31 Mayıs 2022 Salı

Edeb’ten moda’ya: İktidar ve servetin dönüştürücü gücü / From Adab to fashion: The transformative power of power and wealth

Mehmet Özay                                                                                                                            31.05.2022

Muhafazakâr veya daha kalıcı ve anlamlı bir ifade olarak Müslüman toplumun, iktidar olgusuyla karşılaşması ve bunun süreçte, hem öznesi hem nesnesi olması bir tür hesaplaşmayı gerekli kılmaktadır.

Söz konusu bu hesaplaşma, iktidar ve servet olgularına zamanla eşlik eden bir değişimi ortaya koymasıyla önem taşımaktadır.

Burada kastedilen iktidar, siyasal iktidar anlamına gelebileceği gibi, tek tek bireylerin kendi yaşam süreçlerinde elde ettikleri toplumsal ve ekonomik statülerinin sonucu olarak elde ettikleri ‘iktidar’ alanları da olabilmektedir.

Azımsanmayacak bir süredir yaşanan siyasal iktidar ve bunun ürettiği toplumsallaşma biçimi/biçimleri, Müslüman toplum grupları üzerinde oluşturduğu ve bazıları açısından “istenmedik” kabul edilebilecek dönüşümler ortaya çıkarmıştır.

Bu durumu, Müslüman şahsiyetinin hayata dair görünümlerinde edeb’e biçilen yer ve onunla ilişkisinden, dönüşüme konu olan zaman zarfında ekonomik ve sosyal statünün bireysel ve anonym olarak görünür kıldığı moda ilişkisi açısından ele almak mümkün gözükmektedir.

Söz konusu bu değişim ve dönüşümü, taraflar arası bir kötüleme, itibarsızlaştırma vb. süreçlere konu etmek yerine, sosyolojik olarak olan biteni anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak gerekmektedir.

Müslümanca edep

Bireyin kendini ait hissettiği Müslümanlık durumunun talep ettiği ve kendisinin Müslüman olmakla bilerek benimsediği ve gündelik yaşamını çekip çevirmede üstlendiği sorumluluğu ve aktif bir birey olduğunu hatırlatan kavramlardan biri edep’tir.

Bununla birlikte, iktidar olgusu ile bunun tek tek bireyler üzerinde bir edep/ahlâk tutumunu gerektirip gerektirmediği tartışılabilir.

Özellikle de, Batı’nın siyasal ve toplumsal değişim süreçlerinde karşımıza çıkan yapı, arada böylesi bir ilişkinin olmadığı yönünde veriler sağlayabilir.

Üstüne üstlük, toplumsal alanı bütünüyle kapsayan modernleşme ile buna eşlik eden sekülerleşme ve bunun devamı olarak özellikle de günümüzde, post-modern olarak tanımlanan toplumsal gerçeklik bize, ahlâkla yüzleşmeye imkân tanımayacak muğlaklığı ve kaypaklığı dayatmaktadır.

Öte yandan, modernleşmeyi pek de anlamlandırabildiği söylenemeyecek ve bundan doğan sorunlu ilişki biçimini, bir tür eziklik ve aşağılık kompleksiyle (inferiority complex) kendisine sunulanı benimseme arzusu ve çabası sergileyen toplumların ve bu toplumlardaki tek tek bireylerin, post-modern durum karşısında nasıl bir tavır takınacakları ise, daha da bir belirsizliğe ve kafa karışıklığına yol açmaktadır.

Edeb ve moda dikotomisi

Bu çerçevede, yaşanan toplumsal değişim ve dönüşümü, birbiriyle dikomotik ilişkiye sahip edeb ve moda üzerinden ortaya koymakta yarar var.

Kimileri için belki de, yan yana gelmesi pek de mümkün olmayan iki kelime edep ve moda… Ancak, yaşananlara göz atıldığında, ortada şu veya bu şekilde bir ilişkinin olduğunu akla getiriyor.

İçinde yaşadığımız toplumun ve/ya benzer toplumların mensubu olan bireylerin kendilerini, bir tür kimlik edinme çabası ve uğraşı olarak, kendi bireysel evrenlerini ve toplumsal yapılarını tanımlama biçimlerinin belki de, en kolay ve hatta hiç emek harcamadan edinileni modern olmaktır.

Modern olmanın, gündelik yaşam pratikleri ve hatta bağımlılıkları noktasından ele alındığında, sıradan birey için karşılığının, moda ile gayet yakından ilintili olması bize, edeb ile olan dikomotik durumu ele alma imkânı tanımaktadır.

Edep olgusu, kimilerinin zannettiği gibi pasif bir eylem biçimi değil. Aksine gayet aktif, kendinde, süreklilik arz eden bir düşünceyi ve disiplini gerektirmektedir.

Bir anlamda, sosyolojik kavramsallaştırmalardan ‘refleksif düşünümselliği’ akla getirecek şekilde, bireyin -bizatihi aktif olarak katılımıyla- gündelik yaşamını çekip çevirmesine imkân tanıyan dinamik olarak eylemde bulunma halidir.

Bu çerçevede, sadece deyimler sözlüğünde atıl kalmış ya da kimi çevreler tarafından unutulmaya yüz tuttuğu zannedilse de, gündelik kullanımlarımızda edebi kuşanmak, edepli konuşmak, edepli olmak gibi genişleyici anlamlarıyla karşımıza çıkıyor...

Moda’da erimek ya da hemhâl olmak!

Moda ise akla son ürün, son marka, son şovu getiriyor kuşkusuz… Bir başka ifadeyle, tümüyle gösteriye, gösterime, gösterişe dönük bir alana tekabül ediyor.

Moda’nın bu hali, tekil bireyin eylem biçiminden ziyade, sanki daha çok anonim/muğlak bir toplumsallıkta karşılığını buluyormuşcasına bir anlamı çağrıştırıyor.

Bu anonimlik, bir yanıyla da, sanki sorumluluk almak istememenin bir açılımı olarak karşımıza çıkıyor. Yani, her şeyi, herkesi içine almasıyla, kapsamasıyla bir tür meşrulaştırıcılığı içinde barındırıyor.

Bu çerçevede, modaya konu olan ürünler ile söz konusu bu ürünlerin yukardan aşağıya hiyerarşik olarak yapılaştırılmasına göz attığımızda aslında, gayet belirleyici kurumların işbirliğiyle karşı karşıya olduğumuz görülür.

Üretim ve hedef kitle

Yukarıdan aşağıya hiyerarşik yapı ile kastettiğimiz, her türünden meta üretimini gerçekleştiren yapılardan/kurumlardan başlayıp, bunların ortaya koydukları ürünleri, adına hedef kitlesi denilen ancak temelde agresif bir şekilde ulaşılması arzu edilen tekil bireylerdir.

Bir anlamda, Marksist düşünceden ödünç alarak söylemek gerekirse, “üretim araçlarını kontrol eden yapılar”, bir başka ifadeyle üreticiler/firmalar vb. genel itibarıyla ilkeselliğini dini yapıdan almayan aksine, piyasacı değerlerle donanmış bir zihniyete sahiptirler.

Söz konusu bu yapılar, üstüne üstlük bununla da sınırlı kalmamakta, ürünlerini ‘moda’laştırma süreçlerini belirleyici olarak ortaya koyarken, mutlaklaştırıcı bir özelliği ürünlerine ve bunların tüketimine endekslemektedirler.

Tam da bu anlamda, sosyal gerçekliğe göz atıldığında, belirleyiciliği ile tüketimi körüklemesiyle öne çıkanın, her türüyle medya/basın olmaktadır. Bu noktada, bu yapının yani medyanın/basının gayet kapsamlı bir şekilde araçsallaştırılmışlığına tanık olunur.

Yaşam standardı fetişizmi ya da moda’ya teslim yaşamlar

Toplumsal değişimi ya da kimi ölçütlerde modernleşmeyi, gecikmeli yaşayan geniş Müslüman kesimlerin veya toplumların, önde ya da belirgin gibi gözükse de, gizli kalmış sorunlu alanlarından birini oluşturur moda.

Yerleşik veya ‘yerleştirilmiş’ şehirleşme tipolojisinin izinden giderek anlamlandırılmaya çalışıldığında, önce göç ve eğitim ve/ya göç ve istihdamla başlatılan ve hemen ardından, hemşehricilik ile kozmopolitlik arasındaki doğan ve büyüyen tezat, bireyselleşme ile aile yaşamı arasında oluşan tedrici uçurum, zamanla bir standartlaştıma olgusuna yol açıyor.

Standardı sağlayanın, salt elde edilen ekonomik kazanç –ve buna eşlik eden sosyal statü- ile sınırlı olduğu düşüncesi aslında, gizli ve bastırılmış bir durumda devamlılığı ile dönüşümün temelini oluşturmaktadır.

Adına doğru/yanlış modern yaşam da denilen ve standard oluşturmanın, gayet tekil ölçüt olduğu gözlemlenen ekonomik gelişme, değişimi körükleyen ve istekli kılan bir unsur olarak dikkat çekiyor.

Yaşam standardı, kalkınmacı ekonomik yaklaşımların temel bir kavramı olarak hükümetlerin, ve bunların örneğin, eğitim gibi dirsek temasındaki kurumların gündeme taşıdıkları bir olgu.

Yaşam standardını yükseltme amacı ve bu yönde bir arzu/talep oluşturma, kitlelerin gündelik yaşamlarının ekonomik temelli sıkıntılarını hafifletmeye matuf bir yönü içermesi nedeniyle masum bir duruş sergiliyor.

Yaşanılan dönemin sosyo-ekonomik ve öğretin süreçleri gibi alanlarda, ‘zorunluluk’ hissiyle dayatılan kurallar dizisinde, yaşamın hangi standartta olacağının belirlenmesi de, üst bir düşüncenin eseri. Bu, makul bir yaklaşım olarak sunulurken, buna eşlik eden, kaliteli yaşam olgusu daha farklı bir alanda, bireylerin ve kitlelerin gündemine konulmaktadır.

Kalkınma yarışında mesafe kat etme arzusundaki, içinde yaşadığımız Müslüman toplum ve benzeri Müslüman toplumların teslim olduğu alanların başında gelir moda. Bu çerçevede moda olgusu, tek tek bireyleri peşinden koşturan bir tüketim gücüdür...

İhtiyaçlarını kendi bireysel konumuyla belirleme ile ihtiyaçların farklı ve kurumsal aktörlerin varlığıyla ortaya çıkan ve anonim bir şekilde yapılandırılan piyasanın belirleyiciliğine terk edilmesi arasındaki fark, bugünün insanının, özellikle de Müslüman tekinin, sadece tüketim eğilimlerini değil, kimliğini ve benliğini şekillendirme gücüne sahip durumda.

Bunda, elde edilen siyasal iktidar değişimin getirilerinin etken olduğu yönünde bir eğilim ağır bastığı gibi, bu süreçte tek tek bireylerin edindikleri ekonomik ve sosyal statüler sayesinde, kendi iktidar alanlarını oluşturmalarını da dikkate almak gerekir.

Söz konusu bu ekonomik ve sosyal statülerin Müslüman bireye ve mensubu olduğu Müslüman topluma ne katıp kaybettirdiği hususu, birbirine tezat teşkil eden edep ve moda olguları üzerinden incelenmesi gayet anlamlı gözükmektedir.

Nihayetinde, geçmişte ait bulunduğu toplumsal kesimin geleneksel, muhafazakâr olarak adlandırıldığı bir alandan, toplumsal yapının merkezine taşınmakla kalmayan, aynı zamanda dünün modern ve yaşanılan bugünün post-modern özelliklerini moda üzerinden içselleştirme arzusu ve şevkine sahip Müslüman birey, açık seçik bir değişim ve dönüşüme konu olmaktadır.

Bu noktada, moda üzerinden yaşanan bu dönüşümün, öylesine küçümsenir bir değişim ve dönüşüm olmadığını, aksine, benliğin ve kimliğin oluşumuna doğrudan nüfuz eden yapılaştırıcı etkisi olduğunu söylemek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/05/31/edebten-modaya-iktidar-ve-servetin-donusturucu-gucu-from-adab-to-fashion-the-transformative-power-of-power-and-wealth/

28 Mayıs 2022 Cumartesi

Çin dışişleri bakanı Wang Yi’nin Pasifik ziyareti: Çin-ABD gerginliğinin devamı mı? / Chinese Foreign Minister Wang Yi’s visit to Pacific Region: Tension between China-the U.S.?

Mehmet Özay                                                                                                                            29.05.2022

Çin dışişleri bakanı Wang Yi’nin Pasifik Adaları’nda sekiz ülkeyi kapsayan ziyareti ve Çin ordusunun Güney Çin Denizi’ndeki askeri tatbikatı, Çin ve ABD arasında Asya-Pasifik’te var olan gerilimin devamı anlamına geliyor.

ABD başkanı Joe Biden’ın, geçen hafta bölgeye yaptığı ziyaret ve yapılan bir dizi anlaşmalara karşın, Çin yönetimi Ada ülkeleriyle ekonomik ve kalkınma işbirliği antlaşmaları ve askeri tatbikatlarla bölgede etkin olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.

Bu çerçevede, Çin dışişleri bakanının dün yani, 28 Mayıs Cumartesi günü Samao’yu ziyareti sırasında imzalanan ikili işbirliği anlaşması, Pekin yönetiminin Pasifik bölgesindeki varlığını devam ettireceği ortaya koyarken, güneydeki Hainan Eyaleti açıklarında başlattığı deniz tatbikatıyla da askeri gücünü açıkça sergilemekten çekinmiyor.

Biden ziyareti sonrası gelişmeler

ABD devlet başkanı Joe Biden’ın 20-25 Mayıs günlerinde Asya-Pasifik bölgesine yaptığı resmi ziyaretlerde ortaya konulan ve bir anlamda, ABD’nin bölgesel vizyonunun güncellenmesi anlamına gelen, askeri ve güvenlik işbirliği ile bölgesel ekonomi yapılaşması sonrasında, Çin devlet başkanı Şi Cinping’den sert bir karşı açıklama gelmemişti.

Bununla birlikte, Biden’ın ziyaretinden çok sısa bir süre sonra, Çin dışişleri bakanının Wang Yi’nin Pasifik bölgesinde Fiji, Solomon, Kiribati, Samoa, Tonga, Vanuatu, Papua Yeni Gine ve Doğu Timor’u kapsayan ziyaret süreci ve Çin ordusunun başlattığı tatbikat Pekin yönetiminin bölge politikalarının yapılandırıldığı şekilde devamı anlamı taşıyor. 

Wang Yi, bu çerçevede geçtiğimiz Cuma günü Samao başbakanı Fiame Naomi Mata’afa ile biraraya gelirken, ziyaret çerçevesinde Çin ve Samao Adası arasında ekonomik ve güvenlik alanlarında ikili işbirliği antlaşması imzalandı. Söz konusu bu antlaşma ve ziyaret süreci, Çin’in bölgedeki Ada ülkeleriyle yakınlaşma politikasını sürdüreceğinin güçlü bir sinyali anlamına geliyor.

Öte yandan, 28 Mayıs Cumartesi günü başlayan tatbikatla da, Güney Çin Denizi’nde askeri yapılanmasını ve egemenlik hakkı iddiasını hatırlatmaya matuf olacak şekilde bölgede, zaman zaman yaptığı askeri tatbikatlara da devam edeceğini ortaya koyuyor.

Pasifik Adaları ya da Savaş sonrası bölgesel düzen

Çin’in Pasifik bölgesindeki Ada ülkelerine yönelik yakınlaşmasını örneğin, Kara ve Deniz İpek Yolları projesinin bir devamı olarak değerlendirmek gerekiyor.

Bir yandan Çin’in batısından Avrupa’ya öte yandan Güney Çin sahillerinden Doğu Afrika’ya değin uzanan kara ve deniz bağlantıları ve bu güzergâhlardaki özellikle de, ekonomik zorluklarla karşı karşıya olan ülkelerle yapılan ekonomi ve yatırım işbirlikleri, Çin’in küresel genişleme siyasetinin gayet önemli bir bölümünü teşkil ediyor.

Bu çerçevede, Pekin yönetiminin özellikle, 2011 yılında Fiji ve ardından Solomon Adaları ve şimdi de Samao ile yaptığı anlaşmalar ve diğer Ada ülkeleriyle yakınlaşma stratejileri, Pasifik Adaları’nda Anglo-Sakson dünyasının lideri konumundaki ABD’nin bölgedeki temsilcileri Avusturalya ve Yeni Zelanda’nın nüfuzunu kırmayı hedeflediği de ortada.

Çin, söz konusu Ada ülkelerinin tıpkı diğer bölgelerde olduğu gibi, çeşitli alt yapı çalışmalarında ekonomik kaynakları tesis ederken, aynı zamanda bu ülke yönetimleri ile siyasi yakınlaşma ve genel anlamda sivil ve askeri yapılaşmasını Pasifik’lere taşıma arzusunda. Başta Avustralya ve Yeni Zelanda olmak üzere Batı’yı kaygılandıran ise, söz konusu antlaşmaların detaylarının gizliliği oluşturuyor.

Tatbikatlar göz dağı mı?

Çin yönetimi, devlet başkanı Şi Cinping’in devlet başkanlığı koltuğuna oturduğu 2013 yılından bu yana tedrici olarak ortaya koyduğu teritoryal, ekonomik ve siyasi nüfuz ve genişleme politikalarının en önemli ayaklarından birini askeri yapılanması oluşturuyor.

Çin’in bir anlamda, Batı’nın kapitalist kalkınmacı modelini takip etmesi dolayısıyla ulaştığı ekonomik zenginliğin, ‘doğal’ bir süreci olarak yorumlanabilecek askeri yapılanmasının, bugün gelinen noktada ‘istenmedik sonuçlar’ doğurabileceği gözlemleniyor.

Söz konusu istenmedik sonuçlardan kasıt, Çin’in sadece 1949 yılında kendisinden ayrılan, bununla birlikte Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlı bir eyalet olarak görülen Tayvan Adası’nın yönetim ve kontrolünü eline geçirmekle sınırlı olmayan aksine, zengin deniz altı ve üstü zenginlikleriyle ve de en önemlisi uluslararası deniz taşımacılığında oldukça önemli bir suyolu olan Güney Çin Denizi’nde hakimiyet tesisi gayesi gütmesidir.

Bölgesel güvenlik mi istikrarsızlık mı?

Güney Çin Denizi hakimiyet emelinin somut karşılığı ise, ASEAN bünyesinde yer alan ve düne kadar Bruney Sultanlığı, Vietnam, Filipinler ve Malezya olarak zikredilen ancak, 2016’dan bu yana teritoryal egemenlik sahasına nüfuz edilen Endonezya’nın da dahil olmasıyla, toplam beş ülkenin ulusal güvenlik tehdidi altında bulunmasıdır.

Bu nedenle ABD yönetimi, başkan Biden’ın geçen hafta yaptığı bölge ziyaretinde gayet açık bir şekilde dile getirdiği üzere, Çin ordusunca Tayvan’a yapılan askeri bir harekâtın karşılıksız kalmayacağını deklare etmesi sorunun bir yanına cevap niteliği oluştururken, Hindistan, Avustralya, Japonya ve ABD devlet ve hükümet liderlerinin katılımıyla Tokyo’da gerçekleştirilen Quad Zirvesi geniş suyollarının egemenliğine yönelik tehdide yönelik bir gelişme anlamı taşıyor.

Tam da bu noktada, Çin yönetimi, ABD’nin özellikle Tayvan ve Güney Çin Denizi’nde uluslararası kuralları göz ardı ettiği yönündeki eleştirileri de dikkate almadığını gösterecek şekilde, Güney Çin Denizi’nde Cumartesi günü yeni bir tatbikata başlaması taraflar arasında kritik sürecin devamı anlamı taşıyor.

Temelde, Çin’in bu tür askeri tatbikatları özellikle, Güney Çin Denizi’ne açılan sahil şeridi boyunca yapması nedeniyle ortada yeni bir durumdan söz etmek mümkün değil. Aslında sorun da tam da burada.

Öyle ki, bu gelişme ve benzeri gelişmeler ne ABD’nin ve bölgedeki müttefiklerinin girişimleri, ne de ASEAN’ın bu konuda Çin’le bölgesel barışın tesisi konusunda bir konsensusa varmadıklarını ve bir tehdit olasılığının süreklilik arz ettiğini ortaya koyuyor.

Öte yandan, söz konusu tatbikatın Çin’in güneyinde Hainan Eyaleti açıklarında gerçekleşmesi sıradan bir hadise olarak yorumlanmamalı. Öyle ki, Çin yönetimi, tatbikat dolayısıyla geniş bir alanda uluslararası deniz trafiğini engellemeye matuf kapatma kararı olması sadece, bölge ülkelerini değil, uluslararası toplumu da yakından ilgilendirmesiyle dikkat çekiyor.

Bölge için gayet önemli olduğunu kuşku olmayan söz konusu bu iki önemli gelişme, ABD başkanı Biden’ın bölgeye yaptığı ziyaret, Güney Kore ve Japonya ile güvenlik işbirliği, Quad Zirvesi ve Kalkınma için Hint-Pasifik Ekonomi Çerçevesi (Indo-Pacific Economic Framework-IPEF) adıyla yeni ekonomi bloğunun oluşturulmasının hemen ardından gelmesi, Asya-Pasifik’te rekabetin devam edeceğinin bir ifadesi olarak değerlendirilmesi gerekiyor.

ABD Başkanı Biden’ın 20-25 Mayıs günlerinde Güney Kore ve Japonya’ya yaptığı resmi ziyaret, ABD’de başkanlık seçiminin ardından Asya-Pasifik bölgesine yapılması beklenen ancak, kovid-19 nedeniyle birkaç kez ertelenmesinin ardından gerçekleştirilmişti. ABD Başkanı’nın Pekin’i ziyaret programına almayıp, sadece bölgedeki iki önemli müttefiki Güney Kore ve Tokyo ile sınırlı tutması Çin’e verilen önemli bir mesaj niteliğindeydi.

Bununla birlikte, Çin yönetimi Batı Pasifikler’deki Ada ülkeleriyle ekonomik ve yatırım öncelikli gerçekleştirmekte olduğu ikili anlaşmalar devam ediyor. Çin dışişleri bakanı Wang Yi’nin sekiz bölge ülkesini kapsayan ziyareti çerçevesinde Samoa ile varılan bu anlaşma Çin’in bölge ile ekonomik ve siyasi entegrasyon sürecinde ısrarcı olduğunu ortaya koyarken, Güney Çin Denizi’nde başlatılan askeri tatbikat ile de ulusal güvenlik ve bölgesel hakimiyet söylemini yeniliyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/05/29/cin-disisleri-bakaninin-pasifik-ziyareti-cin-abd-gerginliginin-devami-mi-chinese-foreign-minister-wang-yis-visit-to-pacific-region-tension-between-china-the-u-s/

26 Mayıs 2022 Perşembe

ABD başkanı Joe Biden’ın Asya-Pasifik’ten güçlü mesajı / A strong message from the U.S. President Joe Biden from Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                            26.05.2022

ABD başkanı Joe Biden’in Asya-Pasifik gezisi iki ülke ile sınırlı olsa da, iç içe geçen konular ve bölgesel aktörlerin varlığıyla çoklu bir yönelimi içinde barındırıyor.

Başkan Biden’ın ziyaret sürecinde, Güney Kore ve Japonya ile yapılan ikili anlaşmalar ile ortaya konulan yeni bölgesel ekonomik birlik, Kalkınma için Hint-Pasifik Ekonomi Çerçevesi (Indo-Pacific Economic Framework-IPEF) ile kime, ne tür mesaj veriyor soruları akla geliyor.

Hedef Çin

ABD başkanı Joe Biden’ın ziyaretinde belki de en dikkat çeken konu, neredeyse tüm görüşmelerin ve söylemlerin hedefinde Çin’in olmasıydı.

ABD başkanının gerçekleştirdiği beş günlük ziyaretin tamamına bakıldığında, Çin’in özel bir hedef olarak seçilmiş olduğu kanaati hakim oluyor.

Bu kanaati sembolik olarak güçlendiren ise, geçtiğimiz yirmi yıllık süre zarfında ABD başkanlarının Asya-Pasifik bölgesine yaptıkları ziyaretlerde, içinde Çin’in olmadığı bir plânlamanın yapılmış olmasıydı.

ABD başkanının, söz konusu bu Asya-Pasifik gezisini yakın geçmişte ortaya çıkan ve hâlâ etkisi hissedilen bazı gelişmeler ışığında ele almakta yarar var. Böylece, ABD ve müttefiklerinin karşısına, niçin Çin’in çıktığını veya hedefe daha net bir şekilde niçin Çin’in konulmakta olduğunu daha iyi anlamlandırmak mümkün olabilecektir.

Afganistan: ABD dış politikasında travma

Joe Biden’ın başkanlık koltuğuna oturmasından bu yana yaşanan gelişmelere göz atıldığında, kovid-19 engelinin aşılmaya başlandığı geçtiğimiz yılın ortalarından sonra, Ağustos ayında Afganistan’dan çekilme kararı uygulamaya geçirildi.

Bununla birlikte, Afganistan’da geride bırakılan siyasi miras hiç kuşku yok ki, ABD’nin bu yüzyılın başından bu yana ortaya koyduğu siyasal ve askeri çabanın anlamının, hem ulusal siyasette hem de uluslararası çevrelerde sorgulanmasına neden oldu.

ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ile birlikte rejim değişikliğinin eş zamanlı gerçekleşmesinin neden olduğu, -tabiri caizse- siyasi fiyaskonun, ABD kamuoyundaki en önemli göstergesi Biden’a olan desteğin gerileme göstermesiydi.

Aslında, Afganistan’dan çekilme politikası, Barack Obama dönemi politikalarının bir mirası olarak gerçekleştirilirken, dış politikada bir devamlılık olarak anlamlılık taşıyordu.

Bununla birlikte, Afganistan’da rejim değişikliğinin ve bunun neden olacağı toplumsal, siyasal ve ekonomik travmanın öngörülememiş olması, bir süper güç olarak ABD’nin dış politikasının onulmaz bir hatası olarak kabul ediliyordu.

ABD dış siyaseti açısından, Afganistan’da ortaya çıkan ‘siyasi yarık’ sonrasında özellikle, Orta Asya coğrafyasını da doğrudan etkisi altına alabilecek gelişmelerde Çin’in güçlü bir aktör olarak çıkabileceği bir durum oluştu.

Tabii bu noktada, Rusya’nın Kazakistan’da rejim değişikliği anlamına gelebilecek gelişme karşısında sergilediği güvenlik eksenli çıkışı ve Çin’in gizli/açık verdiği desteği de hatırlamakta yarar var.

Bu gelişme hiç kuşku yok ki, Asya-Pasifik bölgesinde yakından takip edilirken, ABD’nin siyasi inandırıcılığını yitirmesine ve Biden yönetimine karşı potansiyel bir desteğin ise, kelimenin en hafif anlamıyla, zedelenmesi anlamına geliyordu.

Rusya: Küresel sisteme müdahale

ABD yönetiminin karşı karşıya kaldığı ikinci önemli gelişme, Rusya ile Doğu Avrupa’da Ukrayna bağlamında yaşanan gerginlikti.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline karşı, ABD öncülüğünde NATO, Ukrayna’yı savunma konusunda doğrudan bir müdahale göze alamazken, Ukrayna’nın sanki bir tür seçilmiş kurban konumunda olduğu yönündeki algı da hiç kuşku yok ki, Asya-Pasifik bölgesindeki nüfus ve teritoryal olarak küçük ülkeler ve özellikle de, Tayvan tarafından ABD’ye güven noktasında bir nevi şüpheli yaklaşımın ortaya çıkmasına neden oldu.

Doğu Avrupa krizinde ana aktör Rusya olsa da, ABD yönetimi ortaya konulan siyasi ve özellikle de, ekonomik ambargolar nedeniyle diğer ülkeler gibi ve hatta daha çok Pekin yönetimine “ayağını denk al” uyarısında bulunarak Rusya’ya desteğin bir karşılığı olacağını söylemekten geri kalmadı.

‘Asya Yüzyılı’na dönüş (mü?)

Asya-Pasifik bölgesi dışında, son bir yıldan daha az bir sürede yaşanan yukarıda dikkat çekilen gelişmeler olurken, yine Barack Obama döneminin, ‘Asya Yüzyılı’ projesinin devam ettiricisi olacağı sinyalini güçlü bir şekilde veren Biden yönetimi, Asya-Pasifik’teki dost ülkelere sözlü mesajlarla sınırlı kalmayan aksine, başkan yardımcısı Kamala Haris, dışişleri bakanı Anthony Blinken ve savunma bakanı Lloyd Austin gibi kabinenin önemli isimlerini bölgeye göndererek göstermeye çalıştı.

Bu ziyaretlerin tümünde hedef, Asya-Pasifik bölgesinde statükoyu değiştirmeye yönelik olarak Çin’in ortaya koymakta olduğu politikalar karşısında,  “yanınızdayız” mesajı oldu.

Ancak bölge ülkeleri ve toplumları, ABD başkanının kendisinin bölgeye yapacağı ziyaret olmaksızın ABD’nin ne tür vaatlerle ortaya çıktığına açıkçası pek de gereken önemi ver/e/miyordu.

Tam da böylesi bir ortamda, Kuzey Kore yönetimi ABD’nin yaşamakta olduğu dış politika zaafını ve Asya-Pasifik bölgesine yönelik vaat ettiği yakınlığı beklentilerin aksine, gerektiği şekilde yapamamasını da fırsat bilerek, nükleer tehdit olasılığını giderek artırmaktan geri durmadı.

Çin yönetimi için Kuzey Kore’nin ulusal güvenlik bağlamında önemi hatırlanacak olursa, Başkan Biden’ın bu ziyaretinde Kuzey Kore’ye yönelik eleştirilerini sadece bu ülke ili sınırlı tutmamak gerekir.

ABD dış politikasında söylemlerin ötesinde, son bir yıla yakın bir süredir ortaya çıkan ve belki de, ‘niyetlenilmemiş eylemlerin sonuçları’ kabul edilebilecek gelişmeler, ABD’nin küresel sistemde karşısında bulduğu ülkenin aslında Çin olduğuna işaret etmektedir.

Başkan Biden, Japonya başbakanı Fumio Kishida ile yaptığı görüşmede Rusya’nın Ukrayna’yı istila girişimi bağlamında dile getirdiği, “küresel sistemde hakim statükonun, tek taraflı girişimlerle değiştirilmesine müsaade etmeyecekleri” yolundaki söyleminin nihai hedefinde Çin bulunmaktadır.

Pekin yönetiminin özellikle Doğu Avrupa’daki gelişmelerden hareketle Tayvan’a yönelik askeri bir icraata girişmesi halinde sonucun farklı olacağı mesajını Başkan Biden gayet açık bir şekilde verdi.

Burada akıllara hiç kuşku yok ki, “ABD, Doğu Avrupa krizinde Ukrayna’yı niçin yalnız bıraktı?” sorusu gelse de, Avrupa ile Asya-Pasifik jeo-politiğinin öyle anlaşılıyor ki, ABD açısından gayet farklı olduğunu söylemek gerekir.

NATO ve AB vurgularının da dikkate alınabildiği bir Avrupa siyasetinin aksine, ABD’nin Asya-Pasifik’te hem bölgedeki müttefikleri hem de uluslararası sistem için doğrudan tehdit unsuru olabilecek gelişmelere yönelik tepkisi gayet açık gibi gözüküyor. Bu noktada, Biden’ın, Tokyo’da kendisine yöneltilen, “Çin güç kullanarak Tayvan’da kontrolü ele geçirirse, Washington askeri olarak müdahale bulunur mu?” sorusuna verdiği “Bu, bizim verdiğimiz bir taahhüt” cevabını yabana atmamak gerekir.  

25 Mayıs 2022 Çarşamba

Avustralya’da yeni dönem: İşçi Partisi yönetimi ve gelecek söylemi / A new era in Australia: the rule of Labour Party and future discourse

Mehmet Özay                                                                                                                            25.05.2022

Avustralya’da geçtiğimiz Cumartesi günü yapılan genel seçimleri, İşçi Partisi kazandı. Böylece İşçi Partisi, iktidardaki liberal-muhafazakâr koalisyon karşısında 9 yıl aradan sonra ilk defa iktidar olma şansı elde etti.

İşçi Partisi, Scott Morrison’un başbakanlığındaki liberal-muhafazakâr parti koalisyonu karşısında oylarını artırarak, şu anki sonuçlara göre, iktidar, -en azından, iktidarın en büyük ortağı olmaya hak kazandı.

Şu anki sonuçlara göre, 151 sandalyeli parlamentoda sandalye dağılımı şöyle: İşçi Partisi 75, Liberal Milliyetçi 57, bağımsızlar 10, Yeşiller 3 ve Katter Partisi 1 milletvekili çıkarmış oldu.

İşçi Partisi’nin tek başına iktidar olabilmesi için, 76 milletvekiline ulaşması gerekiyor. Henüz  sayımın devam ettiği bölgelerdeki süreç tamamlanıp dört milletvekilinin hangi parti tarafından kazanıldığı belirlendiğinde, İşçi Partisi’nin tek başına mı yoksa bir koalisyonun güçlü partisi olarak mı iktidar olacağı ortaya çıkacak.

Bu sonuçlara göre, İşçi Partisi dokuz yıl aradan sonra ilk defa iktidar olma hakkı elde etti. Parti’nin bu başarısında, liberal-muhafazakâr iktidarın son dönemde yaşanan özellikle iklim değişikliği, kovid-19 gibi doğa ve sağlık sorunlarıyla mücadele ile kadınlara yönelik ayrımcılık ve yolsuzluk gibi temel toplumsal sorunlar yönelik politikalarındaki başarısızlığın belirleyici olduğunu söylemek mümkün.

Özellikle, 2019 seçimlerini sürpriz bir şekilde kazanan Scott Morrison’un başbakan olarak liderlik profilindeki zafiyet, sorunlar karşısında bir tür kibirli duruşunun da seçmenin tercihinde belirleyici olduğu anlaşılıyor.

Bununla birlikte, karizmatik bir liderlik profilinden uzak İşçi Partisi lideri Anthony Albanese’in bu başarısını sürpriz olarak niteleyenler de yok değil.

Yeni başbakan görevde

İşçi Partisi başkanı Anthony Albanese ülkenin 31. başbakanı olarak başkent Canberra’da parlamento binasında yemin ederek göreve başladı. Değişim ve ulusal birlik mesajı veren başbakan Albanese özellikle, iklim değişikliği konusunda önemli adımlar atması bekleniyor.

Daha önceki İşçi Partisi liderleriyle karşılaştırıldığında karizmatik ve popüler liderlik vasıflarına sahip olmasa da, 2019 yılında parti başkanlığına kadar gelen yaklaşık 20 yılı aşkın süre sergilediği ‘sabır’, onu tanımlayan en önemli sıfat olduğu belirtiliyor.

Sosyo-ekonomik yapı bağlamında dezavantajlı bir toplum kesiminden gelmesi ve pragmatik siyasetçi kimliği ile tanınan başbakan Albanese’in, genel itibarıyla Avustralya kamuoyunu “konsensusa dayalı, iş dünyası-sendika ve sivil toplumu biraraya getirecek şekilde” kucaklayıcı bir siyaset takip edeceği öngörülebilir.

Bunda hiç kuşku yok ki, selefi Bill Shorten’ın işçi sınıfı söylemlerini siyasete taşırken, Albanese’in bu siyaseti en azından kampanya döneminde pek de gündeme getirmemesinden yola çıkarak söylemek mümkün.

Bununla bağlantılı bir diğer husus ise, sabık hükümet tarafından üst gelir düzeyindekilerin bazı vergilerden muaf tutan yasada herhangi bir değişikliğe gidilmeyeceğinin açıklanmasıdır.    

Bunun yanı sıra, yeni hükümetin karşı karşıya kaldığı ilk ciddi dış politika gelişmesi ise, ABD başkanı Joe Biden’ın Asya-Pasifik ziyareti dolayısıyla Japonya’nın başkenti Tokyo’da yapılan görüşmeler oldu.

Bu çerçevede, İşçi Partisi’nin seçimlerde sergilediği başarının ardından, çiçeği burnunda başbakan Albanese, daha ilk günden yurt dışı seyahatine çıkmak zorunda kaldı. Başbakan, Salı günü, Japonya’da Quad zirvesine katılarak ve ABD öncülüğündeki yeni ekonomi bloğunda yer alarak tarihi bir döneme imza attığını söyleyebiliriz.

Seçimlerde dikkat çeken gelişmeler iklim değişikliği ve çevre konuları olurken, hem İşçi Partisi hem de bu alandaki görüşleriyle tanınan bağımsız adaylar ve Yeşiller Partisi mecliste temsil sayısını artırdı.

Dış politika belirleyici

Anglo-Sakson dünyasının Pasifikler’deki temsilcisi unvanıyla da zikredebileceğimiz Avustralya’nın dış politikasında son dönemde yaşanan güvenlik merkezli yapı dikkat çekiyor.

Özellikle, Çin’in yayılmacı politikalarının son örneği olarak dikkat çeken ve geçtiğimiz Şubat ayında Solomon Adaları yönetimiyle varılan antlaşma, Avustralya’nın ulusal güvenliği için gayet önemli bir gelişme kabul etmek gerekiyor.

Yeni dönemde de, Avustralya’nın dış politikasının belirleyicileri arasında hiç kuşku yok ki, Asya-Pasifik bölgesinde Çin’e karşı ABD öncülüğünde yürütülen ve bazı çevreler tarafından, Asya-Pasifik NATO’su olarak da değerlendirilen gelişme olacağını söyleyebiliriz.

İşçi Partisi kabinesinde Çin kökenli Penny Wong gibi isimler de bulunuyor. Wong’un dışişleri bakanlığı için adı geçerken, Albanese ile Tokyo’daki Quad Zirvesi’ne katılması, bu ihtimali kuvvetlendiriyor. Ayrıca, Wong’un Çin kökenli olmasının Avustralya’nın Çin ile ilişkilerinde ne türden yapıcı etkisi olacağını ise zaman gösterecek.

Başbakan Albanese, daha ilk günden bu alanda verdiği mesajla dış politika çerçevesini de çizmiş oldu.

Buna göre, ABD ile ittifak; bölgeyle, yani Asya-Pasifik’le yakın temas ve uluslararası forumlara destek öncelikli alanlar olarak dikkat çekiyor. Bununla birlikte, Çin’e veya ASEAN’a doğrudan vurgu yapılmaması, ancak bu iki yapıyı da içine alacak şekilde genel bir yaklaşım sergilendiği görülüyor.

Özellikle, Avustralya’nın kapı komşusu ve ASEAN’da hem siyasi karar mekanizmalarında etkin hem de ekonomik olarak ilk sırada yer alan Endonezya ile ilişkilerinin gayet önemli olduğuna dikkat çekmeliyiz.

Öte yandan, Avustralya’nın Çin ile ilişkilerinin de gayet önemli olduğunu söylemek gerekiyor.

ABD’den bağımsız olarak bölgenin biri kuzeyde diğeri güneydeki iki önemli ülkesinin ticaret ve ekonomi işbirliğinin yanı sıra, son dönemde Çin’in teritoryal genişlemesi ve buna paralel olarak Pasifik Adaları’nda, -Solomon Adaları örneğinde olduğu gibi, bazı Ada devletleriyle yakın siyasi ve ekonomik işbirliğine girmesi Avustralya’nın doğal egemenlik alanı kabul edilebilecek sınırların aşınması olarak yorumlanabilir.

Bu noktada, Avustralya’nın ekonomik destek verdiği ve bir anlamda kendi hinterlandı olan söz konusu Pasifik Adaları’na Çin’in bir yandan turizm gibi yumuşak güç, öte yandan sivil ve askeri amaçlı olduğu iddia edilen alt yapı destek süreçleri yakından takip edildiğine kuşku yok.

 Avustralya’da iktidar değişir ve Quad ile Kalkınma için Hint-Pasifik Ekonomi Çerçevesi (Indo-Pacific Economic Framework-IPEF) bloğunun ilânı gündeme gelirken, Çin yönetimi dışişleri bakanını oldu.

İklim değişikliği can alıcı bir konu

Avustralya küresel iklim değişikliği konusunda bugüne kadar önemli olumsuz etkileri yaşayan ülkelerden biri olarak dikkat çekiyor.

Ülkenin farklı eyaletlerinde zaman zaman ortaya çıkan orman yangınları, seller sadece doğal hayatı değil, insan yerleşimlerini, başta tarım ve hayvancılık olmak üzere önemli üretim merkezleri etkiliyor

Avustralya ulusal siyasetinde İşçi Partisi’nin 1972, 1983 ve 2007 yılındaki başarılarının ardından bugün parti başkanı ve başbakan Albanese ile yeni bir dönem başlıyor.

20. yüzyıl ikinci yarısı bir yana, yaşadığımız son on yılda bölgesel ve küresel gelişmelere göz atıldığında yaşanan büyük değişim Avustralya siyasetine de yansımakta olduğunu söylemek mümkün.

2019 yılından bu yana parti başkanlığını yürüten Albanese, İşçi Partisi’nin geleneksel sınıfsal söylemini bir kenara bırakarak farklı toplum kesimleri arasında ‘konsensusa’ öncelik verme kararı ve parlamentoyu çok daha işlevsel hale getirme niyeti gayet anlamlı. Ulusal politikadaki bu değişim işaretine karşın, bölge ve uluslararası siyasette yeni iktidarın nasıl bir politika izleyeceği ise merak konusu.

24 Mayıs 2022 Salı

Merhum Akif Emre’yi anmanın gerekliliği

Mehmet Özay                                                                                                                      24 Mayıs 2022

Bugün, Akif Emre’nin beşinci vefat yıldönümündeyiz…  Akif Bey’in vefatını öğrendiğimde yurt dışındaydım. O günlerde, kendisine haftalık yazımı göndermiş ve cevabını bekliyordum. Bir yandan da, cevap yazılmadan da yayınlanabileceğini düşünerek, ilgili medya ortamına göz atıyordum. O sırada, karşıma Akif Emre Bey’in vefatı haberi çıkmıştı.

Türkiye’den binlerce kilometre ötede aldığım bu haber, içimde bir şeylerin kırıldığı hissini uyandırdı bende. Kendisiyle doğrudan iletişimim, sanal ortamda haber ve bölge konularıyla ilgili görüş alışverişiyle sınırlı, ancak yazılarıyla gayet anlamlıydı. Bununla birlikte, bu yazışmalar sırasında, uzaktan da olsa bir samimiyetin var olduğunu düşünüyordum. Belki de bu nedenle, hasbel kader İstanbul’a birkaç kez yolum düştüğünde ilk uğramak istediğim birkaç kişiden biri Akif Emre oluyordu. Fazla meşgul etmeden bir selam verip, birkaç kelam etmekle sınırlı bu yüz yüze iletişimin, yukarıda dikkat çektiğim samimiyetin oluşmasına maddi zaman sınırlılığına rağmen, gayet önemli bir etkisi olduğunu söyleyebilirim.

Nasıl hatırlamalıyız?

Akif Emre’nin vefat yıldönümünde öncelikle rahmetle anmak isterim. Bu vesileyle, “merhum Akif Bey’i nasıl hatırlamalıyız?” sorusu ile birlikte, hayatı boyunca icra ettiği meslek kadar, belki de bunun ötesinde, sahip olduğu düşünce yapısı ve yakın çevreden başlayarak belki de, ulusal boyuta kadar uzanabilecek bir bağlamda, bu düşünce yapısının nasıl algılandığı gündeme getirmekte yarar var diye düşünüyorum.

Bu noktada, bir diğer husus olarak “Akif Bey, salt ulusal siyaset konularını ele alan bir köşe yazarı mıydı?” sorusuna da dikkat çekmek gerekir. Bu soruya verilecek cevap ancak, onun yazıları dikkatlice gözden geçirildiğinde ortaya çıkacaktır. Söz konusu yazı çalışmaları incelendiğinde, onun sıradan veya sadece bir yazar olmadığını da görebileceğimizi düşünüyorum. Bu noktada, yazılarının sadece köşe dolsun yaklaşımıyla ve basite indirgenerek kaleme alınmadığı, aksine, ilgili konu her ne ise, onu belli bir düşünce çerçevesinde gündeme taşımak ve bir tür alternatif görüşle kamuoyuyla paylaşmak olduğunu söyleyebiliriz.

Bu yaklaşım, onun sadece ve sıradan bir yazar olmadığını, aynı zamanda kapsamlı bir dünya görüşü ve düşüncesini yazılarında gündeme taşıdığı ve paylaştığı anlamına gelir. Bu durumda, karşımızda belirli bir düşünür tipinin, mevcut medya ortamında kendini ortaya koyabilme çabası vermiş olduğunu açıkça görmekte yarar var.

Kanımca, merhum Akif Bey’i farklı kılan ve yazılarının bugün dahi geçerlilik taşımasına yol açan bu hususiyettir. Öte yandan, bu soruyu sorarken, sadece geçmişe dönük pasif bir yaklaşımı gündeme taşımak değil, bunun ötesinde aslında onu bir şekilde bugünün, düşünce oluşumunda ve gelişiminde önemli bir kitle olduğuna inanılan üniversite gençliği başta olmak üzere toplumun dinamik kesimi denilebilecek, orta yaş kitlelerin bir yazarı tanımaları gerektiğine ve onun çalışmalarına göz atmalarının önemine işaret etmek istiyorum.

Dikkatle üzerinde durulması gereken bir başka husus merhum Akif Bey’in, bir yazar olarak ulusal siyaset ve olgular çerçevesinde kalmayıp, küresel gelişmeleri İslam dünyası perspektifinden anlama, anlamlandırma ve bunu açıkça dile getirme donanımına ve cesaretine sahip olduğudur.

Bu çabasını, bilinçli ve kasıtlı olarak gündeme getirmiş ve bunu, yazı hayatı boyunca istikrarlı bir şekilde sürdürdüğü kanaatindeyim. Küresel gelişmeler içerisinde İslam toplumlarının karşı karşıya kaldığı sorunları, gelişmeleri, çelişkileri, imkânları yazılarına taşıması, bir şekilde günlük okur kitlelerini de yazılarıyla birlikte bu evrene taşıması ve bu evrenle tanıştırması anlamına geliyordu.

Böylece, adına ‘gündelik’ denilen ve kalıcılıktan uzak olduğu anlaşılan olguların ötesinde, kalıcı ve anlamlı olanı yakalamaya ve bunu okur kitlesine fark ettirmeye çaba göstermiştir. Günümüzde, ulus-devlet sınırları içine hapsedilmiş Müslüman toplumları ve sorunlarını gündeme taşımak; onların sorunları üzerinde düşünmek ve mümkünse çözüm önerileri sunmak hiç kuşku yok ki, önemli ve zorunlu bir çabadır ve bu çaba, merhum Akif Emre tarafından hayatının son gününe kadar ortaya konmuştur.

İslamcı olmak

Akif Emre’nin vefatının ardından, zaman zaman bazı iç değerlendirmeler, karşılaştırmalar yapılmış olsa gerek. Öyle ki, aradan geçen süre zarfında bazı kıymetli dostların, “Akif Emre’den başka İslamcı tanımıyorum.” şeklinde gündeme getirilen cümlede, abartılı bir yaklaşım olduğu söylenebilirse de, bu abartının söyleyen kişi tarafından kasıtlı ve bilinçli olarak gündeme getirildiğini de düşünmek mümkün.

Öyle ki, Akif Emre’yi bugün sadece bir köşe yazarı olarak değil, yazılarını belirli bir düşüncenin ve fikrin özelinde gündeme taşıyan ve bu anlamda, kamuoyuna söyleyecek sözü olan ve bu çerçevede bir düşünür ve fikir adamı olarak değerlendirilebilecek niteliği kadar,  yaşadığı dönemde karşılaştığı zorluklara rağmen, hak bildiği istikametinden vazgeçmemiş olması gösterilebilir.

Yine bu cümlenin akla getirdiği varsayılabilecek bir diğer husus, Akif Emre’de var olduğu ifade edilen değerin, diyelim ki bu İslamcılık olsun, kendilerinde de olduğunu ayan beyan ortaya koyma noktasında görüş ve eylem beyan edebilecek olanların, onun hayatında özellikle de, son döneminde ne denli yan yana durabildikleri ve ilerleyebildikleri konusu tartışmaya açıktır.

Bu noktada, acaba merhum Akif Emre’nin şahsında içkin olan İslamcı düşünce ve kişiliği ne denli paylaşılıyordu ve denli etki alanına sahipti üzerinde düşünülmesi gereken bir diğer konudur.

Süreçte, hasbel kader edinilen siyasi iktidar vasıtasıyla bürokraside, iş çevrelerinde, medyanın her türünde, akademide gayet münbit bir imkâna ve maddiyatlaşma ortaya çıkarken, Akif Emre’nin bırakın bu süreçten pay almayı, belki de dışlanmayı çağrıştıran tutum ve tavırlara maruz kalması ve bunun hem de içinde yer aldığı, gelişmesine ve özellikle de, İslamcı bağlamda gelişmesine katkıda bulunduğu medya ve diğer çevrelerden gelmesi, önemli bir tezatı içinde barındırmaktadır.

Burada, sergilenen onulmaz hatanın acaba, Akif Emre’nin şahsına yönelik bir tutum mu, yoksa sahip olduğu ve aslında şahsiyetini belirleyen İslamcı tutuma mı yönelik olduğu bir başka tartışma konusudur. Her halükârda, bugünden bakıldığında bu iki olgunun aslında tek bir veçhesi yani şahsiyette somutlaşmış İslamcı bir boyut olduğu düşünüldüğünde, ona yönelik ilgisizliğin ve göz ardı etmeci tutumun aslında tam da, düşünce sistemine yönelik bir gizli/açık reddiye olması gayet önemli bir tehlikeye işaret etmektedir. 

Geçtiğimiz süreçte, çeşitli kurumlarda hasbel kader edinilen ve giderek artış gösteren toplumsal ve ekonomik statülerin artışı; bunların sıradan ve gündelik gösterge boyutunda ortaya çıkan araç filolarından kendilerine tahsis edilen araçlar, şoförler ve/ya hatta -ola ki, başlarına bir hâl gelirse diye edilen güvenlik olgusu; banka hesaplarının açık ve genişlemeci alanı ile olur olmaz -alt düzey/üst düzey- davetlerde sosyal ve entellektüel göstergelerinin katlanarak artışı gibi toplumsal alanlarda edinilen tüm imkânlar -öyle gözüküyor ve anlaşılıyor ki, sadece gündelik yaşamları değil, inanç ve düşünce örgüsünü de dönüştürmeye matuf yönleriyle dikkat çekiyor.

Bu dikkat çekilen imkânlarla hem hal olmuş kesimin -en azından bir bölümünce- düşünür, fikir adamı telâkki edilen Akif Emre’nin bu tür araçsallıklara karışmamış olması ya da hak ettiği söylenebilecek imkânları -o da, İslamcı düşüncenin her alanda gelişmesi noktasında sarf edilecek şekilde kendisine sunulmaması, gayet şaşırtıcı değil mi?

Cenaze göstergesi

Aslında, yukarıda dile getirdiğim görüşlerin zihnime doluşması, Akif Emre’nin vefatının beşinci yıldönümünü yaşadığımız bugünün bir eseri değil. Daha yurt dışındayken, merhumun cenaze töreniyle ilgili gelişmeleri takip ederken, karşı karşıya kaldığım ve beni gayet şaşırtan süreçti. Sade bir yaşamın, sade bir cenaze töreniyle sonlanması ve belki aile mensubiyetinin doğallığı ile kendi köyündeki mezarlıkta defnedilmesi düşünülebilecek Akif Emre’nin cenazesinin gayet önemli bir törenselliğe konu edilmesine tanık olduğumda zihnime düşüşmüştü bütün bu hususlar.

Burada yanlış anlamaya ve anlaşılmaya mahal yok… Elbette, merhum Akif Emre’nin hayatı boyunca ve/ya düşünce yaşamının gelişim süreçlerinde kendisine ve de düşüncesine hürmeti, saygısı olduğu bilinen Mehmet Akif’e komşu olmasından doğal bir şey olamaz.

Ancak doğal olmayan, yaşamında özellikle de, son dönemde elde edildiği belirtilen tüm imkânlara rağmen, Akif Emre’nin entelektüel ilgi alanları dikkate alındığında yerli, bölgesel ve ulusal İslam düşüncesinin anlaşılmasına, geliştirilmesine yönelik çabaları için önünün açılmamış olması, desteklenmemiş olması bir yana, sanki yüz üstü bırakılmış hissi veren bir durumun ortaya çıkması ile gündeme getirilen cenaze töreni arasındaki çelişkidir dikkat çekmek istediğim.

Tam da bu noktada acaba, “Akif Emre, kendisine ahiret komşusu olduğu Mehmet Akif’in kaderini mi yaşıyordu?” diye sormadan edemiyor insan. Öyle ya, ulusal kurtuluş mücadelesinde yer almakla kalmayan, bu mücadeleyi İstiklal Marşı’nı kaleme alarak anlamlandıran ve kalıcı bir bilinç oluşumuna yol açan, bununla birlikte hayatının yaklaşık son on yılını büyük çileler içerisinde geçiren bir Mehmet Akif var karşımızda… Belki de o boyutta olmasa da, günüm getirdiği koşullar ve imkânlar dikkate alındığında Akif Emre’nin önünün niçin açılmadığı, ümitvar bir yaklaşımla dikkat çektiği İslamcılığın ulusal, bölgesel ve küresel boyutta ortaya konmasını sağlayacak süreçlerin niçin desteklenmediğini sormak ve sorgulamak gerekir.  

Bugün bir eksiklik hissediyorsak ki, hissedildiği kanaatindeyim, onun gibi bir yazar ve düşünürün aramızda bulunmayışındandır. Bu vesileyle, merhuma bir kez daha Allah’tan rahmet dilerken, çalışmalarını yeniden ele alınıp okuyacak ve buradan hareketle İslam dünyasını anlama uğraşına girişecek yeni okurlar çıkmasını temenni ederim.

23 Mayıs 2022 Pazartesi

ABD başkanı Joe Biden’ın ziyareti üzerine: Asya-Pasifik’te çatışmacı söylem ve ekonomik işbirliği / Upon the U.S. president Biden’s visit: Confrontential discourse and economic partnership in Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                            23.05.2022

ABD başkanı Joe Biden’in ilk Asya-Pasifik ziyareti çelişkili yaklaşımlar, ifadeler ve gelişmelerle dikkat çekiyor.

Görüşmelerde ABD’nin, Kore Yarımadası’nda olası bir nükleer çatışmaya karşı bölgedeki müttefikleri özellikle de, Güney Kore ve Japonya ile teyakkuz halinde oldukları ve Çin’in Tayvan’a yönelik olası bir ‘istila’ girişiminin doğrudan askeri karşılığı olacağı yönündeki mesajları dikkat çekiciydi.

Bununla birlikte, özellikle Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (Association of Southeast Asian Nations- ASEAN) ülkelerinin de içinde yer aldığı 13 üye ülkeli yeni bir ekonomi bloğunun kuruluşu ilânı ise hiç kuşku yok ki, sadece Asya-Pasifik bölgesi için değil, küresel ekonomi için son derece önemli bir gelişme kabul etmek gerekir.

Başkan Joe Biden, ziyaretinin ilk durağı Güney Kore’nin başkenti Seul’de, ülkenin çiçeği burnunda devlet başkanı Yoon Suk Yeol ile Cuma ve Cumartesi günleri yapılan görüşmelerde özellikle, Kore Yarımadası’nda nükleer silahsızlanmayı önceleyecek ve bu anlamda diyalog süreçlerini gündeme getirecek yaklaşımdan ziyade, ABD-Güney Kore askeri işbirliğine vurgusu öne çıkmıştı.

Başkan Biden, Güney Kore’nin ardından, ziyaretin ikinci adımı için Japonya’nın başkenti Tokyo’daydı. ABD Başkanı’nın, Bugün yani, 23 Mayıs Pazartesi günü Japonya başbakanı Fumio Kishida ile yaptığı görüşmeler ve açıklamalar, militarist eğilim ve mesajların ağır bastığı Seul görüşmelerinin devamı olması kadar, bundan farklılaşan bir perspektifin de çizildiğini hemen ilk başta belirtmekte yarar var.

Bölgenin militarizasyonu

ABD başkanı Joe Biden, her ne kadar, Kuzey Kore’de başkan Kim-Jong-un’un nükleer hazırlık konusunda son derece tehditkâr icraatlarına karşı ve Tayvan sorunu üzerinden Çin’e, “çatışmaya hazırız” mesajı vermesi önemliydi.

Söz konusu bu iki durumu birbiriyle ilişkilendirmek mümkün. Özellikle de Çin’in, hem Kuzey Kore ile kompleks ilişkisi, hem de Tayvan Boğazı’nın öte yakasındaki, zaman zaman bağımsızlıkçı söyleme varan açıklamalarla dikkat çeken Tayvan’ı bir eyalet statüsünde kabul etmesi Pekin yönetimini her halükârda ABD’nin karşısında konuşlanmasına neden oluyor.

Bu çerçevede, Çin’in bir yandan Kuzey Kore’yle sınır teşkil etmesi ve BM güvenlik konseyi kararları bağlamında, bu ülkeye yapılan uluslararası yaptırımlara karşı gizli/açık desteğinin var olduğu ortada. Çin yönetiminin, böylesi bir politika takip etmesine neden olan ise kendisini Kuzey Kore üzerinden ulusal güvenliği için ‘sağlam’ bir tampon bölgeyle güçlendirdiği kanaatinin hakim olması.

Biden’nin Tokyo’daki açıklamalarında bir kez daha görüldüğü üzere, ABD yönetimi Tayvan konusunda Taipei’ye verilen sözün arkasında olduklarını yinelerken, aynı zamanda Pekin yönetiminin ‘Tek Çin Politikası’nı tanımayı sürdürdüklerini söylemesi ise belki de, ABD açısından en dikkat çeken dikotomik dış politika konusuna tekabül ediyor.  

Japonya’ya yeni rol

Başkan Biden’in Tokyo ziyaretinde Japonya’ya hem ikili savunma işbirliği, hem de BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üyelik gibi gayet önemli küresel bir rol alması gündeme geldi.

ABD yönetimi, yukarıda dikkat çekildiği üzere Kuzey Kore ve Tayvan konularında gayet kararlı olduğu anlaşılan bir duruş sergilerken, yalnız değildi. Japon başbakanı Fumio Kishida’nın ülkesinin askeri savunma kapasitesini artırma konusundaki açıklamalarına Biden’den destek geldi.

Japonya’nın bu konudaki politika değişikliği yakın geçmişte, Doğu ve Güney Çin Denizleri’nde Çin’in yayılmacı politikaları ve Kuzey Kore’nin nükleer tehdidinin neredeyse doğrudan hedefi haline gelmesi ile bağlantılandırılıyordu.

Oysa bugün özellikle de, Şubat ayının sonundan bu yana Doğu Avrupa’da yaşanan ve sadece bölgesel değil, küresel jeo-politik dengeleri önemli ölçüde dönüştüren ve değiştiren Rusya’nın Ukranya’nı istilası, Japonya’nın ulusal savunma stratejilerinde aldığı kararın belki de, haklılığını teyit anlamı taşıyor.

Bu çerçevede, Fumio Kishida’nın Doğu Avrupa krizine atıfta bulunarak bu gelişmenin “küresel düzeni sarstığı” ifadesini bunun bir teyidi olarak kabul etmek mümkün.

Bununla birlikte, Japonya’nın bu savunma politikası aslında, sabık başkan Şinzo Abe döneminde alınan bir karardı. Bugün ise, Başkan Joe Biden’in ziyareti sırasında yapılan görüşmelerle, artık daha da netlik kazanmış ve geri dönüşü olmayan bir sürece girmiş gözüküyor.

Aslında, ABD’nin Japonya’nın silahlanmasına yeşil ışık yakması veya bir anlamda, Japonya’yı kendi silahlı kuvvetlerini yeniden aktif hale getirmeye zorlamasının, en azından yakın dönemdeki gelişmeler ışığında- Donald Trump’ın, Doğu Asya’daki müttefiklerini askeri şemsiyesi altında tutamayacağını açıklamasıyla birlikte hız kazandığını söyleyebiliriz.

Bugün Tokyo’da yapılan görüşmelerde ve yapılan açıklamalarda ABD’nin, Japonya ile ilgili politikalarında yeni bir dönem, bu ülkenin BM Güvenlik Konseyi’ne daimi üye olarak atanması görüşünün gündeme getirilmesiyle başlamış oldu.

Biden yönetimi, hiç kuşku yok ki, bu karar ile hedefine Rusya’yı koyduğu ortada. Aynı zamanda, ABD yönetimi, çeşitli ülkelerden gelen güvenlik konseyinde bir anlamda Batılı ülkelerle sınırlı yapının, bir Asya ülkesi ile takviyesinin oluşturacağı desteği de hesap etmiş olmalıdır.

Ticaret ve ekonomi birliği

ABD Başkanı Joe Biden’in Asya-Pasifik ziyaretinin geneli içerisinde öne çıkan konu hiç kuşku yok ki, Kalkınma için Hint-Pasifik Ekonomi Çerçevesi (Indo-Pacific Economic Framework-IPEF) bloğunun ilânı oldu.

13 üye ülkeli olduğu belirtilen yapının, sabık başkan Barack Obama döneminin en önemli dış politika ürünü olan ancak halefi Donald Trump tarafından başkanlık koltuğuna oturduğu daha ilk günden rafa kaldırılan Trans Pasifik İşbirliği Antlaşması’nın (Trans-Pacific Partnership Agreement-TTPA) yenilenmiş bir formu olduğunu söylemek yanlış olmayacak.

Üye ülkeler arasında ABD’nin yanı sıra, Japonya, Hindistan ile Güney Kore, Avustralya, Yeni Zelanda, Malezya, Singapur, Endonezya, Filipinler, Tayland, Vietnam ve Bruney bulunuyor.

Söz konusu bu ekonomi bloğunu örneğin TPPA’dan ayıran temel nokta,  bu tür anlaşmalarda vurgulanan çeşitli ürünlere yönelik tarifler değil, aksine temiz enerji alt yapısı, yolsuzlukla mücadele, tedarik zincirlerinin oluşturulması ve dijital ekonomi oluşturuyor.

Listeye görüldüğü üzere, on üye ülkeli ASEAN’dan yedi ülkenin bu yeni ekonomi bloğunda yer alması, bölge ülkeleri ve toplumları açısından bu gelişmenin, yukarıda dikkat çekilen güvenlik ve militarizasyon konusundan çok daha önemli olduğuna kuşku yok. Bu yeni ekonomi blok, Çin’in bölgede bir yandan askeri öte yandan, yukarıda zikredilen ülkelerin bir bölümünün de üyesi olduğu “Bölgesel Kapsamlı Ekonomik İşbirliği”ne (Regional Comprehensive of Economic Partnership-RCEP) karşı bir alternatif ve karşı duruş anlamı taşıyor.

Bu gelişmenin özellikle, ABD açısından bu şekilde anlaşılmaya elverişli olduğunu kuşku yok. Öte yandan, ASEAN üyesi ülkeler içinse hem Çin, hem de ABD ticaret ortaklıkları bağlamında vazgeçilmez olduğundan, bu gelişmeden her halükârda kazançlı çıkacak olan yine bu bölge ülkeleri olacaktır.

Dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus, ABD yönetimi Asya-Pasifik’e verdiği belirtilen önemin askeri boyutunun ötesinde, pragmatik politikalar peşindeki bölge ülkelerinin beklentilerine çok daha uygun bir ekonomi işbirliği antlaşmasını ortaya koymuş oldu.

ABD Başkanı Joe Biden’in yönetime geldiğinden bu yana, Asya-Pasifik bölgesine gerçekleştirdiği bu ilk ziyaret, tezatları içinde barındıran boyutuyla dikkat çekiyor.

Güney Kore ve Japonya’yı kapsayan ziyaret sürecindeki görüşmeler, bölgede silahlanmayı artırmayı teşvik mahiyetinde yaklaşımlara konu olurken öte yandan, bölgenin önde gelen ülkeleriyle yeni bir ekonomik işbirliği alanındaki inisiyatif geliştirilmesine yol açıyor.

Önümüzdeki dönemde alınan kararların pratiğe geçirilmesi kadar, ilgili ülke kamuoylarının ve özellikle, Çin başta olmak üzere Rusya ve AB’nin gelişmelere nasıl karşılık verecekleri yakından izlenmeye değer olacaktır.