31 Ağustos 2019 Cumartesi

Monşerlik algısı üzerine


Mehmet Özay                                                                                                                        31.08.2019

Bir süre önce Ankara’da gerçekleştirilen Büyükelçiler toplantısı her yıl düzenlenen kurum içi bir etkinlik olup pek yankı bulmasa da, bir iki çevrede ele alındığına tanık olundu. Bu noktada kaleme alınan bir yazı, kariyer diplomatlık kavramı üzerinden son dönemde kurum dışından yapılan atamalara dolaylı bir gönderme yapıyordu.

Söz konusu yazıda, kariyer diplomatlığın ne denli ‘meşakkatli’ bir iş olduğu üzerinde durularak, dışarıdan yapılan atamalarla göreve gelenlerin bu meşakkati çekmedikleri ve dolayısıyla üstlendikleri görevi yerine getiremeyecekleri üstü kapalı olarak dile getiriliyor, eleştiriliyor.

Tabii kariyer diplomatlık olgusu başka bağlamlarda da gündeme gelmişti ve gelmeye devam ediyor. Örneğin, bunlardan biri ‘monşerlik’…

Geçmişi 19. yüzyıl Osmanlı elçilerinde görülen bazı özelliklere atıflara kadar geri götürebilecek bu kavram, bir tür Batı özentisini içinde barındırırken, kuşkusuz günümüz için bunun ötesinde bir anlam ifade ediyor. Bundan mütevellittir ki, bu kavramın kendileri için kullanılmasından oldukça alınan elçiler olduğunu da ileri sürmek mümkündür.

Bu kavram üzerinden ortada kayda değer bir anlaşmazlıktan ve hatta bir tür çatışmanın varlığından söz etmek mümkün.

Herhalde bu noktada, ‘elçilik’ vazifesinin neye tekabül ettiğini, bir dönem bu görevde bulunmuş bir kişinin ifadelerini hatırlayarak ortaya koymak mümkün. ‘Kariyer diplomatlıktan’ gelmeyen ve henüz çiçeği burnunda elçinin, şık bir otel restoranında ağırladığı misafirler arasında bulunan bir dostun aktardığına göre, söz konusu elçi içinde bulunduğu makamı tanımlarken, “Aman efendim, bizler neyiz ki, adımız üzerinde elçiyiz. Görevimiz, Ankara’nın taleplerini buraya, buranınkileri Ankara’ya iletmekten ibaret.” der. İki taraf arasında ‘taşıyıcı’ konumunda olunmasını ifade eden ‘elçiye zeval olmaz’ lafı da, bununla alâkalı olsa gerek.

Göz yaşartacak denli bir alçakgönüllüğü içinde barındıran bu yaklaşımın geçici olduğuna, aynı ‘kariyer diplomatlıktan’ gelmeyen elçinin göreve başlamasından birkaç yıl sonraki tutum ve yaklaşımlarda ortaya çıktığına tanıklık ediliyor, aynı dostun aktardığına göre. Öyle ki, artık elçimiz aradan geçen süre zarfında olgunlaşmıştır, görev yaptığı ülkeyi baştan sona hıfz etmiş olmaklığıyla artık tabiri caizse bulutlar üzerindedir, ulaşılamaz bir noktadadır.

Bu tür bir davranış ve yaklaşım değişiminin tek bir bireyde kalıp kalmadığı ve/ya genelleştirilip genelleştirilmeyeceği ise tabii ki, bir bilimsel bir araştırmayı gerektirir. Ancak ‘pür gözlemler’ bilimsel araştırmaların başlangıç safhası olması, bazı hipotezlerin ortaya konması açısından kayda değer bir süreç olduğu hatırlandığında, biraz durup düşünmekte fayda var.

Yukarıda dikkat çekilen ‘monşerlik’ olgusunun ısrarla kullanılmasının nedeni, elçilik makamında bulunanlar ile bu makamdan beklentileri olan çevre ve/ya çevrelerin görüş ayrılıklarında aramak gerekir.

Anlaşmazlığın nerede odaklandığını ise, herhalde bunun ‘diplomatlık’ kavramı ile bağlantılı olup olmadığıyla birlikte düşünmekte fayda var. Diplomatik üslup/tavır/yaklaşım denilerek, iki ülke arasını bozmama konusu anlaşıldığı sürekli dile getirilir. Sanki elçilerin görevinin, yabancı muhatabına sürekli tebessüm etmekle, el sıkışmak arasında gidip gelen dar salınımlı bir etkileşimden ibaret olduğu izlenimi uyandırıyor ve oldukça steril bir ortama gönderme yapıyor. Hem de sadece alçakgönüllü ve monşer olarak adlandırıldığı gözlemlenen elçilerce değil, bunların altında yer alan memurin kadrosundakilerden de bunları işitmek mümkün. Sizce de can sıkıcı bir durum değil mi, Allah aşkınıza? Bu sterillik ile gerçeklik arasındaki ayrım, kimin, neye ve nasıl hizmet ettiği ve edebileceği sorularını da akla getiriyor ister istemez.

Burada belki de, değişen Türkiye’nin veya Türkiye’nin değişmek isteyen çevreleri ve kurumları ile değişmemekte ısrar edenleri ve/ya kurumları arasındaki bir çelişkiden de bahsetmek mümkün!

Ülkenin tarihsel derinliği yeniden ortaya çıkarma, farklı coğrafyalardaki milletlerin veya bu milletler içindeki bazı unsurların sizden beklediklerine makul bir şekilde karşılık vermenin gerekleri ile bu derinlikten bihaber olmakla, sizden beklenti içindeki kitleleri görmezden ve duymazdan gelmenin ayrışmasıdır aslında karşımıza duran.

Ancak iki ülke ilişkilerini bozmama bağlamının, ilgili ülkelerin ana yurda en iyi şekilde tanıtılması, ana yurdun da ilgili ülkede karşılığını en iyi şekilde sağlanmasına mani değil ve olmaması gerektiğini belirtmek gerekir.

Görev yapılan ülkenin insanlarını, kültürünü, adetlerini, dinini vb. toplumsal yapılarını anlamama çabası, hatta ve hatta tiksinti duyarcasına bir tür kaçışma haline sahip olunması sahip olunması beklenen derinlikten yoksunluğa götüren araçlar hükmünde olduğu gayet açık. Tam da burada, monşer ifadesinin kullanılmasına sebep olan vak’aların neler olduğu ve olabileceğine dair bir görüntü çıkıyor önümüze.

Geçenlerde, göz gerdirmekte olduğum bir tarih kitabında, 19. yüzyıl ortalarında Osmanlı elçilerine dair pek de iç açıcı gelmeyen ifadeler vardı. Akla, acaba söz konusu bu kuruma karşı eleştirel tutumun geliştirilmesinde kurumun ağır tarihi hatalarla bezeli geçmişinin bir rolü yok mu sorusu geliyor ister istemez. Bunun ardından, “Ama bizi çalıştırtmıyorlar ki…” ifadeleri kulağıma gelir gibi oluyor nedense.

Ülkesini ve ülkesinin devlet başkanını, uluslararası arenada temsil etmekle yükümlü olan kişilerin, herhalde yurt dışında yanlarında bulacakları, desteklerini alıp desteklerini esirgemeyecekleri kişilerin başında, kendi vatandaşları ile ilgili ülkenin size yakın siyasi ve toplumsal çevrelerinin olmasından gayet daha doğal bir durum olamaz.

Tıpkı diğer kurumlar gibi bu kurum da değişim süreçlerine tabi ve aynı zamanda, değişimi yönetebilme kabiliyetine sahip olmalıdır. Ancak bunun için güçlü bir irade ve iradelerini serbestçe ortaya koyma kabiliyetine sahip bireylerin olması gerekiyor.

29 Ağustos 2019 Perşembe

Hong Kong, gösteriler ve küresel tepki / Hong Kong, demonstrations and global reactions

Mehmet Özay                                                                                                                         29.08.2019

foto:channelnewsasia.com
Hong Kong’da geniş toplumsal kesimlerin siyasal talepleri doğrultusunda başgösteren gelişmeler Ada sınırlarını aşıp uluslararası mecrada bir konu olmaya devam ediyor.

G-7 zirvesinde Hong Kong

Bu çerçevede, G-7 Zirvesi dolayısıyla Fransa’da biraraya gelen endüstrileşmiş ülke liderleri toplantısında Hong Kong sorununa dikkat çekilmesi ve gösterilere karşı şiddet uygulamasından kaçınılması yolundaki çağrıları önemli bir gelişme.

Daha önce ABD ve İngiltere’den gelen bazı açıklamalar ve tepkiler karşısında sessiz kalmayan Pekin yönetimi G-7 zirvesine katılan liderleri hedef alarak yine sert bir karşılıkta bulundu.

Çin hükümeti, Ada’da Haziran ayından bu yana devam eden gösterilerde ortaya çıktığı üzere uzun erimli tepkilerin müsebbibi ve/veya destekçisi olarak bazı sembolik ifadeler ve gelişmeler çerçevesinde ABD ve Ada’nın eski sömürge yönetimi olan İngiltere’yi hedef almıştı.

Ardından, Hong Kong parlamento baskınında rol alanların siyasi sığınma talebiyle Tayvan’a geçişleri Çin yönetiminin bir başka hedefi olmuştu. Tüm bu gelişmeler, Hong Kong sorununun salt ada yönetiminin yeni yasal düzenlemelerle sınırlı olmayan değişimlerin bölgesel ve küresel boyuta taşındığını tasdik ediyor.

Çin hükümeti ile yukarıda zikredilen ülkeler arasında Hong Kong üzerinde gizli-açık uyarı/tehditvari diyaloglar yaşanırken, Çin Ada’daki gösterilerin boyutunu ve etkisini göz önüne alarak polis gücünün ötesinde Ana Kıta Çin’den gönderilecek ordu birlikleri ile çözüm arayışında olduğunu gizlemiyor.

Rutin ötesi birlik değişimi

Bir süre önce Hong Kong’a sınır Shenzen’de hazırlık yaptıkları ve sayısının sekiz ilâ on bin arasında olduğu ifade edilen askeri birliklerin Hong Kong’daki mevcut birliklerle değişiminin bugün gerçekleşmesi, sıradan bir görev değişimi olarak algılanmıyor.

Bunun temel nedeni, bu gelişmeyle ilgili Pekin yönetiminden yapılan açıklamalar ile ilgili birliklerin donanımları oluşturuyor. Ada’nın İngiltere’den Çin’e geçişinin gerçekleştiği 1997 yılından bu yana her yıl yapılan bir uygulama olmakla birlikte, birliğin bu yılki değişimi öncekilerden farklılık taşıyor.

Pekin yönetimi, Hong Kong’da toplumsal düzenin tesisi için göstericilere karşı güç kullanımından çekinmeyeceğini açıklamış olması, söz konusu askeri birliklerin değişiminin olası icraatı noktasında bir fikir veriyor.

Cumartesi hazırlığı

Ada’da yükseköğretimde ders yılı başlarken, öğrenciler iki hafta boyunca derslere girmeyi boykot ederek, gösterilerin devamı konusunda açıklamalarda bulunmuşlardı.

Çin yönetimi, 2014 yılında yapılan seçimler öncesinde, Ada halkına seçimlerinde oy kullanma hakkının verileceği yönündeki sözünü tutmamasının ardından yaşanan gelişmeler o günden bu yana, halkın demokratik yaşamdan beklentilerinin yerini tedrici olarak umutsuzluğa terk etmesi anlamı taşıyor.

Bu nedenle, Cumartesi günü Ada’da demokrasinin inşası ve sürdürülebilirliği noktasında yapılması beklenen gösteri, öğrenciler başta olmak üzere Ada’da gelişmelerden kaygı duyan çevrelerin hazırlıklarına konu oluyor. Polisten yapılan açıklamada gösteriye izin verilmezken,  göstericilerin nasıl bir yönelim sergileyeceklerini bekleyip görmek gerekiyor.

Bununla birlikte, yeni askeri birliklerin sevki ile birlikte düşünüldüğünde önümüzdeki günlerde Ada’da önemli gelişmeler olacağını tahmin etmek güç değil.

Pekin yönetimi ise, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 70. yıldönümü çerçevesinde 1 Ekim’de yapılacak kutlamaları öncesinde Hong Kong’de toplumsal düzeni tesis etme uğraşında. Her iki taraf için de önemli bir kırılma noktası olacağı tahmin edilen Ekim kutlamaları öncesindeki gelişmeler bu açıdan oldukça önemli.

Kısıtlamalar ile tam demokrasi talebi ikilemi

Gösterileri tetikleyen son gelişme olarak Ada’da suçluların Ana Kıta Çin’e sevk edilmeleri ve Çin Komünist Partisi yönetimindeki bu mahkemelerde yargılanmalarının önünü açan yasal düzenleme konusundaki çalışmalar dondurulmuş olsa da, gösterilerin amacı Hong Kong özerk yönetimine verilen demokratik hakların tamamının uygulamaya geçirilmesi talebi olmasıyla önem taşıyor.

Özerk yönetim bölgesi yönetimi başında bulunan Carrie Lam, yasa tasarısını geri çekse de, istifa taleplerine kulak tıkarken, gerekirse gösterilerin bastırılması için olağanüstü birlikleri göreve çağırabileceğini yani, bir başka deyişle Ada’da olağanüstü hal ilân edebileceğini söylemekten geri kalmıyor.

Hong Kong’da taraflar

Hong Kong’da ardı arkası kesilmeyen bu gelişmeler, temelde üç farklı kesimin konuya bakışı ile farklı bağlamlarda ele alınıyor. İlki, öğrencilerin başını çektiği demokrasi yanlısı kesimler; ikincisi, adanın uluslararası ticaret ve finans merkezi vasfının zedeleneceği endişesi taşıyan iş çevreleri; üçüncüsü ise Ana Kıta Çin’in Ada’daki destekçileri olarak adlandırılabilecek çevrelerin varlığı.

Birinci grubun hedefinin, artık gelinen bu noktada salt bazı sembolik demokratik haklar elde etmekle sınırlı olmadığı ‘tam demokratik haklar’ peşinde koşulduğu ve şu an sesleri cılız çıksa da, Ada’nın bağımsızlığı ve/ya İngiltere’ye iadesi gibi seçeneklerin var olduğu görülüyor.

Bu çerçevede, bu taleplerin herhangi birinin gerçekleşmesi Pekin yönetimi açısından istenir bir durum değil. Kaldı ki, böylesi bir gelişme halinde Ana Kıta’da da benzer toplumsal hareketlerin başlaması endişesi kendini belli ediyor.

Bu durum Çin yönetimi için önemli bir sınav niteliğinde. Hong Kong’un sahip olduğu özellik/ler, Çin yönetiminin ne Uygurlar ve Tibet ne de Tayvan ile ilgili politikalarına benziyor.

İş çevrelerini endişelendiren ise dur durak bitmeyen gösterilerin yol açtığı ekonomik zarar. Öyle ki, bu gösteriler nedeniyle Ada ekonomisinde son on yılın ilk durgunluğunun yaşandığı belirtiliyor.

Özellikle son yıllarda Ana Kıta’dan Ada’ya gelen göçmenler ve görece yaşlı kesimden oluşan Çin yanlılarının varlığı etkin bir şekilde ortaya çıkmasa da, geçen haftalarda görüldüğü üzere şu veya bu etkenle meydanlara çıktıklarına tanık olundu.

Hong Kong’daki gelişmeler bir yanda özerk yönetim ve ardındaki Pekin rejimi ile demokratik haklar ve bağımsızlık söylemi ile ortaya çıkan kitleler arasındaki mücadelede giderek küresel alanda yer ediyor.

Hong Kong’daki gelişmelerde hangi tarafın pes edeceği konusunda henüz bir tahminde bulunmak söz konusu değil. Öte yandan, eski bir İngiliz sömürgesi olan Ada’da toplumsal ve siyasal taleplerin uluslararası çevrelerden şu veya bu şekilde destek bulması da Pekin yönetimi için bir başka zorlu mücadele anlamı taşıyor.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2019/08/29/hong-kong-kuresel-gundemde-hong-kong-in-global-stage/

21 Ağustos 2019 Çarşamba

Hong Kong’da siyasal egemenlik mücadelesi ve uluslararasılaşma / Political sovereignty and internationalization issue in Hong Kong

Mehmet Özay                                                                                                                        21.08.2019

foto:townhall.com
Hong Kong’da devam eden toplumsal ve siyasal huzursuzluk giderek daha da karmaşık bir hâl almaya doğru evriliyor. Ada’daki gelişmeler, bir yandan Çin ulus devletinin varlığına yönelik bağlamı, öte yandan uluslararası boyutuyla ele alınmayı hak ediyor.

Bu noktada, Çin Halk Cumhuriyeti yönetiminin, gösterilerle ilgili verdikleri destek gerekçesiyle ABD ve Tayvan’ı eleştirmesi Hong Kong sorusunun bölgeden başlayarak küresel boyutta önemini açıkça ortaya koyuyor.

Bu çerçevede en son yaşanan gelişme, Hong Kong’daki Birleşik Krallık konsolosluğunda çalışan Çin kökenli Hong Kong’lu bir memurun dün Çin sınırındaki Shenzen’de gözaltına alınması oldu. Bu durum, Pekin yönetimi ile Batılı ülke yönetimleri arasında ilişkinin ne boyutta seyretmekte olduğunu açık seçik ortaya koyuyor.

Çin Dışişleri bakanlığından konuyla ilgili yapılan açıklamada, Simon Cheng adlı konsolosluk çalışanının “kamu güvenliğini ihlâl ettiği” suçlamasıyla on beş gün boyunca göz altına alındığını yönündeki ifadelerin, aslında Haziran ayının başlarından bugüne kadar devam eden gösterilerin özünü oluşturan, “suçluların Pekin yönetimine iadesini öngören yasa teklifinin” daha kabul edilmeden fiili olarak uygulanışı anlamına geldiğini söyleyebiliriz.

Ada’nın özerk yapısına tehditler

2014 yılındaki seçim sürecinde Şemsiye Hareketi olarak başlayan ve ardından geçen Haziran ayından bu yana neredeyse günübirlik hale dönüşen eylemler, salt Hong Kong’un özerk siyasi yapısını korumaya yönelik kesimlerin talepleriyle sınırlı değil.

Bir süre önce, bu gösterilere ‘contra’ anlamında karşılık gelecek şekilde Pekin yönetimi yanlısı çevrelerin meydanlara inmesi Ada toplumunda derinleşme eğilimi gösteren ayrışmaya işaret ediyor. Bunun son örneği geçen Cumartesi günü yaşandı.

Contra gösterilerin, Pekin yönetiminin Ada’daki güçlerinin iteklemesiyle gerçekleştiği ortada. Aslında bu durum Çin açısından tam da bir ikilem.

Nihayetinde Çin Ana Kıta’sında toplumsal gösteriler, siyasi muhalif hareketler vb. yapılaşmaların olmaması ve bu yönde görüşlerin serbestçe ifade edilememesine  karşılık, Hong Kong özerk bölgesinde Pekin yönetimine destek verdiği düşünülüne kesimlerin meydanlara inerek dev bayraklarla gösteri düzenlemeleri olsa olsa Ada’daki yerleşik ‘demokratik’ değerlerle ifade edilebilir.

Öte taraftan, Ada halkının sadece heyecanlı genç kitlelerden ibaret olmayan, aksine sıradan vatandaşların kendilerinin ve çocuklarının geleceğini düşünerek meydanlarda boy göstermesi Pekin açısından sorunun ne denli yapıcı bir şekilde ele alınıp alınmadığının da sorgulanmasını gerektiriyor.

Özgürlük taleplerine ‘içerden’ tepkiler

Ada’da toplumsal huzursuzluk, sadece özgürlük yanlısı kesimlerin liderliğindeki grupların gösterileriyle sınırlı değil.

Aynı zamanda, Pekin yanlısı grupların daha sakin ve az sayıda da olsa meydanlarda gözükmesi, Hong Kong halkı arasında siyasi ayrım ve gerilimin giderek yükselme eğilimi taşıdığını ortaya koyuyor.

Bu sürecin işlemesinde, özellikle Ada’nın Çin’e devrinin gerçekleştiği 1997 yılından bu yana Ana Kıta’dan Ada’ya geçen ‘göçmenlerin’ rolünü küçümsememek gerekir.

Bu demografik yapılaşma, Pekin yönetiminin Ada’da hakim Kanton lehçeşine karşılık Mandarince’yi yerleştirmesiyle birarada değerlendirilerek Hong Kong toplumunda ne türden bir değişim çabası içerisinde olduğu anlaşılabilir.

Ada sorununun uluslararasılaşması

Ada’daki gelişmeler çeşitli boyutlarıyla uluslararası çevreler tarafından da yakından takip ediliyor. Bu bağlamda, özgürlükler noktasında bir anlamda tekelci yaklaşımla Batılı ülkelerin konuya yaklaşımı dikkat çekici.

Ada’nın 1997 yılında Birleşik Krallık’tan Çin Halk Cumhuriyeti’ne devriyle birlikte uygulanmakta olan ‘tek devlet-iki sistem’in bir gereği olan özerk yönetimin tedrici olarak kaldırılması anlamına gelecek yeni yasa teklifleri ve uygulamaları karşısında meydanları dolduran milyonlarca kişinin özgürlük talepleri, bir anlamda Çin Halk Cumhuriyeti’nin devlet ideolojisi ile çelişmesiyle hiç kuşku yok ki, Batılı ülkelerin de ilgisini çekiyor.

Eylemlerin süreklilik göstermesi ve gösterilerde Amerikan bayraklarının taşınması ve hatta Amerikan ulusal marşının tek tük te olsa bazı kişiler tarafından söyleniyor oluşu, Pekin yönetimi tarafından eleştiri konusu oluyor.

Bunun üzerine, ABD’ye gösterilerde parmağı olduğu suçlamasının yöneltilmesi, Ada’da siyasi gerginliğin açık seçik uluslararasılığa evrildiğine işaret ediyor.

ABD başkanı Donald Trump ve ardından Dışişleri bakanı Mike Pompei’nin birbiri ardına gelen açıklamalarında, Pekin yönetiminin Ada’daki yerleşik haklar meselesi ve demokratikleşme süreçlerinin ihlal edilmesine yönelik teşebbüslerini 1989 Tiannenman vakıasıyla ilişkilendirmeleri oldukça anlamlı.

Buna temel teşkil eden gelişme ise, geçen hafta Ana Kıta Çin’de sınır boyundaki Shenzhen’deki bazı birliklerin tatbikat çerçevesinde hareketlilikleri nedeniyle gündeme geldi. Bununla birlikte, Pekin yönetiminin Ada’da gerçekleştireceği bir ordu ordunun müdahalesinin hem Ada’da hem de Ana Kıta Çin’de hiç beklenmedik tepkileri doğurabileceğini de akılda tutmakta fayda var.

Bu konuda bir başka gelişme ise, bir süre önce Hong Kong parlamentosunu basan grubun Tayvan’ı sığınmış olması. Çin Halk Cumhuriyeti, Tayvan’ı kendi ulus-devletinin bir parçası kabul etse de, Tayvan siyasi yönetimi ve sisteminin en azından mevcut durumda meşruiyeti resmi olarak tanınmamış bir devlet statüsünde oluşu, göstericilerin sığındığı bir ülke konumunda olduğunu ortaya koyuyor.

Daha önce de dile getirdiğimiz üzere Hong Kong’daki gösterilerin ardındaki demokrasi yanlısı grupların ana hedeflerinden biri hiç kuşku yok ki, Ana Kıta Çin’de toplum kesimleri üzerinde kışkırtıcı bir etkiyle benzer bir toplumsal tepkinin ve gösterilerin ortaya konulmasıdır.

Bu bağlamda, Hong Kongluların yanlarında bulabileceği en yakın güç, hiç kuşku yok ki, Tayvan olacaktır. Ardından, Ana Kıta Çin’de zaten var olan ancak demokratikleşmeci kesimlerin kitleleri harekete geçirebilmelerinin imkânını bulmalarını sağlamak olacaktır.

Bu nedenle, Pekin yönetiminin Ada’daki gelişmeleri çeşitli iletişim araçları üzerinden geniş kitlelere ulaşmasını engellemesi, bu tehdidi açıkça gördüğünün bir kanıtı hükmünde.

Ada’da tüm bu olup bitenlere karşılık, Pekin yönetiminin bir başka düşüncesinin göstericilerin büyük hatalar yapmasını beklemek olduğunu söyleyebiliriz. Bunun sonucunda Ada’daki özgürlükçü atmosferi ya kısa vadeli olarak kaba güçle veya uzun vadeli olarak uluslararası finans merkezi olma gibi özellikleri de dahil olmak üzere Ada’nın varlığını izole ederek ortaya koyacak şekilde gerçekleştirmesi mümkün gözüküyor.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2019/08/21/hong-kongda-siyasal-egemenlik-mucadelesi-ve-uluslararasilasma-political-sovereignty-and-internationalization-issue-in-hong-kong/

16 Ağustos 2019 Cuma

Dış politika yeni bir yönelim olarak Asya olgusu / Asia as a new orientation in foreign policy

Mehmet Özay                                                                                                                         16.08.2019


Türkiye’nin dış politikasında Asya yönelimi konusu birkaç açıdan ele alınmayı hak ediyor. İlgili siyasetçinin yaptığı açıklamadan sonra, bazı gazetecilerin hükümetin Asya politikasına yönelik eleştirileri ve getirdiği çözüm önerileri bu konunun hassas olduğu kadar, ilgili çevrelerde hak ettiği ölçüde tartışılmasının gerekliliğine işaret ediyor.

Öncelikle, yapılan açıklamada ‘Batılı dostlara’ mesaj niteliğinde olduğu bir tonlama dikkat çekiyor. Bunu ilgili siyasetçinin başında bulunduğu kurumun ‘kökleri’ kadar, Türkiye devletinin Batı ile ilişkilerini kopartamayacak denli bağdaşık olduğunun bir işareti olarak değerlendirilebilir.

Bununla birlikte, küresel dönemin sona ermesinin ardından bir süredir kendi içine kapanarak iç toplumsal ve de siyasal sorunları içinde çözüm arayışlarındaki Avrupa’nın Türkiye’nin nereye gittiği ve/ya gitmekte olduğuyla ne kadar ilgili olduğu üzerinde durulabilir. Ancak çıkmamış candan ümit kesilmeyeceği ilkesinden hareketle Avrupa’nın yaşadığı onca soruna karşılık, öncelikle ve temel manada güvenlik bağlamında ele alıp değerlendirdiği bir Türkiye’nin dış politika ve uluslararası politik yapılanmalarda nasıl hareket ettiğini tastamam göz ardı etmeyeceği de olarak ortada duruyor.

Türkiye’nin dış politikasında ölçütlerinin Batı ile mi Batı’dan bağımsız mı olacağı ihtimalleri üzerinde düşündürten bu açıklamanın ardından deneyimli bir gazetecinin eleştirel yaklaşımın ardında mevcut hükümete yönelik bir genel arka planın olduğu aşikâr.

Her ne kadar mevcut iktidarı iki ana dönem üzerinden değerlendirerek ilk ve de başarılı addettiği dönemle kıyaslamayla bugünkü mevcut duruma yüklenen bir tutum sergiliyor. İlk döneme dair verdiği örnekler ile Türkiye’nin dış politikasının çeşitliliği ve bir türden ‘Asyalılığı’na dikkat çekmeye çalışıyor.

Burada ciddi bir yarılmanın olduğuna işaret etmekte fayda var. O da şu... Bir ülkenin, hem de çok kısa süre/ler içerisinde dış politikasının öyle derin bir ayrıma konu olması söz konusu olamaz. Şayet mevcut hükümet/iktidarın ilk döneminde hakikat ciddi manada bir Asyalılık seziliyor ise, bunun nasıl olup da ikinci dönemde gerçekleşmemiş olduğuna veya yönelimlerin nasıl olup da ciddi kırılmalara yol açtığını izah etmek gerekir.

Ancak ilgili gazetecinin yazısında verdiği örneklere bakılacak olursa bazı kurumlara yapılan atamalar ile dış politikanın başarı kazandığına dair vurgusu da detaylara inildikçe palyatif tedbirler olduğunu ortaya koymaya yetecektir. Hele bu örnekler içerisinde bizzat yakından tecrübe ettiğimiz bazı uygulama/lar ve uzantıları var ki, masa başı politikacılığı ile sahada göz boyamacılık arasında gidip gelen süreçlerin birbirini desteklermiş gibi gözüken, ancak nihayetinde bu ülkeyi bir tür başarısızlıkla karşı karşıya getirmeye yettiğini bugün daha iyi anlamak mümkün.

Adının İslam İşbirliği Teşkilatı olarak değiştirildiği dünün İslam Konferansı Teşkilatı bağlamındaki örnek, belki o dönem ülke içinde hoş bir sedaya yol açmış olabilir. Ancak yine o dönemde, örneğin Güneydoğu Asya’daki bazı toplumlarda, bu kurumun baş harflerinin İngilizce telaffuzundan hareketle yani OIC “Ohhh. I seeeee.” ifadesiyle anılıyordu. Yani ‘anlamsızlığa’ tekabül eden boyutuyla... Sahada bu ifadenin neye karşılık geldiğini, başka analiz yazılarına bakarak ve/ya ileride yazılacak diğer bazı çalışmalara havale ederek iktifa edelim.  

…. İşlerin birden ters yüz olmaya başladığı bir dönemde ülkeye yeni bir Cumhurbaşkanı seçilmesine yakın dönemlerde Ankara’dan gelen bir konukla Cakarta sokaklarında gezerken, “Aman ha! Aday ismi olarak onu gündeme getirmeyeceksiniz değil mi?” ifademe “Yok. O kadar da değil!” cevabını almıştım.

Siyasetin sıcak kulvarlarında işim olmadığından dışardan bir gözlemci ve daha çok da sahada nelerin yapılıp yapılmadığıyla ilgilenen biri olarak bu cevabın beni teskin edip etmemesi önemli değil. Ancak önemli olan şuydu ki, söz konusu kurumun başındaki kişi eli çabuk bazı çevreler tarafından o dönem Cumhurbaşkanı olarak aday gösterilmiş idi. Burada bir ilim alanında kariyer sahibi olmak ile siyaset ve hele uluslararası bir kurumun başında küresel siyasete çerçeve çizmeye çalışmak, oradan ulusal siyasette sürpriz bir isim olarak yer almak arasındaki farkı unutmayalım!

Hasılı şuna dikkat çekmek gerekiyor… Türkiye’yi dış politikada öne çıkaran veya çıkarttığı var sayılan kurum ve kişilerin nasıl olup da birden o politikaların sahibi ve üreticisi hükümete -ve hatta devlete- karşı bir mahiyette ortaya çıkabildiği sorusunun önemli olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Bugünkü ortamda Türkiye şayet bu ve benzeri kurumlar üzerinden dış politikasında bazı kayıplar yaşadığı ileri sürülüyor ise kanımca hatalı bir değerlendirme yapılıyor demektir. Çünkü dış politika sabun köpüğü misali birden çıkıp kaybolan bir olgu değil, aksine ciddi birikimlere, tecrübelere ve bunların ilgili ulus ve uluslara ne türden pratik faydalar sağladığı ve ne tür sürdürülebilirliklere yol açtığıyla ele alınması gereken bir konu olduğu unutmamalıdır.

Meselenin ikinci veçhesi üzerinde duralım birazda… Yani Türkiye dış politikasında Asyalılık konusunun ne kadar reel olup olmadığı hususu. Yukarıda dikkat çekilen gazetecinin yaklaşımında görüldüğü üzere, Asyalılık bağlamını Rusya ve Çin ile sınırlandırmak öyle anlaşılıyor ki, bu iki ülkenin uluslararası siyasetteki belirleyicilikleriyle ilintilidir.

Bununla birlikte, bu belirleyicilikte sağlam ekonomik temellerin küresel siyasette söz sahipliğine götüren önemli bir özellik olduğu dikkate alındığında, Asya’nın doğusunda, güneyinde diğer bazı ülkeleri saymamak için bir neden bulunmuyor.

Hele hele çok kutupluluk söyleminin ciddi bir yer aldığı günümüz uluslararası siyaset arenasında kalkınmış ve kalkınmakta olan ülkeler skalasında söz konusu bölge ülkelerinin yeri ve önemi bunu ortaya koymaktadır. Türkiye’nin şayet, Asya’ya açılma niyeti var ise, bunu Rusya ve Çin ile değil daha geniş bir çerçevede değerlendirebileceği bir ortamın olduğunu hatırlatalım.

Her ne türden açılım olursa olsun, “ilgili konuda bilgi kaynakları ve süreçlerin devamlılığı konusunda ne türden bir donanıma sahibiz?” sorusunu burada gündeme getirmekte fayda var. Dış politika, siyaset kurumunun aktörlerinin kendi başlarına ve/ya bireysel kararlarla yönetebilecekleri bir saha değil. Gerek Batı’yla olsun gerekse Asya ile olsun dış politikanın yapıcı unsurları uzun erimli çabalar ve uğraşlar sonrasında ortaya konulabilir.

Bazı hususiyetleri ile dikkat çeken iki ülkeyi bakalım… Bugün adına Tayvan denilen, ancak Çin’le yakın tarihsel dönemde yaşanan ayrışmanın bir sonucu olarak hasıl olan güç dengeleri nedeniyle dünyanın pek çok ülkesince siyasi meşruiyeti kabul edilmeyen bir ‘devlet’ kendi ayakları üzerinde nasıl durabilmektedir? … Ya da yaklaşık yedi yüz kilometre karelik bir Ada ülkesi olan Singapur kendini geliştirmekle kalmayıp, Çin’in son birkaç on yılda kat ettiği süreçlere azımsanmayacak entelektüel, siyasi ve ekonomik katkısı olan Singapur bu gücü nereden devşirmektedir? Başka örnekleri de sıralamak mümkün…

Bu noktada, “Bugün, koca kıtanın yani Asya’nın kaç ülkesi ve bölgesi hakkında sözüne kulak kesileceğimiz işini bilen ehil insanımız vardır?” “Hangi kurumlarımız hangi süreçlerle bu koca kıtayı gündemlerine alabilmektedirler?” Herhalde işin en başında ‘Asya’ açılımı olgusunu gündeme getiren siyasetçinin başında bulunduğu kurumdan başlayarak, Asya’ya bakmak isteyenlerin üstesinden gelmesi gereken çok temel sorunları konuşmak ve bunların üstesinden gelmek gerekiyor.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2019/08/16/bir-dis-politika-yonelimi-olarak-asya-olgusu-asia-as-a-political-orientation-in-foreign-policy/

9 Ağustos 2019 Cuma

Değişen Toplumda Aile


Mehmet Özay                                                                                                              15 Ağustos 2019

“Aile Krizde” başlığı, Batılı endüstrileşmiş toplumlarda gündeme gelse de, zamanla ekonomik modernleşmeye konu olan diğer toplumlarda da benzer bir sürecin ortaya çıktığına kuşku yok. Aile kurumundaki değişime vurgu yapan kriz olgusu, toplumsal dinamikleri harekete geçirici bir neden teşkil ediyor.

Bu noktada, Batılı toplumlar modernleşmeden taviz vermeden, modernite içerisinde bu sorunu çözümleme gayreti gösteriyorlar. Ancak Batı, çözüm arayışlarında geleneğe yaslanmak yerine, ki böyle bir yaslanmaya olanak tanıyacak mekanizmaları çoktan ortadan kaldırmış olması nedeniyle, yeni tür aile yapıları icad etmeye yöneldi. Bugün tek ebeveynli ve ayrı yaşayan ebeveynler, kadar, evlilik dışı birliktelikler ve aynı cinsiyetin birarada yaşaması gibi çoğulcu aile manzaraları ortaya çıkıyor.

Bu çerçevede, “Biz de mi o yöne doğru gidiyoruz?” türünden sorular akla gelmiyor değil. Hatta bu soruyu sormanın kimi çevrelerde, neredeyse abesle iştigal kabul edilecek şekilde kabul edilerek, hızla hüküm süren toplumsal değişim ve dönüşümün meşrulaştırıldığını söylemek mümkün.

Modernleşme ve Batılılaşma tecrübelerimiz kırmızı çizgilerimizin ne denli solgunlaştığını ortaya koyarken, bugün aile sorunları ile yüz yüze kaldığımızda gücümüzün kırıldığını hissediyoruz. Her işin başı eğitim derken, eğitimin kurumsallaşması ve nicelikselleşmesi bağlamında önemli “başarılar!” yakalanmasına rağmen, aile kurumundaki sorunlarda bir azalmadan söz edilemiyor.

Uzun bir dönem siyasal elitlerin yönlendirdiği devlet politikalarının ve medya unsurlarının dejenerasyon yönelimli çabalarıyla aile kurumunun zedelenmesi arasındaki doğrudan bağa dikkat çekilirdi. Öte yandan, muhafazakâr çevrelerin yönetimdeki varlıklarına rağmen, ailede yaşanan sorunların aşılması bir yana, artış göstermesi çözüm konusunda kısırlaşmayı ortaya koyması açısından dikkat çekici.

Yakın tarihi süreç bağlamında aşındırılan bir Müslüman kimlik olgusunun varlığı inkâr edilemez. Bu sürecin Müslüman kitleler üzerinde bıraktığı içselleştirme olgusu ile aşındırıcı unsurların gizli ve açık araçlarla hedef belirleme mekanizmalarındaki varlığı, Müslüman kitleyi kısır bir döngüye sürüklüyor. Red ve kabul arasında gidip gelen ilişkiler bireylerin gündelik yaşamları kadar, üst politik söylem ve eylemlere kadar sirayet ediyor.

Aile kurumundaki çözülmeler İslami hassasiyetlerin dejenerasyonu olarak değerlendirilebileceği gibi, “göreceliliğin monopolleşmesi” ile de kavramsallaştırılabilir. Modernleşme süreçlerinde karşımıza çıkan eğitim, şehirleşme, kapitalist ekonomik model ve bireyselcilik gibi olgular çerçevesinde yaşanan süreçlerin göreceliliği ön şart kabul etmesi neredeyse her birey tarafından içselleştiriliyor. 

Hayata bu perspektiften bakmaya alıştırılan Müslüman birey, kasıtlı/kasıtsız eylemleri ile alışkanlıklarını yapıcı unsurlara dönüştürerek hayata intibak çabası sergiliyor. Müslüman bireyin ikilemlerinin başında da bu husus geliyor. Bir yandan kendi eliyle alışkanlıklarını inşa ederken, öte yandan bu alışkanlıkların üstesinden gelmek için çaba harcamak zorunda kalıyor.

Öyle gözüküyor ki, geniş kitleler bu iki yönlü süreçten rahatsız oldukları izlenimi verseler de, ailede krizin çözülmek yerine giderek kronik bir hâl alması, Müslüman kitlenin modern kurumlar çerçevesinde toplumsallaşma süreçlerini, bir tezat teşkil etmekle birlikte, meşrulaştırma süreçleriyle birlikte ortaya çıkıyor.

Açık Medeniyet. Ağustos 2019, Yıl 2 - Sayı 16, s. 44.  Ibn Haldun Üniversitesi Aylık Gazetesi.

8 Ağustos 2019 Perşembe

Hong Kong, gösteriler ve kararlılık / Hong Kong, demonstrations and determination


Mehmet Özay                                                                                                                            8.6.2019

foto:channelnewsasia.com
Hong Kong’da gösteriler geniş kitlelerin katılımıyla devamlılık arz ederek ve hatta çeşitli bağlamlarda yaygınlaşarak sürüyor. Ada’da olup bitenler liseli ve üniversiteli delikanlı kitlesinin bir hevesle kapıldıkları geçici bir toplumsal hareketliliğin ötesinde bir anlam ifade ediyor.

Ada halkı siyasi egemenliğin İngiltere’den Çin’e geçtiği 1997 yılından itibaren, daha önce sahip olduğu özgürlüklerinin giderek elinden kaybolmakta olduğuna tanıklık etmenin sancısıyla Pekin yönetimine kafa tutuyor.

Ada yönetiminin başında bulunan Chien Lam’ın bir süre önce gündeme gelen, suçluların Çin’e iadesini öngören kanun tasarısının mecliste görüşülmesi süreciyle birlikte başlayan gösteriler, bağımsızlık yanlısı olduğu ileri sürülen Demosisto Partisi ve destekçilerinin katılımıyla sınırlı değil. Aksine, gösteriler sayısı milyona varan aktif katılımcılarca gerçekleştiriliyor.

Bu durum, Ada’nın Çin’in siyasi egemenliğine geçmesinden bu yana yaşanan en önemli toplumsal ve siyasal hareket olarak dikkat çekerken, Ada'da bir şeylerin kayda değer bir şekilde değişmekte olduğunu ortaya koyuyor.

Gelecek kaygısı

Bununla birlikte, Ada’da çocuklarının geleceğini düşünen ebeveynlerin aile fertleriyle birlikte geniş meydanları doldurmaları Pekin yönetimine karşı tepkinin hiç de küçümsenir bir yanı olmadığını ortaya koyuyor.

Hong Kong’daki gösterilerin, öyle sıradan bir gelişme olmadığına daha önceki yazılarımızda değinmiştik. Son birkaç aylık gelişmeler bunu kanıtlamaya yetecek mikyasta. Ada halkı, kendilerini Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşı olarak görmüyor. Ve bu ulus-devlet ile herhangi bir aidiyet bağının olmadığını da açık seçik gösteriyor.

Aynı ırka mensup olmakla birlikte, Hong Kongluların niçin Çin’le aynı ulus-devlet çatısı altında bir arada olamayacaklarını anlamak için, bugün yaşanan gelişmelere günübirlik bakışların yeterli değil, aksine sömürgecilik dönemiyle bağlantılı uzun bir siyasi serüveni hesaba katmak gerekiyor.

Asker harekete geçer mi?

Hong Kong polisi son dönemde göstericilere karşı, Batı’daki gösterilerde uygulanan ve standart kabul edilebilecek yöntemlere başvuruyor.

Bu durum, bir yandan da giderek artan ve süreklilik arz eden gösteriler karşısında “Acaba Pekin yönetimi ordu birliklerini harekete geçirecek mi?” sorusunu da beraberinde getiriyor. Ordunun 1989 Tiananmen Meydanı girişiminin canlılığını koruduğu dikkate alınarak böylesi bir soruda haklılık payı aranabilir.

Çin ordusuna bağlı bir birlik Hong Kong’da süreklilik arz edecek şekilde var. Ancak şu ana kadar, Ada yönetimi orduyu göreve çağırmış değil. Aslında bu görev verilecekse de bu makamın Ada yönetiminin değil, Pekin olacağına kuşku yok.

Tek devlet, iki sistem

İçinde bulunulan şartlarda böylesi bir gelişmenin olmamasında, 1997 sürecinden itibaren var olan “tek devlet iki sistem” adı verilen bir yönetim biçiminde saklı.

1997-2047 arasında, yani yarım yüzyıl boyunca Ada yönetiminin ‘özerk’ yapısının korunacağı yolunda Çin yönetiminin İngilizlere verdiği siyasi sözün bir gereği olarak gelişmeler karşısında Çin’in güvenlik gücünü -en azından- bugüne kadar ortaya koymamasının nedeni kabul edilebilir.

Hedef havalimanı

Bugüne kadar bastırıl/a/mayan gösterilerin hem mekânsal anlamda, hem de katılımcılar noktasında farklılaşarak gelişmesi, Hong Kong yönetiminin ötesinde, bu yönetimin ardındaki asıl güç olan Pekin yönetiminin önemli bir siyasi tepkiyle karşı karşıya olduğuna işaret ediyor.

Küresel sermayenin ve ulus-aşırı iş çevrelerinin bölgedeki temsilcisi konumundaki Hong Kong’da gösteriler tam da bu merkezlerin bulunduğu geniş bulvarlarda gerçekleştirilmekle kalmıyor. Aksine, göstericiler polis merkezine giriş çıkışları engelleyecek ve meclis binasına girecek denli gözü kara işlere giriştiğine tanık olunuyor.

Bu yöndeki bir başka gelişme yarın, yani Cuma günü yaşanacak. Göstericilerin yarından itibaren üç gün süreyle havalimanı ve çevresinde konuşlanacak olması, stratejik bir gelişme olarak okunmalıdır. Mekânsal anlamda bu farklılaşma göstericilerin bir anlamda süreci kendilerinin yönetebildiklerini ortaya koyması açısından dikkat çekici.

Böylece, tepkilerin uluslararası arenaya daha çok ulaştırılmasına ve de göstericilerin Hong Kong yönetimi karşısında gücünü bir kez daha test etmeye matuf bir yön içeriyor.

Sorunun başlangıcı

Çin yönetiminin böylesi bir süreci nasıl başlattığını, pek o kadar da eskilere gitmeden 2014 seçimleriyle ilişkilendirmek mümkün.

Hong Konglular, seslerini küresel kamuoyuna 2014 yılındaki genel seçimler sürecinde Çin yönetiminin seçme hakkı konusunda verdiği sözü yerine getirmemesi üzerine başlayan ve Şemsiye Hareketi olarak literatüre geçen demokrasi yanlısı gösterilerle duyurmuştu.

O dönem Pekin iktidarı, Ada halkının seçme özgürlüğünü reddederken, yönetime getirilecek isimler mecliste kendisine destek veren çoğunluğu oluşturan üyelerin oylarıyla belirlenmişti.

Böylece Çin bu çoğunluk üzerinden Ada’da siyasi kontrolü devam ettiriyor. Bu gelişme, işte bugün toplumun her kesiminden katılımlarla gerçekleşen gösterilerle somutlaştığı üzere, Hong Konglularda giderek artan derin şüphenin oluşmasına neden oldu.

Ancak Pekin siyasi elitlerinin, Ada yönetimine dolaylı atamalar yapmakla Ada’yı yönetebilecekleri zannına kapılmalarının yanlış bir hesap olduğu, gösterilerle kendini açık seçik ortaya koyuyor.

Bugün gelinen noktada, gösterilerin sadece Ada yönetiminin meclisten geçirmek istediği bir yasaya tepkiyle sınırlı olmadığı artık ortada. Ada halkında Pekin yönetimine karşı siyasi bilinç gelişmeye ve keskinleşmeye yol açmakla kalmıyor, bu toplumsal ve siyasal tepkinin ana kıta Çin’de de tetikleme gibi bir potansiyeli de içinde barındırıyor.

Bu durum, Pekin yönetiminin gösteriler karşısında yaptığı açıklamalarda Amerika Birleşik Devletleri’ni hedef almasında da dikkat çekiyor. Pekin’den bugün yapılan açıklamada Amerikalı diplomatların gösterilerden ellerini çekmeleri konusundaki uyarı bu konuda gelişmelerin nasıl ve nereye evrilmekte olduğuna işaret ediyor.

Bu anlamda, Ada’da olup bitenler, Hong Kong halkının alışık olduğu Batılı değerler ve yaşam standartlarının devam edip etmemesi ile doğrudan irtibatlıdır. Bunların başında, hiç kuşku yok ki siyasal özgürlükler geliyor. Ada’nın sıradan bir Çin eyaletine dönüşeceği 2047 yılından itibaren bu yöndeki kısıtlamaların toplumsal ve siyasal yaşamın bir normu haline geleceği konusu Hong Kongluları endişelendiriyor.

6 Ağustos 2019 Salı

Dr. Mahathir’in Türkiye ziyaretinin ardından / Dr. Mahathir’s visit to Turkey


Mehmet Özay                                                                                                                        06.08.2019

foto:dunyabulteni.net
Malezya başbakanı Dr. Mahathir Muhammed, resmi bir ziyaret amacıyla 24-27 Temmuz günlerinde Türkiye’deydi. Söz konusu ziyaret, iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesinin yanı sıra, her iki ülke için diğer bazı özellikleriyle ele alınmayı hak ediyor.

Türkiye açısından bakıldığında bu ziyaret, son birkaç on yıldır Güneydoğu Asya bölgesiyle ilişkilerin devamlılığını yansıtması bakımından önemliydi. Malezya açısından ise, 94 yaşındaki Dr. Mahathir’in ikinci dönem başbakanlığında Ortadoğu’nun önemli ülkesi Türkiye’ye ziyaret, ilişkilerin güncellenmesi ve yeni imkânların kapısının aralanması anlamı taşıyordu.

Söz konusu ziyaretin ardından akıllarda kalan, Dr. Mahathir’e devlet özel ödülü takdimi iki ülke arasında işbirliklerin geliştirilmesi ve Türkiye-Pakistan-Malezya üçlü işbirliği konuları oldu.

Mahathir’e ödül

Dr. Mahathir’e Cumhuriyet nişanı takdiminin sembolik bir anlamı var. Kimi çevreler, bu ödülün neye tekabül ettiği konusunda bir belirsizlik ve hatta bilgisizlik içerisinde olabilirler.

Resmi açıklamalarda, Dr. Mahathir’e verilen bu ödülün sebebi olarak iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesinde oynadığı rolle açıklandı.

Dr. Mahathir’in, bunun ötesinde bir siyasi lider olduğunu ve hem bölgesinde hem de küresel olarak oynadığı kayda değer rolle bu ödülü hak ettiğini söylemek gerekir. Bu ödülün ASEAN içerisinde bir lidere ilk defa Dr. Mahathir’e layık görülmesi bunun bir kanıtıdır. Bununla ne kastettiğimizi biraz detaylı olarak ifade etmekte ve hatırlatıcı olmakta fayda var.

Malezya’da ekonomik kalkınma ve toplumsal yapılaşma

Türkiye’de Özal hükümetleri sonrasında koalisyonlar döneminin çalkantılı süreci yaşanırken, Dr. Mahathir Malezya Federasyonu’nun ekonomik kalkınmasında dikkat çekici liderliği ile öne çıkıyordu.

Dr. Mahathir’in ilk başbakanlık sürecinde yani, 1980’li ve 90’lı yıllarda, Malezya’nın içinde bulunduğu bölgede, ASEAN ve Doğu Asya’da kalkınmakta olan ve bunlardan bir bölümünün Asya Kaplanları olarak adlandırıldığı ülkelerin yükselişine tanık olunuyordu.

Malezya da o dönem benzer bir ekonomik modernleşmeye konu olurken, başbakan Dr. Mahathir bu gelişme sürecinde, Doğu Asya’da özellikle Japonya ve bir ölçüde Güney Kore’yi mercek altına almıştı.

Aradan geçen sürede Malezya’nın Asya Kaplanları’na eklemlenen ülkelerden biri sayılması, Dr. Mahathir dönemi ekonomi politikalarının tutarlılığına işaret ediyor. Malezya’nın kalkınmış ülke düzeyine ulaşma hedefi, işte o dönemki ekonomi politikalarının bir ürünüydü. Bu bağlamda, her ne kadar 2020 hedefi çeşitli nedenlerle gerçekleşemeyecek olsa da, bir sonraki beş yıllık sürede bu yönde güçlü bir öngörülebilirlik bulunuyor.

Bu ve benzeri süreçlere doğrudan muhatap olan Malezya’da başbakan Dr. Mahathir bununla da kalmamış, o dönem hem Malezya Müslümanlarının hem de kalkınmakta olan ülkelerin bir anlamda sözcüsü olarak uluslararası platformlarda kayda değer rol üstlenmişti.

Asyalılık değerleri

Dr. Mahathir’in, bu süreçle bağlantılı bir kavramsal açılım olarak ‘Asyalılık Değerleri’ni Singapur kurucu başbakanı Lee Kuan Yew ile birlikte dillendirdiğini ve bu noktada Batılı liberal demokratik yapı temsilcilerinden epeyce eleştiriler aldığını da hatırlamak gerekir.

Öte yandan, çok etnikli, çok dinli bağlamıyla tipik bir Güneydoğu Asya toplumu olan Malezya’da ekonomik kalkınma gerçekleşirken, bir yandan ulus-devlet inşası gibi politik bir süreç ile ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Malay kitlelerini geleneksel ve modern ikileminden kurtaracak şekilde ve/ya yeni bir kimlik inşası bağlamında adımlar atılıyordu. 

Finans, helâl endüstri, Hac kurumu vb. gibi adlarla öne çıkan ve adına ‘İslami’ denilen kurumsal yapılaşmalar bu süreçte bir yandan ekonomik bağlamıyla pragmatik bir alternatif olarak gündeme taşınırken, bir yandan da Malay kitlelerinin kimlik inşasında rol oynuyordu.

Malezya öncülüğünde ve katkısıyla gündeme gelen bu kurumsal yapılaşmalar Türkiye’de bazı çevrelerde anlaşılamamasına ve önyargıyla yaklaşılmasına karşılık, aradan geçen süre zarfında günümüzde Çin’den Avustralya’ya Tayvan’dan Kanada’ya kadar adı ve toplumunun kahir ekseriyeti Müslüman olmayan ülkelerin salt ekonomik kazanç kaynağı olarak bu alanlara ciddi yatırım yaptıkları ayan beyan ortadadır.

Malezya bu ve benzeri alanlarda bölgesel ve küresel çapta bir öncülük sergilerken, Türkiye’de kayda değer bir çevrenin bunu algılayamamasını siyasi ve kültürel önyargılara bağlamak mümkün.

Öyle ki, bazı çevreler 1996 yılında D-8 inisiyatifi çerçevesinde merhum Erbakan’ın Malezya’ya yönelik ilgisini, “Erbakan Malezya’ya çok hayran” tarzında küçümser ifadelerle dile getirirken, bugün bu yaklaşımda pek bir şeyin değiştiğini söylemek zor.

Malezya’nın hem bölgesel ve kısmen uluslararası çevrelerde oynadığı kayda değer rol dolayısıyladır ki, 1996 yılında D-8 kurulması gündeme geldiğinde kaçınılmaz bir ortak olarak adı gündeme gelmişti.

İki ülke ilişkilerinde ekonomi boyutu  

Türkiye-Malezya ilişkilerinin geliştirilmesinde son birkaç on yıldaki çabalara ve ortaya çıkan bazı imkânlara karşın, iki ülke ticari ilişkilerinin oldukça düşük düzeyde seyretmekte oluşu bir gerçek. Mevcut ticari ilişkinin negatifin de bulunan ülke ise Türkiye’dir.

Malezya tarafından açıklanan 2018 rakamlarına bakıldığında, Malezya’nın Türkiye’ye ihracatı yaklaşık 2.5 milyar Dolarken, Türkiye’nin Malezya’ya ihracatı 455 milyon Dolar civarında.

Ziyaret çerçevesinde yapılan açıklamalarda ticaret hacminin 5 milyar Dolara çıkartılması yeni bir hedef değil. Bu hedef, 2014 yılının hemen başında Malezya’ya yapılan resmi ziyaret sırasında da zikredilmişti.

Cumhurbaşkanı’nın yukarıda zikredilen ticari işbirliği hedefine karşılık, bu yılın başında Malezya’ya ziyarette bulunan DEİK heyetinin iki ülke ilişkilerini 10 milyar dolara çıkarma önerisinin ne kadar gerçekleştirilebilir hedef olup olmadığını örneğin son on yıllık performansa bakarak değerlendirmek mümkündür.

İki ülke ilişkilerinde ticari hayatın zenginleştirilmesi noktasında bazı rakamlar zikredilmesine karşın, aradan geçen zaman zarfında arzu edilen büyümenin niçin gerçekleşmediği üzerinde düşünmek gerekir. Bu noktada ilgili bürokratik çevrelerin bu durağanlığın nedenlerini ortaya koyacak ve geleceğe dair değerlendirmelerde bulunacak bir veri ağına ve donanımına ihtiyacı olduğu aşikârdır.

Malezya ile ticari ve yatırım ilişkilerinde bölgenin öncü ülke ve yatırımcı güçlerini hesaba katmak ve bu anlamda sürdürülebilir bir yatırım ortamını oluşturacak sektörlere öncelik tanınması gerekmektedir. Bu noktada, Türkiye’nin içinde bulunduğu Ortadoğu siyasi gerçekliği ile Doğu ve Güneydoğu Asya ekonomi ve kalkınma gerçekliği arasındaki farkın anlaşılması ve ticari ve yatırım ilişkilerini bu bağlamda yeniden yapılandırmasında fayda vardır.

Asya-Pasifik perspektifi

Türk iş çevrelerinin, Doğu ve Güneydoğu Asya’da kalıcı olmayı ve bunu yerli iş çevreleriyle ortaklıklarla hayata geçirmeyi hedefleyecek bir bakış açısı geliştirmelerinin gerekliliği ortadadır. Bu bağlamda,  günü birlik sıcak para akışına odaklanan palyatif arayışlardan öte, Türkiye’nin bölgesel varlığını da güçlendirecek şekilde Asya-Pasifik ve/ya Hint-Pasifik coğrafyasında faaliyetler düzeyinde konuya bakılmalıdır.

Söz konusu bölgedeki ticari ve yatırım ilişkilerine bakıldığında, dünyanın farklı coğrafyalarından devlet ve özel sektörlerin bölgedeki faaliyetlerinin sadece son birkaç on yıldır değil, yüzyıllardır dinamik bir şekilde varlığını sürdürdüğünü unutmamak ve bu anlamda bölgeyi bir bütün olarak düşünmek gerekir.

Burada hatırlanması gereken bir diğer husus, Malay Müslümanlardan hareketle ülkenin tamamının Malaylardan müteşekkil olduğunun düşünülmemesidir. Bu yaklaşım, Malay Müslümanların siyasi, ekonomik ve kültürel varlıklarını küçümsemek anlamı taşımaz. Aksine, ülkede kayda değer Çin ve Hintli olmak üzere diğer azınlık grupların varlığının siyasi ve özellikle de ekonomik işbirliğinin geliştirilmesindeki potansiyele işaret eder.

Bu noktada, iki ülke ilişkilerinin ekonomik anlamda geliştirilmesinde işbirliğinin salt Malezya devlet teşekkülleriyle olacağı düşüncesinden en kısa sürede uzaklaşmak gerekmektedir. Ülkede oldukça güçlü ve neredeyse her alanda transnational bir yapılanmanın varlığının önemli bir imkân sunduğu ortadadır.

Bu manada, Malezya siyasi ve toplumsal yapı olarak ele alındığında içinde oldukça güçlü bir Çin etnik yapısı ve demografik yapı içerisinde görece düşük bir yüzdeyi oluşturmakla beraber hem entelektüel hem iş bitiricilik noktasında dinamik bir Hintli nüfusu göz ardı edilmemelidir.

Malezya’nın çok etnikli ve çok dinli bir yapı olduğu gerçeği bir tehdit değil, aksine, Malezya’nın sahip olmakla övündüğü bir toplumsal gerçekliğidir.

Üçlü yapı

Ziyarette gündeme gelen bir diğer konu, Türkiye’nin öncülüğünde Malezya ve Pakistan’ın dahil olacağı yeni bir siyasi blok oluşturulması fikriydi. Açıklamalara bakıldığında, sanki D-8’in öze indirgenmiş bir formunun karşımıza çıktığını söylemek mümkün.

Son dönemde Ortadoğu’daki gelişmelerin ardından Türkiye’nin sınırlarını oluşturan ülkelerden başlayarak sağına soluna baktığında görebildiği birkaç ülkeden biri öyle anlaşılıyor ki Pakistan. Bu yapıya Malezya’nın eklenmesi bölgesel dağılım noktasında önemli bir detaya işaret ediyor.

Türkiye’nin sürdürülebilir siyasetinden aldığı destekle giriştiği böylesi bir yapının önemine kuşku yok. Dr. Mahathir’in de bu konuda olumlu bir düşüncede olduğu söylenebilir. Öyle ki, ülkesine döndükten sonra yaptığı bir açıklamada özellikle gençleri Türkiye’deki gelişmeleri takip etmeye teşviki bunun bir göstergesidir.

Söz konusu üçlü işbirliğinde Pakistan’ın güçlü bir katılımcı olarak varlığı kuşkusuz ki önemli. Son dönemde IMF’le zorlu görüşmeler yaşayan Pakistan hem ordusu hem toplumsal yapısındaki bazı unsurlar nedeniyle reforma acil ihtiyaç duyan bir ülke görünümünde.

Pakistan’ın bu yapısı Türkiye ve Malezya gibi dinamik ve görece istikrarlı siyasi yapının hakim olduğu ülkelerle dikomotik bir özellik sergiliyor. Bu nedenle, tarihsel ilişkiler bir yana, Pakistan’ın bugün Türkiye’nin arzu ettiği bir siyasi ve entelektüel cephe içerisinde yer alıp alamayacağını bu perspektiften de değerlendirmekte fayda var.

Bu bağlamda, üçlü yapının hayata geçirilmesi ve geliştirilmesi önünde bir engel olarak görülebileceği gibi, böyle bir yapının hayata geçirilmesinin Pakistan’da acil reformların kapısının aralanmasına da vesile olabilir.

Türkiye’nin bölgesel ve küresel gelişmeler karşısında ittifak grubu oluşturabileceği ülkeler arasında Malezya’nın yanı sıra, yine aynı bölgeden birkaç ülkenin bulmaması için bir neden gözükmüyor. Hatta bu konuda Malezya’nın da desteğinin farklı açılımlara yol açabileceğini dikkate almakta fayda var.

94 yaşındaki Dr. Mahathir, 20. yüzyılın son çeyreği boyunca modern Malezya Federasyonu tarihinde yapıcı rolü ile dikkat çekiyordu. 21. yüzyılın başlarındaki siyasi emekliliğinin ardından aktif politikaya dönen bir Dr. Mahathir var karşımızda.

Bu yaşta ve bu siyasi bilinçte bir Batılı siyasetçi karşımızda olsaydı, göklere çıkartılacak bir figüre tanık olabilirdik. Göklere çıkarmasak bile, Dr. Mahathir özelinden başlayarak Malezya’nın neye tekabül ettiğini anlama konusunda bir çaba sergilemekte gecikmiş sayılmayız. Bu ziyaret vesilesiyle bunun imkânının bir kez daha önümüzde durduğunu ifade etmeliyiz.