25 Temmuz 2014 Cuma

Endonezya başkanını seçti: Joko Widodo / Indonesia chose the president: Joko Widodo

Mehmet Özay                                                                                                              27 Temmuz 2014
Endonezya Devlet Başkanlığı seçimlerinde, Joko Widodo ve Yusuf Kalla ikilisi oyların yüzde 53.2’ini alarak zafere ulaştı. Zaferi pekiştiren ise uluslararası çevrelerden gelen ‘tebrik telefonlarıydı’. Aralarında ABD Başkanı Barack Obama, Avustralya Başbakanı Tony Abbott, Malezya Başbakanı Necib bin Razak’ın bulunduğu devlet adamları gelecek beş yılda Endonezya’yı yönetecek yeni başkana ‘siyasete hoş geldin’ mesajını ilettiler. Joko Widodo bu sonuçla, doğrudan halk tarafından seçilen ikinci devlet başkanı olma unvanını aldı. Jokowi adıyla bilinen Joko Widodo ve yardımcısı Kalla’nın bu başarısı, ülke siyasetinde bir dönemin kapanması ve yeni bir dönemin açılması anlamı taşıyor.
Burada hiç kuşku yok ki, atıfta bulunulan eski dönem Suharto’nun ‘Yeni Düzen’ adıyla bilinen süreç. Son iki dönemdir başkanlık koltuğunda oturan Susilo Bambang Yudhoyono ve son üç seçimdir aday olan, ancak seçilemeyen Prabowo Subianto’yu bu dönemin örnekleri olarak verebiliriz. Her ikisi de orduda önemli görevler işgal etmiş bu iki eski generalin yanı sıra, sivil çevrelerden de benzer ideolojinin uzantısı çeşitli siyasetçileri saymak mümkün. Suharto yıllarında orduda veya siyasi yaşamda aktif görev yapmış liderlerin sona erdiğini ortaya koyuyor. Bu nedenledir ki, siyasetçileri artık geride kaldı denebilir.
Aslında kimi çevreler 1998 yılı Mayıs ayında Suharto’nun devrilmesiyle dönemin kapandığını ileri sürmüşlerdi. Ancak otuz yılı aşkın başkanlığı döneminde siyasetin kılcal damarları olan köylere kadar nüfuz eden bir siyasi rejimin kolay kolay sona ermesi mümkün değildi. Bu süreçte, yeni siyasi partiler ve yüzler ortaya çıksa da, Suharto döneminin yetişmiş kadrolarının bürokrasideki yapılanmaları etkisini kayıtsız şartsız gösteriyordu.
Seçimin mağlup tarafında ise eski General Prabowo Subianto ve yardımcısı Hatta Rajasa bulunuyor. Oyların yüzde46.8’ini alan Prabowo üçüncü defadır başkanlık seçimlerini kaybediyor. Son iki seçimi kaybeden, bu seçimlere ciddi bir şekilde hazırlanan Prabowo bu performansına rağmen, az bir farkla da olsa başkanlığı Jokowi’ye kaptırdı. Bu seçimlerin başka kaybedenleri de var elbette. Onlar da, Prabowo’ya destek veren sözde İslamcı partiler. Bu hususlara aşağıda değineceğim.
Endonezya seçimlerinin iç politikadaki bu portresinin yanı sıra, ASEAN’ın üyesi ve yaklaşık bir trilyon Dolarlık hacmiyle bölgenin en büyük ekonomisi olması gibi özellikler, Endonezya siyasetindeki istikrarın bölgedeki gelişmeleri yönlendirme, çerçeveleme gücünü de ortaya koyacaktır. Temelde ASEAN bünyesinde bir liderlik krizi olduğu dikkate alındığında, siyaseti açık ve cesurca yapma geleneğine sahip Endonezya’nın potansiyel bir güç olduğuna kuşku yok. Jeo-politik ve jeo-ekonomik portföylerdeki açılım çerçevesinde, bir yanda Çin öte yanda seçimler sonunda bir başka umut vaat eden ülke Hindistan’daki gelişmelere karşılık olarak Asya’nın bu önemli ülkesindeki gelişmeler yadsınacak gibi değil.
Jokowi olgusunu uzunca bir süredir izliyor ve işliyoruz. Jokowi’nin ülke siyasal yaşamının yapısal organları içinde yer almayan, sivil değerlere büyük önem vermesi, bürokrasi yerine icraatı öncellemesi kendine mahsus özelliklerinden birkaçı. Bu özellikler nedeniyledir ki, Jokowi adı Başkanlık yarışında gündeme gelmesinden itibaren, geçen on yıl zarfında sükûtu hayale uğramış geniş kitleler nezdinde kabul gören bir figür. Tabii, Jokowi’nin adının başkanlık yarışında yer alması ile Jokowi adının hangi partiden seçimlere gireceği arasındaki farkı da görmüş olduk bu süreçte. Jokowi adının oluşturduğu bir ‘aura’dan bahsederken, Endonezya Demokratik Mücadele Partisi (PDI-P)’nin aday olarak belirlenmesiyle bunun kayda değer bir seçmen grubunda Jokowi’ye yönelik yaklaşımda bir değişim ortaya çıktı.
PDI-P’nin Suharto döneminin muhalefeti üstlenen siyasi parti olduğu hatırlansa da, lideri Megawati Sukarnoputri’nin halka vaad edebileceği bir söylemi, bir iktidar projesi olduğundan bahsetmek mümkün değil. Megawati’nin çevresinin bunu öngörememesi mümkün değil. Bu nedenledir ki, PDI-P’nin bir siyasi parti olarak varlığını sürdürmesi popülaritesi yüksek Jokowi sayesinde olabilecek en iyi seçimdi. Bununla birlikte, Jokowi’nin taşıdığı sivil yönelimli yapısı ile PDI-P’nin Sukarnolu yıllara özlem duyan aşırı-milliyetçi duruşu arasında bir çelişki olduğuna kuşku yok. Başkanlığı sürecinde Megawati’nin güdümünde bir emanetçi siyasetçi rolü mü oynayacak, yoksa topluma akseden ‘yumuşak dokunuşu’ kayda değer bir ideolojik bir siyasi harekete dönüştürebilecek mi sorusu önemli. Çünkü 52 yaşında olduğu dikkate alındığında Jokowi’nin icraatları çerçevesinde ikinci dönem seçilme şansı mutlaka ki var. Bu süreçte Jokowi’nin en önemli güç kaynağı yardımcısı Yusuf Kalla olacak. Kalla’nın devlet tecrübesine haiz oluşu, iş çevrelerine mensubiyeti, uluslararası yapılarla bağlantısı Jokowi’nin zaafiyet noktalarında bir destek özelliği kazanacak. Biri orta sınıf diğeri elit iş çevrelerine mensup başkan ve yardımcısının ülkeye nasıl bir tasarım sunacakları merak konusu.
İki yıl öncesine kadar ülkenin yeni devlet başkanı olacağına kesin gözüyle bakılan Prabowo Subianto son on yılını ülke üst siyasetine vermiş bir emekli general. Prabowo’nun geldiği kaynaklar, onu Suhartolu yılların geri dönüşünün sembolü olarak öne çıkartıyordu. Prabowo bu siyasi duruşu, kampanya boyunca koyu bir milliyetçi duruşla dışa vurdu. Endonezya halkının Prabowo’ya ‘ihtiyaç’ hissetmesinin ardında, 1998-2014 yılları arasındaki reform döneminin hayal kırıklıkları oluşturuyor. Bürokrasi, yolsuzluklar, eğitim-sağlık- başta olmak üzere refah indeksinde başarılamayan hedefler, ‘Hiç değilse güçlü bir lider’ söylemiyle Suhartovari bir lideri, yani Prabowo’yu öne çıkartıyordu. Tabii, bu yapının Suharto dönemi ürünleri olarak değerlendirilmeyi hak eden medya, iş çevreleri ve de en önemlisi bürokrasideki destekçilerinin rolünü unutmamak gerekir. Prabowo’ya destek verenler sadece bu kitle değil.
Adına ‘İslamcı’ denilen ‘Halkın Emaneti Partisi’ (PAN), ‘Adalet ve Kalkınma Partisi’ (PKS), ‘Ulusal Birlik Partisi’ (PPP)’nin ve de ülkenin en önemli cemaat yapısını teşkil eden ‘Alimler Birliği’nin (Nahdat’ul Ulama), sicilinde insan hakları ihlâlleri bulunan bir generalin ardına takılmaları, politika gözlemcilerinde ‘pür pragmatizm’ olarak değerlendirildi. ‘Pragmatizm’ olgusunun, adına ‘İslamcı’ denilen yapılarla bağını anlamlandırmak zor olsa da, Endonezya siyasetinde ‘maddi ilişkilerin’ kayda değer rol oynaması, bu partileri oluşacak herhangi bir iktidarda alabilecekleri bakanlık sayısıyla siyasete konuşlanmalarına neden oluyor.
Öyle ki, ittifak oluşumu sürecinde Jokowi-Kalla ikilisinin potansiyel ittifak partilerine ‘bakanlık dağılımı’ değil, siyasi birlik yaklaşımı sözde İslamcı partilerin işine gelmeyecek yeni bir anlayışı içeriyordu. Temelde Prabowo etrafında örüntülenen bu ittifakın, 30 Eylül 1965 ‘darbesini’ gerçekleştiren ve akabinde ülkede önemli bir ‘kıyıma’ neden olan Suharto’ya destek veren çevrelerle benzerliğine dikkat çekmekte fayda var. Bu anlamda geniş Müslüman kitlelerin oyunu alan bu partilerin ‘derin devlet’ bağlamlarına paralel bir siyasete soyunmaları ‘1999 ruhuna’ tezat teşkil ediyor.
Jokowi-Kalla ikilisini kolay bir görev beklemediği ortada. Ancak Endonezya halkının ümitvar olma için yeterli nedenleri var. Sadece bölge ülkelerine değil, dünyanın benzer ülkelerine de örnek olabilecek bir seçim süreci geçiren Endonezya gelecek beş yılda önemli değişimlere gebe.

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Malezya Yasta / Malaysia in Mourning

Mehmet Özay                                                                                                             21 Temmuz 2014

Malezya, dört ay içerisinde ikinci büyük uçak kazasını yaşıyor. Boeing 777 MH-17 Sefer sayılı uçak, Amsterdam-Kuala Lumpur seferini yaptığı sırada Ukrayna’nın doğusunda, Rusya sınırına 50 km. mesafede düşürülmesi sadece Malezya’da değil, tüm dünyada yankı uyandırdı. Uluslararası araştırma ekipleri şu ana kadar çalışmalarına tam anlamıyla başlamamış olsa da, ortak kanı uçağın Rus yanlısı milislerce düşürüldüğü yönünde. Bu durum kesinlik kazandığında Malezya tarihinde Malezya Havayollarının ikinci kez terörist eyleme konu olması anlamına gelecek. 1977 yılında korsan/larca kaçırılan MAS uçağı Cohor’da Tanjong Kapang bölgesinde düşmüştü. Ancak ne korsan/lar ne de uçağın nasıl düştüğüne dair bulguya ulaşılamamıştı. Tarihe geçen bir başka husus ise, bir havayolunun çok kısa aralıklarla iki uçağını birden kaybetmesi oldu.

8 Mart’ta Kuala Lumpur-Beijing Seferi’ni yaparken kaybolan ve bugüne kadar yapılan tüm aramalara rağmen bulunamayan uçak kazasının ardından ikinci bir felâketle karşı karşıya Malezya. MH-17’iyle ilgili haberlerin ajanslarda geçmesinden sonra Başbakan Necib Bin Razak ilk demecini Perşembe günü gece yarısında twitter üzerinden “Şoktayım” ifadesiyle verdi. Başbakan’ın bu ifadesi aslında Başbakan ve bir Malezya vatandaşı olarak kendisinin değil, aradan geçen çok kısa sürede tepkiler dikkate alındığında neredeyse tüm dünyanın benzer bir ‘şok’ içinde olduğunu ortaya koyuyor. ABD Başkanı Barack Obama ise tıpkı birinci uçak kazasında olduğu gibi Malezya’nın yanında yer aldığını ortaya koyan demeçleri ile gündemde. Obama, uçağın düşürülüşünü ‘küresel bir trajedi’ olarak yorumladı.

Birinci uçak vak’asının ardından iç kamuoyunda ciddi eleştiriler alan Malezya hükümeti, bu ikinci kazanın ardından bir kez daha sorgulanmaya başlandı. Cuma günü gazetecilerin karşısına çıkan, henüz göreve yeni atanan, Ulaştırma Bakanı Liow Tiong Lai’ya yöneltilen sorular MAS’ın çatışma bölgesi hava sahasında uçmasıyla ilgiliydi. Aslında Necib Bin Razak, bu soru daha sorulmadan önce verdiği ilk demeçlerde, ‘Uluslararası Hava Taşımacılığı Kurumu’nun (IATA) ve ‘Uluslararası Sivil Havacılık Organizasyonu (ICAO)’nun verilerine dayanarak MAS’ın bu rotada uçuşunda bir sakınca olmadığını söylüyordu. Ancak Avrupa, Doğu ve Güneydoğu Asya’da ve Avustralya’da çeşitli hava yolu şirketleri aylardır Ukrayna’nın doğusundaki çatışmalar nedeniyle bu rotayı kullanmadıkları biliniyor. Bu nedenle tartışmaların bir yerinde de söz konusu bu iki havacılık organizasyonu bulunuyor. Bu noktada herhalde, Rusya yanlısı milislerin uçağın düşmesinden sonraki ses kayıtlarında geçen “Malezya Havayolları’nın Ukrayna hava sahasında ne işi var? Burada savaş var. Buradan uçmamalıydı.” cümleleri yabana atılacak gibi değil.

Bundan dört ay öncesine gidersek, MH- 370’in kaybolmasıyla uçağın yol alabileceği olası rotalar dikkate alınarak Malezya’nın 25 ülkeyle birlikte yürüttüğü arama faaliyetleri havayolları tarihinde çoktan farklı bir yer edinmişti. Ukrayna sınırlarında meydana gelse de, bölgenin ayrılıkçı Rus milislerinin hakimiyetinde oluşu, Rusya’nın milislere askeri, lojistik, siyasi destek verişi gibi özellikler, kazayla ilgili açıklamaların gündeme Ukrayna’dan ziyade Rus yanlısı milisleri ve de dolayısıyla Rusya’nın hedef alınmasına neden oluyor. Bu noktada, Başbakan Necib bin Razak’ın Rusya Devlet Başkanı Viladimir Putin’i telefonla araması önemliydi. Putin yardım sözü verse de hedefinde Ukrayna vardı gene.

Genel itibarıyla bakıldığında, barışçıl bir halk ve hükümet olarak tanınan Malezya’nın ulusal havayolu şirketinin Ukrayna’nın doğusunda jeopolitik eksenli gelişmelerin bir sonucu olarak düşmesi hiç kuşku yok ki, Malezyalılar kadar Ukrayna sorununa taraf olan ve olmayan tüm ülkeleri bu sorunun içine çekmiş durumda. Bunun sembolik ifadesi ise, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon uçağın düşürülmesiyle ilgili uluslararası soruşturma açılması çağrısı oldu. Elbette MH 17’nin akibetinin nedenleri, düşüşünden sorumlu olanlar ve bu kişi veya grupların yargılanması gibi hususlar ve de süreçler Malezya’nın tek başına altından kalkabileceği bir sorun değil. Malezya yönetimi elbette bunun farkında. Bu nedenledir ki, gerek Başbakan gerekse Dışişleri bakanlığı yetkilileri uçağın Hollanda Havayolları’yla aynı kodu paylaşması nedeniyle Hollanda, uçağın düştüğü yer itibarıyla Ukrayna ve yolcuların vatandaşı oldukları ülkelerle iletişime geçti. Ancak vak’adan sonraki ilk birkaç saatte, Başbakan Necib Bin Razak’ı arayan liderlerden biri var ki, o da ABD Devlet Başkanı Barack Obama. Obama’nın Necib Bin Razak’ı araması bir başsağlığı dilemenin ötesinde Rusya’nın Ukrayna sınırlarındaki etkinliğinin başlangıcından bu yana sorunlar yumağının sadece ülkenin doğusu ve güneydoğusuyla sınırlı olmadığını ortaya koyuyor. Yaşanan tehdit ve savaş ortamı MH-17’nin düşmesiyle küresel bir boyut kazanmış durumda.

Çeşitli ülke yöneticilerinin tepkileri Rusya ve Ukrayna’nın Güneydoğusu’ndaki Rus milislerine yönelirken, Malezya kamuoyunda, temelde uçağın nasıl olup da böylesi bir felâkete konu olduğu sorusu sorulmaya devam ediyor. Coğrafi olarak uzak sayılabilecek ve kültürel olarak etkileşimin olmadığı bir bölgede süregiden ve bölgesel jeopolitik dengelerle doğrudan ilintili bir gelişme Malezya’da tarafı aslında olan biteni anlamaya çalışıyor. Ancak bu anlama işinin entellektüel ve siyasi boyutu bir yana, Başbakan bir önceki uçak kazasının tesirlerini yeniden yaşamamak için en azından yolcu yakınlarına cesetleri iade etme konusunda ciddi bir çaba sergilemekte olduğu gözleniyor. Başbakan ve hükümet kanadında bu durum, sadece yolcu yakınlarına değil, tüm Malezya halkına karşı hissedilen bir sorumluluk olduğuna kuşku yok.

MH-370 sefer sayılı uçağın 8 Mart’ta kaybolmasından sonra uluslararası işbirliği konusunda bir ilk yaşandı. Öyle ki, Başkan Obama Nisan ayı sonunda Malezya ziyareti öncesinde ve sırasında kayıp uçağın bulunmasının ‘öncelikleri’ olduğunu ifade ediyordu. Uçak -henüz- bulunamasa da, 26 ülkenin işbirliği, Malezya hükümeti tarafından ‘dostane ilişkilerin geliştirilmesine’ zemin hazırladığı yönündeydi. Uçaktaki yolcuların büyük bir bölümünün Çinli olması dolayısıyla bir süre Çin makamları ve kamuoyunun baskısını üzerinde hisseden Malezya hükümeti iki ülke arasındaki ilişkilerin 40. Yılı münasebeti dolayısıyla büyük bir efor sarf ederek ekonomik işbirliğinde ilk sırada bulunan bu ülkeyle arasının bozulmasına izin vermedi.

Başbakan Necib Bin Razak jeopolitik hesapları olan ülkelerin işlerine karışmak istemediklerini, çabalarının uçağın düşürülmesine sebep olanların bulunarak yargı önüne çıkartılması olduğunu söylese de, aslında bu gelişme genel anlamıyla Batı ile Rusya arasındaki ilişkileri belirlemeye matuf bir yön içeriyor. Geçen Perşembe günü düşen uçak, Malezya’nın dışında Doğu-Batı arasında aylar önce başlayan krizin yeni bir boyuta evrilmesi anlamına geliyor. Bu noktada, şayet uluslararası araştırma ekibince, uçağın Ukrayna’da Rusya yanlısı milislerce düşürüldüğünü kanıtlaması halinde nasıl bir süreç işleyeceği de merak konusu. Bu ortamda, sorumluların yargı önüne çıkartılıp çıkartılmayacağı, Rusya’nın milislere verdiği desteğin sona erip ermeyeceği ve Ukrayna’ya barışın gelmesi gibi bir sonuca yol açıp açmayacağı ise belirsizliğini koruyor.

https://mail.google.com/mail/u/0/?pli=1#sent/1475404dedaea511

13 Temmuz 2014 Pazar

Doğu Asya’da Diplomasi Hareketliliği

Mehmet Özay                                                                                                              10 Temmuz 2014

Geçen Pazartesi günü, Japonya’nın Çin’e saldırısının 77. Yıldönümü’ydü. Bir başka ifadeyle Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’nda hedef aldığı ülkelerden Çin’e girişinin yıldönümü. Çin’de “Japon saldırısına karşı savaş” adıyla bilinen gelişme, 1937 yılında Japon ve Çin askerlerinin çatışmasıyla başlamış, ardından Japonya’nın Nanjing’e girmesiyle sekiz yıl boyunca ana kıtada varlığıyla devam etmişti. ‘Nanjing Katliamı’ adıyla bilinen bu istila girişimi Çin toplumunun hafızasında derin izler bıraktı. Japonlar, her ne kadar Çin’i Batı sömürgeciliğinden kurtarmak amacıyla bu askeri harekâta giriştiklerini ileri sürseler de, Çin yönetimi ve kamuoyunda bu girişim bir Japon istilası olarak hatırlanıyor ve anlatılıyor.

Bu yıldönümü çerçevesinde Japonya’dan Güney Kore’ye, Çin’den Avustralya’ya kadar uzanan yankılar gündemi oluşturdu. Bu gelişmeler kısaca değinmeden önce, yıldönümü vesilesiyle neler olduğuna kısaca bakalım. Söz konusu yıldönümü Çin’de resmi kutlamalara konu olurken, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping geçen hafta, Güney Kore’ye bir ziyarette bulundu. Aslında bu ziyaret, Xi Jinping’in, Güney Kore Başbakanı Park Geun-hye ile son bir yılda beşinci görüşmesi olmasıyla dikkat çekiyor. Ardından, Almanya Başbakanı Angela Merkel resmi bir ziyaret için Beijing’deydi. Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin yolu ise Avustralya’nın başkenti Canberra’ya düştü.

Birbiriyle yakından ilintili bu gelişmelerde Çin siyasi eliti, bir kez daha tarihe referansda bulunarak, oldukça önemli bir stratejik algı oluşturma çabası içerisinde. Bu yıldönümü sadece Çin’de değil, benzer gerekçelerle Güney Kore’de de geçmişte yaşananları gündeme taşıdı. Bu anlamda, Xi Jinping’in Seoul ziyareti sırasında bölge güvenliği bağlamındaki açıklamalarında, Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’ndaki istila girişimini hedef aldığı açık olan ifadeleri, benzer kaygılar taşıyan Güney Kore makamlarınca da desteklendi.

Savaş sürecinde Kore Yarımadası’na da giren Japonya, özellikle son dönemde karşılıklı tartışmalarla yeniden gündeme taşınan Japon ordusuna hizmetle görevli ‘kadın köleler’ konusu ile Güney Kore’de hâlâ olumsuz bir imajla anılıyor. O dönemde yaşananlar nedeniyle Çin ve Güney Kore’nin Japonya karşıtlığında ortaya çıkan ittifak görüntüsü çizilmesine neden oluyor. Modern ulus devlet oluşum sürecinde, Çin ve Güney Kore’de ulusal bilinç bir anlamda Japon militarizmi karşıtlığıyla belirlenmişti. Bugün bu bilinç yeniden ortaya çıkıyor.

Japonya’nın 1950’li yılların başından itibaren Çin’le başlayan, ardından Kore Savaşı’nın sona ermesiyle Güney Kore’yle devam eden yatırım/ticaret ilişkileri bu algıyı değiştir/e/medi. Söz konusu bu ilişkiler Çin’de tedrici bir gelişmeye neden olurken, Güney Kore’nin tastamam bir Japon modellemesiyle “Asya Kaplanları”ndan biri olarak küresel kapitalizmin Doğu’daki temsilcilerinden biri oluşu halk arasında savaş dönemi Japonya algısını değiştirmeye yetmedi.

Bugünlerde her iki ülkede gündeme getirilen Japon karşıtlığı, neredeyse bütün Doğu ve Güneydoğu Asya’yı içine alan Japon militarizminin yeni bir boyut kazanma ihtimali nedeniyle ortaya çıkıyor. Bunun nedeni ise, 1946 yılında Amerikalıların kaleme alınan ülke anayasasındaki savunma maddelerinin yeniden yorumlanması ve pasif bir savunma politikasından artık vazgeçip, yerine aktif ve kendi ayakları üzerinde duran ve adına “kollektif savunma” denilen bir savunma stratejisinin geliştirilmesine kapı aralaması yönünde Shino Abe’nin bir süredir gündeme getirdiği bir tür militarist söylemiydi. Bu konuda söylem boyutundan eylem boyutuna geçiş ise 1 Temmuz’da oldu ve kabine bu yönde değişikliğe onay verdi. Aslında, Japonya’yı bu noktaya getiren ve savunma stratejilerinde kapsamlı bir paradigma değişimine yönelten, Çin’in son yirmi yılda askeri harcamalarındaki artış. Ayrıca, buna paralel olarak Çin’in, Doğu ve Güney Çin Denizi’ndeki askeri varlığı ve hak iddialarını güçlü bir şekilde dile getirmekle kalmayarak bunu fiiliyata döktüğü de unutulmamalı. Bu anlamda, geçen Kasım ayında Çin’in Doğu Çin Denizi’nde Japonya’yla anlaşmazlığa konu olan adalar bağlamında hava sınırını tek taraflı olarak belirlemesi; Filipinlerle anlaşmazlığa konu olan Adalar’da inşa faaliyetine başlaması; Vietnam’ın da hak iddia ettiği sularda dev bir istasyonla petrol sondaj çalışmalarına başlaması dikkat çeken hususlardı.

Liberal-milliyetçi bir çizgide politika yapan Abe, savunma stratejilerindeki yeniden yapılanma konusunda ABD Başkanı Barack Obama’nın ziyareti sırasında Amerikan desteğini de yayına aldı. Yukarıda bahdettiğimiz nedenler bir yana, aslında bu Soğuk Savaş yıllarında ABD tarafından, Doğu Asya’da askeri yükün en azından bir bölümünü üstlenmesi konusunda Japonya’ya yapılan baskıların bugün Japonya tarafından gönüllü olarak gerçekleştirilmek üzere olduğunu ortaya koyuyor. Öte yandan, bu konuda Çin’in tehditlerinden büyük rahatsızlık duyan Filipinler Devlet Başkanı Benigno Aquino tarafından desteklenmesi, Abe’nin daha da cüretkâr bir çıkış yapmasında rol oynadı. Abe’nin savunma stratejisinin, bazı tepkilerle birlikte Avustralya’dan da destek aldığı söylenebilir. Öyle ki, ABD’nin Pasifik’in Asya sularında güvenlik şemsiyesinde çok önemli rol alan iki ülke Avustralya ve Japonya askeri işbirliğine konu olacak anlaşmalara imza attılar.

Tabii, Abe’nin savunma stratejisine Japonların nasıl tepki verdiği de Çin ve Güney Kore tepkileri kadar önemliydi. Bu noktada, yasaların yeniden yorumlanması sürecinin parlamentoya taşınmasına ramak kala, yapılan kamuoyu yoklamalarında halkın Abe’ye desteğinin %57’den 48’e düşmesi, bir anlamda ilgili yasal değişikliklerle ilgili çalışmalarda frene basılmasını gündeme getirdi. Halktan gelen bu tepkiye rağmen, Abe’nin bu politikadan cayması mümkün gözükmüyor. Plânlandığı üzere söz konusu ilgili yasaların Sonbahar’da ele alınması ve yıl sonunda da ‘ABD-Japonya Savunma İşbirliği Kılavuzu’nda yer alması bekleniyor.
Bu gelişmeler, Doğu Asya’da ekonomik ve askeri güç tesisiyle tarihi tanıklıkların içiçe geçtiği bir algının yer ettiğini ortaya koyuyor. Aslında yarım yüzyılı aşkın bir süredir böyle bir algı olduğu aşikâr. Örneğin, Japonya’nın bütün bir savaş sonrası sürecinde sadece suçluluk psikolojisi yaptırımlarına maruz bırakılmaması, bununla birlikte Japon askerlerinin varlığına vatanlarında tanıklık etmiş bölge ülkeleri, Japonya’yla ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirirken, Japon yönetimine sürekli bu geçmişi hatırlattıkları biliniyor. Bir yanda Japonya, diğer yanda Çin ve Güney Kore bu algının ortaya çıkmasına neden olan ülkeler. Bu çerçevede, Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’nda uyguladığı şiddet bugünlerde bir kez daha hatırlanmış gözüküyor.

Düne kadar, ABD’nin çizdiği sınırlarda bir askeri varlığa sahip Japonya, Çin’in son yirmi yılda askeri harcamalarındaki artış -ki kimi gözlemciler, aslında bunun abartıldığı görüşünde- ve Doğu ve Güney Çin Denizleri’nde anlaşmazlığa konu olan adalar ve deniz yolları üzerindeki hak iddiasınının ötesinde yerleşke kurma, petrol arama faaliyetlerine başlama, zengin su ürünlerine ulaşma konusunda agresif yaklaşımları Japonya’yı tıpkı diğer bölge ülkeleri gibi alarma geçirmiş durumda. Doğu’da bunlar olurken, Japonya’yı süreçte endişelendiren bir diğer gelişme ise 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana hamisi olan ABD’nin ekonomik krizlerle başının dertte olması kadar, Obama yönetimiyle ABD Dış ve askeri politikasında yeni bir paradigmanın uygulanmaya konulma çabası Japonya’yı bir dış tehdit algısı olarak ortaya çıkan Çin faktörüne karşı kendi ayakları üzerinde duracak bir yapılanmayı gerekli kılıyor.

Ancak Japonya’da paradigma değişikliğinin gündeme gelmeye başladığı andan itibaren işin içine tarihi gerçeklerin de girdiği veya yeniden yer etmeye başladığı görülüyor. Bununla, tabii ki, 2. Dünya Savaşı’nda ‘saldırgan kolonyal gayelerle bölge ülkelerini işgal ve istila eden Japonya olgusunun yeniden gündeme getirilmesini kastediyoruz. Başta Çin ve Güney Kore –aslında Kuzey ve Güney Kore’nin ikisi de benzer eleştirileri paylaşmakla birlikte, Kuzey Kore’nin sesini duyuracak kanalları sınırlı olduğundan argümanlarını dinlemek mümkün olmuyor- bir daha Japon tehdidine maruz kalmak istemiyorlar. Bu nedenle, gerek küresel insan hakları kurumları, gerekse savaş mağduru olduğunu ileri süren çeşitli kesimlerin çıkışlarıyla 1980’ler 90’lar boyunca gündemde sürekli ‘Japonya özürü’ konuşuluyordu. Öyle ki, ilgili ülkeler arasında üst düzey resmi ziyaretler de dahi, öncelik, Japon tarafının savaş döneminde yaşananlardan dolayı duyduğu üzüntü ve özrü gündeme getirmesi bir ‘şart’ olarak masada tutuluyordu.

Doğu ve Güneydoğu Asya halklarını Batı sömürgeciliğinden kurtarma adıyla başlatılan askeri girişim, bölge ülkelerinin en azından bazılarında onulmaz yaralar açtı. Savaş Suçları adıyla anılan bu icraatlar, Japon ordusunca gerçekleştirilen ve bugüne kadar eleştirilere, suçlamalara, yargılamalara konu oldu. Özellikle Çin ve Kore’den gelen eleştirilere dikkat çekmekte fayda var. Bugün ekonomik gelişmişliği ile dikkat çeken Güney Kore ve son dönemde küresel güç olma yolunda ciddi adımlar atan Çin’in gerek Japonya’nın Başbakan Shinzo Abe ile başlayan milliyetçi-liberal sosyo-ekonomik açılımının getirdiği bir tür aktif dış politika ve orduda yeniden yapılanma süreçleri geçmişin izlerinin bir kez daha aralanmasına neden oluyor...

Japonya, savaşta galip gelen hasmınca elinden tutulur ve dünyanın önemli endüstrileşmiş ülkelerinden biri haline gelirken, milli gururu rencide edecek derecede savunma-dış politika kimi alanlarda ABD’ye bağımlı veya ABD’nin sınırlarını çizdiği alanlarda hareket etmeye zorlandı. Bunu bir anlamda bilerek ve isteyerek de yaptığı söylenebilecek Japonya’nın aradan geçen elli yıllık süre zarfında ekonomik kalkınmışlığı savaş dönemindeki zulmü unutturduğunu söylemek güç. Japonya’nın kazanımı bölge ülkeleri ve halkları tarafından dışlanmak değil, aksine gene ekonomik kalkınmışlığın neden olduğu pragmatiklikle meşruiyetine kuşku duyulmayan, hatta agresif maddi kalkınma gücünden ötürü hayranlık uyardırarak modelleştirilen bir ülke konumuna geldi. Bu süreçten yeterince istifade eden Çin süreci ekonomik ve askeri anlamda tersine çevirmeye çalışırken, iç kamuoyu nezdinde de Çin milliyetçiliğine dayalı bir yapılaşmayı öngörüyor. Uluslararası çevreler bağlamında da, Japonya’nın benzer saldırılarına maruz kalmış ülkelerle biraraya gelmeye çalışıyor. Böylece, Çin geçen yüzyıl başlarında ve de ortalarında Japonya tarafından maruz kaldığı ezilmişliği bir şekilde yeniden gündeme taşırken, Japonya’nın yeni savunma stratejilerinin nelere mal olabileceğinin altını çiziyor. 

3 Temmuz 2014 Perşembe

Endonezya’da Başbanlık Seçimi’nde Son Viraj

Mehmet Özay                                                                                                                3 Temmuz 2014

Endonezya Başkanlık seçimi 9 Temmuz’da yapılacak. Başkanlık için iki aday yarışıyor. Endonezya siyasal yönetim yapısında Başkan adayları bir yardımcı ile seçimlere giriyor. Seçim kampanyası sürecinde adayların sergiledikleri yaklaşımlar ve televizyonda canlı yayında milyonlarca seçmen kitlesi önündeki performanslarının yanı sıra, sahada seçmenlerin olgun davranışları Güneydoğu Asya’daki diğer ülkeler için örnek bir seçim atmosferi olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

Önümüzdeki hafta yapılacak seçimde, seçim komisyonunca belirlenen listeye göre söyleyecek olursak, ilk sırada eski general Subianto Prabowo ve yardımcısı Susilo Bambang Yudhoyono (SBY) döneminin ekonomiden sorumlu bakanı ve ‘Halkın Emaneti Partisi’ (PAN) lideri Hatta Rajasa bulunuyor. İkinci aday ise, Joko Widodo, genel olarak bilindiği şekliyle söylersek Jokowi. Yardımcısı ise, SBY’ın ilk dönem başkan yardımcılığını yapmış ve ülkenin köklü partisi Golkar’ın bir dönem başkanlığını yürütmüş olan Yusuf Kalla.

Ancak bu iki aday ve yardımcılarının yanı sıra, bu adayları ortaya çıkaran siyasi partiler, siyasi ekoller ve bu aday ve partilere destek veren, yarışın odağında olmamakla birlikte kurulan ittifaklarla önemli rol oynayan diğer siyasi oluşumlar ülkenin önümüzdeki beş yılını belirleyecek Başkanı ve de dolayısıyla hükümeti belirleyecekler.

Başkan adaylarının kimler olduğuna kısaca değinelim. Bir yanda Suharto döneminin generallerinden, 1998 yılındaki öğrenciler başta olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinin destek verdiği gösterilerin bastırılmasında oynadığı rolle dikkatleri üzerine çekmiş olan Subianto Prabowo bulunuyor. Prabowo’nun Suharto’yla bağı sadece onun ‘emrinde’ bir subay olmasıyla sınırlı değil. Suharto’nun kızıyla evli olması dolayısıyla ailevi bağı da bulunuyor. Ancak Prabowo, o günkü koşullarda tüm girişimlerine rağmen, Suharto’nun siyasi hayatının sona ermesini engelleyemediği gibi, olayları bastırma konusunda sergilediği yaklaşımla ordudan ihracı sonrasında Ürdün’de sürgün hayatı yaşadı.

Prabowo’nun ordudaki ‘agresif’ yaklaşımının ordu sonrası sivil yaşamda bir sure sonra siyasi hayatta rol alma çabası aslında ülkede Generallerin siyasetle ilişkilerinin derinliğini ortaya koyması bakımından dikkat çekici. Prabowo, ülkenin önemli siyasetçi ailelerinden birine mensup. Bu özelliği, ordudaki rolü, Suharto’yla ilişkisi, Endonezya ordusunun ‘ekonomi ile içli dışlılığı’ gibi faktörler bugün Prabowo’yu maddi anlamda en zengin politikacı konumuna getirmiş durumda. Bundan yaklaşık bir buçuk yıl önce, Jokowi faktörünün öne çıkmasından önce kamuoyu göstergelerinde ilk sırada Prabowo’nun bulunması ‘tek adam’ figürü olarak lanse ediliyordu.

Prabowo’nun yardımcı olarak kendisine PAN’ın liderini seçmesi bir tesadüf değil. Dün SBY’ın kurduğu ve manevi lideri konumunda olduğu Demokrat Parti seçimlerde Prabowo’yu destekleyeceklerini ilan etti. SBY yönetiminde Başkan yardımcısı Boediono’ya eş değer bir işlev görmesi nedeniyle, SBY tarafından Prabowo’ya yardımcı olarak önerdiğine şüphe yok. Bu anlamda eski generallerin devir teslimi öngördükleri düşünüldüğünde herhalde yardımcılarının da benzer çevreden olması anlaşılabilir bir durum.  

PAN, ülkede oy oranları yüzde onu geçemeyen sözde İslamcı partilerden biri. Muhammediy’ye grubunun önde gelen liderlerinden Amin Reis’in kurduğu partide 2003 yılından beri genel başkanlık yapıyor. Benzeri diğer partilerle birlikte siyaset yapmak yerine, her dönem öne çıkan partilerle ittifak kurarak hükümette mümkün olduğunca bakanlık temin etme politikasıyla pragmatik yaklaşım sergileyen partiler arasında.

İkinci aday ve yardımcısına değinelim. Endonezya siyasetinin yeni yüzü Jokowi, önemli bir seçmen kitlesi için yeni umut anlamı taşıyor. Orta halli bir tüccarlıktan Solo eski adıyla Surakarta Belediye Başkanlığı ve ardından Cakarta Valiliği’ne yükselen Jokowi’yi mevcut siyasetçilerden ayıran temel hususlar halkla birlikte olmayı tercih etmesi, halka hizmet noktasında bürokratik engellemelerden mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışmasıyla ayrılıyor. Bir siyasi partinin veya ülkede yaygın bir şekilde tanık olunduğu şekliyle dini bir yapılanmanın içinde aktif olarak yer almamış Jokowi’nin ulusal siyaset dünyasının odağına oturması yeni bir siyasetçi tipolojisine işaret ediyor.

Ancak Jokowi’nin Solo Belediye Başkanlığı’nda sergilediği ‘yerel’ başarıyı bir siyasi lider olarak siyasi harekete dönüştür/e/mediğini görmek gerekiyor. Bu anlamda, “Jokowi umut vaad ettiği kitleler nezdinde karizmatik bir lider mi?” sorusuna olumlu cevap vermek mümkün değil. Aksine, kendisini Belediye Başkanlığı’na taşıyan güçlerin -ki bunların başında ‘Endonezya Demokratik Mücadele Partisi’ (PDI-P) geliyor- etkisiyle, önce Cakarta Valiliği ardından da, bu görevde daha iki yılı dolmadan devlet başkanlığına adaylığının belirlenmesi onunla ilgili bazı kaygıların da giderek güçlü bir şekilde ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu anlamda, Jokowi faktörü kimi siyasi odakların tespit ve tertip ettiği bir proje olarak gündemde yer alıyor.

Öyle ki, PDI-P’nin manevi lideri konumundaki Sukarno’nun kızı Megawati’nin 2004 ve 2009 seçimlerinde yaşadığı hezimet sonrasında bir kez daha devlet başkanlığına adaylığını koyması beraberinde parti için de bir yıkıma neden olacaktı. Bu bağlamda, Megawati, Jokowi faktörü üzerinden siyasete devam etmekle aslında rasyonel bir seçim yaptı. Bu seçim, PDI-P’nin ulusal siyasette var olabileceğinin kanıtı olarak ortaya çıktı. Ancak burada bir ikilemden de söz etmek mümkün. O da, Jokowi gibi siyasi parti angajmanın girmeden nötr anlamıyla tabandan aldığı destek ve bu tabanın umutlarına karşılık gelecek ulusal politikalarda ne denli belirleyici olabileceği konusundaki şüphelerle ilgili. Tam da bu noktada, Jokowi’nin yardımcısı olarak belirlenen isme yani, Yusuf Kalla’ya bakmakta fayda var.

Golkar kökenli olmakla birlikte, ülkede sevilen bir siyasetçi olarak kalmayan, uluslararası çevrelerle de yakın temasları olan biri. Yusuf Kalla, başkanlık seçimlerine aday olmadı. Bir partiye de mensup değil. Ancak sahip olduğu nitelikleri onu bir anda şüphe götürmeyecek şekilde ulusal siyasette gene çok önemli rol almaya itti. Yusuf Kalla’nın Golkar gibi Endonezya şartlarında köylere kadar örgütlenebilmiş bir siyasi hareketin başkanlığını yapması; SBY’ın yardımcısı olarak 2004-2009 yıllarında ülke yönetiminde söz sahibi olması; Açe Barışı’na giden süreçte tüm ‘bürokratik’ engelleri aşarak ‘Açe Özgürlük Hareketi’nin (Gerakan Aceh Merdeka -GAM) gerek sahadaki komutanları, gerekse yurt dışındaki lider kadrosuyla doğrudan temaslar kurma cesaretini gösterebilmesi, bir anlamda “Jokowi’de eksik olan nedir?” sorusuna verilebilecek cevaplardan belki de bir kaçına karşılık geliyor. 2009 yılından sonra köşesine çekilip oturmayan Yusuf Kalla, Endonezya Kızılay’ının başına geçerek sosyal yardım meselesine el attı. Bu süreçte, pek de bu coğrafyada kimsenin cesaretle üzerine gidemediği Myanmar’daki Arakanlı Müslümanlar meselesinde Myanmarlı yetkililerle düzenlenen toplantılar silsilesinde başat rol oynadı. Zaten iş çevrelerinden gelmesi nedeniyle de Kalla’nın başta komşu ülke Malezya, Singapur ve Avustralya olmak üzere bölgede ve de küresel olarak diğer ekonomi çevreleriyle ilişkilerinde sorun olmadığı aşikâr.

Bu seçim pek çok açıdan önem taşıyor. İlki, ülkenin iç sosyo-ekonomik dinamikleriyle ilgili. Ülkede hâlâ bitmemiş reform sürecinin ne yöne evrileceği; çeşitli etnik yapılar ile merkezi yönetim arasındaki mevcut sorunların ne şekilde çözüme kavuşturulacağı; bu anlamda, 1999 yılında başlatılan ancak reelde neye karşılık geldiği konusunda önemli açmazları bulunan merkezden yönetim uygulamasının sonlandırılması; son yıllarda makro ekonomik göstergeler dikkate alındığında ‘kayda değer’ yükseliş sergileyen ekonomiye rağmen, bu ‘zenginliğin’ geniş halk kitlelerine ‘doğrudan’ nasıl yansıtılacağı gibi alanlar dikkat çekiyor. Ulusal siyaset ve yönetim bağlamında ‘Açe Barışı’, ülkenin uluslararası arenada imajını  olumlu etkilerken, bu Barış’ın aradan geçen sekiz yıla rağmen, Açe’ye ve Açelilere neler kazandırıp kazandırmadığı; Barış Anlaşması’nın maddelerinin pratikte ne denli karşılıp bulup bulmadığı da hiç kuşku yok ki, merkezi güçlerin üzerinde düşünmesi gereken sorunlar arasında yer alıyor. 

İkinci alanda ise ülkenin yakın ve uzak komşuları ve küresel güçlerle etkileşimi geliyor. Güneydoğu Asya Ülkeleri İşbirliği Topluluğu (ASEAN)’ın önemli kurucu ülkelerinden biri olan Endonezya’nın, topluluğun 2015 yılında Ekonomik Birliğe evrilme sürecinde nasıl bir rol oynayacağı kadar, Birlik içerisinde ‘liderlik sorununun’ çözümüne nasıl katkıda bulunacağı izlenmesi gereken bir durum. Birliğe üye ülkelerin bir bölümünün Çin’le, Güney Çin Denizi’ndeki kıta sahanlığı meselesinden kaynaklanan sorunların çözümü söz konusu olacaksa bunun Endonezya’nın aktif katılımından bağımsız olmayacağı da ortada. Bu teritoryal hakların çakışmasından neşet eden sorunların ötesinde, yükselen Çin faktörünün bölge üzerindeki tesirleri; Avustralya’yla mülteciler sorunu başta olmak üzere bazı diğer sorunların varlığı; ABD’nin Güneydoğu Asya ekseninde etkin bir siyaset gütmesi ve Hindistan’da gerçekleşen yönetim değişikliğinin bölgeye etkileri Endonezya yönetimini bekleyen meseleler olacaktır. 

Tüm bu iç ve dış konularda güçlü bir Başkan ve Başkanlı uyumlu çalışacak etkin bir hükümet hiç kuşku yok ki, Endonezya’yı bölge ve dünya siyasetinde önemli bir yere taşıyacak. Ancak Jokowi’nin tüm popülaritesine karşın, halk nezdinde karşılığı sınırlı bir siyasi yapının uzantısı olarak ortaya çıkması; Prabowo’nun askerlik günlerinden kalan ‘sakıncalı duruşu’nun doğurduğu bazı açmazlar, seçmenin son ana kadar karar verme süreçlerinde üzerinde duracakları hususlar olacak. Bununla birlikte, bu iki başkan adayının dışında, ideolojik temellerinden yoksun salt pragmatik bir yaklaşımla oluşacak yeni hükümette daha çok sayıda bakanlıkla temsil edilme şansını elde etmeye çalışan ve önemli bir kısmını sözde İslamcı partilerin oluşturduğu yapıların tabanlarını ikna etme kabiliyetleri çerçevesinde ittifak kurdukları Başkan adayına oy sağlayacaklar.  Bir yanda, halkın içinden çıkmış ve reform sürecinin devamcısı olarak görülen Jokowi, öte yandan reform sürecinin önde gelen argümanlarından olan ‘eski general başkanlara son’ yaklaşımını yadsıtan, ancak güçlü başkan imajına sahip Prabowo gerçeği. Son kamuoyu yoklamaları Jokowi’yi önde gösterse de, Prabowo’nun aradaki farkı giderek kapattığını ortaya koyuyor. Jokowi ile sivil bir yönetim ülkeyi farklı mecralara taşıyabilecek potansiyele sahip olacak; Prabowo ile sadece eski bir generalin ülke yönetimini devralması değil, ‘güçlü ve milliyetçi bir lider’ duruşuyla Suhartolu yıllara bir tür dönüş anlamı taşıyacak.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/302889/endonezyada-baskanlik-seciminde-son-viraj

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Hong Kong’da Demokrasi Mücadelesi / Struggle for Democracy in Hong Kong

Mehmet Özay                                                                                                                30 Haziran 2014

Hong Kong’un bir buçuk asır sonra, 1 Temmuz 1997 tarihinde İngiltere hakimiyetinden Çin Halk Cumhuriyeti hakimiyetine geçişinden itibaren Hong Kong Adası halkında tedirginlik hakim. Bunun nedeni ise çok açık. Gerek sömürge döneminde, gerekse İngiliz-Çin arasındaki “‘Opium’ Savaşları”nın sona ermesinin getirdiği siyasi bir sonuç olarak, İngiliz dominyonu olarak varlığını sürdüren Hong Kong halkının, Anglo-Sakson dünyanın kendileriyle ‘paylaştığı’ kazanımların ellerinden gidebileceği korkusunu açıkça yaşıyor ve bunu dile getiriyor. Kazanımların kaybedileceği korkusu, dün apolitik bir kitle olarak kabul edilen Hong Kongluların daha siyasi yönetim döşümünün başlamasından önce, yani Tiananmen Meydanı vak’asıyla politik bilinç sürecine girdiklerini ortaya koyuyor.

Hong Konglular, merkezi yönetimin Ada’ya atadığı Özel Vali uygulamasından başlayarak ‘demokratik’ haklarının süreçte el konulabileceğinden ötürü oldukça rahatsız. 1 Temmuz 1997 tarihinde resmi törenle İngiliz hamiliğinden Komünist Çin’e devrinde en önemli madde, Ada’nın dünya ekonomisinde oynadığı rolün devamının garanti edilmesiydi. Aslında bu noktada Çin’in bir itirazı olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü Ada’da sürgit devam eden küresel ekonominin belirleyici güçlerinin varlığı, aynı zamanda bir bütün olarak Çin’in kalkınmasında bir modellik düzlemine de sahip.

Hong Kong’un o tarihde ‘siyasi-değiş tokuşu’ protesto etmelerinin salt Ada’nın ekonomik varsıllığıyla ilintili olduğunu düşünmek eksik olur. 1997 yılından bu yana Çin hükümeti Hong Kong’u özel atanmış vali marifetiyle yönetirken, ‘tek ülke, iki sistem’ ile bunu formülleştirdi. Bu çerçevede, Hong Kong’un özel bir yönetim yasası olduğu ve kimi siyasi özerkliklere sahip olduğu malum. Ancak İngilizlerle anlaşmada ‘çok özel statüyle’ yönetilme şartının elli yılla sınırlı olması, Ada sakinlerinin orta ve uzun vadede ne tür Merkezi yönetim politikalarına maruz kalacakları konusunda kaygıları artırıyor.

Bu noktada, Hong Kong özelinde ortaya konan siyasi formülasyonun, temelde insan hak ve hürriyetleri, demokratikleşme, sivil toplum gibi Anglo-Sakson dünyanın Hong Kong’a kazandırdıklarının korunmasının yanı sıra, küresel finans ve ekonomi merkezlerinin başında gelen Ada’nın bu özelliğinden bir şey kaybetmemesini sağlamak da önem taşıyor.

Aradan geçen on yedi yıllık süreçte, Çin merkezi yönetiminin ‘haklar’ konusundaki uygulamalarının özgürlükleri sınırlayıcı adımları, Ada halkının, Çin yönetiminin bahşettiği ‘hakları’ ekonomi ile geçiştirmesi taraftarı olmadığını gösteriyor. Ve bu anlamda Hong Kong-Beijing hattında son yıllarda gerginleşen ilişkilerde eğitimden, ‘özel valinin’ seçimine kadar çeşitli alanlarda bir hak arama mücadelesi gündemde yer işgal ediyor. Bunu da her fırsatta ortaya koymaya çalışıyor. Örneğin, Beijing yönetiminin Hong Kong toplum yapısı üzerindeki değişimi sürece yaymasının göstergelerinden biri, ‘eğitim kurumlarında müfredata’ müdahale etmesinde gözlemlemek mümkün. Bunun akabinde Hong Kong’da ‘genç aktivistler’ peydah olması merkezi yönetimin işinin kolay olmayacağını ortaya koyuyor. Bu genç aktivistlerin demokratikleşme konusundaki taleplerinin, birkaç yıl önce sınıfımda söz konusu olan Çin’deki ‘demokrasi’ olgusu ve gerçekliği hususundaki ‘özgür’ tartışma ortamında iki Çinli öğrencinin ‘Evet, bizde de demokrasi var. Demokrasimizde, tek partiyi seçiyoruz’ cevabıyla örtüşmediği kesin.

Hong Kongluların direniş noktalarına en son örnek ise, Tiananmen Meydanı’nda 4 Temmuz 1989 tarihinde yüzlerce göstericinin ölümüyle sonuçlanan olayların 25. yılı dolayısıyla ‘Viktorya Parkı’nda yapılan gösterilerde gündeme geldi. Dev Çin toplumu içinde sadece Hong Kong, bu yıl dönümünü kutlama inisiyatifini geliştirirken, aynı zamanda Ada toplumunun Çin yönetimine verdiği bir başka mesaj da vardı. O da, Çin yönetiminin Ada halkının İngiliz yönetimi sürecinde şu veya bu şeklide elde ettiği kazanımları hiç de devretme niyetinde olmadığını ifade etmek. Bunun en aşikâr yollarından biri de, Çin’de büyük önlemlere konu olan 25. yıl kutlamalarının bugüne kadarki en kalabalık kitlenin katılımıyla Hong Kong’da gerçekleştirilmiş olması.

Bu gösterilerin sadece Ada’ya özgü ‘özgürlüklerin’ korunmasıyla sınırlı olmadığı, aksine, Çin ana kara parçasında yansımaları olacağı gözleniyor. Hong Kong bu özelliği ile sadece kendi özerk yapısını korumakla kalmıyor, etkinliklere katılan Çin’in önde gelen insan hakları savunucularından Teng Biao’nun dediği gibi, Çin komünist yönetimi her şeyi ve herkesi kontrol edemediğini de Çin halkına kanıtlamış oluyor. Merkezi yönetimin toplumsal hafazıya bastırmaya matuf girişimleri karşısında Teng bunu söylerken, sadece Hong Kongluların cesaretine atıfta bulunmuyordu. Aynı günlerde başkent Beijing’de Çin polisi insan hakları aktivistlerini birer birer göz altına alırken, ‘ana kara’dan Hong Kong’a geçen ve protestolara katılan başka Çinliler de vardı. Bu anlamda, Hong Kong’un sadece finans ve ekonomi merkezi değil, Çin’in demokratikleşme sürecini savunan insan hakları savunucuları ve akitvistler için bir özgürlük ‘hub’ı olduğu da gittikçe güçlü bir şekilde ortaya konmuş oluyor.

Buna ilâve olarak, Çin yönetiminin önceki yılların aksine daha çok kişiyi -ki sayı elliyi buluyor- göz altına almasının ekonomide giderek liberalleşmeyi tercih eden Çin yönetiminin ‘haklar’ konusunda aynı yaklaşımı sergilemeyeceği ortada.

Tiananmen Meydanı’ndaki gösterilerin şiddet kullanılarak ve de kanla bastırılmasından bu yana, Hong Kongluların Çin yönetimi altında nasıl bir yaşam sürecekleri konusunda tedirginlik dün kadar bugün de hakim. Çin yönetimi, Tiananmen Meydanı anma törenlerinin hatırlanılmaması adına elinden geleni yaparken, elde edilmiş kazanımların yitirilmemesi adına Tiananmen Meydanı anma törenlerinin açıkça gerçekleştirildiği belki de tek şehir Hong Kong’du. Hong Kong, dünya finans ve ticaret merkezlerinin dinamolarından biri olmanın yanı sıra, kuşku yok ki, Anglo-Sakson dünyanın hamisi İngiltere Krallığı’nın paylaşabileceği oranda bir özgürlükler silsilesinin izleri dev Çin’in yanı başında yüz yıl boyunca sergilenegeldi.


Çin yönetimi, Tiananmen Meydanı yıl dönümünde tanık olunduğu üzere, dış dünyaya ısrarla ülkenin etnik farklılıklarının birliğinden bahsetse de, Hong Kong, Tayvan, Doğu Türkistan ve Tibet başta olmak üzere ülkenin farklı kültürel ve siyasi etnik farklılıklarını birarada tutmanın yolunu baskı rejimi karakteristiklerini uygulamakta bulduğunu deklare ediyor. Öte yandan, ülkenin doğusundan batısına sınır boylarında gelişme gösteren demokratikleşme, otonom haklar talebi ve bu hakların korunması yönündeki mücadelenin, ‘Han Çin’i olarak da adlandırılan Çin ana kara parçasında giderek artan toplumsal hoşnutsuzlukların tarihdeki ‘Köylü ayaklanmalarının modern bir versiyonu şeklinde karşılık bulup bulmayacağını zaman gösterecek.