30 Eylül 2019 Pazartesi

Kültürel iktidar kapışmasında ideolojiler


Mehmet Özay                                                                                                                         30.09.2019

Kültürel iktidar olgusunun varlığı, ‘kültür’ bağlamında eğitimden entelektüalizme dek uzanan siyasi ‘iktidar’ özelinde güç ilişkilerini içinde barındırıyor.

Bu noktada, kültür kavramının iktidar ile ilişkilendirilmesi, 20. yüzyıl post-modernistlerine atıflarla ‘zenginleştirilen’ çalışmalar içerisinde görülse de, kültür ile iktidar olgusu ilişkisinin tarih boyunca güçlü olması, kültürün çeşitli entelektüel boyutları ile iktidar üzerinde ve/ya zamanla ortaya çıkabileceği üzere, bunun tam tersi bir şekilde, iktidarın kültürün çeşitli alanları üzerinde oluşturduğu doğrudan etki ile bağlantılıdır.

Öyle ki, siyasi iktidarı sivil ve/ya askeri bağlamı ile olsun, ellerinde tutanların kültürden bağımsız hareket edemeyecekleri çeşitli örnekleri ile ortadadır. Bu noktada, ya mevcut kültürel iktidar araçlarından yararlanmayı veya mümkünse kendi araçlarını icad etmeyi bir tür zorunluluk kabul eder siyasi iktidar.

Bununla birlikte, kültürel iktidar kavramının üretildiği toplumsal evrene bakıldığında, salt bir ekonomik sistem olarak kalmayan, aksine bir anlam dünyasına içkin olan kapitalizm başat bir öge olarak dikkat çeker. Bunun karşısında, yine salt ekonomik temellerle sınırlı olmayan, farklılık taşıdığı iddiasındaki bir dünya görüşü ve pratiği ile tepkisellik bağlamında Marksizmin toplumsal çatışmacı ortamının çıktığı görülür.

Bu ortam içerisinde birbirine karşı oluşturulan sistemik algının üstesinden gelinmesi gereken bir durum olması, egemenlik olgusunun hüküm sürdüğü her toplumsal zeminde bir iktidar olma imkânı ve aracının doğmasını gerekli kılmaktadır.

Bu bağlamda, kültürel iktidar kavramı hakim kapitalist ekonominin varoluş şartlarını tahkim edici, yaygınlaştırıcı ve bireyler tarafından içselleştirici olması ile hükmünü icra etmektedir. Buna karşılık Marksist perspektif ise, tarihsel olarak üstesinden gelemediği kapitalizm karşısında kurduğu ve kurguladığı kültürel yapılanma ile kendi egemenlik sahasını, en azından sembolik olarak, sağlama peşindedir.

Güç ve çatışma eksenli gelişme gösteren bu iki yapılaşmanın ilgili toplumlara kazandırdığı şeyin ne olduğu meselesi pek de önemli değildir. Aslında burada göz ardı edildiği ileri sürebilecek olgu tam da buna tekabül ediyor. Yani, üzerinde hakimiyet kurulmak istenen alan ve bu alanın canlı ögesi olarak bireylerin kültür alanındaki iktidar mücadelesinde nereye savruldukları meselesidir.

Kapitalist üretim ilişkilerinde, sosyolojik bağlamı ile kurumsallaştırılan serbest zamanların nasıl üretileceği ve tüketileceği kendi haline bırakılmak yerine, -aksine adına kültür denilen geniş evren tarafından doldurulması amacıyla-, kültürel olgular içinde zikredilen devasa bir alanın inşasını gerekli kılmıştır.

Bu alan ‘kültür’ gibi bilgiden azade olmayan, birikimsel, entelektüel ve donanımlı bir olgu olarak karşımıza çıksa da, yukarıda dikkat çekilen söz konusu toplumsal şartlarda kapitalizmin varlığı için zorunlu ve sürdürülebilir bir alan işlevi görmektedir.

Bunun karşısında sahne alan Marksizmin ise, tepkiselliğe dayalı çatışmacılık olgusu ile duruşunun bir hakikat arayışından ziyade, nihai noktada vardığı yer materyalizmin çeşitli versiyonları ile toplumsal yaşamı şekillendirme çabasından ibarettir.

Açık Medeniyet, Sayı 18, Yıl 3, Ekim, s. 28. (İbn Haldun Üniversitesi Yayını)

Jakarta’da parlamentoya tepkiler ve yolsuzlukla mücadele konusu / Reactions to the parliament and the issue of corruption eradication in Jakarta

Mehmet Özay                                                                                                                       30.09.2019

foto:katadata.co.id
Endonezya’nın başkenti Cakarta son yirmi yılın en önemli öğrenci olaylarına konu oluyor. Endonezya’da merkezi hükümet parlamentosunda iki önemli yasa üzerinde bazı değişiklik taleplerinin 17 Eylül’de kabulünün ardından baş gösteren tepkiler, önce üniversite ardından lise öğrencilerin başkent meydanlarında görünmesine neden oldu.

Bununla birlikte, gösterilerin Yolsuzlukla Mücadele Kurumu (Komisi Pembarantasan Korupsi-KPK) ve suçlar yasası (RKUHP) gibi iki yasa üzerine eleştirilerindeki gerçeklik payı kadar, bunun ötesinde iç içe geçmiş siyasal ve toplumsal sorunların çeşitli çevrelerin güç devşirme plânlarıyla birlikte yürüdüğüne de dikkat çekmek gerekiyor.

KPK ile ilgili yasal düzenleme parlamentoda sadece 107 milletvekilinin katılımıyla alınması, ilgili yasal komisyonda uzmanların, akademisyenleri ve anayasa mahkemesinin görüşlerini dile getirecek üyelere yer verilmemesi, parlamentonun KPK ile ilgili niyetinin kapalı kapılar ardında gelişen bir sürece tekabül ettiği konusunda ciddi kaygıların ortaya çıkmasına neden oluyor.

Mücadelede benzerlikler üzerine

Cakarta’da özellikle parlamento binasının bulunduğu Güney Cakarta’da Senayan’da gerçekleşen öğrenci gösterilerine dışardan bakan bir gözlemci olarak, bir anda akıllara Hong Kong’daki -henüz bitmemiş- gösteri süreçlerini akla getirdiğini söylemek mümkün.

Aynı zamanda, ülkede 32 yıl boyunca iktidar olan Suharto rejiminin 13 Mayıs 1993 tarihinde sona ermesine neden olan öğrenci gösterileri de hiç kuşku yok ki, Endonezya toplumunda bir hafıza tazelenmesine neden oluyor.

Bugün Senayan’ı çevreleyen meydanlar ve caddeleri dolduran binlerce öğrencinin belki de, büyük bir bölümü o günlerde hayatta değildi ve ülkede nasıl bir siyasal ve toplumsal değişimin gerçekleştiğinin ilgileri yok ise pek de farkında oldukları söylenemez.

Ancak bir yandan da, bu kadar önemli sayıda genci meydanlara iten bir veya birden fazla neden olsa gerek diye sormakta fayda var. Herhalde bu salt Hong Kong’daki gelişmelerin bir replikası veya nostaljik bir 1998 anısı olarak değerlendirilmeyecek ölçüde önemli sosyal ve siyasal gelişmelerle bağlantılıdır.

Cakarta’da son dönemde ülke gündemini belirleyen iki önemli gelişmeden yani Papua Eyaleti’nde referandum talebi ile başkentte ulusal parlamentoyu çevreleyen bölgede baş gösteren öğrenci gösterileri ülkenin hiç kuşku yok ki, bir anda patlak vermiş hadiseleri olarak adlandırılamaz. Papua ile ilgili kaleme aldığımız yazının ardından, Cakarta’da öğrenci hareketlerinin neye tekabül ettiğine kısaca değinmekte fayda var.

Yolsuzlukla Mücadele Kurumu nasıl var olmalı?

Gösterilerin temel nedeni, ulusal parlamentonun 2002 yılından bu yana ülkede yolsuzluklar konusunda öne çıkan ve bağımsız bir kurum olarak işlev gören KPK yasasında değişiklik talebi 17 Eylül’de parlamentoda kabul edilmiş oldu.

Hemen söylemekte fayda var ki, bu kuruma yönelik parlamentonun başlattığı girişim bugünün bir eseri değil, aksine on yıllık geçmişi olan bir süreçten bahsediyoruz. Bugünkü tartışmaların başlangıcı ise 2017’de başlayan ve parlamentonun KPK’yı soruşturma talebidir. Dolayısıyla, bu kurumun terimin tam anlamıyla ‘yolsuz’ kurumlar ve çevreler üzerindeki baskının doğurduğu rahatsızlıklar zaman zaman nüksettiği biliniyor.

Daha o dönem bu gelişmeye karşı çıkan anayasa mahkemesi eski başkanı, çeşitli üniversitelerden anayasa profesörleri, sivil toplum kuruluşları gibi pek çok çevreyi saymak mümkün. Bu mücadelenin hiç kuşku yok ki, ülkede şeffaf bir bürokrasi ve yönetim biçimi oluşturulması çabalarına tekabül ettiği açıkça ortada.

Bugün konunun yeniden gündeme gelmesi ve KPK üzerinde bir baskı oluşturma ve kurumun işleyişini yeni atamalarla manipüle etme çabalarının ardından 2014-2019 döneminde ulusal parlamentoda görev yapan onlarca milletvekilinin yolsuzluklara bulaştıkları konusundaki ihbar ve kanıtlardan hareketle başlatılmış olan soruşturmalar bulunuyor.

Yasal düzenlemenin bugünlerde yapılmış olmasının kayda değer bir nedeni var. O da, Nisan’daki seçimlerin ardından, parlamentonun yeni üyelerinin Ekim ayında yemin ederek göreve başlayacakları ve yukarıda dikkat çekilen soruşturmaya konu olan milletvekillerin halen ‘görev başında’ olmaları geliyor. Yani, giderayak, KPK’ya son bir darbe vurma uğraşı!

Örneğin neredeyse son dokuz yıldır gündemden düşmeyen ve bugüne kadar da sonuçlandırılmamış olan elektronik nüfus kağıdı (e-ktp) ihalesindeki yolsuzluk. Bu işin başında Golkar gibi Suharto döneminin doğrudan ürünü bir partinin başkanı ve parlamento sözcüsü Setya Novanto’nun bulunması. Her ne kadar, Setya parlamento sözcülük görevinden geçen Ocak ayında istifa etmiş olsa da, gerek partisi içerisinden gerekse parlamento içi ve dışından desteklerle halen ‘dışarda’.

Konu bir yandan parlamento içerisinde bir yandan anayasa mahkemesi tarafından incelenirken, gelişmelerin KPK’nın işlevini daraltma, başka kurumlara bağlama çabaları nedeniyle konu sivil toplum kuruluşları ve başta öğrenciler olmak üzere geniş halk kitlelerinin de gündemine gelip oturmuş durumda. 

Yukarıda zikredilen kurumların ve çevrelerin tepkilerinin çeşitliliğinde de görüldüğü üzere KPK’nın bağımsız bir kurum olması, tarafsızlığı, parlamento tarafından müdahaleye açık hale getirilemeyişi, geniş sivil kesimlerin siyasi partiler, parlamento, bakanlıklar, ordu ve polis gibi çeşitli devlet kurumlarındaki yolsuzluklarla mücadelede yanlarında gördükleri yegâne kuruluş olması gibi unsurları bir çırpıda saymak mümkün.

Bu çerçevede, yeni dönemde KPK’da yer alacak üyelerin seçimi için belirlenen komisyonun çalışmaları sonrası, bu kurumun başına eski polis şefi Firli Bahuri’nin önerilmiş olması geliyor. Tam da, bugünkü parlamentodaki tartışmalar ve meydanlardaki gösterilerin sembolik bir odağa olabilecek bir kurum ve isimden bahsediyoruz. Görevi dönemindeki bazı icraatlarından sorumlu görülen böylesi bir polis şefinin KPK başkanı atanması herhalde sinirleri oldukça geren bir eylem olsa gerek.

KPK’nın sorumluluk alanı ile bazı kurumların, örneğin emniyet müdürlüğü içerisinde benzer bir kurulun varlığı çatışma anlamında zaman zaman gündeme getiriliyordu. Ancak çelişkiler yumağının bir yanında, emniyet gibi yolsuzluklarla anılan bir kurumun nasıl olup da yolsuzluklarla mücadelede edebileceği sorgulamaların başında geliyor(du).

Jokowi’nin sorumluluğu

Akla gelen ilk tuhaflıklardan biri, hükümetin ve dolayısıyla hükümetin sorumluluğunda ilerleyen ve KPK gibi can alıcı bir kurumun işleyişine dair yasal değişikliğin Jokowi döneminde vuku bulmasıdır.
Bunu şunun için söylüyoruz, ikinci başkanlık dönemi 20 Ekim’deki yemin töreniyle başlayacak olan Jokowi’nin reform yanlısı olduğu bilinmesi ve bunu hem düşünce hem fiili olarak ortaya koyan bir başkan olmasıdır. Yasal düzenleme sonrasında ortaya çıkan memnuniyetsizliğin, çeşitli çevrelerin bir süredir dile getirdikleri üzere, başkanın müdahale hakkını (Perppu) kullanmak suretiyle kabul edilen yasal düzenlemeyi durdurmasıdır.

KPK’nın üyelerinin nihai atamasını başkan Jokowi yapacak olsa da, mevcut yasa ile KPK’nın işlerliği bağımsız bir kurum olma özelliğine halel getirmesi nedeniyle pek de anlamlı bir sonuç doğurmayacaktır.

Burada yapılması gereken, 17 Eylül düzenlemesinin başkanın emriyle durdurulması ve Ekim’de oluşacak yeni mecliste KPK’yı tam anlamıyla şeffaf bir kurum haline getirecek yeni yasal düzenlemenin bir an önce hayata geçirilmesidir. Bu durum, hiç kuşku yok ki, Jokowi’nin ikinci dönem başkanlığına büyük bir moral ve halk desteği ile başlaması anlamına gelecektir.

Jokowi yolsuzluklarla mücadelede, hatırlanacağı üzere zaten bazı önemli girişimleri bulunuyor. Bu noktada, ülkede yolsuzluklarla mücadele eden ve bu anlamda 2016 yılında emniyet genel müdürlüğünün başına kurum içerisindeki yaygın yolsuzluklarla mücadele için Tito Karnavian’ı ataması, bazı devlet kurumlarındaki yolsuzlukları bizzat kendisi sahada ortaya koyması ve yine kendi döneminde azımsanmayacak işler yapan KPK’nın çalışmalarına müdahale etmemesi gibi bazı örnekleri vermek mümkün.

Yolsuzluk kültürü ve ekonomisi

Bununla birlikte, gerek uluslararası kuruluşların -bazı önyargılar taşınabileceğini göz ardı etmeden- ve ulusal çerçevede ülkede yaygın bir yolsuzluk olgusu olduğu ve bunun bir tür ‘yolsuzluk kültürü’ ve ‘yolsuzluk ekonomisi’ olarak meşrulaştırıldığını söylemek bugünkü karışıklıkların ve çözüm arayışlarının çıkış noktası olarak önem taşıyor. 

Yolsuzlukla mücadelede kurumu yasasında değişiklik yapılmasını eleştiren sivil toplum kesimlerinin, anayasa mahkemesi üyelerinin ve geniş toplum kesimlerinin dayanak noktası bu kurum üzerinde baskı mekanizması oluşturulması, emniyet başta olmak üzere yolsuzluklarla anılan bazı kurumlardan bireylerin bu kuruma atanması ve bu sayede kurumun tarafsızlığına halel getirecek ve pasifize edecek bir sürecin yürürlüğe konması olduğu görülüyor.

Burada üzerinde durulması gereken konu polis ve ordu gibi Suharto döneminde ülke siyasal yaşamında başat bir rol oynamış kurumların kendilerini yeniden şu veya bu şekilde ülke sivil kurumları üzerinde hakim bir konuma getirme çabasında oldukları iddialarını ciddiye alınmalı.

Öyle ki, tıpkı Papua’daki gelişmeler de olduğu gibi, ordunun kendini bağımsız ve/ya egemen hissettiği alanlarda salt bir soyut güç mekanizması oluşturmasından değil, var olan ekonomik değerler üzerinde de hakimiyet kurma ve paylaşımı sağlama konusunda bir irade ortaya konmaktadır.

Tam da bu husus, adına yolsuzluk kültürü ve yolsuzluk ekonomisi dediğimiz olgulara karşılık geliyor.
Ulusal savunma gücünü oluşturan bu birimlerin var olan güç ve donanımlarını ülke içinde siyasi ve sivil çevreler üzerinde ve hatta çeşitli etnik yapılar üzerinde baskı ve çıkar aracına dönüştürmelerinin Suharto rejiminin sona erdiği 1998’den bu yana ortadan kaldırılmış olması gerekirdi. Bugün Endonezya’nın karşı karşıya kaldığı en temel sorunun bu olduğunu söylemek şaşırtıcı olmayacaktır. 

Tabii bu kısa yazıda konuyu bütün veçheleriyle ele almak mümkün değil. Ancak bu temel sorun üzerinden ve/ya ilintili olarak ülke siyasetinde egemen olma çabalarının da yine bu iki kurum başta olmak üzere bağlantılı toplumsal ve siyasal kesimlerin güç devşirme çabalarının hangi niyetlere matuf olduğunu da ortaya koymaktadır.

Siyaset kurumunda ciddi kırılganlık

Değinilmesinde yarar görülebilecek bir diğer husus, ülkenin kahir ekseriyetinin Müslüman olması, ülke siyasal yaşamında en azından 1999’dan bu yana kurulan kendilerini Ortadoğu muadilinde bir İslamcı paylaşım görülüp görülmeyeceği tartışılabilecek, ancak en azından Müslüman Endonezya toplumunun hassasiyetleri ve talepleri üzerinden siyaset yapan bu siyasi partilerin yukarıda dikkat çekilen konu/lar çerçevesinde nerede durduklarıdır.

Bu siyasi yapıların bugüne kadar ortaya koydukları performansın ülkenin, bırakın ekonomik sorunlarının üstesinden gelme konusundaki çabaları bir yana, yolsuzluk gibi temel ve de ahlaki bir sorun karşısında ne türden anlamlı, çözüm odaklı ve temiz bir politika içerisinde yer alıp almadıklarının sorgulanmasını şart koşuyor.

Bugün Endonezya’nın gündemini meşgul eden yolsuzluklarla mücadele konusu ve bu konuda birincil sorumluluk taşıyan kurum üzerindeki baskı kurmaya matuf girişimleri kurumlar arası çatışmalar ile yorumlamak kısır bir yaklaşım olacaktır. Ülkede uzun bir geçmişe yayılan yolsuzluk kültürü ve ekonomisi üzerinde durmadan bugünü anlamlandırabilmek mümkün değildir.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2019/09/30/jakartada-parlamentoya-tepkiler-ve-yolsuzlukla-mucadele-konusu-reactions-to-the-parliament-and-the-issue-of-corruption-eradication-in-jakarta/

26 Eylül 2019 Perşembe

Endonezya’da Papua sorunu / Papua Issue in Indonesia


Mehmet Özay                                                                                                                       27.09.2019

foto:rnz.co.nz
Endonezya’da yaklaşık bir aydır süren toplumsal huzursuzluk ve şiddet gündemdeki yerini kokuyor.

Bu gelişmeler, Papua eyaletindeki Papualıların yeniden bağımsızlık talebinde bulunurken, başkent Cakarta’da ulusal mecliste bir süredir tartışılan Yolsuzlukla Mücadele Kurumu’nun (KPK) güç ve yetkilerinin sınırlandıracağı iddia edilen yasa tasarısının geri çekilmesine yönelik olarak özellikle lise ve üniversite öğrencilerince gerçekleştirilen gösterilerdir.

Birbiriyle bağlantısız olduğu söylenemeyecek bu gelişmeleri her yönüyle burada ele almak mümkün değil. Bu nedenle, kısaca Papua konusu üzerinde duracağım.

Papualıları dışlayıcı ve aşağılayıcı yaklaşım

17 Ağustos’ta Endonezya Cumhuriyeti’nin bağımsızlık günü kutlamaları sırasında meydana gelen olaylar ve sonrasındaki gelişmeler ülkede Papua krizinin yeniden nüksetmesine yol açtı.

Endonezya merkezi hükümeti ile ülkenin en doğusundaki Yeni Gine Adası’nın batısındaki Papua Eyaleti arasında var olan düşük yoğunluklu çatışma süreci, bu süreçte yeniden gündeme gelirken, Papualılar referandum çağrılarını yinelemek suretiyle bağımsızlık arzularını bir kez daha gündeme taşıdılar.

Bağımsızlık günü kutlamaları dolayısıyla başkent Cakarta’da yapılan gösterilerde Papualı öğrencilerin bağımsızlık talebiyle başladı.

Ardından, Cava Adası’nın doğusunda, ülkenin ikinci büyük şehri Surabaya’daki yükseköğretim kurumlarında okuyan bir grup Papualı öğrencinin kaldığı yurtlara askeri güçlerin baskın yapması şiddet eylemine konu olurken, gelişmelerin körüklenmesinde bundan daha da önemlisi askerlerin Papualıların fiziki görünümleri üzerinden ırkçı ve aşağılayıcı ifadeler kullanması oldu.

Referandum talebi yeni değil

Bu durum, Papua Eyaleti başkenti Jayapura’da referamdum talebi ve gösteriler şeklinde yankı bulurken, bir anlamda şiddet sarmalı da yeniden işlemeye başladı.

Bu gelişmeler açıkça gösteriyor ki, Papualılara yönelik aşağılayıcı ifadeler Eyalet halkı tarafından kabul edilemeyecek bir durum. Ayrıca, Papualıların Endonezya bütünü içerisinde özellikle de, temsil gücü bakımından merkezi yönetim ve bunun uzantısı olan güvenlik güçlerine yönelik güvensizliği içinde barındırması benzer süreçlerde olduğu gibi yine gündeme geldi.

Bununla birlikte, merkezi hükümetin Jayapura’dan yükselen referandum talebini dikkate almasını beklemek olmayacak bir şey(di). Ve merkezi hükümet bu talebe yönelik sivil araçları kullanmak ve bu talepleri reddettiğini kanıtlarcasına yeni güvenlik güçlerini bölgeye sevk etti.

Güvenlik güçleriyle çıkan çatışmalarda ölü ve yaralıların olması uluslararası medyanın gelişmelere kulak kabartmasını sağladı. Merkezi hükümetin aldığı bir diğer tedbir ise, bölgede iletişim olanaklarının kısıtlanarak, toplumsal ve siyasal tepkinin yayılmasının önüne geçildi.

Başkan Jokowi’nin bölgeye yönelik ilgisi

2014 yılından bu yana devlet başkanlığı koltuğunda oturan Joko Widodo’nun, özellikle bağımsızlık yanlısı söylemlerin gündeme geldiği bölgeler, az gelişmişlikle anılan eyaletler üzerinde durduğu ve ekonomik modernleşmenin ülkenin bu bölgelerine ulaşması konusunda da çaba sarf ettiği bir dönemde Papua krizinin nüksetmesi oldukça düşündürücü.

Nisan ayındaki seçimlerin ardından önümüzdeki ay başkanlık yeminini edecek olan Jokowi’nin ülkenin siyasal yapısının sivilleşmesi, demokratikleşme, ekonomik modernleşme vb. süreçlerle öne çıktığı izlenimi veren politikalarıyla gündeme geliyor.

Bu anlamda, Başkan Jokowi’nin Papua özelindeki tasarruflarından öne çıkanı Papua Otoban çalışmasını, bölgede ekonomik faaliyetler nezdinde mobilizasyonu ve bölge halkının oldukça düşük düzeydeki refah düzeyini artırmaya matuf bir girişim olarak görmek mümkün.

Başkan’ın bu ilgisini, daha önceki başkanlardan farklı olarak her yıl birkaç kez bölgeye ziyaret etmesinde somut olarak görmek mümkün.

Bugünlerde Papualıları hedef alan şiddet ve dışlayıcı söylemlerin Başkan’ın bu çabalarının şu veya bu şekilde önünü almaya yönelik girişimler olduğuna kuşku yok. Başkanın ve başında bulunduğu hükümetin siyasi ve sivil inisiyatifinin önüne geçen güçler, bölgede barışı zedeleyici gelişmelerdeki aktör rolleriyle öne çıkıyorlar.

Eyaletin zenginliği Papualılara yaramıyor

Bununla birlikte, bugünlerde gündeme gelen Papua krizinin tam da böylesi bir süreçte gerçekleşiyor olması üzerinde durmak gerekiyor. Bunun birkaç nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan en aşikâr olanı, Papua topraklarının sahip olduğu zengin maden ve gaz rezervleri.

On yıllardır bölgede, özellikle Batılı madencilik şirketlerinin faaliyetlerinin hem bu küresel şirketler hem de Endonezya merkezi hükümeti için önemli gelirler olarak anlam bulması.

Bu ekonomik kazanımın en güzel ifadesi ise, ABD madencilik şirketi Freeport McMoran ile Endonezya Hükümeti’nin ortaklığında işletmecilik hakkını yürüten Grasberg Mine adlı kuruluşun faaliyetlerinde karşılık buluyor.

Yakın geçmişte Freeport’ın bölgedeki faaliyetlerinin durdurulması yönündeki Cakarta’da gündeme gelen görüşler iki taraf arasında önemli gerçekleşen görüşmeler sonrasında yeniden onayla sonuçlanmıştı. Açıkçası, bu süreçte hangi aktörlerin ve faktörlerin rol oynadığı konusu hiç kuşku yok ki, Papua eyaletinin kaderi ile yakından ilgilidir.

İşin bir diğer yanında ise, klişe bir ifade olarak değerlendirilme ihtimali yüksek de olsa, gerçekliği yansıtması dolayısıyla özellikle, ordu güçlerinin sivil hakimiyetin tesis edilemediği bölgelerde sahip olduğu üstünlüğü bırakmak istememesi karşımıza çıkıyor.

Endonezya ordusunun bu konuda Cakarta’daki sivil siyaset üzerinde sahip olduğu etkiyi de dikkate alarak, bu yapının Papua’daki gelişmelerde yönlendiriciliğinin şüpheyle karşılanmayacak düzeyde olduğu tahmin edilebilir. Bölgede hak ihlalleri konusundaki iddiaların üzerine gidilememesinin herhalde bir nedeni de yine bu ve benzeri yapıların varlığı ile açıklanabilir.

Bitmeyen sömürgecilik bağlamı

Papualıların siyasi talepleri, diğer benzeri talepler de olduğu gibi bağımsızlık öncesi sömürgecilik süreçleriyle bağlantılı.

Hollanda sömürgeciliğinin sona erdiği ve yerine Endonezya Cumhuriyeti’nin kurulduğu 17 Ağustos 1945’te Papua bölgesi Yeni Gine adıyla Hollanda sömürgesi olmaya devam etti.

1961 yılında Papua’da Hollanda’dan ayrılma talepleri gündeme gelirken, bir yıl sonra New York anlaşmasıyla Papua’nın Endonezya Cumhuriyeti’ne devri gerçekleşti. Ardından bölgede toplumsal huzursuzluk sonrasında, 1969 yılında silahların gölgesinde yapılan göstermelik referandum bölgeyi Endonezya topraklarında tutmanın aracı oldu.

Papualıların kendilerini sanki bir sömürge yönetimi altında yaşıyorlarmış hissetmelerine sebep, dışlayıcı ve aşağılayıcı söylemlere maruz kalmaları, bölgelerindeki ekonomik zenginlikten pay alamamaları, demokratik süreçlere katılamamaları olduğu görülüyor.

Jokowi’ye sorumluluk

İkinci dönem başkanlığına resmi olarak başlayacak olan Jokowi’nin ülkede son dönemde ortaya çıkan anarşi boyutuna taşındığı gözlemlenen toplumsal huzursuzlukları dindirebilecek siyasi iradeyi ortaya koyması gerekiyor.

Bunu, öncelikle oluşacak yeni kabine üyelerinin seçiminden başlayarak, özellikle ülkede yolsuzluklar ve adaletsizlikler üzerine gidecek yasal ve kurumsal yapılaşmaların sağlıklı bir şekilde yeniden tesisi ve yönetebilmesi oluşturuyor.

Papua konusu da hiç kuşku yok ki, bu sürecin bir parçası. Bu noktada, Jokowi ve hükümetin yanı sıra, geniş toplum kesimlerinin ve/ya bunları temsil makamındaki kurumların, bu gelişmeler karşısında sessiz kalması değil, adaleti tesis edecek süreçlerde aktif olarak yer almaları sürecin sağlıklı bir şekilde ilerlemesinde katkısı olacaktır.


Eğitim’de adalet olgusu


Mehmet Özay                                                                                                                        26.09.2019

Eğitim’in öncelikli hedefinin, insanoğlunun fıtratına uygun bir insan teki inşa etmek olduğu konusu, kadim ve geleneksel toplumların başat bir özelliğidir. 

Bunun, günümüzde kullanıldığı şekliyle kısır bir anlamda, salt tek’e indirgenmiş ve yalıtılmış bireye işaret etmediği, aksine bireyden hareketle çoğula giden yani, geniş toplumsal yapının oluşumuna basamak teşkil edecek bir süreç olduğu görülür. Ve bu eğitim süreci, temel olgular ve kavramlar çerçevesinde, ahlâk ve edep temelli oluşuyla dikkat çeker.

Öyle ki, toplumsal yapı içerisinde beşeri adaletin sağlanmasının, böylesi bir ilişkinin varlığıyla ve geliştirilmesiyle ilişkisi göz ardı edilemez. Bu anlamda, insanın akl eden bir varlık olması ile fıtrata uygun eğitim arasındaki bağ üzerinde düşünülmeyi hak eder.

Kadim dönemlerden itibaren insan ve insanlık üzerine görüş beyan eden düşünürler, adına eğitim denilen sürecin bireylerin iyi yönlerinin ortaya çıkarılması konusuna vurgu yapmışlardır. Bu yaklaşım, bireyi salt kendisiyle sınırlı bir duruma indirgemeyip, aksine bireyin toplumsal ilişkilerin sağlıklı yapılanmasındaki ve dolayısıyla adaletin sağlanmasındaki rol ve önemine dikkat çeker.

Bununla birlikte, Batı Avrupa’da son dört yüzyıllık süreçte ortaya çıkan ve günümüze kadar gelişme gösteren, adına modernleşme denilen sürecin giderek kurumsallaşmasıyla, eğitim olgusu da asli unsurundan uzaklaşmıştır. 

Öyle ki, diğer toplumsal kurumların yanı sıra ve belki de öncelikli olarak eğitim kurumunun ahlâk ve edep temelli insan yetiştirme yaklaşımı, modernleşme ile birlikte dönüşerek tali bir niteliğe bürünmüştür.

İnsanın artık kendinde bir aktör değil, kitlelere eklemlenen ve eğitim başta olmak üzere her toplumsal kurum içerisinde pasif bir tüketici konumuna indirgenmesi, onun tekil ve toplumsal bir varlık olarak özgünlüğünün artık pek bir önem arz etmediğine işaret eder. Bu bağlamda, eğitim kurumu ve yapılaşması bireysel ve toplumsal iyinin inşasına değil, modernleşmenin öngördüğü geleneğe ve fıtrata muhalif yapılara yönelimi öne çıkaran bir boyut olarak karşımıza çıkar.

Bugün artık eğitim süreçlerine tabi olan bireylerin, bu süreçler içerisinde ve/ya sonrasında ahlâk ve edep gibi sıfatlara konu olmaması oldukça düşündürücüdür. Böylesi bir gelişme, sadece post-modern veya yüksek modernliği ilk elden tecrübe eden Batılı ülkeler ve toplumlarla sınırlı değildir. Burada can alıcı husus, modernleşmenin dayattığı evrensellik olgusu ile sadece Batı toplumlarında değil, dünyanın farklı coğrafyalarında da benzer bir sürecin işlemekte olduğudur.

Bu noktada, toplumların modernleşme süreçleriyle tasvir edilen gelişmişlik düzeylerine rağmen, gerek insan tekinin gerekse toplumların yüzleştiğine tanık olunan ve bu anlamda gelişmişlikle tezat teşkil eden olumsuzluklar günümüzün normali kabul edilmektedir. Öyle ki, akademik ve popüler gündem çerçevesinde, eğitim alanında hakim görüşlerin modernleşme özelinde ‘evrensellik’ iddiasına oturtulma çabası, neredeyse reddedilmesi mümkün olmayan bir kabul görmektedir.

Oysa, modernleşmenin küresel toplumun belli bir kesiminde, tarihi ve sosyolojik koşulların bir gereği ve/ya zorlaması olarak ortaya çıktığı dikkate alındığında, evrensellik olgusuna eleştirel bir yaklaşım geliştirmeyi gerektirmektedir. Böylesi bir yaklaşımla, fıtratı öncelleyen bir eğitim düşüncesinin geliştirilmesinin imkânı söz konusu olabilir.

Açık Medeniyet, Eylül, Sayı 17, Yıl 2 (İbn Haldun Üniversitesi Yayını)  

18 Eylül 2019 Çarşamba

Malezya’da siyasi liderlik tartışması ve Enver İbrahim / Leadership discussion in Malaysia and Anwar Ibrahim


Mehmet Özay                                                                                                                        18.09.2019

foto:businessinsider.my
Malezya’da Enver İbrahim ne zaman başbakanlık koltuğuna oturacağı sorusu halen sorulmaya devam ediyor. Bu soruya, bu kez Enver İbrahim bugün yaptığı bir açıklama ile bizzat kendisi cevap verdi ve 2020 yılı Mayıs ayında başbakanlık değişiminin yaşanacağını söyledi.

Enver İbrahim’in açıklaması, daha önce gündeme getirilen iki yıllık sürenin Halkın Adaleti Partisi’nin (Partai Keadilan Rakyat-PKR) lideri Enver İbrahim tarafından teyit edildiği ve başbakanlık değişiminin gerçekleştirilmesinin gerekliliğinin birinci elden ifadesi olarak anlaşılmalı.

Enver İbrahim açıklamasında, aşağıda detaylarına değinileceği üzere, alternatif başkan arayışlarının da önünü kapatmış oldu.

Bir yanda, şu anki hükümette ekonomi bakanı Azmin Ali, öte yanda Dr. Mahathir’in oğlu ve Kedah eyalet başbakanı Mukhriz Mahathir’in adlarının kimi çevreler tarafından gizli/açık zikredilmesi, temelde iktidar koalisyonunu oluşturan siyasi partiler arasında bir çekişme ile sınırlı değil.

61 yıllık iktidarı devirmiş bir siyasi bloğun içinde ortaya çıkacak bir çatlak, henüz daha sona gelinmemiş yolsuzluk soruşturmalarının aksamasına ve dünkü iktidar güçlerinin şu veya bu şekilde yeniden güç devşirebilecekleri bir ortama yol açabilir.

On yıllardır ülkeyi yönetmiş olan yapının omurgası ve şu an muhalefetteki Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO) ile bir zamanlar UMNO ile neredeyse kanlı bıçaklı olan Malezya İslam Partisi (PAS) arasında geçen hafta sonu imzalanan işbirliği anlaşması bu yöndeki gelişmelerden biri olarak değerlendirilmeli.

Başka bir yazının konusu olan bu işbirliği sürecinin, ülkede reformları değil, ana akım siyasetin odağında yer alan ‘etnik temelli’ politikanın devamlılığını ön görüyor.

Bu şartlarda iktidardaki Umut Koalisyonu, partiler arası çatışmayı ve/ya liderler arası çekişmeyi bir kenara bırakıp, ülkeyi son yirmi yılda yaşanan olumlu siyasi değişimlerin mimarı Enver İbrahim’le yola devam edecek şekilde yapılandırmalı.

Bu noktada, Enver İbrahim bir mülâkat vesilesiyle 2020 yılında başbakanlık devrinin gerçekleşeceğini açıklaması oldukça önemli bir gelişme olarak değerlendirmek gerekir.

Başbakanlık mücadelesi

Başbakanlık değişiminin koalisyon bloğu içerisinde partiler arasında seçim öncesi siyasi pazarlıklar sırasında yapılan sözlü anlaşmayla sınırlı olmadığı, geçtiğimiz aylarda yaşanan tartışmalarda tanık olundu.

Daha önce iki yılla belirlenen Dr. Mahathir’in başbakanlığı, iktidarın bir yılını doldurmak üzereyken başlayan yeni bir tartışma ile farklı bir veche kazanmaya yüz tutu. Önce, Dr. Mahathir, ülke ekonomisinin düzlüğe çıkartılmasının şart ve bunun kendisince yapılması gerektiğini söyleyerek üç yıla talip olduğunu ifade etti.

Ardından geçen yaz başında, başbakan Dr. Mahathir Muhammed’e yakın bazı çevreler, başbakanlığın devrine dair belirlenmiş bir zaman olmadığı ve hatta başbakanlık değişiminin olup olmayacağını da açıkça gündeme getirdi.

Gereksiz arayışlar

Buna paralel olarak yürütülen bir başka çaba ise, Dr. Mahathir sonrası dönem için hükümette ekonomi bakanlığı yapan Azmin Ali bazı çevreler tarafından gündeme getirilirken, bu konuda Dr. Mahathir’in de aynı görüşte olduğuna dair yaklaşımlar dikkat çekiyordu.

PKR genel başkan yardımcısı olan, ulusal hükümette yer almadan önce Selangor eyaleti başbakanlığını yürüten Azmin Ali’nin kuşkusuz ki en önemli özelliği geçmişte Enver İbrahim’in en yakınında bulunmuş bir isim olması.

Bugün Azmin Ali’nin adının başbakanlık için gündeme getirilmesi bir anlamda usta-çırak arasında siyasi bağın kopuşu ve bir anlamda PKR içinde parti içi çekişmelerin önünü açmaya matuf bir yönü olduğu düşünülebilir.

Bu noktada, Dr. Mahathir’in iktidar ortakları arasında yapılan siyasi ortaklık anlaşmasına muhalif hareket etme noktasında ön plânda olduğunu düşünmek yanlış olur.

Unutulmamalı ki, Malezya’da hala önemli bir kitle Enver İbrahim’in başbakan olmasını bekliyor. Bu çerçevede Azmin Ali’nin bir şansı olduğundan bahsedilemez. Kaldı ki, parti içinde kalarak Enver İbrahim’e meydan okumasının da siyasi rasyonalite ile uyuşan bir yanı bulunmuyor.

Enver İbrahim’in, son derece hassas bir konumda yani hapiste olduğu bir dönemde ittifak sürecini başlatan bizzat Dr. Mahathir’in kendisi. Kaldı ki, bu ittifak oluşumunun, salt siyasi bir anlaşmanın ötesinde iki siyasi lider arasında geçmişte yaşanmış anlaşmazlıkların ve haksızlıkların üzerinin örtülmesi gibi oldukça bağlayıcı ve manevi bir yönünün olduğu da ortada.

Zaten Dr. Mahathir de bunu hatırlayarak, Haziran ayı sonlarında yaptığı bir açıklamada, “O’na söz verdim” diyerek Enver İbrahim’e başbakanlık devrini, zaman belirtmemekle birlikte, bir kez daha ortaya koydu.

Dr. Mahathir’in, yukarıda zikredilen duyarlılığı bozacak yeni bir siyasi yapılandırma çabasının aktörü olmasından değil, özellikle kendi partisi içerisindeki bazı ‘derin’ siyasilerin tesirinde kaldığını söylemek mümkün.

Bu isimler gizli saklı da değil açıkçası. Aksine, tartışmaların yapıldığı günlerdeki basın açıklamalarına bakıldığında bunları ismen ortada oldukları görülecektir.

Bölgesel yapılanma

Malezya’da 61 yıl boyunca iktidarı elinde tutan Ulusal Cephe (Barisan Nasional) koalisyonunun, 2018 Mayıs’ındaki 14. genel seçimleri kaybetmesi ve yerine Umut Koalisyonu’nun (Pakatan Harapan  -PH) iktidarı yakalamasını sağlayan aktörlerin başında gelen olan Enver İbrahim’in başbakanlık koltuğuna oturacağı haberi sadece Malezya’da değil, ASEAN bölgesi başta olmak üzere çeşitli ülkeler tarafından da yakından takip ediliyor.

Enver İbrahim’in, özellikle siyasi liderlik konusunda önemli zaafları bulunan ASEAN’ı bölgesel ve küresel güçler karşısında aktif bir yönelime sevk edebilecek yeteneğe ve kapasiteye sahip olduğu gözlerden kaçmamalı.

ASEAN’ın genel sekreterliğine başkent Cakarta’da ev sahipliği yapan ve bu anlamda birliğin şu veya bu şekilde doğal lideri kabul edilen Endonezya’yı aktif hale getirebilecek bir süreç beklenebilir.

Hiç kuşku yok ki, ASEAN içerisinde bölgeyi ve dünyayı tanıyan ve siyasi aktörlüğü ile öne çıkacak bir Enver İbrahim bölgede siyasi, ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine önemli katkısı olacaktır.

Malay dünyasının toparlanması

Ayrıca Malay dünyasının bölgedeki iki önemli temsilcisi konumundaki Malezya ve Endonezya ilişkilerinde Enver İbrahim başbakanlığı ile yeni bir sayfa açılacaktır.

Bunun örneğini, 1990’lı yıllardaki bakanlıkları döneminde ortaya koyan Enver İbrahim’in yeni dönemde bu süreci yeniden başlatabilecektir.

Bu noktada, Endonezya kamuoyundan aldığı ve alacağı olumlu desteğin hiç kuşku yok ki, Cakarta merkezi hükümetinin de bu taleplere uygun karşılık vermesini kolaylaştıracaktır.

Malezya’da yaşanacak başbakanlık değişimi, salt bir liderlik değişimine işaret etmiyor. Bunun ötesinde, önümüzdeki dönemde ülkede reform süreci açısından da önem taşıyan bir gelişme olacaktır.


10 Eylül 2019 Salı

Gündelik yaşam ve çoğullaşan eğitim-öğretim faaliyeti

Mehmet Özay                                                                                                              11.09.2019

Her Eylül ayında, okulların açılmasıyla toplumda sosyal etkileşimlerin nitelik ve niceliğinin arttığı bir döneme girilir. Evindeki, evinin yakın çevresindeki değişik yaş gruplarından çocukların ve erken gençlik yıllarını yaşamaya başlayan gençlerin, adına okul denilen çeşitli düzeylerdeki eğitim kurumlarına devamları önemli bir hareketliliğe neden olmasıyla dikkat çeker.

Bu hareketlilikte ‘aktör’ olduğu varsayılan öğrenciler, okullarda sürdürülen formel eğitim-öğretim süreçlerini paralel ve/ya dikey kesen toplum kesimlerle, zorunlu ve/ya bile isteye kurdukları şu veya bu şekildeki sosyal etkileşimlerin odağındaki kişilerdir.

Bununla birlikte, eğitim-öğretim sürecini destekleyici mahiyette ulaşım, konaklama, yeme-içme, güvenlik, koordinasyon, temizlik, serbest zamanlar gibi pek çok kurumsal alanın işgal ettiği önemli bir yapılar topluluğu dahil olur bu sürece.

Öğrenciler ile söz konusu bu kurumsal yapılar içerisindeki kişilerle gerçekleştirilen etkileşimin odağında yer almakla birlikte, bu kurum ve her kurumlar içerisindeki ilgili kişiler de kendilerini, bu etkileşimin odağında görme eğilimindedir. Ve bu kurum ve kişiler çeşitli özellikleriyle, ailede ebeveynlerden, okulda müdür ve öğretmenlerden yani, eğitim-öğretim sürecinde öğrencinin ‘en yakınında’ olduğu varsayılan kişilerden ayrışırlar ve farklılaşırlar.

Yatılı okullarda ve/ya pansiyonlarda kalan öğrenciler; köyden-metropollere kadar çeşitli düzeylerdeki yerleşim yerlerinde yaşayan öğrencileri evlerinden okul kapısına kadar getirecek ulaşım ağı ve sistemi, ki bunun içine ebeveynin özel aracıyla çocuğunu okul kapısına bırakması, özel servis hizmeti sunan şirketlerin varlığı, özel olup yasa dışı çalışan servisçilik hizmeti, belediye otobüsleri, minibüsler, tren ve metrolar vb. önemli işlev görürler.

Öğrencinin evinde mutlaka yapması gerektiği ileri sürülen kahvaltı ile sınırlı olmayan, yanı başındaki bakkal, okul sokağının köşesindeki simitçi ve börekçi dükkânı, okul binasında yüzlerce kişiye hizmet sunması beklenen kantin ve yemekhane, okul çıkışlarının ardından doldurulan kafeler vb. yeme içme süreçlerinde rol alır.

Site çocuklarının sabahın erken bir vaktinde servis bekleşmelerinde göz kulak olması umulan site güvenlik yetkilisi; öğrencilerin ev-okul arasında şehir ulaşım ve güvenliğinden sorumlu trafik başta olmak üzere emniyet görevlileri; okul binalarının girişlerindeki güvenlik görevlileri; hatta okul içinde nöbetçi öğretmenler bu güvenlik olgusunu anlamlı kılma uğraşı verdiği düşünülen kişilerdir.

Gün boyu yinelenen bir nüfusu içinde barındıran okullarda, temizlik olgusu kurum içerisinde temizlik hizmeti veren şahıslarla sınırlı olduğu varsayılsa da, gün içinde farklılaşan süreçlerde sınıf ortamından tuvaletlere, servis araçlarından yemekhanelere kadar düşünülmesini gerektiren bir özelliği içinde barındırır.

Öğrencinin daha sabah servis aracıyla başlayan ve/ya diğer araçlarla okula kadar süren seyahatini, okulda teneffüsleri ve okul dönüşü evde/yurtta buluşacağı önemli bir ‘boş zaman’ dilimi, diğerlerinin yanında hiç de göz ardı edilebilecek bir durum arz etmez. Aksine, bu boş zamanı bir birey olarak öğrencinin, artık tek başına doldurmasına el verecek imkânlar/araçlar bulunduğu gibi, bu imkân ve araçları paylaşabileceği yanı başındaki bir kişiden veya bir gruptan ibaret arkadaşlarla da değerlendirmesi beklenir.

Bu tekil imkânın dışında, öğrenci tekini kendine çekme konusunda oldukça cazip imkânları elinde bulunduran ve adına genel itibarıyla ‘eğlence’  dediğimiz ‘boş zamanları değerlendirme’ kurumların çeşitli araç ve yöntemleriyle tüm dikkatleri ile cazip hale gelmek için hazır beklemektedirler. 

Boş zamanların içine, naif bir ilgiymiş gibi gözüken bir tek sigara tüttürümünden bağımlılığa kadar uzanan hap kullanımına, tavladan suni futbol sahalarındaki rekabete, pornografiden sanatsal faaliyetlere kadar çok çeşitli alanların dahil olduğunu görürüz.

İşte bu sayılan -ve de sayılmayan- kurumlar ve bu kurumlarda belli rol ve işlevler üstlenen bireyler ve gruplar kendilerini, yeni başlayan eğitim-öğretim yılı ile birlikte aktif hale geçerek bu devasa işin odağında görürler. 

Söz konusu kurumlarca ve/ya bireylerce ve gruplarca öğrenci tekine yönelik sergilenen ilgi ve alâkanın, maddi bir çıkar ilişkisinin öne çıkartıldığı bir boyutu da içerdiği ortadadır. Hedefte var olduğu izlenimi verilen eğitim-öğretim sürecinin ilgili kişiye/kuruma ekonomik kazanımının gizli/açık öncellendiği bir süreçtir bu.

Dikkat edildiği üzere, yukarıda adına eğitim-öğretim denilen sürecin bizatihi kendisine yani,  sınıf içi ve okul içi profesyonel ve yarı/gayri profesyonel aktivitelere atıfta bulunmadım. Öğretmenlere, müdür yardımcılarına, müdürlere, ilçe ve il milli eğitim yapılarına ve de bakanlığa!

Ya da söz konusu bu eğitim-öğretim kurumunun gölgesinde kaldığı izlemini veren veya verilen dershanelerin (pardon etüd merkezlerinin) ya da gelecek belirsizliğini göz önüne alarak, yapılanmasını, zorda kalmış bir özel okul işletmesini devr alarak yeniden yapılandıran, dershane işlevini ‘özel okul tabelası’ altında sergileme eğilimi sergileyen kurumların eğitim-öğretim sürecinin hangi boyutuna denk geldiğine değinmedik. Çünkü daha bu yapılara gelmeden eğitim-öğretime hazırlık denilen ve yukarıda kısmen değinilen unsurların nerede durup nasıl bir işlev yüklendiğini epeyce bir düşünmek gerekiyor.

Bir başka açıdan bakıldığında belki kimileri, yukarıda sayılan (ve belki de ilâvelerde bulunabileceğimi diğerleriyle birlikte) unsurları, aslında adına eğitim-öğretim denilen sürecin hakkıyla, anlamlı ve adilane bir şekilde yerine getirilmesinin araçları ve dinamikleri olduğunu iddia edebilir. Bunda haklılık payının olmadığı söylenemez elbette.

Ancak bir minibüs şöforü, bir bakkal, bir servis işletmecisi, bir temizlik hizmetlisi, bir simitçi, bir trafik polisi ve dahi diğer araçsal unsurlar gün içinde öğrenci teki ile karşı karşıya geldiğinde, eğitim-öğretim faaliyetine nasıl bir katkı yaptığının bilincinde midir sorusunu sormamız gerekiyor.

Burada bir başka soruyu da gündeme getirebiliriz. Acaba yukarıda zikredilen tüm bu yapıların bizatihi kendisi bilinçdışı bir edim olarak, okul kurumu tarafından resmi ve profesyonel olarak verilmesi beklenen eğitim-öğretimin yerine ikame edilecek bir tür ‘korsan’ eğitim-öğretim faaliyeti mi gerçekleştirmektedirler?

Korsanlık olgusunun, sadece -diyelim ki, oyun ve/ya pornografik işlerle ilgilenen kişi ve yapıların gizliden/açıktan sürdürdükleri bir faaliyet ve de eğitim süreciyle ilintili olduğu sanılmasın. Formel eğitim-öğretim süreçlerinin ana hedeflerini destekleyecek unsurları içinde barındırmayan, gün içerisinde ortaya çıkan tüm bu ilişkiler ağının, korsan eğitim faaliyetine hizmet verdiklerini söylemek mümkün.

Gün içerisindeki etkileşimler bağlamında, çok sınırlı bir zaman diliminde dahi gerçekleşmiş de olsa, bu yapıların -kişi ve kurumlar- ortaya koydukları dilsel, düşünsel ve fiziki diyebileceğimiz çeşitli bağlamlardaki eylem düzenlerinin, öğrenci teki üzerinde bıraktığı iz/ler/in birikimsel olarak bir tavra dönüşmesi halinde, karşı karşıya kalınan sorunun artık üstesinden nasıl gelineceğine dair bir başka sürece evrilmiş oluruz.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2019/09/11/gundelik-yasam-ve-cogullasan-egitim-ogretim-faaliyeti/