29 Kasım 2021 Pazartesi

Solomon Adaları’nda çatışma: Küresel güçlerin minör çatışma alanı mı? / Riots in Solomon Islands: A minor conflict zone between the global Powers?

Mehmet Özay                                                                                                                            29.11.2021

Pasifik bölgesinde Solomon Adaları’nda geçtiğimiz hafta ortasında özellikle, başkent Honiara’da başlayan anarşi ve kaos ortamı ciddiyetini korurken, Adalar’daki gelişme sadece bölge ülkelerince değil, Batılı ülkelerce de yakından takip ediliyor.

Protestolar sürecinde bazı binalar ateşe verildi. Yaşanan çatışmalarda bazı göstericiler hayatını kaybederken, Solomon Adaları emniyet gücü yüzü aşkın göstericinin tutuklandığını duyurdu.

Hafta sonunda bazı milletvekillerini istifa etmesi, diğer bazı milletvekillerinin ise istifaya hazırlandığı yönündeki haberler ve muhalefet lideri Matthew Wale’nin başbakan Manasseh Sogavare hakkında gensoru vermesi Solomon Adaları’nda kaosla birlikte, siyasi krizin giderek kendini daha net bir şekilde ortaya koyduğunu gösteriyor.

Dış güçler vurgusu ve itirazlar

Yaşanan gösterileri, 2019 yılında Tayvan’la 36 yıllık var olan siyasi ilişkilerin sona erdirilip, yerine Çin’le anlaşma yapılmasına bağlayan ve protestolar karşısında pes etmeyen ve “demokrasiyi koruyacaklarına” vurgu yapan başbakan Manasseh Sogavare, gelişmeleri dış güçlerin bölgedeki nüfuz çabalarına bağlıyor.

Muhalefet lideri Matthew Wale’in istifa çağrısını da geri çeviren başbakan Sogavare, isim vermemekle birlikte, Çin’le kurulan ortaklığa karşı çıkabilecek güçlerin kimler olduğunu açıkça belirtmekten kaçınıyor.

Kaosun arkasındaki isim olarak gösterilen muhalefet lideri Wale, “hükümetin Çin’in kuklası olması ve demokratik sürecin gördüğü zarar üzerine” sokaklara indiğine vurgu yaparak, “dış güçler” yaklaşımını reddediyor.

Ülkede özellikle, kamu hizmetlerinde yaşanan sorunlar ve yolsuzluk iddialarının gelişmelerde rolü olduğuna dikkat çekiliyor.

Avustralya’dan güvenlik desteği

Öte yandan, yaşanan gelişmelerde güvenlik güçlerinin yetersiz kalması üzerine Avustralya’nın polis ve asker gücü gönderdi.

Başbakan Sogavare’nin, mevcut güvenlik güçleriyle protestoları sonlandırmaması üzerine Avustralya’dan böylesi bir güç talep ettiği belirtiliyor.

Ancak Avustralya’nın, ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki konumunda olması, yukarıda ifade edildiği üzere başbakan tarafından dile getirilen, ‘dış güç müdahalesi’ söyleminde bir çelişkinin olup olmadığını da sorgulamayı gerektiriyor.

Üstüne üstlük, başbakanın bu gelişme üzerine Avustralya’yı, “Solomon Adaları’nın en iyi dostu” şeklinde tanımlaması ise gayet anlamlı.

Bununla birlikte, Avustralya başbakanı Scott Morrison, yaşanan gelişmeler konusunda, “herhangi bir dış güç etkisini ortaya koyan bir kanıt olmadığını, aksine iç meselelerle ilgili olduğunu” söyledi.

Bu durum, Pasifik bölgesinin büyük ülkesi konumundaki Avustralya tarafından, göz ardı edilemeyecek bir güvenlik sorunu olduğuna kuşku yok. Çin’le varılan anlaşmanın, Pekin yönetiminin Pasifik bölgesine nüfuz çabaları açısından gayet önemli olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Minör çatışma alanı

Avustralya yönetimi, polis ve asker gücü gönderimini iki ülke anlaşmaları ve uluslararası yasalar çerçevesinde olduğuna vurgu yapması önemliydi.

Bu durum, aynı zamanda Avustralya hükümeti tarafından 2016 yılında ilân edilen ‘Pasifik Step-up’ adı verilen politikanın yeniden güçlü bir şekilde gündeme gelmesi anlamı taşıyor.

Canberra yönetimini endişelendiren bu gelişmeye rağmen, geçen hafta başlayan protestolar sonrası Solomon Adaları başbakanı Sogavare’nin, Çin yerine Avustralya makamlarından yardım talebi hiç kuşku yok ki, gayet stratejik bir gelişmeydi.

En azından şu ana kadar ki gelişmelere bakıldığında, başta Avustralya olmak üzere, diğer Batılı güçleri bölgedeki Çin varlığı karşısında daha fazla endişelenmelerine gerektirmeyecek bir durum olduğu söylenebilir.

Ancak, son dönemde ABD-Çin arasında yaşanan Tayvan krizinin bir benzerinin, Pasifik bölgesinde Çin nüfuzu üzerinden güncellenmesi ihtimali ortada küresel güçlerin minör bir alanda karşılaşması olgusunu akla getiriyor.

Çin nüfuzu

Solomon Adaları’nda yaşanan gelişmeler, bir yönüyle başbakan Sogavare’nin 2019 yılındaki seçimlerde dördüncü kez başbakan olarak seçilmesinin yansımaları olarak değerlendirilirken, hükümet gelişmeleri dış güçlerin bölgedeki oyunları olduğuna vurgu yapıyor.

2019 seçimlerinin ardından Solomon Adaları, de facto bağımsız bir ülke konumundaki Tayvan’la ilişkileri kesip, Çin Halk Cumhuriyeti’yle ilişkilerini geliştirme yönünde karar almasının etmesinin, Çin’in son dönemde tıpkı diğer bölgeler gibi, Pasifik’teki Adalar ülkelerine yönelik siyasi, ekonomik ve askeri girişimlerinin bir etkisi olarak değerlendirilmeye açık.

Bu noktada, Çin’in Tulagi Adası’nda bir askeri üs inşası isteğine karşı yaşanan tepkiler nedeniyle Solomon hükümeti anlaşmayı geri çekmiş durumda.

Toplumsal isyanın başkentteki Çin mahallesinde yoğunlaşması açıkçası böylesi bir olasılığı gündeme getirirken, göstericilerin parlamento binasını hedef almaları sorunun ciddiyetini ortaya koyuyor.

Çin’le işbirliği “tarihin akışına uygun”

Başbakan Sogavare, 2019 yılında Tayvan yerine Çin’le yakınlaşma politikalarının tarihin akışına uygun ve uluslararası yasalara uyumlu olduğuna vurgu yapması önemli.

Söz konusu anlaşmanın ardından, Çin Solomon Adaları yönetimine 500 milyon Dolar mali yardım sözü vermişti.

Bununla birlikte, Adalar grubu içinde yoğun nüfusuyla dikkat çeken Malaita yönetiminin merkezi siyasetin kararı dışında, Tayvan ile ilişkilere devam etmesi ortada kayda değer siyasi bir bölünmüşlüğe işaret ediyor.

Bu konuda yaşana son gelişme, kovid-19’la mücadelede Tayvan yönetiminin Malaita yönetimie verdiği sağlık desteği oldu.

Eyalet sistemine göre yönetilen Malaita’da vali Daniel Suidani, hükümetin Tayvan’la ilişkileri koparması karşısında eleştirilerini yüksek sesle gündeme getirmişti. Suidani, bununla da kalmamış Çin kökenli şirketlerin Ada’daki faaliyetlerine izin vermezken, kapılarını ABD kalkınma yardımına açmıştı.

Batı’nın ulusal güvenlik sorunu

Başta Avustralya olmak üzere Batılı ülkelerin Pasifik bölgesinde siyasi egemenlik haklarının korunması açısından gayet önemli olan Solomon Adaları’nın Çin’le daha fazla yakınlaşması ve Çin yatırımlarının askeri gibi stratejik alanlara kayması hiç kuşku yok ki, bir ulusal güvenlik sorunu olarak telâkki edilecektir.

Solomon Adaları’nda bugün yaşanmakta olan kaos ortamının, başkent Honaira ile en yoğun nüfuslu Malaita arasında 2003 yılında yaşanan gerilim ve çatışma ortamının bir benzerine yol açıp açmayacağını ise, önümüzdeki günlerdeki gelişmeler ortaya koyacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/11/29/solomon-adalarinda-catisma-kuresel-guclerin-minor-catisma-alani-mi-riots-in-solomon-islands-a-minor-conflict-zone-between-the-global-powers/

28 Kasım 2021 Pazar

Malay Takımadaları çalışmalarında yeni bir bakış açısı ihtiyacı / A need of a new perspective in the studies of Malay Archipelago

Mehmet Özay                                                                                                                            28.11.2021

Coğrafi ve tarihi bir veri olarak Malay Takımadaları, 1960’lardan itibaren özellikle, yeni ulus devletleri tarihsel bağlamlarını keşif ve aynı zamanda ulus devletleşme süreçlerini zihinsel ve entelektüel olarak yeniden yapılandırmanın adı olarak eski sömürge metropolleri yani, Batılı ülkelerin başkentleri veya önemli şehirlerindeki üniversiteler ve araştırma merkezlerince çalışmalara konu oldu.

Bugüne değin gelinen aşamalar dikkate alındığında, birbiriyle çelişecek yöntem ve yaklaşımların ortaya çıkardığı ürünlerle, gayet önemli mesafe kat edildiğini söylemek gerekir. Bu süreçte, Malay dünyasını sömürge dönemi ilişkilerini sömürge düşüncesinin bir devamı ve yenileyicisi olarak yeniden ele almak kadar, bu dünyanın kendine özgü değerleri kabul edilebilecek el yazmaları, antropolojik ögeler/elementler, arkeolojik veriler, sözlü kültür bağlamları ile zengin kaynakları üzerinden anlamlandırmak ve yapılandırmak mümkün oldu.

Bununla birlikte bu süreçlerin bittiğini, sonlandırıldığını, artık yapılacak bir şey kalmadığını söylemek ise mümkün gözükmüyor. Bunun birkaç nedeni olduğu gibi, bu nedenlerden hareketle bazı yeni açılımların ortaya konulmasına elverecek bağlamlar mevcut bulunuyor. Ancak bunları keşfedebilmenin ve anlamlandırabilmenin yolu, bölgeyi tekil eylemlerle ve alanlarla değil, kapsamlı bir şekilde ele almakla mümkün olduğunu söylemek gerekiyor. Buna aşağıda değineceğim.

Bunun öncesinde, dikkat çekilmesi gereken konu Malay Takımadaları’nın bir suyolları zengini bölge olması; tarihini, toplumsal, siyasal ve dini-kültürel ilişkilerinin yapılandırılması bu suyollarının gayet dinamik bir süreklilik taşımış olmasıdır. Hem geniş denizler, okyanuslar hem de kara parçaları üzerinde nehirler ile adalar/bölgeler arası etkileşim sürdürülebilir nitelik arz etmiştir. Bunun yanı sıra, kara parçalarında yer alan irili ufaklı nehirlerin, liman kasabaları/şehirleri ile iç dağlık bölgeler arasında çok yönlü dinamizme olanak tanımıştır.

Söz konusu bu geniş suyolları bağlantısı göz ardı etmeyen aksine, bunları eksene alarak bugüne ortaya konulan çalışmaların adına, revisiting denilen yaklaşımla, bugüne kadar ele alınmış konuları, iki kapak arasına getirilmiş çalışmaları, seminerlerde sunulmuş akademik dergilerle yayınlanmış eserleri gözden geçirerek bunları yeni veriler, yöntemler ve yorumsamacı yaklaşımlarla yeniden ele almak, hem ilgili akademi çevrelerinin bilim alanına hem de, ilgili coğrafyalardaki toplumların tarihsel geçmişlerine önemli katkılar sağlayacaktır.

Yukarıdaki yaklaşıma paralel şekilde gündeme getirilmesinde yaran olan yöntem, bölge geçmişini ve hatta modern ulus-devletler dönemlerini uzun dönemleri (longue duree) ile ele alınmasıyla bağlantılıdır. Tekil hadiselerin, olguların; tekil bireylerin ve grupların tarihin bir evresinde ortaya koydukları çabalar, eylemler, ürünler kadar, diğer benzerlerinin yaptıklarından etkilenmelerinin o ana-zamana-mekâna bir kayıt olduğuna şüphe bulunmamaktadır. Tarih veya sosyal tarih alanında geçmişte bu anlamda yapılan çalışmaların bir kıymeti olduğunu da inkâr etmek mümkün değildir.

Bununla birlikte, tarihi geçmişi uzun dönemli perspektiflerde ele alan Fransız sosyal bilimci Fernand Braudel’e atıfla Braduelian yaklaşımı olarak literatürde yer alan yaklaşımın halen gayet işlevsel olduğunu söylemekte yarar var.

Bu yaklaşımı, Malay Takımadaları’nda geçmişte hayat sürmüş farklı toplumların, siyasi yapıların/devletlerin hem kendi içinde tek tek kısa-uzun dönemliliklerini; hem de bir bütün olarak geniş Malay dünyasını anlamada araştırmacılara önemli katkılar sağlayacaktır. Bunun örneklerini, örneğin Anthony Reid gibi bazı Batılı sosyal bilim araştırmacılarının eserlerinde gözlemlemek mümkün.

Malay Takımadaları çalışmalarının, bazı teşebbüslere rağmen, ülkemiz akademi dünyası için halen ‘yeni’ statüsünde olduğuna kuşku bulunmamaktadır. Bu bölgenin sosyal bilimler sahası çalışmalarına konu edilmesi bizde yaygın olan Doğu-Batı ilişkisini bir başka deyişle Osmanlı-Avrupa ilişkilerinin dışına çıkılmasını zorunlu kılmaktadır.

Bu noktada, öne çıkması gereken ve de beklenen bir diğer yenilik İslamiyetin merkezi konumuna sahip olduğu iddia edilen ve bu anlamda hem İslami bilimlerde hem de İslam tarihi bağlamında öncülük kadar bir tür bilimsel hegemonya da tesis etmiş olan yapının dışına çıkılması imkânını içinde barındırmasıdır.

Tarihi olguların ve süreçlerin birbiri ardına dizilmesine yani kronolojisine bir itiraza mahal olmamakla birlikte, İslamiyete toplumsal gerçeklikte ortaya çıkışı, sürdürülebilirliği, meydan okumalar karşısında direnişi gibi, bir dizi olgular üzerinden yaklaşıldığında, Malay Takımadaları’nın kendine özgü hususiyetleri içinde barındırdığı görülmektedir.

Bu durum, aslında yukarıda Doğu-Batı denilerek bir şekilde dini-kültürel ayrışmayı/etkileşimi gündeme iki farklı düşünce yapısına dair tarihi okuma çabasına atıf yapılırken, Malay Takımadaları’nı çalışmak suretiyle aslında, İslam dünyasının bizatihi kendi içerisinde, merkezini teşkil eden yapıların gayet geniş bir coğrafyada, gayet geniş bir kültürler dizisine ev sahipliği yapan Malay dünyasını anlama çabasını es geçmesi mümkün gözükmemektedir.

Bununla, yani Malay Takımadaları’nı akademik inceleme ve araştırma nesnesi kılmakla bir yandan klasik Doğu-Batı ilişkisine, öte yandan örneğin, Ortadoğu gibi, İslam toplumlarının bulundukları coğrafi mekân üzerindeki özellikleri dışına çıkarak, bir başka coğrafyadaki varlığına hatta bir alternatif olma imkânını gündeme getirmek mümkündür.

Araştırma nesnesi olarak ortaya konulacak olan bu coğrafi genişleme, bizi yukarıda atıfta bulunulan Doğu-Batı sürecinde var olan özellikle ‘Hıristiyanlık dini dışında Konfüçyanizm, Budizm, Hinduizm gibi gayet önemli Doğu dinleri ile ilgili çalışmalara en azından göz atmamızı, ve zamanla ansiklopedik bilginin dışına taşarak, derinleşmemize imkân tanıyacaktır.

Malay Takımadalar çalışmalarının, bu toprakların tarihsel ve geleneksel olarak doğrudan ilişkide bulunduğu Hint Okyanusu’nun anlaşılmasındaki rolü göz ardı edilemez. Hatta bu durum, daha İslam öncesi dönemde var olan Hint Okyanusu-Akdeniz ilişkisinden hareketle biz Türklerin veya bu coğrafya üzerindeki diğer toplumların İslam öncesi sosyal, ekonomik, siyasi yapılarına dair bazı verileri ortaya koyacağını cesaretle söylemek mümkün.

 

Hint Okyanusu boyunca süren uzun tarihi dönemleri kapsayan ticari ve ekonomik ilişkiler, kültürel diffüzyonlar erken dönem İslam toplumlarının insan-insan, insan-doğa ilişkileri kadar, dönemlerinde onlara mobilite kazandıran özellikle denizcilik teknolojilerini ve buna destek veren diğer yan kolları; ekonomik yapıları ve bunu sürdürülebilir kılan mekanizmaları anlamamıza elverecek doneler içerdiğini göreceğiz. Bu durum, örneğin, 1498’de Vasco de Gama’yı Afrika’nın güneyinden Kalikut’a ulaştıran bir Müslüman denizciydi söyleminin tekil bir veri olmaktan çıkaracak, söz konusu bu süreci daha büyük bir sürece eklemlendirmeye aracılık edecektir.  

 

Malay Takımdaları’nın ayrışık, izole edilmiş bir dünyanın değil, aksine Hint ve Çin kültür ve medeniyet dünyaları ile uzun erimli bağlantısının çatışmacı süreçlere değil, genel anlamıyla barışçıl (peaceful) boyutlarının keşfedilmesi sadece tarihi bir veri olarak anlamlı kalmayacak, bir yandan sözde keşifler çağıyla başlayan ve Hint Okyanusu coğrafyasına taşıyan Avrupa çatışmacı kültürün aradan geçen yüzyıllarda bıraktığı kaba izleri temizleyebilmeye ve belki de bugüne bir şeyler söyleyebilmeye olanak tanıyacaktır.

 

Batılı akademisyenlerin Malay Takımadaları’nı çalışırken, tekil araştırma alanları kadar genel itibarıyla bölge üzerine söz söyleme hakkını bir tür monopol olarak ellerinde tutmalarına, ellerindeki verileri Avrupa merkezi teorilerle yapılandırma çabalarının kısırlığına vurgu yapılmalıdır.

 

Örneğin, 1960’lı yıllardaki çalışmalarıyla dikkat çeken Clifford Geertz’in literatüre -maalesef- kattığı ‘syncreticism’ olgusunun diyelim ki, Cava Müslümanlarının tarihsel dini yapılarının ve bu yapıların bugüne aktardığı bazı kültürel olgulardan hareketle güya, ‘hakiki Müslüman olmadıkları’ söylemine ulaştırmak yerine, Malay Takımadaları ve ilintili coğrafyada din olgusunu, tarih boyunca ne denli sürdürülebilir bir nitelik taşıdığını ve birbirini destekleyen bir forma büründüğü şeklinde yerele uygun açıklamalara ihtiyaç vardır.

 

Günümüzde, ‘Ortadoğu İslamı’ olgusunun hem tarihsel hem de özellikle, 19. yüzyıl ortalarından itibaren ortaya çıkmaya başlayan ‘yüksek sömürgecilik’ olarak adlandırdığımız döneminin şartlarının doğurduğu yeni yapılarla bugüne kadar uzanan defolu yapısının dışına çıkarak, İslam’ın tarihsel olarak Hint Okyanusu coğrafyasındaki varlığının hatırlanılmasına ihtiyaç vardır.

 

Malay Takımadalar’nın merkezi bir noktada yer alacağı, bir yanında Çin öte yanında Hindistan’daki toplumların İslamla ilişkilerinde uzun tarihsel dönemlerdeki varlıkları bize yeni kavramalar ve bunlar ışığında açıklamalar kavuşturabilecektir. Bu durum, bize uzunca bir süredir sorunlar yumağı olmakla kalmayan var olan ve sürekli üretilen sorunlarla bir Ortadoğu toplumlar şemasının darlığını ve aşılması gerektiği gibi bir sonucu da ulaştıracaktır.

 

Malay Takımadaları’nı merkeze alacak araştırmaların; mevcut ve yerel bilgi kaynaklarıyla güçlü bir şekilde oluşturulacak yeni verilerin yorumsamacı teknikle analizleri kanımca Avrupa reform ve rönesansına eşlik eden ekonomik yapı olarak kapitalizmin gelişme evrelerinin anlaşılmasına bir katkı sağlayacaktır.

 

Avrupa’yı Avrupa yapan dini-kültürel değerlerin bizatihi kendi içinde yaşayan dönüşümler ve meydan okumalarla Reformasyon adı altında sekülerleşmeyi zamanla, karşı-sekülerleşmeyi doğururken burada unutulmaması gereken gayet önemli bir başka süreç vardır.

 

Bu noktada, toplumsal değişimlerin tetikleyici olduğuna neredeyse, herkesin hem fikir olduğu ticaret-ekonomi ilişkilerinin başlatıcısı, sürdürücüsü geliştiricisi olarak uzun dönemli sömürge sürecinde, Malay Takımadaları ve Hint Okyanusu merkezli yapının göz ardı edilemez bir yeri bulunmaktadır.

 

Max Weber, Batı Avrupa’da bir ekonomi sistemi olarak kapitalizmi doğuran şartlardan, ‘en azından biri’ olarak Kalvinci etik anlayışını -daha doğrusu bu dini-etik anlayışın arzu edilmeyen sonucu (unintended consequence) olarak ortaya koyarken, Kalvinci cemaat başta olmak üzere, onlarla iş tutan diğer din-içi, dın-dışı toplum çevrelerinin para/sermaye, iş bölümü, müteşebbislik, işveren, işçi, mal, tedarik, arz, talep, çek, faiz, banker/banka vb. tüm ekonomi süreçlerine ve mekanizmalarına kaynaklık teşkil eden, var olanları canlandıran ve özellikle de sermaye akışını sürdürülebilir kılan ilişkiler ağının Atlantik’ten ziyade Hint Okyanusu’na bağımlılığını açık seçik ve detaylarıyla ortaya konulmalı ve/ya güncellenmelidir.

 

Bu uzun dönemli sürecin ticaret kapitalizmi (mercantalist) bir süre sonra sanayi kapitalizmine evrilmesi, Malay Takımadaları, Hint Okyanusu ile ilişkileri sonlandırmak bir yana, haddi zatında, yüksek sömürgeciliğe geçişin ilk adımları olarak Avrupa üretim süreçlerine yeni piyasa arayışlarında gayet açık ve münbit piyasaların varlığına işaret ettiğini ve kızışan rekabetin nasıl Avrupa toplumlarında, 16 yüzyıl boyunca ve 17. yüzyıl ilk yarısındaki din savaşlarının ardından, bu sefer birbiri ardına sömürge toprakları üzerinden ekonomi savaşlarına yol açtığını tüm verileriyle ortaya koymak gerekmektedir.

 

Yukarıda dikkat çekilen süreçlerin üstesinden gelmenin pek kolay bir iş olmadığı ortada. Bununla birlikte, bugüne kadar kaybedilen zamanın yerini doldurabilecek ciddi, sürdürülebilir bir akademik ve araştırma eylem plânı kendini hissettirmektedir. Ancak bu sürece başlarken, en önemli başlangıcın bilgi edinme süreçlerinde Malay Takımadaları toplumlarının ürettiği ortaya çıkarılmış, çıkarılmayı bekleyen değerler, veriler olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu şart bir gerek şart olarak önümüzde duruyor.

 

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/11/28/malay-takimadalari-calismalarinda-yeni-bir-bakis-acisi-ihtiyaci-a-need-of-a-new-perspective-in-the-studies-of-malay-archipelago/

Toplumda ‘FETÖ ahlâkı’ ithamı ve görünümlerine dair bir mülâhaza

Mehmet Özay                                                                                                                            26.11.2021

Farkında mısınız, son dönemde ilginç bir söylem kendini toplumsal ilişkilerde, özellikle de siyaset dünyasında ortaya koyuyor.
 
Kimi çevreler diğer bazıları için FETÖ ithamında hatta, suçlamasında bulunuyor. Ortada bir darbe teşebbüsü mü var diye insan işkillenmiyor değil.
 
Bu noktada, işkellenmenin psikolojik bir bozukluk olabileceğini akılda tutmakla birlikte, “Olmaz canım artık… Bu zamandan sonra darbe mi olurmuş!” denildiği günlerde yaşananlar, bu olgunun gerçeklikle bağının ne denli devam etmekte olduğuna işaret etmeye kafi aslında. Şayet bunun adına, ‘psikolojik bozukluk’ diyeceksek de, o zaman bu bozuklukla yaşama beceresini sergileme gibi bir çaba içine girmekte yarar var.
 
Bu yazıda kastım, açıkçası işin psikolojik boyutunun ötesinde ahlâki boyutu üzerinde durmak… Ancak, siyaset dünyasında olan bitene değinerek değil, aksine akademi dünyasına yansıyan ahlâki boyutuyla…
 
Darbe ve ahlâk modellemesi
 
15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünün ardından geçen süre zarfında,[1] mevcut hukuk normları çerçevesinde darbe teşebbüsünde bulunanlara yönelik adımlar, devlet organları tarafından rasyonel bir şekilde atılırken, devlet organlarının “ahlâk” (moralitygibi el atamayacağı bir alanın varlığının hükmettiği artık giderek artan bir şekilde gözler önüne seriliyor ve hiç de beklenmeyecek çevreler tarafından dillendiriliyor. Bunu olumlu bir gelişmeye yormak mümkün mü?
 
Burada dikkat çeken husus, birilerinin diğer başka birileri hakkında itham ve hatta suçlama niyetinde ve sürecinde başvuru kaynağının FETÖ modellemesi olmasıdır. İma eden, ima edilen; suçlayan, suçlanan tarafların kimlikleri bir yana, ortada var olan durumun bir ahlâki duruma tekabül ettiğinin açıkça ortaya konulmasında yarar var. Aslında, tam da olup biten yapılaşmış bir ahlâki tutumun tezahürü, yinelenmesi, üretilmesi (production) ve yeniden üretilmesi (reproduction) söz konusu.
 
Sosyal-psikolojik bağlam olarak FETÖ ahlâkı
 
Bu noktada, herhalde kısaca, sosyolojik bir bağlam olarak FETÖ ahlâkından neyin kastedildiğini hatırlatmakta/yinelemekte yarar var… FETÖ ahlâkında belirleyici olan, hedefe -o hedef her ne ise- her şeye rağmen varmaktır. Kökeninde, bir tür Makyavelizmin olduğu bir durum…
 
Şeyh de olsanız, mürid de olsanız; bürokrat da olsanız, medya çalışanı da olsanız; işadamı da olsanız, rektör de olsanız, hedef olgusu ve buna kenetlenmişlik, size ilgili hedefe ulaşmanın araçlarını meşrulaştırma yetkisini veriyor. Haddi zatında, onu içselleştirme sürecinin, bir tür ‘inanç’ olgusu olarak yapılaşması veya böylesi bir şeye dönüşmesi ve bunu -diyelim ki sevap, diyelim ki nihayetinde cenneti kazanma gibi- manevi kazanımlar bile mümkün hale gelebiliyor.
 
Genelleştirilebilir bir örnek vakıa
 
Bir örnek üzerinden devam edecek olursak… Bir akademisyen düşünün ki, hem sözde sosyal bilimlerde kendine bir yer edinmiş, hem manevi ilimlerde sözde mesafe kat ederek şeyhlik iddiasında bulunuyor… Bununla da kalmıyor, maddi alanda yükselme arzusu ve iştahıyla rektörlük gibi hayalinde göremeyeceği bir alanı, FETÖ ahlâkına uygun çabalarla elde edebiliyor.
 
Yerinde duramayan bu cıvıl cıvıl akademisyenin, akademik unsurlarla ilişkisi kadar, akademi dışı unsurlarla ilişkisinde ailesi, yetiştiği ortam, toplumsal kökeni vb. bireysel ve toplumsal yapılaştırıcı unsurlar kadar, diyelim ki, FETÖ gibi bir yapının da içinde yer alması, kasıtlı ve bilinçli olarak ondan istifade etmesi; gayet ‘smart’ olmasından ötürü, şartların doğurduğu, önüne çıkardığı avantajları kendi hedefleri ve maksatları için kullanabilmesi…
 
Bir saha araştırması (survey) yapılsa… Bu örneğin, anket yani nicel (quantitive) bir çalışma olabilir veya mülâkatlara dayalı olarak nitel (qualitative) bağlamlı olabilir, deneklerin pek çoğunun ve belki de hepsinin, temelde bu ilişkide, ilk etapta bakıldığında belirleyici olanın FETÖ olduğunu söylecekleri görülür. Alınan sonucun, hakikaten gözlemleri de destekleyecek mahiyette olduğuna araştırıcı kanaat getirebilir.
 
Ancak araştırmacıyı kışkırtan derinlikli analiz, katılımcı gözlem, derinlikli mülâkat vb. ile aslında, FETÖ’nün kendisinden istifa etme amacıyla -zamanında cıvıl cıvıl olan bu akedemisyenine-yanaştığını, yaklaştığını; kısa süre zarfında, kendisine sunulan alanların çeşitli maddi ve manevi kazanımlara dönüşebileceğini; böylece gününü gün edebileceği mevki makam sahibi olabileceğini; bu sürecin doğuracağı ekonomik mekanizmalarla, üç beş yerden bankasına havalelerin yapılmasına olanak sağlayacak bir zemini bulmuş ve bunu da kullanmış olabilir.
 
Simbiotik yaklaşım
 
Burada, ekoloji jargonuyla ifade etmek gerekirse, yukarıda dikkat çekilen özne yani, FETÖ; nesne yani, cıvıl cıvıl akademisyen arasında, simbiotik (symbiosis) benzeri/türü bir ilişkinin var olduğu görülebilir. Ya da daha önceki yazıda dile getirdiğim üzere, “ortada sosyal karşılıklılık (social reciprocity) ilkesinin, gayet işlevsel bir nitelik kazandığına kuşku bulunmadığı” ileri sürülebilir.
 
Bunun dışında ve ötesinde, zamanla akademik ve hissi kuvvelerinin bilinçli ve/ya bilinçsiz harekete geçtiğini fark eden ya da gizil kuvvetlerinin itkisiyle fark ettirilen cıvıl cıvıl akademisyen, smart bir yaklaşımlar dizisi geliştirmek suretiyle, karşısındaki ‘dev’ yapının nimetlerinden, nasıl ve ne şekilde istifade edilebileceğini ve bunun da, ne türden bir ‘hizmete’ karşılık gelebileceğini ortaya koymaya başlamış olabilir.
 
Aslında burada var olan, bir ahlâkın difüzyonudur. Zamanla, kendinde bir belirleyici ontolojiye dönüşen FETÖ yaklaşımı, bir inanç evreninden çıkarak bir pratikler dizgesi olarak, toplumsal ilişkilerde belirginlik kazanmaya başlar. Toplumsal ilişkilerin bir yerinde, kendini bu ontolojinin gizli/açık aracısı-savunucusu hatta yapılaştırıcısı rolünde bulan cıvıl cıvıl akademisyen artık, ‘hedefe ulaştıracak araçların kahir ekseriyeti mübahtırı’ ontolojik varlığının temeline yerleştirmekte zorluk çekmez.
 
Ve cıvıl cıvıl akademisyen, geçen zaman zarfında ulaştığı sosyolojik bir statü olarak rektörlük makamında, tıpkı FETÖ büyük yapısından edindiği veya hakikatte öz-edinimcilik bağlamında kendinde var olan ve böylesi bir büyük yapı ile zorluk çekmeksizin uyumlulaşabilmesine yol açan ahlâki tutumla, hiyerarşik olarak kendi altında olduğunu varsaydığı unsurları ve bireyleri kendine devşirebilecek, amaç ve hedefleri lehine kullanabilecek, manipüle edebilecek bir yapı teşkil etmekte zorlanmaz.
 
Burada, bir ahlâki kokuşmuşluk olgusu kendini açık/seçik bir şekilde ortaya koysa da, cıvıl cıvıl rektör için bunun böyle olmadığı hem sahip olduğu maddi unsurların yani, akademik anlamda sözde göz kamaştırıcı bilgilerinin, hem de ‘hizmet’ gibi manevi kazanımlar edineceği düşüncesinden hareketle söylenebilir.
 
Günümüz siyaset dünyasını belirlemeye matuf çıkışlarda, farklı hedef ve yönelimlerle diğerine yönelik ithâmlarda ve hatta gizli/açık suçlamalarda gayet önemli bir yer tutan FETÖ ahlâkı olgusunun yerleşik bir hâl aldığını söylemek mümkün.
 
Bu yerleşikliğin, salt siyasal alandaki aktörlerle ve yapılarla sınırlı olup olmadığı ya da içinde akademi gibi geniş ve kapsayıcı bir alanı da içini alacak şekilde toplumsal evrende yer tutup tutmadığı tartışmaya açıktır. Bu anlamda, genelleştirilebilir bir örnek vakıa, bu sosyal difüzyonun sosyolojik süreçlerini anlamada yardımcı olabilecek bir araç kabul edilebilir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/11/26/toplumda-feto-ahlaki-ithami-ve-gorunumlerine-dair-bir-mulahaza/


[1] Darbeden bir yıl sonra, Malezya’da yapılan anma toplantısında dönemin büyükelçisi konuşmasında, yanılmıyorsam birkaç kez darbenin 16 Temmuz’da olduğunu söylemişti. Herhalde büyükelçi, darbe teşebbüsünün başlangıç sürecini değil, bitişini dikkate almış olmalı. Ya da, duyulan büyük üzüntü nedeniyle hasıl olan bir unutkanlık hali denilebilir. Başka bir ihtimal olabilir mi? Sanmıyorum… 

ABD’nin Tayvan’ı ‘demokrasi zirvesine’ daveti ve Çin’in tepkisi / The US’s invitation of Taiwan to ‘democracy summit’ and the reaction from China

Mehmet Özay                                                                                                                            25.11.2021

ABD-Çin arasında var olan kriz, Tayvan’ın ‘demokrasi zirvesi’ne davetiyle yeni bir boyuta taşınıyor.

Bu gelişme, Çin’le Tayvan arasında uzun süredir yaşanan sorunun, okyanus ötesinde yankı bulmaya devam ettiğinin en açık göstergesi konumunda.

ABD’de başkan Joe Biden yönetimince, 9-10 Aralık günlerinde sanal ortamda yapılacak ‘demokrasi zirvesi’ne Tayvan’ın davet edilmesini açıklamasının ardından, son iki gündür Çin’den birbiri ardına sert açıklamalar geliyor.

Daha doğrusu zaten var olan açıklamaları teyit mahiyetinde yeni açıklamalar…

Tek Çin politikası ihlâli

Pekin yönetimi, herhangi bir ülkenin Tayvan’la resmi ilişki kurmasına, “Tek Çin” politikasına muhalif kabul ederek kendi iç işlerine müdahale olarak algılıyor.

Bu anlamda, gücü yettiği ülkelere karşı yaptırım uygulayan Çin, son dönemde ABD tarafından ortaya konulan politikaları şiddetle eleştiriyor. Son biri iki gündür yaşanmakta olan da böylesi bir sürece tekabül ediyor.  

Bu çerçevede, Tayvan İşleri’nden sorumlu ofis sözcüsü, “ABD ve Tayvan arasında herhangi bir resmi etkileşime karşı” olduklarını ve söz konusu daveti “hata” olarak değerlendirdiklerini açıkladı.

16 Kasım’da yapılan Biden-Şinping zirvesinde Çin devlet başkanı “bazı Amerikalıların Çin’i köşeye sıkıştırmak için Tayvan konusuyla oynamasını ateşle oynamak olarak nitelemiş ve konunun kendileri açısından ne denli önemli olduğuna dikkat çekmişti.

Tayvan yönetimi ise, söz konusu gelişmeyi memnuniyetle karşılarken, iki temsilcisinin zirveye katılacağını çoktan açıkladı bile.

Çin’i yatıştıracak kurnazlık

İlk etapta kışkırtıcı gibi gelebilecek zirve çağrısında “katılımcı ülkeler” yerine, “katılımcı listesi” ifadesinin kullanılması dikkat çekiyor.

Listede, Tayvan ve Kosovo dışındakilerin ülke ismi olması, bu başlığın Tayvan-Çin ve Çin-ABD ilişkilerini zedelememe yönünde bilinçli ve kasıtlı bir şekilde belirlendiğine işaret ediliyor.

Pekin’in Tayvan’la ilgili söylemlerine yakından bakıldığında, listeye verilen başlığın sıradan ve önemsenemez bir kurgu olmadığı açık.

Başta başkan Şi Cinping olmak üzere, Çin yönetiminden defaatle yapılan açıklamalarda Tayvan’ın bağımsızlığına gönderme yapacak herhangi bir girişim savaş nedeni olarak ifade ediliyor.

Liste başlığının gayet titizlikle belirlenmiş olması, Çin’in çoktan vermeye hazır olduğu ‘sert’ tepkiyi yumuşatma ve bir anlamda alınabilecek olası siyasi/askeri karar sürecini kontripide bırakma anlamı taşıdığını söyleyebilirim.

Davet ve tehdit

Washington yönetimi, söz konusu zirve hazırlığını geçtiğimiz Ağustos ayında yapmıştı.

Bunun üzerine, Çin’in resmi yayın organı globaltimes’da çıkan yazıda “ABD’nin böylesi bir zirveye Tayvan’ı davet etmesi halinde, Çin savaş uçaklarının Ada üzerinde uçacağı” uyarısı gizli/açık ortaya konmuştu.

Aynı yayın organında dün çıkan benzer bir haberde, olası bir gelişme halinde eyleme geçecek şekilde Çin hava kuvvetlerinin çoktan tüm hazırlıklarını yaptığı yolundaki söylemi blöf olarak almamak gerekir.

Bunun en önemli örneğini geçtiğimiz Eylül ayında Ada hava sahasında düzinelerce Çin uçağının varlığını hatırlamak gerekir.

Demokrasi bloğu

Söz konusu zirve Washington yönetiminin son bir yıldır Hint Pasifik/Asya Pasifik bölgesine yönelik yeni ittifak oluşumlarının ardından, bu sefer biraz da sürpriz denilebilecek bir çıkışla, küresel bir demokrasi bloğu oluşturma politikasını hayata geçirmekte olduğunu gösteriyor.

Demokratikleşme çabalarının günümüz koşullarında her bölge ve ülke için ihtiyaç duyulan bir siyasal rejim olduğuna kuşku olmasa da, ABD’nin gayet seçici davranarak bir anlamda, siyasi ötekileştirme adını verdiğim bir yapı üzerinde çalışıyor.

Çin de bu gayet açık bir şekilde bu ötekileşmeden payını alıyor.

Tayvan ve ulusal güvenlik

Söz konusu gelişme, dünyanın farklı bölgelerinde farklı şekillerde algılanmaya müsait olsa da, Asya-Pasifik için gayet önemli bir ayrışmayı gündeme getiriyor.

Pekin yönetiminin, Çin’e bağlı bir eyalet olarak kabul ettiği ve zamanı geldiğinde, herhangi bir yolla birliğin sağlanacağını sıklıkla ve üzerine basa basa ileri sürdüğü Tayvan’ın davet edilmesi, önemli bir gelişme olarak ortada duruyor.

Tayvan’da 2016 yılından bu yana iktidarda olan, Demokratik Gelişimci Parti (Democratic Progressive Party-DPP) lideri, başbakan Tsai Ing-wen’in tedrici olarak bağımsızlığa götürdüğü kanısı Pekin’de yaygın olduğunu söylemek yanlış olmayacak.

Tsai, konuyla ilgili açıklamalarında “Çin’le eşit şartlarda ve demokratik koşullarda masaya oturma” söyleminin Anakara Çin’de olumlu karşılandığını düşünmek ise mümkün değil. Tayvan’da ayrı bir yönetim olsa da, Pekin yönetimi Ada’nın varlığını, ulusal güvenlik meselesinin temellerinden biri kabul ediyor.

Biden-Cinping zirvesi ve gelişmeler

Biden ve Şinping arasındaki 16 Kasım’da sanal ortamda gerçekleştirilen zirve, gerek taraflar gerekse küresel kamuoyu tarafından oldukça gergin olan iki ülke ilişkilerinin, önümüzdeki süreçte olumlu bir yönelime konu olabileceği intibaı vermişti.

Ya da en azından belirli çevreler zirveyi bu şekilde anlama çabası içerisindeydiler…

Oysa zirveden sadece on gün sonra Washington’dan gelen haber ABD-Çin ilişkilerinin gerginliğin neredeyse bir norm haline geldiğinin işareti kabul edilebilir.

Avustralya’dan sürpriz çıkış

Öte yandan, dün Avustralya’da savunma bakanı Peter Dutton’un, Tayvan Boğazı’nda suların iyice ısındığına ve sıcak çatışmaya ramak kaldığına dair ifadesi, bölgede gerilimli bir ortamın varlığına işaret ediyor.

Bu söylem, muhalefet tarafından Avustralya’da önümüzdeki Mayıs ayında yapılacak ulusal seçimler öncesi iç siyaset malzemesi olduğu yönündeki açıklamada doğruluk payı olduğu düşünülebilir.

Ancak, Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki yayılmacı politikalarına karşı Aukus örneğinde olduğu gibi, son dönemde tanık olunan ABD-Avustralya yakınlaşmasının varlığı, savunma bakanının söyleminin yabana atılır olmadığını da ortaya koyuyor.

ABD yönetimince, ‘demokrasi zirvesi’ne davet edilen 110 ülke arasında Tayvan’ı davet edilmesi, son dönemde Çin ve ABD ile ilişkilerde ticaret savaşlarının ardından, en önemli kriz alanı olarak beliren Tayvan sorununa doğrudan bağlantılı olduğu görülüyor.

Çin yönetimi ve basınından konuyla ilgili olarak ABD’yi ve Tayvan’ı hedef alan ağır eleştiriler olurken, taraflar arasında çatışma dilinin artıp artmayacağını zirve gününe yaklaştıkça görmüş olacağız.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/11/25/abdnin-tayvani-demokrasi-zirvesine-daveti-ve-cinin-tepkisi-the-uss-invitation-of-taiwan-to-democracy-summit-and-the-reaction-f/

23 Kasım 2021 Salı

ASEAN-Çin diyalog ilişkilerinde 30. yıl: gelecek ne vaat ediyor? 30th Anniversary of the dialogue relations between ASEAN and China: What does the future promise?

Mehmet Özay                                                                                                                           23.11.2021

ASEAN ve Çin diyalog ilişkilerinde 30. yıl dolayısıyla liderler zirvesi gerçekleştirildi.

Dün yani, Pazartesi günü sanal ortamda yapılan zirvede, tarafların iyi niyet mesajlarının ötesinde, ilişkilerin dünü ve yarınına dair önemli süreçler üzerinde duruldu.

Ekonomi ilişkileri alanında, ASEAN’ın gizli/açık sözcüsü konumundaki Singapur başbakanı Lee Hsien Lhoon, kapsamlı stratejik işbirliği’ne vurgu yaparken, Çin devlet başkanı Şi Cinping, ülkesinin, “bölge ülkeleri üzerinde herhangi bir egemenlik kurmayı amaçlamadığını” söyledi.

30 yıllık yapıcı ilişkiler

Biri, bölgesel birlik olarak barış ve istikrarı ile buna eklemlenen ekonomik kalkınma süreçleriyle bilinen ASEAN. Diğeri, siyasal ideolojisinin yanına ekonomide farklı bir model uygulamak suretiyle küresel ekonominin ikinci sırasında yer alan Çin…

Biri, Güneydoğu Asya bölgesinde on ülkenin oluşturduğu yarısı Malay dünyası diğer yarısı Budist-Hindu dünyanın oluşturduğu kalkınmacı ekonomiler olarak öne çıkan bölgesel yapı... Diğeri, 1949 yılından bu yana komünist ideolojisi devlet rejimi olarak benimsemiş, ancak 1970’lerin ikinci yarısından itibaren kendini dünyaya açarak liberal ekonominin kurallarına adaptasyonu ile stratejik bir karar vermiş ülke…

Evet… ASEAN ve Çin ilişkilerinde otuzuncu yıl geride kalırken, inişli çıkışlı seyir takip ettiği söylenebilse de, genel itibarıyla istikrarlı bir gelişme olarak kabul edilebilecek yapı var karşımızda.

Bu vesileyle ASEAN ve Çin arasında otuzuncu yıl özel zirvesi dün yani, Pazartesi günü sanal ortamda yapıldı.

Çin’den devlet başkanı Şi Cinping’in ve ASEAN’da devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı sanal toplantılar karşılıklı iyi niyet ve temennilerin ötesinde, bugüne kadar gerçekleştirilen yapıcı süreçlerin önümüzdeki dönemde geliştirilerek devam ettirilmesine vurgu yapılması önemliydi.

Bununla birlikte, liderler arasında bir istisna yani, Myanmar’da yaşanan darbe sonrasında geçtiğimiz ay Bruney başkanlığında yapılan ASEAN zirvesine davet edilmeyen cuntacı başkan Min Aung Hlaing yine davet edilmedi. 

Kovid-19 zararlarını telâfi

Zirvede öne çıkan konu, kovid-19 sürecinde ekonomik ilişkilerin yeniden yapılandırılmasıyla ilgiliydi.

Gerek pandemi döneminin neden olduğu durgunluk gerekse, ABD-Çin arasında yaşanan ve henüz üstesinden gelinebildiği söylenemeyecek ticaret savaşlarının yol açtığı gerilim ve ekonomide içe kapanmacı yaklaşımlara rağmen, ASEAN-Çin arasında bunun tam aksi gelişmeler yaşanıyor.

Bu yöndeki en önemli gelişme, ASEAN üyesi ülkeler ve Çin’in yanı sıra Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Kore’nin içinde yer aldığı toplam 15 ülkenin üyesi olduğu, ‘Bölgesel Kapsamlı Ekonomik İşbirliği’ (Regional Cooperation of Economic Partnership-RCEP) anlaşması 1 Ocak 2022 tarihi itibarıyla hayata geçirilmesi olacak. 

Kovid-19’un tüm ülkelerde açtığı derin ekonomik sorunların üstesinden gelme noktasında liderler hem fikir. Bu noktada, var olan mekanizmaların daha da geliştirilmesi ve hayata geçirilmesi konusunda güçlü bir iradeden bahsetmek mümkün.

Özellikle, Singapur başbakanı Lee Hsien Lhoong’un ısrarla vurguladığı yeniden yapılandırma döneminde dikkat çeken bazı alanlar var. Başbakan Lee, “ASEAN olarak Çin’le ilişkilerde kapsamlı stratejik işbirliği”ne gidilmesi konusunda istekli olduklarına işaret etmesi önemliydi.

Bunların başında ASEAN-Çin serbest ticaret anlaşması, turizm ve sivil havacılığı destekleyecek ve geliştirecek ASEAN-Çin hava taşımacılık anlaşması.

Bundan yaklaşık iki yıl önce, Çin yeni yılında ortaya çıkan kovid-19’la mücadelede bugün gelinen nokta, aşılama süreçlerinin bölgedeki bazı ülkelerde başarıyla sürdürülmesi, bununla birlikte vaka sayılarındaki artışa rağmen, ölümcül vakada görece azalma, hem ulusal sınırlar içerisinde hem de bölge ülkeleri arasında insan hareketliliğini yeniden hayata geçirmeyi amaçlıyor.

Artan dış ticaret hacmi

ASEAN ile Çin arasındaki ekonomik ilişkileri en iyi yansıtan gösterge hiç kuşku yok ki, dış ticaret hacmi olacaktır. Buna göre, kovid-19’un engelleyici sürecine rağmen, 2020 yılı ticaret hacmi 500 milyar Doları aşmış gözüküyor.

Bu rakam, ASEAN Çin’in dış ticarette ilk önemli ortağı olduğuna işaret ediyor. Bu durum, sadece soyut rakamlarla anlaşılamayacak kadar önemli bir ilişki ağının ortada olduğuna dikkat çekiyor.

Güney Çin Denizi, Tayvan Boğazı, Hong Kong süreci gibi yaşanan bir dizi soruna rağmen, ticari ilişkilerin bugüne kadar akamete uğradığına tanık olunduğunu söylemek güç.

Bölge ülkelerinin ekonomik yapılaşmaları ve sürdürülebilir bir nitelik arz etmesinin, hem hammadde kaynaklarının tasarrufu, hem mamul ürün ihracatı gibi süreçlerle, Çin gibi büyük bir pazarla iş yapmanın kaçınılmazlığı ortada.

Sorunların çözümünde ‘ASEANlılık yaklaşımı’

Öte yandan, jeo-stratejik alanda görülen sorunların bir ölçüde kalkınmacı ekonomilerin geldikleri düzeyle de bağlantılı olduğuna kuşku yok. Erişilebilir kaynaklar kadar, orta ve uzun vadede yeni kaynakların ediniminin yarattığı rekabet, şu veya bu şekilde çatışmacı ortamın da ortaya çıkmasına neden oluyor.

Aslında bu durum, 20. yüzyıl son çeyreğinde, örneğin Malezya ve Tayland, Vietnam ve Kamboçya, Malezya ve Singapur vb. gibi ASEAN üyesi ülkeler arasında yaşandığına tanık olunmuştu.

Ancak bu süreçleri çatışma veya uzun süreli çatışma yerine, ‘ASEANlılık yaklaşamı adıyla anılacak şekilde literatüre geçmesine de neden olacak müzakereler yoluyla çözüme kavuşturuldu.

ASEAN ve Çin arasında yaşanan süreçlerin tabii ki, pembe bir tablo çizdiğini söylemek mümkün değil.

Yukarıda kısaca değinildiği üzere, Güney Çin Denizi’nin yüzde 90’lık bölümü üzerinde Çin’in egemenlik iddiası; Vietnam, Filipinler, Bruney, Malezya ve Endonezya’nın olduğu ülkelerle yaşanan kıta sahanlığı problemi; deniz seyr-ü seferine yönelik çeşitli boyutlarda engellemeler, askeri yapılanma ve buna tepki olarak geliştirilmeye başlanan silahlanma gibi süreçler hiç kuşku yok ki, bütün bölgeyi etkisi altına alabilecek potansiyel tehlikeler olarak beliriyor.

Bunun yanı sıra, Çin’in siyasal ideolojisi, ekonomik büyüklüğü örneğin Filipinler, Endonezya ve Malezya siyaset çevreleri ve kamuoylarında gözlemlendiği üzere tek tek ülkeler nezdinde bazı çekinceleri ve tepkileri de doğurmuyor değil.

Yapıcı ilişkiler

Girişte de belirtildiği üzere, her ne kadar, Çin devlet başkanı Şi Cinping ‘bölge ülkeleri üzerinde egemenlik kurma’ amacında olmadıklarını söylese de, bu konuda çok daha inandırıcı politikalar gelişmesi gerektiğine ortada.

Bunun yanı sıra, Cinping, bölgede yaşanan sorunların “dışarıdan müdahalelere meydan vermeyecek şekilde ele alınmasına” yaptığı vurgu ile gizli/açık ABD’nin bölgedeki jeo-politik yapılanmasına vurgu yaptı.

Çin dışişleri bakanı Wang Yi’nin zirve öncesinde gündeme getirdiği ‘ortak gelecek’ vurgusunun, tüm ülkeler tarafından paylaşıldığına kuşku yok.

Binyıllardır aynı bölgede yaşayan toplumların günün getirdiği imkânlar kadar zorlukları da paylaşma ve bunları ilgili taraflara mümkün olduğunca en az zararla atlatma imkânı verecek mekanizmaları üretmeleri gerekiyor.

Bu sadece bölge ülkeleri için değil geniş Asya-Pasifik bölgesi ve dünya kamuoyuna yönelik bir sorumluluk olarak değerlendirmek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/11/23/asean-cin-diyalog-iliskilerinde-30-yil-gelecek-ne-vaat-ediyor-30th-anniversary-of-the-dialogue-relations-between-asean-and-china-what-does-the-future-promise/