21 Ekim 2016 Cuma

Filipinler-Çin İlişkilerinde Yeni Dönem / A New Era between the Philippines and China


Cihan Kurtaran                                                                                                                        21.10.2016

Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte’nin Çin’e yapmakta olduğu resmi ziyaret iki ülke ilişkilerinin yanı sıra, Güney Çin Denizi’nde yaşanan gerilimlerden ABD ile olan ilişkilere kadar uzanan farklı boyutlarıyla dikkat çekiyor. Başkan Duterte’nin bu ziyareti, son dönemin bölgedeki sürprizi sayılabilecek bir gelişme olsa da, onun ileri sürdüğü gibi iki ülke ilişkilerinin başlangıcının 41. yılına tekabül etmesinin ötesinde tarihi bir niteliğe sahip olup olmadığını söylemek için ise oldukça erken.

Bu ziyaretin önemi, Güney Çin Denizi’nde egemenlik iddiaları çerçevesinde ‘mahkemelik’ olacak denli diğer ülkelerden farklılık arz eden iki ülke ilişkilerinin şu an ne yöne evrileceğiyle ilintilidir. Bu bağlamda, Çin’in 2012 yılında bu denizdeki hak iddialarını gündeme getirmiş ve akabinde, Filipinli balıkçı teknelerinin bölgeye girişlerini engellemişti. Bunun ardından, Filipinler hükümetinin 2013 yılında Çin’e karşı Uluslararası Tahkim Mahkemesi’ne açtığı davanın 12 Temmuz’da Çin aleyhine sonuçlanması, Çin’in argümanlarının küresel kamuoyu önünde gerçeksizleştiği kanaatinin yaygınlaşmasına neden olmuştu. Ve mahkemenin bu kararıyla Filipinler bir anda ASEAN içerisinde ve uluslararası çevrelerde Çin karşısında kazanan taraf muamelesi görmeye başlamıştı.

Ancak, yeni başkan Duterte, Tahkim Mahkemesi’nin konuyla ilgili kararının bir örneklik temsil etmesinden hareketle, ASEAN içerisinde siyasi bir güç bloğu oluşturmaya matuf girişimlerde bulunmak yerine, sessiz kalmayı yeğledi. Hatta, adalarla ilgili egemenlik iddiası bağlamında ABD’nin Filipinler’le işbirliği çerçevesinde dahi olsa, konuya müdahale etmekten kaçınması uyarısında bulunuyor ve böylece Filipinler’in Çin’le olan anlaşmazlığını kendi başına çözebileceğini ileri sürüyordu. Duterte, Güney Çin Denizi konusunda politika değiştirmek suretiyle ABD’yi devre dışı bırakmaya çalışırken, yaşanan bir başka gelişme Filipinler-ABD ilişkilerinin tedrici bir gerilemeye başladığı intibaı oluşturuyordu. Filipinler’de ulusal bir sorun olarak uyuşturucuyla mücadelede izlenen yöntem karşısında ABD, ‘insan hakları’ ve yasaların öncellenmesi gibi değerlerini öne çıkarttı. Duterte’nin seçim kampanyasında Filipinler halkına verdiği söz ve ulusal politikaların temelini oluşturan bu konuda karşı karşıya kaldığı eleştiriler üzerine sıradışı bir söylem geliştirerek ABD Başkanı’nı hedef alan çıkışlarına tanık olundu. Bu süreç, ABD ile ilişkileri gerginleşmesine yol açakken, Filipinler yönetimi dış politikasını gözden geçirme ve bir anlamda beklenilmeyecek şekilde Çin’le yakınlaşma söylemi gündeme geldi.

Duterte’nin Çin ziyaretinden günler önce Güney Çin Denizi gibi hassas bir konusu masaya getirmeyeceğini, ardından buna tezat teşkil edecek şekilde, Uluslararası Tahkim Mahkemesi kararını görüşmelerde gündeme taşıyacağı yollu açıklamaları hem kendisinin hem de Filipinler hükümetinin aslında kafasının net olmadığını ortaya koyuyor. Bir yanda uluslararası bir mahkemenin aldığı karar, Filipinler devletinin çıkarları ve egemenlik iddialarının meşruiyeti, öte yanda Duterte’nin 30 Haziran’dan bu yana yönünü değiştirmeye çalıştığı Dış politika ve orta ve uzun vadede ülke çıkarları hiç kuşku yok ki Filipinler’de ilgili kurumlarda da bir kafa karışıklığına işaret ediyor.

Öyle ki, yeni yönetim Çin’le kopan ilişkilerin faturasını da bir önceki hükümet çıkartarak, adalak ve egemenlik iddiaları kavramlarını rafa kaldırmışa benziyor. Bu noktada, Filipinler Dışişleri Bakanı ve diğer bazı ilgililerin bir önceki Aquino hükümetinin Çin’le ilişkileri salt birkaç adacıkla ilgili düzeye indirdeği yollu suçlamalarında doğruluk payı olsa da, bizzat başkan Duterte’nin çıkışlarıyla ABD ile olan ilişkileri sarsan bir ‘siyasi tercihin’ de ülkenin dış ilişkilerinde kısırlaşmanın bir örneği olarak gündeme getirilebilir. Bu çerçevede, ABD’ye kafa tutar bir şekilde “Sizin yardımınız olmadan da ayakta kalabiliriz” diyen aynı Duterte, bugünlerde Pekin yönetiminden borç ve yatırım sözü alma uğraşında. Bu noktada kimilerinin ileri sürdüğü üzere acaba, Duterte gençlik yıllarından kalma eski ‘solcu’ damarını öne çıkarıp, pür kapitalist Amerikan yerine, ‘komünizm soslu’ Çin kapitalizmini yeğlediğini mi kanıtlamak istiyor?

Öte yandan, düne kadar çatışmacı bir ilişkinin tarafı olan Çin ve Filipinler yetkililerinin bu ziyaret çerçevesinde masaya oturması, iki ülkenin ABD karşıtlığında birleşilebileceğini gösteriyor. Bu noktada, hiç kuşku yok ki, Duterte, Çin ile ABD arasındaki gerilimlerin farkında ve bundan da mümkün olduğunca faydalanmayı hedeflediğini Pekin’e ayak basar basmaz yaptığı açıklamada, “Bu ziyarette ülkem için önemli başarılara imza atacağım” tarzında bir cümle sarf ederek ortaya koydu. Buna karşılık, Çin yönetiminin, Filipinlerin ‘dış politikada’ eksen değişimini ön gören bu açılımına nasıl karşılık vereceği ise henüz belirginlik kazanmış değil. Ancak, Çin yönetiminden yapılan ve Filipinler’in hassas olduğu anlaşılan uyuşturucu politikasını uygulamasına haklılık gören açıklama bir ilk adım olma özelliği taşıyor. Bununla birlikte, insan hakları, yasaların üstünlüğü vb. bağlamları birincil şart kabul eden ABD’nin aksine, Filipinler’in iç işlerine karışmayan Çin’in, Manila’nın bu eksen değişiminde hemen yanı başında hazır ve nazır, ‘dost ve müttefik bir ülke’ olduğunu söylemek için ise henüz erken.

Hiç kuşku yok ki, Filipinler’in Güney Çin Denizi anlaşmazlığı’nda ABD’nin desteğini/müdahalesini yadsıması ve ABD ile askeri tatbikatları en azından dondurduğunu ilân etmesiyle bölgedeki ABD varlığının gerileyebileceği ihtimali Çin yönetimini memnun etmiş olmalı. Ancak Duterte’nin ülkesinin ulusal dış politikasını bir günde farklı mecralara döndürme çabasının Çin yönetimini irrasyonel bir cazibeye sevk ederek ikili ilişkileri stratejik ortaklık, askeri işbirlikleri gibi çok üst düzeyde bir bağlama oturtmayacaktır. Bu noktada Çin, bekle gör politikasını tercih ederek hem Filipinler ulusal politikasında hem de hükümetin ABD ile ilişkilerinde nasıl bir seyir alacağının takipçisi olacaktır. Bu noktada Çin hükümeti diğer benzeri ülkelerle ilişkilerinde gözlemlendiği üzere alt yapı çalışmaları, ticaret ve yatırımlar konularında Filipinlerle ilişkilerde mesafe almayı öncelleyecektir. Böylece düne kadar çatışan iki ülke ilişkilerinde siyasi güven tesisinin yolunu açacaktır.

Gelinen bu noktada, Çin tarafını yakından ilgilendiren Duterte’nin ‘bağımsız’ dış politika yanlısı bir tutum sergilemesidir. Bu husus, temelde olumlu bir argüman ve yönelim olsa da, ‘bağımsız dış politika’nın Doğu ve Güneydoğu Asya gibi üretim ve tüketim eksenli kalkınmacı ekonomilerine ev sahipliği yapan bir bölgede neye tekabül ettiği ise oldukça sorunlu. İşin öte yanında yakın geçmişi Amerikan sömürgeciliğe dayanan, iç ve bölgesel güvenlik politikalarını halledememiş bir Filipinlerin nasıl bir bağımsız politika güdeceği meselesi üzerinde düşünülmesi gereken bir husus. Öte yandan, Duterte’nin ziyareti öncesinde Çin dışişlerinden yapılan açıklamada Filipinlerin bağımsız dış politika gütmesinden duyulan memnuniyetin olsa olsa Çin’in Güney Çin Denizi egemenliği iddiaları çerçevesinde bölgedeki ülkelerle teke tek masaya oturma arzusuna tekabül etmesidir. Kaldı ki, bu argüman da Duterte’ye değil, Çin’e ait. Egemenlik iddiaları bağlamında ASEAN’a üye dört ülke ile ASEAN’ı muhatap almak yerine, bu ülkelerle tek tek masaya oturma teklifini evvelinden gündeme getiren de Çin. Duterte’nin bu yöndeki söylemi olsa olsa Çin argümanının tekrarından ibaret ve Çin’in su yoluna gittiğinin bir işaretidir.

O zaman bu üç günlük ziyarette Duterte’nin amacı, iktidarının ilk gününden itibaren uluslararası çevrelerle ‘dalaşının’ ülke ekonomisinde açtığı yaraları bir an önce sarmak için ticari ve ekonomik ilişkileri ve Çin yatırımlarını öne çıkartmak olacaktır. Bu çerçevede, Güney Çin Denizi’ne uzun bir sahili bulunan Filipinler’deki balıkçıların 2012 yılından bu yana açılmalarının yasaklandığı denizlere açılabilmesinin yolunu açmak pratik bir başarı olarak yansıyacaktır. Çin yönetimi de bu konuda zaten “Filipinli balıkçılar söz konusu bölgede ‘belli şartlara uymak suretiyle avlanma yapabilir” açıklamasını gündeme taşıdı. Ancak burada dikkat çeken husus, Çin’in ‘izni veren’ taraf olması, söz konusu denizde egemenlik hakkı konusunun üstü kapalı kabullenişi olduğu izlenimi veriyor. Çin ve Filipinler bölge denizinde açık/gizli bir çatışma içine girmezken, Filipinler hükümetinin bölge denizindeki haklarını da iddia düzeyinde dahi gündeme taşıyamadığı sonucu ortaya çıkıyor.

17 Ekim 2016 Pazartesi

Küresel Güç Dengeleri Bağlamında BRICS Modeli / The BRICS Model in the context of Global Balance of Power


Mehmet Özay                                                                                                                           17.10.2016

Add caption
Hindistan hafta sonunda küresel ekonomi ve siyasetinde belirleyici olmayı hedefleyen BRICS toplantılarının 7.sine ev sahipliği yaptı. BRICS akronimi Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın İngilizce baş harflerine tekabül ediyor. Söz konusu bu oluşumu biraraya getiren ideolojik bir duruş veya benzerlik değil, aksine dünyanın değişik bölgelerinde 1980’lerden yani, küreselleşmenin giderek gündeme damgasını vurmaya başladığı yıllardan bugüne kadar birlikte tecrübe etmekte oldukları kalkınma süreçleridir. Çin’in bu bağlamda ekonomik kalkınmışlığının küresel siyaset ve askeri varlığını takviye edici bir boyuta taşımasında da görüldüğü üzere, BRICS şu veya bu şekilde, siyasi ve askeri rol alabilme potansiyeli de içinde barındırıyor.

BRICS Nedir?
BRICS adı verilen bloğa üye ülkelere baktığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Latin Amerika’nın devasa ülkesi ve gıda üretim merkezi Brezilya; sınırları doğu Avrupa’dan bir yanda kuzey kutbuna öte yanda doğu Çin Denizi’ne kadar uzanan Avrasya’nın enerji devi Rusya; Hint Alt Kıtası’nın diğer ülkeleriyle kıyaslanamayacak geniş topraklarıyla Hint Okyanusu’nun doğusuna ve batısına hakim sınırlara sahip Hindistan; Asya’nın doğusunda Doğu-Güney Çin denizleri sınırından Orta Asya’ya kadar uzanan geniş topraklarıyla ve son otuz yıldaki ekonomik kalkınmasıyla küresel ekonomik güç sıralamasında ikinci sırada bulunan Çin ve Afrika kıtasının toprak zenginliğinden ziyade doğal kaynaklarının veremliliğiyle ve jeo-stratejik önemiyle dikkat çeken ülkesi Güney Afrika.

Adı ilk kez ekonomik belirsizlikler döneminin yaşandığı yüzyılın başında ortaya çıkan orta ve uzun vadede küresel ekonomiye alternatif bir çözüm olarak gündeme getirilen söz konusu bu oluşumu benzerlerinden ayıran ise aralarında Batılı bir devletin bulunmaması. Dünyanın kalkınmacı ülkeler sıfatını taşıyan ülkelerinden istatistik olarak en öne çıkanları barındıran bu blok, bölgesel ve küresel siyasi ve de askeri güç odağı olma potansiyelleri/realiteleri ile kendilerini aktör konumunda gören ülkelerden oluşuyor. Önce dört ülke ardından Güney Afrika’nın da katılmasıyla beşli bir blok halini alan BRICS, 2006 yılında birliğin üç Asya üyesi arasında yapılan ilk toplantının ardından 2009 yılından bu yana düzenli olarak her yıl biraraya geliyor.

BRICS, Batılı ekonomistlerin tıpkı ruhani liderlerine benzer şekilde ekonomi mesihçiliğine soyunarak yüzyıllık süreçte dünya ekonomisine neyin, hangi ülkelerin, ne şekilde yön verebileceğinin öngörüsel tecrübelerine binaen ortaya konan bir yapı. Uzmanların, bloğa üye ülkelerle ilgili yirminci yüzyıl kalkınma endekslerine bağlı istatistiki verilerden hareketle gelecek yüzyıla projeksiyon sunan anlayışını destekleyenler kadar desteklemeyenler de bulunuyor. Dolayısıyla BRICS bir anlamda bir ekonomi teorisinin henüz test edilmemiş halini oluşturuyor. 2001 yılında gündeme getirilmesine rağmen, bugün küresel tanınırlık noktasında örneğin, 2010’da gündeme gelen Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) çerçevesindeki oluşumun düzeyine ulaştığını söylemek güç. Bu durum BRICS’in sahip olduğu potansiyellerin inkârı anlamı taşımıyor elbette.

Tekil kalkınmacılık hamlesinden Güney Birliği’ne
Toplantıların ticaret ve maliye gibi ekonomiyle ilintili bakanlıklar ve uzmanlar arasında değil eğitim, sağlık, tarım, iletişim gibi değişik alanları içine alan geniş bir çerçeveyi kapsaması, aslında birlik ülkelerinin farklı bir yönetim ve toplumsal model üretme çabası içerisinde olduklarını da akla getirmiyor değil.  Buna ilâve olarak, blok içerisinde Batılı bir devletin olmaması da, kimi çevrelere alternatifi bol ‘hoş’ bir manzara sunabilir. Ancak bu ülkelerin bugün eriştikleri kalkınmacı ekonomi modelinin kendilerinin bir ‘icadı’ olmadığı gibi, bu ülkeler dün olduğu ve bugün tecrübe edildiği üzere kendi aralarında da bir ‘tatlı rekabet’ içerisindeler. Bu anlamda ‘birlik’ ruhunu tesiste, bu ülkelerin kat ettikleri ekonomik kalkınmada izledikleri modelin yakın ve orta vadede küresel ekonomi-siyaset sistemine damga vurabilecek bir açılıma zemin hazırlayıp hazırlamayacağı söylemek şimdiden güç.

Bu bağlamda, kimi çevrelerce “Güney birliği” olarak da anılan bu oluşumun “Kuzey”in ekonomi politikaları ve yapılaşmasından nerede ayrıldığı ise belirgin değil. Bu husus, tekil örnek olarak Çin özelinde gündeme gelen liberal ekonomi modelinin kalkınma sürecindeki rolü ile gene Çin’in bugün BRICS içinde öne çıkan konumu dikkate alındığında, birliğin güney ya da üçüncü dünyaya adaleti tesisi temel alan yeni bir ekonomi modeli koyup koyamayacağı bir sorun teşkil ediyor. Bununla birlikte, küresel sistemin temel belirleyici aktörleri yatırımlar noktasında elini geri kalmış ve kalkınmakta olan ülkelerden tamamıyla çekmese de, kapitalizmin görülmeyen elinin sırtını sıvazladığı Çin’in birlik içindeki partnerlerine de alan açarak bir tür küresel ‘sorumluluğu paylaştığı’ söylenebilir.

Uzun dönemli küreselleşmeler ve Çelişkiler
Hafta sonundaki toplantının Hindistan’ın güneybatısında, Hint Okyanusu’na bakan tarihi ticaret şehri Goa’da gerçekleştirilmesi bir tesadüf değil, aksine sembolik değeri öne çıkan bir seçimdi. Bu ülkelerin üzerinde yükseldiği coğrafya beş yüz yıl önce, örneğin Goa’nın da içinde yer aldığı Batı Hindistan kıyıları envai türden baharatın, ipekli/pamuklu tekstilin ‘emperium’u; Çin’in tıpkı bugün olduğu gibi güneydoğu sahilindeki liman şehirleri dönemin Japon Adaları, Malay Takımadaları ve Hindistan’dan gelen kargo gemilerinin sığınağı; Güney Afrika, köleleri ve altın madenleri; Brezilya tropik ürünlerin cenneti konumundaydı. Doğu’da ve Batı’daki bu ticari ekseni birleştiren ise Batılı sömürgeci güçlere ait ‘ticaret-donanmaları’ydı. Toplantının bu sembolik mekân seçimi kadar, küreselleşmenin sorgulanmaya başlandığı bu dönemde, BRICS, özellikle benzeri ülkeler ve geri kalkmış ülkeler için bir ümit ışığı olabilir mi sorusuna cevap aranıyor.

Bununla birlikte, birliğe üye beş ülkenin bugüne kadar nasıl bir alt yapı oluşturdukları, kendilerine, küresel ekonomiye ve siyasete nasıl bir yön ve tasarım sunacakları konusunda da pek fazla aceleci davranmadıklarını ortaya koyuyor. Birlik üyesi ülkeleri biraraya getiren başat unsur, üretim-tüketim süreçleri ve dolaşımında oluşan karşılıklı bağımlılık. Bu bağlamda, Çin’in, yukarıda dikkat çekilen üretim süreçleri için hammadde ile devasa nüfusunun ihtiyaç duyduğu gıda ürünlerinin akışı diğer üye ülkelerle sıkı bağını ortaya koyuyor. Öte yanda ise, bir tür ‘güneylilik’ ruh haliyle Batı’ya karşı beslenen bir tür karşı duruştan kaynaklanıyor.

Bu durumun BRICS’e güvenlikli bir alana açıp açmadığı ise henüz belirginlik kazanmış değil. Aksine, bir yanda teknolojik üstünlüğü halen elinde tutan batılı ülkeler ve Japonya, öte yanda özelikle Güneydoğu Asya’da benzer kalkınmacı yöntem uygulamalarıyla dikkat çeken görece daha az nüfuslu, ucuz emek ve dış yatırım desteğini almış ülkelerin varlığı BRICS üzerinde iki yönle bir baskı oluşturuyor. Bu durum, BRICS’ı bağımsız bir aktör kılmadığı gibi, küreselleşmenin bir dayatması olarak belirsizliklere açık hale getiriyor. Öte yandan, birlik üyelerinin bugüne kadar sergiledikleri ekonomik büyümeyi sürdürülebilir kılma konusunda birbirleriyle rekabet içinde olma gibi bir handikapla da yüzleşiyorlar. Örneğin, geniş yoksul ve işsiz kesimlere sahip Hindistan ve Brezilya’nın, Çin’in agresif bir şekilde başlattığı ve son dönemdeki ekonomik durgunluk nedeniyle daralan küresel yatırım imkânlarından daha fazla yararlanmak istemeleri dikkat çekiyor. Öte yandan, bölgesel ve küresel askeri yapılaşmada, özellikle uluslararası su yollarının kontrolünde Çin ile Hindistan karşı karşıya geliyor.

Belirleyici Çin faktörü
Bu ülkeler arasında gözler kuşkusuz ki, dünyanın ikinci ekonomi devi Çin’e konuşlanıyor. Bir dönem Japon mucizesi kavramı yerine ‘Çin mucizesi’ kavramını oturtan Çin devleti ekonomik üretkenlik ile dünya üretim ve tüketim kapasitelerini alt üst etmekle kalmadı, bu gelişiminin bir sonucu olarak siyasi ve de askeri varlığına pekiştirecek bir düzeye ulaştı. Çin’in bu başarısının ardında iç piyasa kadar, bölgesel ve küresel taleplere karşılık gelecek şekilde yerli ucuz emek ile dış yatırım destekli imalat sanayiini geliştirmesi yatıyor. Kalkınmanın ve ardından da yatırımların yolunu açan bu yaklaşım ‘düşük maliyetli Asya modeli’ olarak biliniyor. Ancak unutulmamalıdır ki, bu modelin motor gücünü oluşturan dış yatırım gene Batılı kalkınmış ekonomilerin saç ayaklarından olan şirketler oluşturmuştur. BRICS üyesi Brezilya ve Hindistan’ın bugün göz diktiği alan burasıdır. Önemli bir yatırımcı ülke konumuna gelen Çin’i de bu anlamda bir ’partner’ olarak daha çok yanlarında görmek istiyorlar.

14 Ekim 2016 Cuma

Kral Bhumibol’un Ölümü ve Tayland’da Yüzyılın Sonu / Death of King Bhumibol and the End of the Century in Thailand


Mehmet Özay                                                                                                                           15.10.2016

Tayland Kralı Bhumibol Adulyadej 88 yaşında hayatını kaybetti. 70 yıldır Tayland krallığının başında bulunan Bhumibol, en uzun süreyle tahtta kalan kralı unvanıyla tarihe geçti. Kralın ölümüyle Tayland’da uzun yirminci yüzyıl sona erdi. Tayland halkının ‘yarı-tanrı’ olarak kabul ettiği Kral Bhumibol babası prens Mahidol’un Harvard Üniversitesi’nde tıp öğrenimi, annesinin de Simmons College’de hemşirelik öğrenimi gördüğü dönemde Massachusetts Cambridge’de 5 Aralık 1927 tarihinde ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailenin bu ikinci çocuğuna, ‘Toprağın Gücü’ anlamına gelen Bhumibol Adulyadej adı verildi.

İki yaşındayken babasını kaybeden Bhumibol, 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar ailesiyle birlikte İsviçre’de yaşadı. 9 Haziran 1946 tarihinde abisi Ananda’nın ani vefatı üzerine 18 yaşındayken Tayland Krallığı’nın tahtına çıkarıldı. Tahta çıkma töreni ise, Tayland’ın Fransa büyükelçisinin kızıyla evlenmesinden bir hafta sonra yani, 5 Mayıs 1950’de gerçekleşti. Modern Tayland tarihiyle birlikte anılmasına rağmen, Kral Bhumibol’un ‘yeni ülkenin’ kuruluş sürecinin erken dönemlerine katkısı olduğunu söylemek güç. Çünkü 2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında devam eden bu kuruluş yapılaşması karşısında, Bhumibol yaşı ve ülke dışında olması bu sürecin dışında kalması anlamına geliyor. Bu sürecin aktörleri ise asker-milliyetçi kesimdi.

Siam’dan Tayland’a
Güneydoğu Asya topraklarında ortaya çıkmakla kalmayan, ana kıtada Laos, Kamboçya ve Malay Müslümanlarının yaşadığı Malay yarımadasına kadar sirayet eden yayılmacı eğilimleriyle de önemli krallıklardan biri olan Siam’da değişim yirminci yüzyılın başlarında kendini ortaya koymaya başladı.

Bu dönemde, etkin olan ve gelişen milliyetçilik hareketinin, o dönemki adıyla Siam’da siyasi yaşama damgası, bir ordu mensubu olan milliyetçi Phibun’un 1932 yılında monarşiye karşı giriştiği siyasi hareket oldu. Monarşi’nin ‘mutlak’ gücünü kıran; ülke siyasal yaşamını parlamenter sisteme eviren; takvimi, bayrağı ve milli marşı yenileyen; ülkede ekonomiyi elinde tutan Çinlilere karşı Tay iş dünyasının yeşermesine ve gelişmesine devlet desteğini sunan Phibun tipik bir modernleşmesi asker-siyasetçi olarak Tayland’ın kuruluş yıllarına önderlik etti.

Bu gelişme sadece dönemin Siam toplumu ve siyaseti içinde değil, aynı zamanda bölgesel ve de küresel değişim fırtınasının bir eseriydi. Kimi ülkeler monarşik sistemi tamamen ortadan kaldırırken, Siam’da monarşi tekil bir siyasi güç yapısı yitirse de sınırlı bir siyasi varlığı ve belki de ondan çok daha fazla psikolojik ve geleneksel değerlerin devam ettirici varlığıyla işlevini devam ettirdi. Monarşi ile birlikte değişen bir diğer önemli husus ise, devletin adı oldu. 11 Mayıs 1949 tarihinden itibaren ülkenin adı, ‘Bağımsız Ülke’ anlamına gelen Tayland olarak anılmaya başlandı.

Kral Bhumibol
Kral Bhumibol, 1782 yılından itibaren o dönemki adıyla Siam’ı yöneten Chakri hanedanlığına mensuptu ve bu hanedanlığın 9. kralı olarak uzun yıllar tahtta oturdu. 1950 yılının Mayıs ayında krallık görevine bilfiil başlayan Bhumibol, yavaş yavaş ülke siyasal gündemine girmeye başladı. Güneydoğu Asya’nın krallıkla yönetilen ülkelerinden biri olan Tayland’da Kral Bhumibol bölgedeki diğer ‘monarklardan’ farklı olarak entelektüel çalışmalarıyla öne çıkıyordu. Kaleme aldığı kitaplar, fotoğraf çalışmalarıyla tanınan Kralın eserleri arasında Buda’nın yaşamını ele alan bir çalışma da bulunuyor.

Yukarıda ifade edildiği üzere ABD topraklarında doğan ve ardından 2. Dünya Savaşı boyunca İsviçre’de yaşayan Bhumibol’un bu ilk çocukluk ve yetişme dönemi hiç kuşku yok ki, onun Batı ile Doğu arasında değerler bütününde belli bir düşünce dizgesi geliştirmesine katkıda bulundu. Savaşın sona ermesinin ardından tahtta bulunan ağabeyinin genç yaşta vefatı üzerine kendini Beyaz Fil ülkesi olarak da bilinen Siam’ın başında buldu. Ve kendisine ad olan ‘Toprağı Gücü’, siyasi ve toplumsal karşılığını birleştirici bir figür olarak modern Tay toplumunda buldu.

Kral: Budizmin ve Tay Milliyetçiliğinin Sembolü
Tay toplumunun tarihten tevarüs eden dini-milliyetçi damarının en güçlü temsil edildiği kurumlardan biri olan Krallık, ülkenin kahir ekseriyetinin mensubu bulunduğu Budist dininin ve bu dinin kurumsallaşmış yapısı olan Budist rahipler ve tapınaklar bütününün hamisi konumundaydı. Tay halkının büyük teveccühünü kazanmış olan Kral Bhumibol, uzun ve sorunlu yirminci yüzyılda ülkede yaşanan tüm darbelere, siyasi çalkantılara rağmen, ülkede birliğin sembolü oldu.

Bunun ötesinde işin kozmik boyutunun tüm bu siyasi ve toplumsal ilişkilerin üzerinde ve ötesinde bir yeri olduğuna kuşku yok. Kral Bhumibol özelinde, patriyarkal ve aynı zamanda belki bu kavramdan çok daha kapsamlı bir şekilde kendisine kutsallık atfedilen ve yarı-tanrı figürü olarak görülen Kral ile Budizmin eklemlendiği bir siyasi otorite söz konusuydu. Bu siyasi otoriteye, Tay halkının siyasi anlamda ‘tam teslimiyet’, dini anlamda da ‘putperestçe’ bir bağlılık sergilediği dikkatlerden kaçmamalıdır.

Tayland, benzeri ülkeler gibi modern dönemin en yaygın siyasi rejimi parlamenter demokrasiye kapılarını aralasa da, seküler siyasi bağlamı içerisinde bir ‘ulus-birlik’ düşüncesinin yeşermesinden ziyade, dini-milliyetçi bir bağlama oturan monarşi üzerinden birliğini sağlaması dikkat çekicidir. Bu noktada, kısa bir hatırlatma olması bağlamında ülkenin güneyinde ‘Büyük Patani Bölgesi’ olarak bilinen ve toplam beş eyaletten oluşan toprak parçası üzerinde yükselen Patani Malaylarının yüzyıllık özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin dayanak noktası da işte bu ‘dini-milliyetçi’, yani Budist-Tay siyasi yapılaşmasının ‘ağır’ varlığına dayanıyor.

Bu anlamda halkıyla bütünleşmiş bir kralın ölümü, aynı zamanda ülkede zaten var olan, ancak Kralın varlığıyla üzeri örtülüveren oldukça sancılı siyasal yaşamın daha farklı bir yöne evrilebileceği anlamına geliyor. Bu ölümün Tay toplumu üzerinde doğurabileceği psikolojik yıkım kadar, hassas bir süreçten geçen siyasal yaşam üzerinde de etkisi olacaktır. Kaldı ki, halk katında Bhumibol’un varisi konumundaki tek oğlu 64 yaşındaki Maha Vajiralongkorn’un babasının karizmatik kişiliğine sahip olmaması, halkın ona yönelik yaklaşımında güçlü bir bağlılık hissinin oluşmasının da önünü alıyor. Bu durum, yeni kralın birleştirici bütünleştirici bir unsur olmaklığı yerine, belki de krallık kurumunun da dönüşeceği veya eski itibarını yitireceği anlamı taşıyor. Her ne kadar, krallık makamı ülke anayasasında özel hükümlerle ‘koruma’ altına alınmış olsa da, nihayetinde bu yasaların, kimi benzeri ülkelerde de tanık olunduğu üzere, halk nezdinde karşılık bulup bu kuruma karşı albenili bir yaklaşım doğuracağı anlamına da gelmiyor.

10 Ekim 2016 Pazartesi

Tayvan’da Ulusal Gün ve Bölünmüş Çin Tartışmaları / National day in Taiwan and Discussions of Disunited China


Mehmet Özay                                                                                                                         10.10.2016

10 Ekim günü, resmi adıyla ‘Çin Cumhuriyeti’ ya da yaygın bir şekilde adlandırıldığı üzere Tayvan’da ulusal gün olarak kutlanıyor. Bu günün önemi, 1911 yılında siyasi anlamda geleneksel Çin ile modern Çin’i birbirinden ayıran ve bu anlamda bir dönüm noktası kabul edilen ‘Wuchang Ayaklanması’na dayanıyor. Bu tarihi olayın ana kara Çin’de değil de Tayvan’da kutlanması sıradan bir hadise değil. Aksine Çin ve Tayvan gibi iki siyasi yapı arasında etkileri bugüne kadar devam eden bir siyasi dönüşümün temeli olmasıyla dikkat çekiyor. Kadim Çin hanedanlıklarının sonuncusu olan Qing Hanedanlığı’nın 10 Ekim 1911 tarihinde yerini ‘Çin Cumhuriyeti’ne bırakması, Çin kadar bölge tarihi açısından da önemli bir gelişmeydi.

İdeolojiler Çağı ve Çin
Söz konusu bu yıldönümünün uzun yıllardır komünist Çin’de değil de, Tayvan’da kutlanmasının nedeni de, ‘Cumhuriyet’e giden süreçte ana kara Çin’deki ideolojik ayrışmanın ve bu dönemin ideolojik hareketlerinin birbirleriyle olan mücadelelerinin bir sonucudur. Bugün Tayvan’ın resmi adı olan ‘Çin Cumhuriyeti’, aslında 1911 yılında hanedanlığın sona ermesiyle kurulan yeni siyasi rejimle organik bağı açısında kayda değer bir öneme sahip. 19. yüzyıl yani ideolojiler çağı’nın bir devamı olarak 20. yüzyılda Çin’de kendini ortaya koyan milliyetçilik ve komünizmin çatışmaya dayalı ilişkisi, 1911 sonrası süreçte siyasi gündemi belirledi. Bu çerçevede, Çin Komünist Partisi ile Milliyetçi Çin yapılaşması olan ‘Kuomintang’ (KMT) arasında yaşanan sivil savaşın ardından 1949 yılında Mao Zheng’in liderliğindeki komünistler ana kara Çin’de hakimiyet kurarken, Taipei Adası’na iltica eden milliyetçiler ise adına ‘Çin Cumhuriyeti’ dedikleri yeni bir siyasi yapıyı hayata geçirdiler.

Bu nedenle 10 Ekim günü her yıl Tayvan’da ulusal gün olarak kutlanmakla kalmıyor, aynı zamanda ana kıta Çin’deki ‘komünist’ yönetimle ayrışmaya ve bu siyasi rejime yönelik eleştirilerin gündeme taşınmasına vesile oluyor. Açıkçası, 1911 yılındaki gelişmenin siyasi mirası Tayvan tarafından üstlenilmesi ve ana kara Çin yönetimince bu döneme ait bir ‘hatırlama’ ve ‘hatırlatmanın’ olmaması bile kendi başına siyasi bir ayrışmaya gönderme yapıyor. Bu yıl da benzeri oldu ve kutlamalardan birkaç gün önce Tayvan devlet başkanı Tsai Ing-wen’in yabancı bir basın organına verdiği mülâkatta sarf ettiği sözler, komünist Çin yönetimi tarafından ‘ulusal egemenlik’ ve ‘bölgesel entegrasyon’ süreçleriyle uyuşmadığı eleştiri konusu oldu. Tayvan’da ulusal düzeyde gerçekleştirilen törenlere uluslararası çevrelerden davetlilerin de katılımı, bir anlamda Tayvan’ın Çin’e karşı siyasi ‘başkaldırısının’ dünya kamuoyuna duyurulmasına da hizmet ediyor.

ABD’nin yaklaşımı
Çin’de 1949 yılında komünist rejimin hakimiyetinin ardından ABD yönetimi komünist Çin’i uluslararası ilişkilerden izole eden bir politika geliştirirken, Taipei Adası’na yerleşen milliyetçilerin kurduğu Tayvan’la ilişkilere ağırlık verdi. ABD açısından bu politika, Uzak Doğu’da komünist rejimlerin önüne alma yönündeki çabaların bir parçasıydı. Ancak, Tayvan’ın 1971 yılında Birleşmiş Milletler’deki yerini komünist Çin’e kaptırması ve ardından ABD Başkan Nixon’un 1972 yılında Çin’e yaptığı ve bir anlamda büyük bir sürpriz olarak değerlendirilen resmi ziyaretinden birkaç yıl sonra Tayvan uluslararası arenada prestijini kaybetti. Bu süreçte, ABD yönetiminin Tayvan’la ilişkileri siyasi ve askeri destekten ziyade ekonomik ve ticari ilişkiler boyutuna evrilirken, Tayvan bugüne kadar, özellikle sergilediği ekonomik kalkınmışlık düzeyiyle siyasi varlığını daha da temellendirmiş durumda.

Tayvan siyasetinde Çin’e bakış
Tayvan’da tek parti yapılaşması bağlamında iktidarı yarım yüzyıl boyunca elinde tutan KMT aynı zamanda, Ada’nın ana kara Çin’le olan ilişkilerinde siyasi birleşmeyi bir olasılık olarak kabul eden bir siyasi hareket olarak dikkat çekiyor. Öte yandan, 1980’lerin ortalarında kurulan ve ilk kez 2000 yılında iktidara taşınan Demokratik İlerlemeci Parti ise (DPP) bağımsızlık yanlısı görüşüyle öne çıkıyor. Bu noktada iki siyasi hareketin ana kara Çin yönetimiyle olan ilişkilerinde belirleyici unsurların başında ‘kimlik politikalar’ geliyor. KMT ‘Çinlilik’, DPP ise ‘Tayvanlılık’ kimliği ekseninde politika yapıyor. Bunun sonucunda ise, Tayvan ve Çin ilişkilerinin çatışma ve birleşme süreçleri gündemi belirliyor.

KMT iktidarları döneminde, özellikle de 2008 yılından itibaren ana kara Çin’le ticari işbirliği anlaşmalarının artırılması DPP yönetimince Ada’nın Çin’e olan bağımlılığını artıracağı ve bunun komünist Çin yönetimince ‘tek Çin’ projesi için bir manivela olarak kullanılacağı endişesiyle dikkatle izleniyordu. Bu yıl başında yapılan seçimler sonrasında DPP’nin iktidarı ele geçirmesi, bağımsızlık söyleminin öne çıkabileceği ihtimali üzerine komünist Çin yönetiminin Tayvan politikalarına daha yakından eğilmesine neden oluyor. Bununla birlikte, DPP’nin bugün Tayvan’da öncü bir siyasi güç haline gelişi, ana kara Çin’le potansiyel gerginliği artırması kadar, iki tarafın siyasi ilişkileri sürdürülebilir kılmayı sağlayacak yeni imkânların araştırılmasına da olanak tanıyabilir.

Çin nezdinde Tayvan
Hong Kong’un 1997 yılında İngiliz yönetiminden Çin’e devredilmesinin ardından Çin yönetimi Tayvan’la da ilişkileri benzer bir boyuta taşıma düşüncesinde ve bunu kimi zaman güç kullanarak da olsa gerçekleştirebileceğini sıklıkla dile getiriyor. Öyle ki, bundan üç yıl önce, Çin Devlet Başkanı Şi Çinping Tayvan’la ilişkilerin daha fazla bu şekilde sürdürülemeyeceğini söyleyerek ana kıta Çin ve Taipei Adası arasında organik bir siyasi bağın tesis edilmesinin önemine dikkat çekiyordu. Otonom bir yapı olarak adlandırılmakla birlikte, Hong Kong siyasetinde Çin’in belirleyici rol oynaması ve son birkaç yıldır siyasi haklar, demokratikleşme süreçlerine müdahale, Tayvan yönetiminin ve halkının Çin’le ilişkilerde temkinli olmayı elden bırakmaması şeklinde karşılık buluyor. Bununla birlikte, Tayvan’da bu yıl başında yapılan seçimlerde iktidarı ele geçiren DPP’nin temelde bağımsızlık yanlısı söylemi açıkça dillendirmemekle birlikte, Çin’le ilişkilerin şekillendirilmesinde ‘şartsız’ masaya oturma argümanını yinelemesine, Çin’in ise bunu egemenlik sahasına bir tehdit kabul etmesine yol açıyor. Bu noktaya nasıl gelindiğine kısaca bakmakta fayda var.

1992 Konsensüsü ya da Statükonun oluşumu
Çin-Tayvan anlaşmazlığının 20. yüzyılın son çeyreğinde zaman zaman gerginleşmesine ve hatta sıcak çatışma riskinin yükselmesine rağmen, iki farklı siyasi yapı şeklinde ortaya çıkan ‘Çin’in ilişkilerinin sürdürülebilir kılınmasında anahtar unsur ise ‘1992 konsensüsü’ oldu. Yazılı bir anlaşmaya dayanmayan, bu çerçevede aslında somut bir varlığı da bulunmayan, aksine sözlü ifadeler ve teyitlere dayalı bu ‘konsensüse’ iki taraf da sıkı sıkıya bağlanmış gözüküyor. Bu konsensüsün doğurduğu ‘statüko’, çatışmanın önüne geçerek bir anlamda kurtarıcı işlevi görüyor.

Çin ve Tayvan siyasi yapılarını temsil ettiği ileri sürülen ‘yarı resmi’ unsurlar arasında 3 Kasım 1992 tarihinde gerçekleştirilen görüşmeler sonrasında varılan ‘konsensüs’, iki taraf tarafından farklı şekilde yorumlanıyor. Ana kara Çin yönetimi ‘tek Çin’ kavramı ile Taipei Adası’nın Çin’e bağlılığına ve özerk bir yönetim bölgesi olabileceğine atıfta bulunuyor. Bu bağlamda Pekin yönetimi, Tayvan’ı tıpkı Hong Kong’un bugün geldiği yönetim sistemiyle özdeşleştirme yanlısı bir siyasi duruş sergilemekle, ‘tek Çin’ kavramsallaştırması bağlamında Taipei Adası’nı kendi siyasi egemenlik sahası olarak addetmesine sebep oluyor. Bu bağlamda, Çin’in resmi yayın organı ‘global times’da da dile getirildiği üzere, 1992 konsensüsünü boğazın iki yakasında barışın sürekliliğini sağlayan bir anlaşma olarak değerlendirmesi de bu çerçevede ele alınmayı hak ediyor. Taipei yönetimi ise, adına Çin denilen devletin modern dönemdeki varlığını, işte bugün de kutlanmasına vesile olan 1911 yılındaki gelişmeyle başlatarak, ‘Tek Çin’ yanlısı bir görüşü temsil ediyor.

Öyle ki, o günden bu yana her iki siyasi yönetim de ‘anlaşmazlık üzerine anlaştığı’ izlenimi vererek bir anlamda oluşan bu statükonun devamını geçici bir avantaj olarak telâkki ediyor. Öte yandan, 1992 konsensüsünün 1949’dan 1970’lere değin Tayvan’a açık destek sunan, ancak Çin’le yakınlaşmasına rağmen, Taipei adasının mevcut siyasi rejiminin devamı noktasında pek de taviz vermeyen ABD yönetimi için de bir rahatlama imkânı tanıdığı söylenebilir. Doğu Çin denizinde ana kara Çin ve Taipei adasının ‘bir statüko’ üzerinde anlaşması, ABD yönetiminin en azından Çin’le daha az çatışmacı bir ilişkiye sevk ederken, enerjisini de şu veya bu şekilde bölgedeki diğer sorunlara vermesine yol açıyor. Tayvan’da bu yıl yapılan seçimler öncesinde Singapur’da ‘gayrı resmi’ sıfatıyla biraraya gelen Çin devlet başkanı Şi Çinping ile dönemin Tayvan devlet başkanı Ma Ying-jeou 66 yıllık süre zarfında üst düzey devlet yöneticilerinin ilk kez el sıkışması olarak gündemde yer işgal etmişti.

1911 ayaklanmasından sonra ana kara Çin’de ortaya çıkan ideolojik ayrışmanın geldiği nokta Çin ve Tayvan olarak iki farklı siyasi yapının ortaya çıkması oldu. Aradan geçen bir yüzyılın ardından ‘Çin’i temsil noktasında şu veya bu şekilde ortada iki siyasi rejim bulunuyor. Bu iki yapının, statüko belirleyici olarak addedilen 1992 konsensüsünü yeni dönemde ne şekilde yapılandıracakları ise, bölgesel ve küresel bağlamda karşılık bulacak önemli bir gelişme olacaktır.

http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/tayvanda-ulusal-gun-ve-bolunmus-cin-tartismalari/661904

5 Ekim 2016 Çarşamba

Duterte’nin Tartışmalı Politikaları ve Asya-Pasifik Dengeleri / Controversial Policies of Duterte and Balance of Asia-Pacific


Mehmet Özay

Filipinler’de geçen Mayıs ayında yapılan başkanlık seçimleri sonrasında ülkenin 16. Devlet başkanı olarak 30 Haziran’da koltuğa oturan Rodrigo Duterte, yüz günlük icraatlarıyla sadece ulusal basında değil, bölge ve küresel basında da yer aldı ve almaya devam ediyor.

Duterte: Yeni bir lider tipi
Uzun yıllar yerel yöneticilik yapması, Filipinler modern siyasetine adını yazdırmış ‘köklü’ ailelerden birine mensup olmaması ve ülkeyi bugüne kadar yönetmiş siyasi elitin çıktığı Luzon Adası’dan gelmemesi gibi özellikler nedeniyle, ilk etapta bu yeni başkanın nasıl bir performans sergileyeceği, merkez siyasetçilerle nasıl etkileşim kuracağı ve merkez siyaset içerisinde nasıl rol alacağı, son dönemde ekonomik kalkınma ile dikkat çeken ülkede yeni dönemde bu ivmenin nasıl devam ettirileceği vb. konularda ilgiye mazhar olacak diye bekleniyordu. Duterte, şu veya bu şekilde tüm bunların dahil olduğu ve belki bunları da aşan bir düzeyde çeşitli kişi ve kurumlara yönelik sergilediği küfürlü söylemle sadece ulusal değil, bölgesel ve uluslararası platformda medyanın üst sıralarında yer aldı. Başkan Duterte’nin daha geçen yıl seçim kampanyasından başlayarak düne kadar küfürlü ağır ifadeler yönelttiği kişiler arasında, en azından geniş kamuoyuna yansıdığı şekliyle, ilk sırada Papa Francis bulunuyor.

Papa’nın 2015 yılı Ocak yanında Manila’yı ziyaretinde beş saat trafikte mahsur kaldığını söyleyerek olmadık ifadeyi kullanan Duterte, başkanlık seçimlerinden birkaç gün sonra Papa’dan özür dileyerek bu özrünü en kısa sürede Vatikan’a yapacağı ziyaretle bizzat ileteceğini belirtmişti. Aynı gün yardımcısı, “Filipinler’de seçim atmosferinde olur böyle şeyler. Ancak yöneticiler koltuğa oturduktan sonra böyle bir yaklaşım olmayacaktır.” açıklamasıyla belki de olağandışı bir durumla karşı karşıya kalındığını ve bunun tekrar etmeyeceğini geniş kamuoyunu inandırmaya çalışıyordu. Ancak Duterte’nin resmen görevine başlamasından bugüne kadar geçen sürede küfürlü ve agresif yaklaşımın Başkan’ın olağan bir söylem ve davranış şekli olduğuna tanık olunuyor. 

Bu süreçte, ulusal siyasetçiler, gazeteciler, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve ABD yönetimi ve yöneticileri hemen hemen benzer vesilelerle aynı söylemin hedefi haline geldiler. Duterte’nin siyasette çatışmacı söylem içerisinde ele alınmak yerine, patalojik bir durum olarak değerlendirilebilecek bir duruşu olduğu gözlemleniyor. Başkan’ın, zikredilen kişi ve kurumlara yönelik küfürlü söyleminden kısa bir süre sonra, ya kendisi veya bir bakan veya sözcüsü ‘özür dilerim. Kastım o değildi’ veya ‘Başkan öyle söylemek istememişti’ teviline gidilmesi, dünya kamuoyu tarafından mazur görülemeyecek bir boyuta vardığı da ortada.

Uyuşturucu çeteleri ve İnsan Hakları İhlali
Duterte’yi böylesi ‘sıra dışı’ yani, ‘ağır haraket ve küfürlü’ ifadeler bağlamında medyatik kılan hususun arka plânında ise, Filipinler geniş kamuoyuna çok çektirmiş adi suçların başında gelen uyuşturucu çeteleri ve belki de bunların ‘mağdurları’ kabul edilebilecek kullanıcılarına yönelik uyguladığı politikaya verilen tepkiler geliyor. Temelde, Duterte’nin ilk 100 günlük icraatında ilk sırayı alan bu uygulamasında şaşırtıcı bir yön bulunmuyor. Çünkü Duterte, Davao gibi aynı sorunla çalkalanan bir şehri bu ‘beladan’ kurtarmasıyla sadece ulusal plânda ün yapmakla kalmamış, bu ünü layık görüldüğü çeşitli ödüllerle uluslararası platforma taşınmıştı. Ancak o dönem merkezin dışında bir orta ölçekli şehrin belediye başkanı olarak sergilediği başarı dünya kamuoyu nezdinde belki de hak ettiği yeri almamıştı. Öte yandan, geçen yıl Kasım ayında başlayan seçim kampanyası boyunca ‘Davao başarısını’ ulusal düzeye taşıma iddiasını yineleyen ve süreçte bu iddiasıyla belki de diğer önemli adaylar arasında pek de şans tanınmayan Duterte bir anda kamuoyu yoklamalarını alt üst ederek nihayetinde başkan seçildi.

Duterte’nin emniyet güçlerinin uyuşturucu çeteleriyle mücadelede ‘vur emri’ gibi bir uygulamaya kapı aralaması, emniyet güçlerinin hareket alanını ‘genişletme’ imkânı tanımasıyla şu ana kadar yaklaşık 3000 kişinin öldürülmesi ve yüzbinlerce kişinin teslim olmasıyla dikkat çekti. Duterte’nin bu yöndeki icraatının yasalarla ne denli örtüşüp örtüşmediği noktasında ülke muhalefetince eleştirilse de, halkın verdiği büyük destek nedeniyle Duterte’yi yıpratacak bir gelişmeye yol açtığını söylemek güç. Duterte’nin bu süreçte Hitler’in icraatıyla benzerlik kurarak “3 milyon kişini ortadan kaldırmaktan memnuniyet duyacağım” açıklamasını yapması, bu mücadeledeki kararlılığının bir ifadesidir.

Ulusal  politikadan Pasifik politikalarına
Ancak Filipinler’de uyuşturucuyla mücadele bir tür ‘yargısız infaz’ hükmünde algılanan bu uygulamaya Birleşmiş Milletler, ABD yönetiminden sokak infazlarına verilen ‘insan hakları duyarlılığıyla’ örülü tepkiler sonrasında Duterte’nin açıklamaları, ülke içerisinde halkı belirli yönlere kanalize edebilme ihtimali kadar, bölgesel ve küresel ilişkileri farklı mecralara taşıyabilecek yansımalarıyla dikkat çekiyor. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler üyeliğinden ayrılma, ABD ile askeri işbirliğine sınırlandırma veya bazı alanlarda sonlandırma kadar, Çin ve Rusya ile ilişkilere ağırlık vereceği söylemi de önemliydi.

2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin bölgedeki önemli müttefiklerinden biri olan ve deniz üsleriyle önemli bir işlev gören Filipinler’de başkanın yukarıda dile getirilen söyleminin ABD yönetimini rahatsız ettiğine kuşku yok. Bu noktada, ABD’nin Asya Yüzyılı projesinde Asya-Pasifik bölgesinde Çin’in siyasi ve askeri gelişmesi ve genişlemesine karşılık güç dengeleme girişiminin zedelenebileceği düşünülebilir. Ticari ve ekonomik yatırımlar bağlamında Çin ve Rusya ile yakınlaşmanın salt bir ticari ‘yön değiştirme’ değil, bunun güvenlik ve savunma politikaları ile askeri yapılaşma noktasındaki etkileşimlerini de göz ardı etmemek gerekir. Çin’in Güney Çin Denizi’nde hak iddiaları karşısında bölgedeki bazı ülkelerle askeri işbirliklerini artırma eğilimi gösteren ve askeri kararlılığın göstergesi olarak deniz tatbikatları yapan ABD’nin, söz konusu denizin doğusunda uzun bir sınırı teşkil eden Filipinler’le askeri işbirliği zafiyetinin belirmesi, bölgede yeni askeri ve güvenlik denklemlerine kapı aralayacaktır.

Halbuki, Çin’in bu hak iddiasında diğer ülkelerle kıyaslamayacak ölçüde karşı duran ülke Filipinler’di. Bunu da 2013 yılında o dönemki yönetim vasıtasıyla Uluslararası Tahkim Mahkemesi’ne açtığı dava ile göstermişti. Mahkemenin 12 Temmuz 2016 tarihinde verdiği karar, sadece Filipinler’in iddiasındaki haklılığı değil, ABD’nin bölgede elini güçlendirebilecek bir unsur haline gelmişti. Duterte’nin uyuşturucu politikasına eleştiriler gelmesini, Güney Çin Denizi sorunu karşısında “ABD’siz çözüm arayışlarında olunacağı” mesajı izledi.

Filipinler ordusu izlemede
Ancak burada Filipinler siyasetinde belirleyici olabilecek kurumların başında gelen ordunun gelişmeler karşısında nasıl bir tutum takındığı şu ana kadar basına yansımış değil. Ordu içerisinde ABD eğiliminin varlığı sivil yönetim üzerinde bir baskı unsuru olarak kendini ortaya koyabilir. Bu söylemlere ilâve olarak Duterte’nin kendisini ‘sol eğilimli bir siyasetçi’ olarak tanımlaması da ABD yönetimi kadar, Filipinler ordusunca da dikkatle izlenmeyi gerektireceğine kuşku yok.

Duterte’nin, ülkesini üç ilâ altı ay gibi kısa sürede uyuşturucu çetelerinden ve kullanıcılarından temizleme sözü vermesine rağmen, aradan geçen süre zarfında bu mücadelenin bitme emaresi göstermesi bir yana, kullanıcı sayısının 3 milyonu bulduğunun açıklanmasıyla ne denli derin bir toplumsal sorunla karşı karşıya olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine, Başkan’ın mücadelede ek süre ‘talebi’, orduya yaptığı bir ziyaret sırasında gündeme geldi. ‘Ülkeyi bu beladan kurtarmak için bana biraz daha süre tanıyın.” diyen Başkan Duterte’nin, bu ‘talebini’, sadece ülke kamuoyuna yapılan bir demeç olarak almak hatalı olur. Tam tersine, gelişmeler karşısında ‘aktif’ rol alma eğiliminde olduğunu sezinlediği ordu mensuplarını iknaya yönelik bir açılımdı.

Filipinler devlet başkanı Duterte hiç beklenmediği oranda denklem dışı bir aktör olarak, Pasifik ve dolayısıyla küresel ilişkilerde şu veya bu şekilde rol almaya devam edecektir. Duterte söz konusu politikayı uygularken, arkasına sığındığı “Ben gelecek nesiller için bu politikayı” uyguluyorum söylemi, sahip olduğu halk desteği devam ettiği müddetçe rasyonel bir değer olacaktır. Ancak Filipinler kadar, bölgesel ve küresel ölçekte bu politikalara cephe alabilecek başka aktörlerin de olduğunu unutmamak gerekir.

4 Ekim 2016 Salı

Çin Halk Cumhuriyeti 67 Yaşında / 67th Anniversary of the People’s Republic of China


Cihan Kurtaran–Kuala Lumpur                                                                                             04.10.2016

Mao Zedong’un 1 Ekim 1949 tarihinde kuruluşunu ilân ettiği Çin Halk Cumhuriyeti 67 yaşında. ‘Komünist Çin’ olarak da bilinen bu ülkede bugün kutlamaların önceki yıllara göre ‘komünist’ ideolojiyi öne çıkartan dev kitlesel gösteriler şeklinde gerçekleşmeyip, aksine daha durgun törenlere terk etmiş durumda. İdeolojik içerikli mesajlardan ziyade, ekonomik kalkınma hedeflerine yönelik açıklamalar gündeme getiriliyor. Yurt dışındaki Çin temsilciliklerindeki resepsiyonlarda ise, ilgili ülke temsilcileriyle Çinli yetkililer arasındaki sohbeti ticari ve yatırım ilişkilerinin şekillendirdiği gözlemleniyor. Bu çerçevede, ne Çin tarafında ne de bu davetlere iştirak eden uluslararası misafirler veçhesinde ‘komünizm’ propagandası ya da karşıtlığına rastlanıyor.

Tarihin bu eski hanedanlıklar devletinin modern dönemde Mao eliyle kuruluşu, Komünist Çin ile Milliyet Çin yanlılarının uzun süren ve ülke modern tarihinde sivil savaş olarak bilinen mücadelenin 2. Dünya Savaşı’nın ardından komünistler lehine sonuçlanmasıyla gerçekleşti. Milliyetçi Çin ordusu ve üst düzey yöneticileri ise, Tayvan Adası’na göç etmek zorunda kaldı. Böylece, komünizm ideolojisi, doğunun bu devasa ülkesinde bir devlet sistemi örneği olarak bugüne kadar varlığını sürdürdü. Günümüzde küresel siyasetin ve de ekonominin odağında yer alan bir ülke konumundaki Çin, hem kendi içindeki gelişmelerin hem de benzer kategoride yer alan ülkelerdeki değişimler sonrasında dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline geldi.

Çin’in kuruluşundan bu yana geçirdiği değişim aşamalarını üç ana döneme ayırmak mümkün. Komünizm ideolojisiyle öne çıkan ve ‘Çin komünizmi’ olarak isim yapan siyasi yapılanmanın ağırlığını hissettirdiği 1972’ye kadar olan dönem; 1970’lerin ikinci yarısından itibaren başlayan liberal ekonomik açılım süreci; 2000’li yılların başında dünya ticaret örgütüne kabul edilişiyle küresel sisteme entegrasyonu.

Bu üç süreç, Çin devletinin komünist ideolojinin unsurlarına bağlılığında bir değişiklik olduğunu açıkça ortaya koymasa da, ekonomik kalkınmayı bu ideolojinin asli unsurlarına bağlı kalarak gerçekleştirmediği bir gerçek. ABD-Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasında geçen   Soğuk Savaş döneminde, Çin bu sürecin bir adım gerisinde kalırken, Nixon’un 1972 yılındaki ziyaretiyle ekonomik kalkınmaya, giderek daha çok liberal ekonomi çizgisine yaklaşarak buldu. Öyle ki, Nixon ile Mao arasındaki görüşmelerin sonunda imzalanan Şangay Bildirisi Çin’de bir dönemin bitip yeni bir dönemin başlaması anlamı taşıyordu.

Nixon’un bu ziyareti Vietnam Savaşı öncesinde ABD’nin bölgedeki siyasi ve askeri konumunu güçlendirmeye matuf yeni bir aks değişiminin ifadesiydi. Bu bağlamda, Çin ve SSCB arasında, özellikle henüz yeni bağımsızlığını kazanan veya kazanmak üzere olan ülkelere ‘rol ve model’ olma konusundaki ayrışma ve çatışmanın doğurduğu gerilimin de itekleyici gücüyle dönemin ABD hükümeti uzun yıllar tanımadığı Çin’le el sıkışmaktan geri kalmadı. ABD yönetimi, sivil savaş döneminde büyük destek verdiği milliyetçi Çin yanlılarını, 1949 yılı sonrasında da Tayvan’da Çin Cumhuriyeti adıyla kurulan yapıyla ilişkilerini geliştirmeyi tercih ederken, ana kıtadaki Çin yönetimiyle ilişkileri dondurdu. Bu nedenle, Nixon’un Çin yönetimiyle başlattığı ilişkiler, ABD siyasetinin Asya-Pasifik’deki önemli bir politika değişimine gittiğinin bir ifadesidir. 

Soğuş Savaş yıllarında 3. Dünya ülkelerine modellik sürecinde iki öncü komünist ülkesinden Sovyetler Birliği yönetimi, Çin’in önünü almak için Çin’in benimsediği bu ülkenin bazı politikaları benimsemek zorunda kaldı. Bunlar arasında Çin’in güttüğü anti-emperyalizm; ulusal-ırk ve etnik konular; uluslararası ticaret yapılaşması öne çıkıyordu. Aradan geçen süreçte Sovyetler Birliği 1987’de tarihe kavuşurken, Çin ekonomik liberalleşmede önemli adımlar atıyordu. Bugün ise, Çin artık 3. Dünya veya Bağlantısız ülkeler için bir ideolojik açılım anlamı taşımıyor. Aksine, sahip olduğu ‘yatırımcı’ gücüyle alt yapıdan başlayarak kendi tecrübesini bu çevrelere bizzat kendi eliyle götürüp sunuyor.

Çin’de yaşanan bu dönüşümde ABD’nin rolü yadsınamaz. Öyle ki, Çin’de komünistlerle milliyetçiler arasındaki mücadelede açık desteğini milliyetçilerden yana koyan ABD yönetimi, kontrol etmekte zorlanacağı süreçlerle karşı karşıya kaldığında, ortaya çıkan komünist Çin devletiyle ilişkilere başlamaktan da geri durmadı. Bu süreç, ABD’nin Çin’i siyasi ve de ekonomik bağlamda kendi eksenine çekme çabası olarak da değerlendirilebilir.

Çin’in 1970’lerin ikinci yarısından itibaren sergilediği ekonomik liberalleşme sürecinin siyasi ve toplumsal alanda liberalleşme ve özgürlüklere kapı aralamaması Çin’in bir yandan çelişkisi, öte yandan kendine özgü yapısını oluşturuyor. Çin’in siyasi yapıda farklılık arz eden bu ekonomik yapılaşma, ülkenin özellikle güney ve doğu eyaletlerine göreceli refahı getirirken orta, batı ve kuzey bölgelerin bu refahtan ne kadar yararlanabildiği ise üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.

Bu siyasi ve ekonomik ayrımın belirleyici kıldığı Çin gerçeği, 67. yıl kutlamalarında Başbakan Li Keqiang’ın konuşmasında temel vurgu olarak ortaya konuluyordu. Başbakan, ‘ekonomik kalkınma’ ve ‘sosyal adalet’ kavramlarına dikkat çekerken, kara İpek Yolu ve ilintili projelere atıfta bulunarak, dolaylı bir şekilde az gelişmişlikle tanımlanan bölgelerin kalkınmasına işaret ediyordu. Sosyal adalet kavramı ise, belki üzerinde daha derinlikli durulmayı hak ediyor. Ancak şu kadarını söylemek gerekir ki, nihayetinde siyasi bir rejim olarak komünizmde karar kılan Çin devleti ‘ekonomik eşitlikçilik’  değil, Avrupa sosyalizminin gündeme taşıdığı ‘sosyal adalet’ düşüncesini benimsemiş görünüyor. Nihayetinde kapitalizmin ve küreselleşmenin başat yönelimlerine konu olan Batılı ülkelerde ‘sosyal adalet’ kavramı kimi dönüşümleriyle birlikte neredeyse her devletin gündeminde. Bu noktada, hükümetlerin ‘sosyal adaletçi’ olup olmadıkları bir yana, dönemin getirdiği şartlar dolayısıyla sosyal adalete giderek daha çok ihtiyaç duyulmasının doğurduğu bir baskıdan da söz etmek mümkün. Dolayısıyla Çin yönetiminin sosyal adalet vurgusunu hangi perspektiften yaklaştığı da önemli bir husus.

Yukarıda dile getirilen ve Çin’in tecrübe ettiğini söylediğim üç farklı dönemin ardından şimdilerde yeni bir safhaya geçmenin alametlerini ortaya koyuyor. Kutlamaların başladığı Cuma günü, aynı zamanda Çin para birimi Yuan’ın, ki renminbi olarak da adlandırılıyor, Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından Dolar, Avro, Yen ve Pound’dan sonra uluslararası piyasalarda ayrıcalıklı para birimi olmasına karar verildi. Burada hatırlanması gereken husus şudur. Çin, 1980’li yıllardan başlayarak küresel ekonomiye eklemlendi. Bu süreçte, özellikle imâlat sanayiinin güç kazanırken, fason da olsa dünya piyasalarını besleyen üretim artışı, şehirleşme, telekomünikasyon, ulaştırma gibi klasik modernleşmenin vazgeçilmez süreçlerini hayata geçirdi.

Buna paralel olarak orta sınıflaşmanın ve de tüketimci toplum özelliklerinin belirginlik kazandı. Ancak Batı kapitalizminin öncü güçleri Çin’e üretim süreçlerinde devlet teşekkülleri monopolünden rekabetçi serbest piyasaya geçiş, para ve piyasa ekonomilerinde daha çok liberalleşme çağrılarında bulundu. 11 Aralık 2001’de ise Çin, Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliği kabul edildi. 2010 yılından itibaren dünyanın ikinci büyük ekonomisi unvanını elinde bulunduran Çin, yukarıda dile getirilen kapitalizmin kapsamlı yapılaşmasını gerçekleştirmedeki gecikmeleri nedeniyle Batılı ülkelerden sürekli eleştiri alıyor. Bu eleştirilerin karşılık bulduğuna dair ilk ipucu ise, IMF tarafından Yuan’ın uluslararası para birimi kabul edilmesidir. Bugün Çin’de ülkenin kurucu babası Mao’dan sonra en güçlü lider olduğu yolunda görüşlerin ortaya konduğu devlet başkanı Şi Cinping, söz konusu bu dördüncü dönemi yönetebilmesiyle tarihe geçecektir. 14 Mart 2013’den bu yana devlet başkanlığı görevini yürüten Şi Cinping reform söylemiyle öne çıkması hiç kuşku yok ki dikkat çekicidir.

3 Ekim 2016 Pazartesi

Singapur-Japonya İlişkilerinde 50. Yıl / 50th Anniversary of Singapore-Japan Relations


Mehmet Özay                                                                                                                         03.10.2016

Doğu ve Güneydoğu Asya’nın iki gelişmiş ülkesi Singapur ve Japonya arasında siyasi ve ekonomik ilişkilerin 50 yılı. Bu vesileyle, Singapur Başbakanı Lee Hsien Lhoong Tokyo’ya resmi ziyarette bulundu. Ziyaretin manevi boyutunda öne çıkan husus, ülke ilişkilerinin geliştirilmesindeki büyük katkısı nedeniyle, 23 Mart 2015 tarihinde vefat eden Singapur’un kurucu babası Lee Kuan Yew adına, Japonya’nın en büyük nişanı Paulownia Nişanı verilmesi oldu.

Japonya bölgede etkinliğini artırmalı
Lee Hsien Lhoong’un hafta boyunca süren ziyaretinde Japonya ile yarım yüzyıla varan ilişkinin yeni bir boyuta evrilmesi üzerinde duruldu. Bu hususta, Singapur ile Japonya’nın benzer kategoride yer almaları kadar, bölgede son dönemdeki gelişmelerin de etkisi bulunuyor. Özellikle Çin’in bölge denizlerindeki egemenlik iddialarıyla bölge jeo-politiğini değiştirmeye matuf girişimleri kadar, ekonomik olarak da bölge ülkeleri üzerinde bir ‘egemenlik’ tesisi karşısında Singapur yönetimini alternatif bir ‘güç’ olarak Japonya’yı bölgede daha da aktif rol almaya davet etmesi şeklinde tezahür ediyor. Bu hususta bir başka itekleyici faktör, geçen yıl sonunda ASEAN’da kabul edilen ASEAN Ekonomi Topluluğu anlaşması oldu. Japonya gibi küresel ekonomiye eklemlenmiş bir ülke ile ekonomi işbirliğinin artırılmasının yolunu Singapur’un 2000’li yılların başında Japonya ile Serbest Ticaret Anlaşması imzalamakla attığı hatırlandığında, bugün Singapur yönetiminin Japonya’yı gelişen koşullar çerçevesinde ASEAN’a daha da eklemleme çabası son derece rasyonel bir boyut arz ediyor.

ASEAN ülkelerinin mevcut imkânları, donanımları ve siyasi istikrarlarıyla doğrudan bağlantılı olacak ‘ekonomik topluluk’ pratiği, kendi içinde yaşadığı tüm zorluklara rağmen, Japonya gibi küresel bir ekonomi gücüyle daha da geliştirilebilecek ilişki bölge için istikrar sağlayıcı bir faktör olacaktır. Bunun yanı sıra, farklılıklarına rağmen, ASEAN’daki ülkelerin kaydetmekte oldukları ekonomik gelişmelerin orta ve uzun vadede nasıl bir yönelim seyredeceği konusunda şüpheler taşıdığı anlaşılan Singapur yönetimi, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olan Japonya’nın bölge ile ekonomik ilişkilerde daha etkin olmasını arzu ediyor. Bu çerçevede, Başbakan Lee, Japonya’nın Güneydoğu Asya bölgesinde daha aktif bir rol olmasına vurgu yapıyor.

Serbest ticaretin gücü
İki ülke arasında elli yıllık ilişkilerde ekonomi, öne çıkan bir alan olarak dikkat çekiyor. Bu süreçte ikili ticaret hacmi 8 kat artarken, Japonya’nın 1970 yılından itibaren Singapura yaptığı yatırım ise 900 kat artış göstermesi bu alandaki gelişmeyi ortaya koyuyor. Bu dikkat çekici artış, iki ‘Ada yönetimi’ arasında ilişkilerin istikrarlı ve sürdürülebilirliğine gönderme yapıyor. Bu yatırımlarda önemi, sadece Singapur’un kuruluşundan bu yana sahip olduğu jeo-stratejik konumuna bağlamak yanlış olur. Bundan öte, modern dönemde Ada yönetiminin, Ada’nın 19. yüzyıl başlarındaki İngiliz kurucu babalarından tevarüs ettikleri ‘açık ekonomi’ politikası daha çok öne çıkıyor.

Hafta boyunca Tokyo’da iki ülke yetkilileri arasında yapılan görüşmeler kadar, Straits Times-Nikkei sempozyumunda uzmanlar iki ülkenin 21. yüzyıl küresel ticaretine damga vuracağına kesin gözüyle bakılan Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nın (TPPA) hayata geçirilmesi konusundaki benzer yaklaşımlar üzerinde durdu. Kökleri 2002 yılında Singapur-Yeni Zelanda ve Şili arasında yapılan ve üç pasifik ülkesinin katılımı dolayısıyla ‘Pasifik-3’  adıyla anılan ve ardından TPPA’ya çevrilen ticaret bloğu, sadece Pasifik Okyanusu’nun doğu ve batısını değil, dünya ticaretinin yüzde 40’ını oluşturacak ticaret hacmiyle küresel bir etki yapması bekleniyor.

İki Ada ülkesinin benzerlikleri
Modern dönemde ‘doğu’nun öne çıkan bu iki ülkesinin bazı fiziki benzerlikleri kadar, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde sergiledikleri kalkınmacı modernleşme çabalarındaki başarılarıyla dikkat çekiyor.

Her ikisi de ada ülkesi olan Singapur ve Japonya tarihsel, kültürel ve ekonomik alt yapılarının farklılıklarına rağmen, ortaya koydukları modernleşme süreçlerindeki sürdürülebilirliklerinin ‘başarıyı’ getirdiği örnekler olarak ortada duruyor. Bu iki ülke, bu özellikleri sebebiyle ‘mucize’ye imza atmış ülkeler olarak kabul ediliyor. Bu mucizeyi salt ‘serbest piyasa ekonomilerine’ endekslenen politikalara bağlamak eksik olur. Özellikle yaygın eğitim, üniversite ve araştırma kurumlarına verilen önem bu sürecin dinamosu hükmünde.

Her iki ada ülkesinin tarihsel gelişim ve ekonomik kalkınma süreçlerinde biri İngiliz diğeri ABD olmak üzere iki Anglo-Sakson varlığı dikkat çekiyor. Thomas Stamford Raffles’ın 1819’da kurduğu Ada şehri Singapur güçlü bir İngiliz geleneği üzerinde yükselirken, 1850’li yıllarda Batılılaşmanın ‘kaçınılmazlığı’ üzerine hareket eden dönemin Meiji hanedanlığı yöneticileri endüstrileşmeyi hedeflemekle, belki de bunun kaçınılmaz sonucu olarak önemli bir askeri güç haline ulaştı. Singapur ve Japonya’yı 20. yüzyılda birleştiren bir diğer önemli gelişme, Japonların ‘Asya Asyalılarındır’ sloganını pratiğe dökerek Doğu ve Güneydoğu Asya topraklarını işgal etmeleridir. Bu bağlamda, Singapur adası sahip olduğu jeo-strajik konumuyla birincil öneme sahipti. Bir yandan Güney Çin Denizi öte yandan Malaka Boğazı vasıtasıyla Hint Okyanusu’na ulaşmada Ada’nın konumu kadar İngilizlerin bölge yönetiminin merkezi olmasıyla da siyasi bir önem taşıyordu.

Savaş’ta, ABD’nin eliyle büyük yıkıma uğrayan Japonya ve Japonya’nın işgaliyle benzer bir yıkımı tecrübe eden Singapur savaş sonrasında neredeyse benzer şartlarda yeniden diriliş mücadelesi sergilediler. Japonya, ABD’nin güdümünde ve önemli ekonomik fonlarıyla oluşmakta olan yeni dünya sistemine eklemlendi. Ordusunun varlığına ‘ipotek’ konulması hiç kuşku yok ki, Japonların imkânlarını endüstrileşme, bilimsel çalışmalar, eğitim gibi alanlarda yoğunlaştırmalarına ve benzer ülkelere ‘fark atmalarına’ eden oldu. Singapur Adası ise, Soğuk Savaş yıllarının bölgede getirdiği şartlarda var olup olmama mücadelesi ‘başkalarının’ güdümüne terk edilse de, görece geç gelen (1965) bağımsızlıkla tanışması yeni bir sürecin başlaması anlamı taşıyordu.

Kurucu baba Lee Kuan Yew’un Japon aklı
Singapur’un kurucu babası Lee Kuan Yew’un otuz yılı bulan aktif başbakanlığının ardından, ‘senior’ bakan olarak kabinedeki yerini 2011’e kadar devam ettirmesi, Ada’yı bu yaşlı kurt politikacının kendine özgü ‘Asyacı’ ideolojisinin laboratuarı olarak işlev görmesine neden oldu. Aslında Lee’nin bu ‘sıkı’ Asyacılık ideolojisi, ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin liberal ekonomik yaklaşımın veya bunu ideolojik boyutu kapitalizmin ‘özgürlüklerle’ koşut gideceği düşüncesine alternatif anlamı taşıyordu. Lee, bu duruşunu Ada’nın ‘pamuk ipliğiyle’ birbirine eklemlenmiş çok etnikli yapısının ‘özgürlüklere’ boğulması halinde ekonomik kalkınmanın hayal olacağı rasyonalitesine dayanıyordu.

Lee, hiçbir doğal kaynağı bulunmayan Ada’nın ekonomik varsıllığı, daha doğrusu varlığının devamı için ‘otoriter’ yöntemi bir siyasi manivela olarak kullanan ve bunu yaparken de, çok etnikli ve dinli bir toplumda özgürlükler konusunun yapıcı olmak yerine yıkımı getireceği öngörüsüyle ülkeyi yönetti. Böylece ortaya ‘Asya kapitalizminin’ belki de kendine özgü bir yapısı çıktı. Lee’nin ‘Asyacılık ideolojisini’ geliştirmede, anılarında bahsettiği üzere, üç buçuk yıl süren Japon işgalinde güç-aidiyet-toplumsal ilişkiler alanındaki gözlem ve tecrübelerinin büyük katkısı var. Bu da belki daha Lee’nin başbakanlığı döneminde Japonya ile ilişkileri geliştirmenin en önemli temel noktasını oluşturuyordu.

Dünyanın en yoğun deniz ticaretine konu olan limanına sahip, üçüncü en büyük petrol rafinerisi işletmeleri olan, imâlat ve hizmet sektörünün önde gelen ülkeleri arasında yer alan Singapur yakın ve orta vadede sadece kendi varlığını değil, bölge ülkeleri yani ASEAN’ın ekonomik sürdürülebilirliğinde Japonya’yı daha çok yanında görmek istiyor. 

http://guneydoguasyacalismalari.blogspot.co.id/2016/10/singapur-japonya-iliskilerinde-50-yl.html