna örnektir.  

İlk Elli Yılın Belirleyicisi
Ziyaret boyunca Başbakan Lee’nin yüzünden gülücükler eksik olmuyordu. Zaten “50 yıllık işbirliğimiz gelecekteki işbirliğimizin teminatıdır” anlamına gelecek açıklamasıyla ABD ile olan sıkı bağa dikkat çekiyordu. Başbakan Lee, ABD’nin varlığını daima öncellemiş ve önemsemiş olan babası Lee Kuan Yew gibi ABD’nin bölgedeki varlığını ‘kaçınılmaz’ olarak değerlendirmesi, ikinci ellinci yıla adım atılan bu günlerde iki ülke ilişkilerinin de bir anlamda ‘mecburiyetine’ vurgu yapıyordu. Ada nüfusunun kahir ekseriyeti gibi, Başbakan Lee’nin de Çin asıllı olmasından hareketle ABD ile kıyasla Çin’e daha yakın duracağını düşünülürse hata yapılmış olur. Ada’yı kuran baba Lee Kuan Yew’un kırk yıl boyunca ülke politikası ve uluslararası ilişkileri biçimlendirmesi sürekli ABD eksenli oldu. Bu eksen, temelde Thomas Stamford Raffles’ın 1819’da attığı tohumun gelişip büyümesi ile bağlantılı olduğu kadar, İngiliz eğitimli ve ‘zehir’ gibi bir siyasi akla sahip Lee Kuan Yew’un Çin’le karşılaştırmada ABD ideolojisini sürekli öncelemesiyle belirginlik kazandı. Öyle ki, Çin’in liberal ekonomi virajını dönmesinde, müteşebbislik/yenilikçilik gibi günümüzde artık moda olmuş liberal ekonomi kavramlarını Çin’e öğreten bizzat Lee Kuan Yew’un rolü küçümsenemez.

Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması
Başbakan Lee’nin Washington ziyaretinde iki ülke arasında ‘ortak değerler, hedefler ve çıkarlar’a yaptığı vurgu temelde ekonomi ağırlıklı bir içeriğe sahip. Bu anlamda liberal-demokrat yapılaşmadan ziyade liberal ekonominin ‘değerleridir’ Singapur için cazip olan. ABD’nin ‘demokratikleşme’ söylemi karşısında, baba Lee Kuan Yew’ın yirminci yüzyılın son çeyreğinde ‘Asyalılık Değerleri’ kavramını gündeme getirerek ‘Biz Asyalıyız. Kendi değerlerimiz var’ şeklindeki yaklaşımı bunun en iyi kanıtıdır.
Bu bağlamda, Başbakan Lee’nin görüşmelerdeki öncelikli alanı hiç kuşku yok ki ekonomiydi. Ve bu çerçevede, ABD’nin yaklaşık altı yıl önce gündeme getirdiği Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nın (TPPA) bir an önce hayata geçirilmesi konusunda ‘destekleyici’ tavır ortaya koydu. Temelde süreç ABD tarafından başlatılmış olsa da, ABD senatosunca halen onaylanmayı bekleyen TPPA, Singapur için bulunmaz bir nimet ve fırsat. Bu nedenle kimi ülkeler bu anlaşmaya imza atmak için ‘ikna’ edilme süreçlerine tabi olurken, Singapur yönetimi ‘serbest ticaretin’ bölgesel ve de küresel olarak geldiği nihai noktayı gösteren bu anlaşmaya başından bu yana evet dediği biliniyor. Başbakan Lee, bu anlaşmadan en çok karlı çıkacak tarafın ‘Ada’ olduğunu kestirdiğinden, “TPPA’nın hayata geçirilememesi büyük bir kayıp olacaktır” açıklamasını rahatlıkla yapıyordu.

Asya-Pasifik Güvenlik Şeridi
Singapur için ekonomi kadar ,‘güvenlik’ de Ada’nın varlığı için olmazsa olmaz koşullardan biri. Tıpkı Raffles’ın iki yüz yıl önce adayı ‘ticaret üssü’ kılma çabası sırasında, gerektiğinde kullanılmak üzere ‘topu/tüfeği’ni eksik etmemesi gibi, bugün de Singapur toprak parçası olarak korunacak pek büyükçe bir yeri olmasa da, korunacak ‘değerleri’ anlamında güvenliği son derece önemsiyor. Ada’nın güvenliği kendi başına bir anlam ifade etmesi kadar, ABD için Ada çok daha farklı bir boyutta ele alınıyor. Bu bağlamda, yukarıda ifade edildiği üzere bugün neredeyse her gün haberlere konu olan Güney Çin Denizi -ki buna Doğu Çin Denizi’ni de eklemek gerekir-, Malaka Boğazı ve Hint Okyanusu’yla kopmaz bağı nedeniyle hayati bir önem arz ediyor. Bu hattın güvenliği ABD kadar, ABD’nin bölgedeki Japonya, Güney Kore, Filipinler görece uzakta da olsa Avustralya-Yeni Zelanda güvenliğiyle bağlantılı. Bu su güzergâhının küresel eksen içinde önemi, ABD’nin ‘Asya Yüzyılı’ kavramıyla giderek artış gösteriyor. İşte bu ‘fotoğrafta’ yeri ve konumu itibarıyla Singapur vazgeçilmez bir önem taşıyor. Bu nedenledir ki, Singapur bölgede Batı’nın ürettiği en gelişmiş silahlara sahip bir ‘ülke’ konumunda. Bunu da ulusal gelirin yüzde yirmisini savunma harcamalarına ayırarak gösteriyor. Öte yandan, Washington’daki görüşmeler sırasında Başkan Obama’nın Singapur’u “ABD’nin ‘çapa attığı’ bir yer olarak tanımlaması dikkat çekiciydi. İkinci elli yıl veya ABD’nin kurguladığı ‘Asya Yüzyılı’ bağlamında gelecek yüzyıl, ABD-Singapur ilişkilerinin güçlenerek devam edeceğine kuşku yok.
http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/abd-singapur-iliskilerinde-yeni-donem/621577