26 Mart 2019 Salı

Açe’deki Hollanda Savaşı’nı anlamak / Understanding of the Dutch War in Aceh land


Mehmet Özay                                                                                                                        26.03.2019

Açe topraklarında baş gösteren ve adına Hollanda Savaşı denilen süreç sömürge döneminin tipik ilişkilerini içinde barındırmaktadır. Açelilerin savunma konumunda olmalarından mülhem adına Hollanda Savaşı, temelde Hollanda Krallığı ve onun Takımadalar’daki uzantısı Hollanda sömürge yönetimi ile sınırlı olmadığı ortaya konulmalıdır.

Bu noktada, sömürgecilik olgusunun bizatihi bir tek Batı Avrupalı milletin girişimleriyle sınırlı olmak biryana, tastamam Batı Avrupa’nın ürettiği düşünce sisteminin bir ürünü olarak aynı ve benzer uluslar tarafından birbirine ardışık ve paralel olacak şekilde dünyanın farklı coğrafyalarında ortaya konan bir sürece gönderme yapılmalıdır. Bu yaklaşım, Hollanda sömürge yönetiminin istilacı girişimini perdelemek anlamına gelmemekte, aksine bu sürecin daha berrak bir şekilde anlaşılmasına imkân tanımaktadır.

Bu durumda, Batı Avrupa’nın ürettiği ne olmalı ki, gelip 19. yüzyıl son çeyreğinde Açe kapısına dayanacak bir yapı olarak zuhur etmiş olsun. Bu noktada, adına modernite denilen olgunun nasıl bir düşünce yapısı ve pratiği ortaya koyduğundan başlanmasında yarar var.

Bu yaklaşım, sadece Hollanda Krallığı’nı değil, bu krallığın ait olduğu ‘kültür’ ve ‘medeniyet’ çerçevesinin irdelenmesini gerektirmektedir. Yoksa, malum savaşın 26 Mart 1873’de General Köhler komutasında başlatılıp, Van Swieten’le devam eden, aradan geçen neredeyse otuz yıl sonra Van Heutsz marifetiyle başarıya taşınan öyküsünü ve bu süreçte Açe toplumunun kültür kodlarını çözümlediği iddiasındaki Dr. Snouck Hurgronje’un Van Heutsz’a çıktığı desteğe, ‘marechaussee’ dehası Swart ile Açe direnişinin geri kalan unsurlarını ortadan kaldırma çabasına dair anlatıları yerli yerine oturtmak pek mümkün olmayacaktır.

Modernite ile kendini yeniden ortaya koyan Batı düşünce yapısının sözde yenilik ile gündeme taşıdığı husus, kendini yok sayma ile eşdeğer bir noktaya taşınması için 20. yüzyıl ilk yarısında yaşanacak iki büyük savaşa kadar beklemek gerekiyordu. Bu iki savaş bile adını alırken, Batı Avrupa’nın kendi iç çekişmelerinin küresel ortama yansıtılmasının açık seçik izlerini taşır. ‘Dünya Savaşı’ denilerek, bir paylaşım sürecine taraf olmayan kahir ekseriyete yönelik gizli-açık bir ötekileştirmenin de gerçekleştirildiği görülür.

Oysa, modernite ile üretilen kültür ve medeniyetin Açe topraklarına yansıttığı gerçeklik üzerinde durmak bile, Hollandalılar üzerinden Batı Avrupa’nın hangi düşünce yapısından hareket ederek kendini meşru saydığı konusunu anlamaya el verecek bulgular içermektedir.

Bu meşruiyetin pratik karşılığının, Takımadalar’da ve/ya Malaka Boğazı çevresinde 19. yüzyıl ilk çeyreğinde yeni sınırlar oluşturma gayretlerinde ortaya çıktığı görülür. Bu noktada, ‘sınırların çizilmesi’ olgusu, Avrupa kıtasındaki gelişmeler dikkate alındığında, gerek milli gerek dini yönelimleriyle birbiriyle bir şekilde yakınlaşan İngiltere ve Hollanda’nın siyasal ittifaklarının Takımadalar’da devam ettiricisi ve tamamlayıcısı olarak ortaya konulduğu görülmektedir.

İngiltere ve Hollanda ittifakının Malay toplumlarının birbiriyle siyasi, kültürel ve toplumsal birlikteliklerine sınır çeken anlaşmalarla, yani 1824 Londra ve 1871 Sumatra Anlaşmaları’yla belirlendiği görülür. Bölge halklarının topraklarını bölüştüren bu anlaşmaların makro sınır oluşturma çabası olarak değerlendirebiliriz.

Öte yandan, Avrupa siyasal yapılaşmasının Takımadalar’a taşındığının bir göstergesi olan bu anlaşmalar öncesinde ise, İngilizlerin Malaya Yarımadası’ndaki Malay sultanlıklarıyla yaptığı anlaşmalar mikro sınır belirlenmeleri olarak dikkat çekmektedir. Örneğin, Cohor Sultanlığı’nın gerçek hanedanlığı ile İngilizlerin belirlediği yeni hanedanlık arasında, teritoryal paylaşımda belirleyici olduğu görülmektedir.

Hollanda Savaşı’nın adının geçtiği bir yerde İngilizleri ve ilgili eylemlerini zikretmenin bir tenakuz değil, aslında yukarıda dikkat çektiğim bağlamı yakalamaya yardımcı olacağı düşünülebilir. Nihayetinde, Hollanda’nın Açe topraklarını istila girişiminin, modernite olgusunun yapılaşması ve gelişmesinde diğerlerinin yanı sıra, İngilizlerin de kayda değer bir rolü olduğunu hatırlamak gerekir.  


Endonezya seçime giderken, siyasal partilere dair / Political parties on the way to election in Indonesia


Mehmet Özay                                                                                                                  26 Mart 2019
 
foto:rappler.com
Endonezya’da başkanlık ve parlamento seçimleri, ulusal düzeyde ortaya çıkan bir siyasi gelişme olmanın ötesinde anlam taşıyor. Siyasi partiler çeşitli çıkar ilişkileriyle birbirlerine eklemlenerek koalisyon blokları ile bir başkan adayını destekleyerek siyasi varlıklarını görünür kılarken, aslında parlamentoda ne kadar çok milletvekili temsil edebilirlerse, yeni başkanın veya desteklenen başkanın kuracağı hükümette alınacak bakanlıklarla o kadar iyi temsil edilme imkânı peşindeler.
Bu çerçevede ülkedeki siyasi partiler oluşumuna kısaca bakmakta fayda var. Ülke siyasal iklimini, Batı siyasal yapılaşması ve terminolojisi ile ifade etmek gerekirse merkez ve sağ olarak iki genel çizginin ortaya çıktığı görülür. Ülke de, merkezin sol’unu temsil eden bir siyasi partinin varlığı söz konusu değil.
Bununla birlikte, ‘sol’un tekabül ettiği siyasi anlayışın en azından bir bölümünün izleklerinin bulunabileceği bazı siyasi partiler ve/ya siyasi liderler bulmak mümkün. Ancak bunun, bir ideoloji boyutunda kapsayıcı ve örneğin, adına sınıf diyebileceğimiz belli bir toplumsal kitleye yönelik söylemi, propagandası olduğu ileri sürülemez.
Merkezin sağ’ı derken de temelde liberal ve milliyetçi görüşlerin temsilcisi addedilebilecek siyasal temelleri ve söylemleri sağlam ve gelişmiş bir siyasi yapının varlığının olduğu da şüphelidir. Yukarıda dikkat çektik, ancak tekrarda fayda var.
Bununla, yine bir Batı ülkesinde var olduğu gözlemlenen liberal-sağcı oluşumları kastederek, Endonezya’nın toplumsal oluşumlarında böylesi köklü bir siyasal yapılaşmanın olmadığına vurgu yapmak istiyorum. Bu noktada, merkez ile merkez-sağ’ı ayrıştıracak nosyonlardan maalesef yoksun olduğumuz söylenebilir. Yoksa, yine ‘sol’ örneğinde olduğu üzere, kendini liberal, demokrat, piyasa ekonomicisi addeden bireysel politikacıların olduğu ortada. Veya böylesi tekil politikacıların, belli bir siyasi parti çerisinde biraraya gelmişliğinin verdiği güvenle kendilerinden mülhem bir liberallik söylemi geliştiriyor olabilirler.
Sol’un bir siyasi parti veya siyasi partiler düzleminde temsil edilememesinin tarihsel bir nedeni bulunuyor. 30 Eylül 1965 tarihinde gerçekleşen ve aslında tamda ne olup bittiğinin tüm ayrıntılarıyla gün yüzüne çıkartılamayan darbenin gelişim sürecinde dönemin önemli siyasi partilerinden Komünist Partisi’ne yönelik girişimin ardından toplumsal ve siyasal çevrelerin, böylesi bir hareketin bir daha ortaya çıkmaması konusunda söz birliği etmişliği bugüne kadar kendini var etmiştir.
Tabii, burada Marksizmin temel görüşlerini bina ettiği endüstri toplumu, şehirleşme, sınıf farklılaşmalarının ekonomik ayrışmalar üzerine oturduğu bir toplumsal yapının Endonezya bağlamında karşılaşılıp karşılaşılmadığı ise bir başka konu. Ancak en azından, bu türden bir sol hareketin bir siyasal parti olarak neşet etmesi.
1950’lilerden itibaren Soğuk Savaş yıllarına bağlamak bir ölçüde mümkünse de, bunu sömürge dönemi toplumsal gelişmeleri çerçevesinde ele almak daha sağlıklı bir anlamaya doğru götürecektir. Bununla birlikte, burada ele alınan bağlamın, bu gelişmeyi gündeme almamıza el vermeyecek kadar farklılık arz ettiğini söyleyerek konuyu bununla sınırlandırmış olalım.
Bu durumda, merkez ve/ya sağ şemsiyesi altında var olan çok sayıdaki partinin neyi temsil ettiği konusu önem taşıyor. Bu partilerin gerek başkanları ve/ya kurucuları dikkate alındığında içlerinde ordu eski komutanları, ülkenin önde gelen iş çevrelerinin liderleri gibi toplumsal figürlerin olduğu dikkat çekmektedir. Söz konusu bu siyasi parti oluşumlarının ne türden bir ideoloji ile bezendikleri açıkçası belirsizliklerle doludur. Tam da burada, peki bu insanları bir parti çatısı altında biraraya getiren nedenler nelerdir sorusu haklı olarak sorulmayı bekliyor.
İçinde ordudan emekli çevrelerin, örneğin bazı komşu ülkelerdeki gibi devlet memuru görevi ile sınırlı olmayan bir yapı karşımıza çıkmaktadır. Ordunun bağımsızlıktan bu yana kendine biçtiği ülkenin sahipliği rolü bir yana, ordunun kendi kendini besleyen bir ekonomik düzeneğe sahip olması, bu toplumsal yapısı bir güvenlik kurumu olmanın ötesine ve dışına taşımaktadır.
Bu nokta önemli. Çünkü yukarıda değinildiği üzere, en azından bazı siyasi partilerdeki ordu eski mensupları ile iş çevrelerinin biraraya gelmeleri ikincilerin birincilere lütfu olarak algılanmamalıdır. Aksine, ordu mensuplarının aktif görevlerindeyken kurulan ilişkilerin emeklilik sonrası meyvesini vermesi gibi bir durum söz konusudur.
Burada ordu eski mensupları ile iş çevrelerinin buluştuğu noktaya dikkat çekilmelidir. O da, büyük ölçüde ülke içi ekonomik faaliyetlerin ve şu veya bu şekilde de uluslararası yatırımcı ülke ve kuruluşların ekonomik faaliyetlerinin yapılaşması, yerleşmesi ve gelişmesinde ordu ve iş çevrelerini birleştiren önemli bir çıkar alanının olmasıdır.
Standart bir ulus-devlette ordunun ülkenin dış güvenlik konusunda kendini hazırlaması ve yetkinleştirmesi gibi bir durum söz konusu iken, Endonezya’da ülkenin sahipliği olgusunun verdiği öz güvenin yaptırımcılığa dönüşerek ülkenin kendi vatandaşları üzerinde bir güç kullanımına evrildiğine tanık olunmaktadır.
Bunun tabii ki, örneğin Suharto’lu yıllar ile sonrasındaki süreçte bazı farklılaşmalar olduğunu söyleyebilirsek de, temelde dinamiklerin pek de değiştiğini iddia etmek mümkün gözükmüyor. Bu bağlamda, verilebilecek kanıtlardan biri, sivil addedilenler ile kendini sivil kabul etmeye meyleden ordu eski mensubu siyasetçilerin ordu kurumu üzerinde reform girişimleridir.
Endonezya gibi geniş bir coğrafya üzerine yayılan Adalar ülkesinde ordunun ve iş çevrelerinin kurdukları ağın kapsayıcılığı dikkate alındığında bu iki toplumsal yapı ile rekabet edebilecek pek bir etkin yapı bulunabilir mi sorusu akla geliyor ister istemez. Bu ikilinin sahip olduğu bu özellik, temelde birbirini besleyen, birbirinden destek alan bir dual yapı olarak ülke siyasal yapısını kayda değer ölçüde şekillendirmektedir.
Bu siyasi partilerin ve temsil ettikleri zümrelerin dışında olduğu ifade edilebilecek, lider tabakasının, üyelerinin ve seçmen kitlesinin kendini dindar kabul ettiği bazı siyasi partiler de mevcut. Farklı bir bağlama oturması nedeniyle, bu yapılar bir başka yazının konusu olduğunu söylemeliyim.

25 Mart 2019 Pazartesi

Tayland’da seçim ve demokrasi / Elections and Democracy in Thailand

Mehmet Özay                                                                                                                        25.03.2019
foto: asia.nikkei.com
Tayland’da beklenen seçim nihayet 24 Mart, Pazar günü yapıldı. 2014 yılında ordunun seçilmiş sivil hükümete yönelik darbesinin ardından ülkenin bir kez daha demokratik yönelime evrilmesi anlamı taşıması dolayısıyla bu seçim önemliydi. Uzunca bir süre beklenen seçimin tamamlanmasının ardından sıra yeni bir hükümetin nasıl kurulacağına geldi.

Yaklaşık 52 milyon seçmenin 500 sandalyeli parlamentoyu belirleyecek. Kesin sonuçların Mayıs ayı içerisinde açıklanması bekleniyor. 2011 yılından sonra yapılan ilk seçim olmasıyla dikkat çeken dünkü seçime çok sayıda parti katılırken, temelde darbeci ve darbe karşıtı olmak üzere iki koalisyondan bahsetmek mümkün.

Thaksinci parti ilk sırada ama…

İlk sonuçlar dikkate alındığında, Thaksin yanlısı Pheu Thai Partisi en çok milletvekili çıkardı. Pheu Thai, şu an itibarıyla kazandığı 135 milletvekilliği ile tek başına iktidar kurması bir yana, çeşitli koalisyon hesaplarına rağmen, hükümet kurması oldukça zor gözüküyor.

Bununla birlikte, Pheu Thai Partisi, ülke seçmeninin darbeciler karşısında yine sivil, kendilerinden ve değişimden yana bir siyasi parti olarak varlığını görece güçlü bir şekilde devam ettirmesiyle dikkat çekiyor.

Darbecilerin partisi olarak adlandırılan ve darbeci Prayut’u başbakan adayı olarak gösteren Phalang Pracharat Partisi ise şu anki rakamlara göre 117 milletvekili ile ikinci sırada.

Yeni bir parti olan ve hedefine gençleri koymuş olan Future Forward Partisi ise ilk seçimi olmasına rağmen aldığı 80 milletvekili ile üçüncü sırada. Future Forward Partisi’nin gerek koalisyon gerek önümüzdeki dönemde ülke siyasal yaşamında bir güç olacağı tahmin ediliyor.  

2006 yılındaki darbenin ardından ordu tarafından göreve taşınan, ülkenin köklü partisi olarak bilinen Demokrat Parti ise 53 milletvekili ile dördüncü sırada. Bu çerçevede, seçimin belki de ilk önemli sonucu Demokrat Parti lideri ve bir dönem başbakanlık yapan Abhisit Vejjajiva seçim başarısızlığını üstlenerek parti başkanlığından istifa ettiğini açıkladı.

Parçalı demokrasi

Yukarıda dikkat çekilen milletvekilleri sayıları, herhangi bir partiyi tek başına iktidara taşımaya yetmediği aşikâr. Burada önemli olan, 500 sandalyeli parlamentonun ötesinde, atamaları ordu tarafından yapılacak olan 250 üyeli senatonun başbakan seçiminde milletvekilleri ile aynı oy hakkına sahip olması.

Son beş yıldır ülkeyi yöneten darbeci hükümet 2017 yılındaki anayasa değişikliği ile 250 üyeli senato üyelerinin ordu mensuplarınca belirlenecek olması, sivil yönetim üzerinde bir gölge darbe işlevi gördüğüne kuşku yok.

Bu bağlamda, Phalang Pracharat Partisi parlamentoda 126 milletvekilen ulaşması halinde 250 üyeli senatonun desteğiyle toplam 376 oyla başbakanı belirleme ve hükümeti oluşturma hakkını elde edecek. Veya ikinci senaryo olarak, aralarında Demokrat Parti’nin de olduğu mevcut siyasi partilerden biri veya birden fazla parti ile koalisyon kurarak bu süreci kendi lehine yine kullanabilecek.

Thaksinci Pheu Thai Partisi’nin sahip olduğu milletvekili sayısına ve tıpkı daha önceki seçimlerde olduğu üzere, mevcut siyasi partilerle koalisyon kurma gücüne rağmen, senatonun 250 oyunu aşabilecek bir sayıya ulaşması mümkün gözükmüyor.

Bu durum, başbakanın belirlenmesinde ve hükümetin kurulmasında ordunun belirleyeceği ve kuvvetle muhtemel ordu eski mensuplarından oluşacak senatonun belirleyiciliği dikkate alındığında Tayland’da parçalı bir demokrasiden söz etmek mümkün.

Halkın seçimdeki rolünden ziyade, seçim öncesi alınan kararların belirleyici olduğu 24 Mart seçimleri, önümüzdeki son beş yıl boyunca Tayland’da başbakan olarak yine eski general, yeni politikacı Prayut Chan-o-cha’yı ve onun belirleyeceği bir hükümet iş başında olacağına işaret ediyor.  

Bir kez daha koalisyon hükümeti

Yukarıda dikkat çekilen ve sıralamada büyük bir değişiklik olması beklenmeyen seçimin ardından hükümeti kimin kuracağı ise büyük ölçüde koalisyon bloklarına bağlı olacak. Bu noktada, küçük partilerin önemi daha da öne çıkıyor.

Bu süreçte, siyasi çıkar ilişkileri ile ülkede askeri darbe ve bunun sivil uzantılarına karşı durma cesareti gösteren partiler arasında bir ayrışma bekleniyor. Bunun, Thaksinci veya sivil eğilimli partilerin hükümet kurmasında ne kadar başarılı sonuç vereceğini ise önümüzdeki günlerdeki gelişmeler ortaya koyacak.

Bu sonuçlara göre, Pheu Thai partisinin tek başına iktidar olmamakla birlikte, her halükârda yeni bir koalisyon hükümetinin kurulacağı bir gelişme söz konusu.

Seçimden birinci parti olraak çıkan Pheu Thai Partisi başkanı Sudarat Keyuraphan, darbecileri destekleyen Phalang Pracharat ile koalisyon yapmayacaklarını açıkladı.

Darbecileri destekleyen Palang Pracharat Partisi ise, diğer partilerle hükümet ortaklığı üzerinden iktidarı kurmanın yollarını arayacaktır.

Siyasal değişim ama nasıl?

Seçimler öncesindeki düzenlemeler Thaksin yanlısı parti veya partilerin zaferinin önünü almaya matuf olduğundan, Pheu Thai partisinin tek başına iktidar olamaması doğal. Ancak bu durum, diğer siyasi partilerin duruşunun hangi yönde gelişeceği ve bu anlamda sivil toplum ve sivil siyaset yapma tarzlarındaki belirleyicilik rol oynayacak.

Seçim sonuçlarına bakıldığında, ülkede yapılan son beş seçimi Thaksin veya onu destekleyen partilerin zaferiyle bittiğini ortaya koyuyor. Darbelerle önü alınmaya çalışılan Thaksin Shinawatra’nın her seferinde ya kendisi veya onu destekleyen partilerin seçimlerden başarıyla çıkması, hiç kuşku yok ki, modern Tayland tarihinin en önemli gelişmelerinden biri.

Bu gelişme, ülkede değişimi isteyen halk kesimleri ile değişime direnen kurulu düzen yanlılarının yani monarşi, ordu ve Bangkok zenginleri arasında devam eden bir siyasal güç mücadelesinin ötesinde bir anlam taşıyor.

Bu gelişme, sürgünde bulunan ve 2010’dan bu yana yapılan sivil seçimlerde ilk sırayı alarak başbakanlık koltuğuna oturmuş olan Thaksin Shinawatra ve kızkardeşi Yingluck Shinawatra’larla bir şekilde bağlantılı olsa da, süreç salt Shinawatra ailesiyle sınırlı değil. Aksine, seçmenin ülke siyasal yapısında değişimi öncellemeye yönelik taleplerine karşılık gelen bir süreç yaşandığına dikkat çekmek gerekiyor.

Bu bağlamda, 2010’dan bu yana Shinawatra ailesinin olması kendi başına ülkede sivil yönetimin öncellenmesi talebi ve bu yönde sergilenen çabaya bir halel getirecek durum olarak algılanmamalı. Aksine, sivilleşerek değişmeyi öncelleyen bir toplumsal talebin önünün açılmasında belki de Shinawatraları bir araç olarak görmek mümkün.


11 Mart 2019 Pazartesi

Trump-Kim Zirvesi sonrasında Kore Yarımadası’nda yeniden belirsizlik / Again uncertainty in the Korean Peninsula after Trump-Kim Summit


Mehmet Özay                                                                                                                         11.03.2019

foto: straitstimes.com
ABD başkanı Donald Trump ile Kuzey Kore başkanı Kim Jong un’un 27-28 Şubat günlerinde Vietnam’ın başkenti Hanoi’de gerçekleşen ve bir anlamda arzu edilen neticenin alın/a/madan alel acele bitirildiği toplantının yankıları devam ediyor.

Her ne kadar bazı yayın organları başkan Trump’a atıfla zirveden pek fazla umutlu olunmamasını gündeme taşımıştı. Ancak, aynı başkan Trump’ın hedefinde Kuzey Kore’de nükleer silah üretimini dondurma ve eldeki mevcut silahları imhaya yönelik bir anlaşma yapma arzusu taşıdığı, söz konusu toplantının sona ermesinden sonra yapılan açıklamalarla gündeme geldi.

Zirveden herhangi bir anlaşma çıkmaması, Kuzey Kore tarafının ise uluslararası yaptırımların kaldırılması talebinden ABD tarafından kabul edilmemesiyle açıklanıyor.

ABD umutlu, Kuzey Kore icraatta

ABD yönetimi, zirvenin kendileri adına başarısızlıkla sonuçlanmasına rağmen, yakında benzer bir görüşme trafiği yaşanabileceğine dair açıklamalar yapıyor.

Örneğin, Dışişleri bakanı Mike Pompeo, 4 Mart günü yaptığı açıklamada gelecekteki görüşmelerden umutlu olduğunu ve birkaç hafta içerisinde Kuzey Kore başkenti Pyongyang’da ABD heyetinin görüşmeler yapabileceğini belirtiyordu.

Şu ana kadar böylesi bir gelişme olmadığı gibi, taraflardan bu yönde herhangi bir açıklamada sadır olmuş değil.

Öte yandan, Kuzey Kore’nin, bu yönde bir sinyal vermek bir yana, aksine zirvenin hemen ardından nükleer çalışmalara kaldığı yerden yeniden başladığına dair bilgiler gündeme geliyor.

Hanoi zirvesinin hemen ardından, en azından tarafların birbirini anlamakta olduğuna ve bunun geliştirilebileceğine dair bir intiba hasıl olsaydı, ABD’nin takındığı iyimserlik havasının bir anlamı olurdu.

Ve Kuzey Kore yönetimi, tavrını nükleer çalışmalara yeniden başlamakla değil, bunu anlaşılabilir bulduğunu göstermek suretiyle, en azından oluşan mevcut ortamın yani, statükonun devamından yana bir politika ortaya koyması beklenirdi.

Ancak Kim Jong un’un, 2018 yılı Haziran ayında Singapur zirvesinde füze sistemleri çalışmalarına son vereceği açıklamasına sadık kalmaması bile, Hanoi zirvesinde kamuoyunda paylaşılandan daha farklı konuşmaların olduğu ihtimalini ortaya koyuyor.

Trump yönetimi hazırlıksız yakalandı

Bu durumda, Başkan Trump’ın ABD’nin zirve başarısızlığının sorumluluğunu üstlenip üstlenmemesinin pek bir anlamı yok. Kore Yarımadası’nın nükleer silahlardan arındırılması konusunda kayda değer bir gelişme olsaydı, belki de Trump yönetiminin bugüne kadar uluslararası arenada ortaya koymuş olacağı en önemli kazanım kabul edilebilecekti.

Ve bunun, hem ABD’nin küresel kamuoyu ve ilgili ülkeler nezdinde yeniden önem kazanması ve hatta önümüzdeki yıl yapılacak başkanlık seçimleri için Trump’ın veya Cumhuriyetçilere bir artı olarak dönebileceği düşünülebilirdi.

Bu söylerken, Kuzey Kore’yle görüşmeler bağlamında, her şeyin bittiği gibi bir sonuca varılmadığını da ifade etmeliyim. Ancak özellikle son zirvenin de ortaya koyduğu üzere ABD tarafının Singapur zirvesi sonrasında pek de iyi hazırlanmadığı anlaşılıyor.

Singapur zirvesi ve sonrası

İki lider arasında ilk zirvenin 2018 yılı Haziran ayında Singapur’da yapıldığı hatırlanacak olursa, böylesine görece kısa sürede yapılan ikinci zirvede, en azından ABD tarafının arzu ettiği şekilde kapsamlı bir anlaşmaya imza atılmasının mümkün olmadığını öngörmek için bölgedeki ilişkilere bakmak yeterli olur.

Bu anlamda, Kim Jong un’un Singapur’da sergilemiş olduğu iyi niyet ile pratik karşılığının kapsamlı bir nükleer silahlardan arındırma anlaşmasına kapı aralaması arasındaki farkın, zirve sonrası görüşmeleri yürüten ABD heyeti tarafından iyi hesaplanamadığı söylenebilir.

Ya da Kuzey Kore ile görüşmeleri yürüten ABD heyetinin, doğrudan başkan Trump’ın herşeyi iki dudağından çıkan ifadelerle bitirebileceği yönündeki kaprisli ve sübjektif yaklaşımının Kuzey Kore görüşmelerinde yansımasını bulacağını düşünerek hareket ettikleri akla geliyor ki, bu belki de bugüne kadar ki ABD dışişlerinin zaafının ve hatta başarısızlığının bir devamı olarak da okunabilir.

Tüm bunlar dikkate alındığında, Hanoi zirvesi, Trump’un vaatlerinin tutmadığının bir başka kanıtı olarak tarihe geçmiş oldu.

Güney Kore faktörü göz ardı edilmemeli

Trump-Kim arasında Singapur’da gerçekleşen zirvenin Kore Yarımadası’nda ilişkilerin normalleşmesi için bir adım kabul edilebileceğine kuşku yok.

Bunun ardından, ikinci bir ABD-Kuzey Kore zirvesi yerine, aralarında Güney Kore, Kuzey Kore, Çin, Rusya ve Japonya’nın da olduğu, 2003 ila 2009 yılları arasında sürdürülen ve ardından rafa kaldırılan altılar grubu toplantılarına yeniden başlanabilir veya benzeri bir süreç yeniden gündeme taşınması makul bir gelişme olurdu.

Bu girişimin öncelikli ayağını ise Güney Kore oluşturabilirdi. Öyle ki, Güney Kore’de yaşanan hükümet değişikliği sonrasında yeni devlet başkanı Moon Jae-in’in Kuzey Kore lideri Kim’le görüşmenin kapısını aralayan kişi olduğunu hatırladığımızda böylesi bir gelişmenin doğal bir gelişme varsayılabilirdi.

Böylece, taraflar arasında doğrudan nükleer silahların arındırılması yerine, normalleşmenin doğal bir adımı olarak Güney Kore ve Kuzey Kore arasında insan-insan ilişkisini öne çıkartacak pratik bir açılımla geliştirilmesi öncellenebilirdi.

Unutmayalım ki, Trump’ın ABD pasifik donanmasını Kore Yarımadası çevresine yönlendirdiği dönemde, Kuzey Kore’yi masaya oturmaya ikna eden Moon Jae-in olmuştu. Bu yönde somut bir gelişme olarak 27 Nisan 2018’de yani, Trump-Kim arasında 2018 Haziran’ındaki zirve öncesinde Moon ve Kim biraraya gelmişti.

Moon, ayrıca, 10 Ocak 2019’da yaptığı açıklamada, Kuzey Kore’ye yaptırımların kaldırılmasının önemine ve bunun Kuzey ve Güney arasında ekonomik işbirliğinin kapısını aralayacağına vurgusu dikkat çekiyordu.

Çin görüşmelerin neresinde?
Söz konusu zirveler bağlamında Çin yönetimini sahnenin önünde görmesek de, Kuzey Kore’ye yakınlığı nedeniyle Kim Jong un üzerinde kayda değer bir etkisi olduğu düşünmek mümkün.

Bu çerçevede, Hanoi zirvesinde Trump’ı bir ölçüde sükut-u hayale uğratan anlaşmazlık durumunun ortaya çıkmasında, şu veya bu şekilde, Çin bir neden olarak düşünülebilir. ABD ile özellikle yaklaşık bir yıldır yaşanan ticaret savaşlarından ötürü Çin’in bir tür stratejik çıkış yapma adına Kim Jong un’un kararında dolaylı da olsa bir etkisi olduğunu akla getiriyor.

Unutulmamalı ki, Çin, Kuzey Kore’yi kendi ulusal güvenliği için bir tampon bölge olarak değerlendirmektedir. ABD ile yaşanan sürtüşmeler nedeniyle, Çin’in Kuzey Kore üzerinde yapıcı değil, kendi çıkarları bağlamında nüfuz etmesi gayet doğal.

Kaldı ki, Çin yönetimi, Kore Yarımadası’nda barışa gidecek süreçte salt ABD tekelinde yürütülecek görüşmeler yerine, yukarıda dikkat çekilen altılar grubu görüşmelerine kaldıkları yerden devamından yana olduğu biliniyor. 

Bu noktada, Kuzey Kore’nin 2016 yılı Mayıs ayında ayında 7. İşçi Partisi Kongresi’nde aldığı, ‘nükleer silahlardan arındırılmasının anayasaya aykırılığı’ kararının da yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor.

Kore Yarımadası gündemdeki yerini koruyor

Kim Jong un, babasının vefatının ardından 2011 yılından bu yana Kuzey Kore’nin başında. Genç yaşında, dünyaya kapalı bir ülkenin başına geçen ve bundan daha da önemlisi sahip olduğu nükleer silahlar ile özelde bölgesinde ve genelde küresel anlamda bir tehdit algısının oluşmasına yol açan Kim Jong un hedefinde ABD ve bu ülkenin bölgedeki müttefikleri, Japonya ve Güney Kore bulunuyor.

Tehdit süreçlerinin ardından Singapur ve Hanoi zirveleri Kuzey Kore’nin kapılarını dünyaya açması anlamı taşırken, bu sürecin sadece ABD tarafından yönetilemeyeceği de ortada.

ABD tarafı yakında görüşmelerin yeniden başlatılacağı konusundaki iyimserliğini koruyor. Ancak, Kim’in yeniden nükleer faaliyetlerine başlamış olması Kore Yarımadas’ında nükleer tehdit olgusunun küresel gündemdeki yerini yeniden almakta olduğuna işaret ediyor.


9 Mart 2019 Cumartesi

Tayland’da seçimler öncesinde Thaksin’e şok / A shock to Thaksin pre-Election period in Thailand


Mehmet Özay                                                                                                                        09.03.2019

foto:bangkokpost.com
Tayland’da, 1932’de başlayan ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gündeme gelen askeri darbeler, ülkede siyaseti belirleyen başat bir gelişme olarak tarihe geçti. 21. yüzyıl, tıpkı benzeri ülkeler gibi yeni bir başlangıç anlamı taşıyacağına duyulan umut kendini gösterir gibi olsa da, isikrarlı bir sürece geçilmesi henüz söz konusu olmadı.

2014 yılında dönemin demokratik yöntemlerle belirlenmiş ve başbakanlığını Yingluck Shinawatra’nın yaptığı sivil hükümete yönelik darbenin ardından general Prayut Chan-o-cha başkanlık koltuğuna otururken, bir yandan da ülkenin kaderinin tıpkı 20. yüzyıldakinin devamı olacağına dair güçlü bir intiba bıraktı.

Darbe nedeni
Güneydoğu Asya ülkelerinde komünizmle yönetilen ülkelerin varlığına rağmen, bu denli sık darbenin ortaya çıktığı bir başka ülke bulunmuyor. Darbeler konusunda görüş beyan eden kimi araştırmacılar, darbelerin doğasının ekonomik bir temeli olduğunu ortaya koysalar da, bu görüş açıkçası Tayland’daki uygulamalarla örtüştüğü söylenemez.

Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nde (ASEAN), Endonezya’dan sonra ekonomik büyüklük bakımından ikinci sırada bulunan Tayland, bölgesel ve küresel ilişkiler bakımından da içe kapalı bir ülke değil. Aksine, son derece dinamik toplumsal yapısı, doğudan batıdan değişik ülkelerden dış yatırımlara konu olmasıyla dikkat çekiyor.

Bu durum, tıpkı bölgedeki diğer ülkelerde veya genel itibarıyla küresel ekonomide görülen  yaşanan durağanlığın Tayland’da olmadığı anlamına gelmiyor. Bu nedenle, ekonomik göstergelerin ülkede dünden bugüne darbelerin birincil nedeni olduğunu ileri sürmek tutarlı bir yaklaşım olarak kabul edilemez.
Bu nedenle, ülkede birbiri ardına gelen darbelerin ülkenin köklü siyasal eliti ve buna eklemlenen yapıların statükoyu koruma arzularından kaynaklanıyor.

Prayut darbeyi sivilleştirdi

Çeşitli vesilelerle yaptığı açıklamalarda başbakanlıkta veya siyasette gözü olmadığını açık seçik ifade eden Prayut, son dört yılı Güneydoğu Asya’da belli bir ağırlığı olan Tayland gibi bir ülkede başbakan olarak geçirdi. 24 Mart’ta yapılacağı açıklanan seçim, henüz bir değişiklik ihtimali göstermemesi nedeniyle hayata geçirilecek gibi gözüküyor.

Seçim kararına rağmen, seçim kampanyasına getirilen kısıtlamalar şeklinde ortaya çıkan demokratik seçim sürecini engellemeye matuf girişimler, ülkede demokratik seçim sürecinin son dört yılda hüküm süren eski asker-yeni sivil Prayut yönetiminin doğal bir sonucu olduğuna kesin gözüyle bakılıyor.

Siyasi partilere karşı yapılan bu girişimler Prayut’u başbakan adayı olarak gösteren Palang Parcharath Partisi’nin önünü açmaya yönelik olduğuna ise kuşku yok. Tabii bu görüntüye bakıp, ortada bir Prayut diktatörlüğünden bahsetme yanılgısına düşmemek gerekir.

Nihayetinde Prayut tek başına hareket eden bir lider değil, aksine, 2014 darbesi sonrasında kurduğu Ulusal Barış ve Düzen Konseyi (NCPO) adına hareket eden bir asker/sivil birey.

Sürpriz parti kapatma veya Thaksin’e vurulan darbe

Mevcut iktidar, 2014’den bu yana yeni anayasa çalışması başta olmak üzere siyasi karar mekanizmalarında yapılan değişikliklerle, sadece seçim gününe kadar değil, seçim sonrasında da varlığını sürdürme eğiliminde.

Bunun son örneklerinden biri, Kral Maha Vajiralongkorn’un kızkardeşi Ubolratana’yı başbakan adayı olarak gösteren ve sabık başbakan ve muhalefetin en güçlü lideri konumundaki Thaksin Shinawatra’nın  desteklediği belirtilen Thai Raksa Chart Partisi’nin kapatılması oldu. Anayasa mahkemesi partinin kraliyet kurumunun anayasa tarafından belirlenmiş kurallarına aykırı hareket ettiği gerekçesiyle kapatma kararı aldı.

Söz konusu anayasa, kraliyet ailesine mensup olanların ulusal siyasette aktif olarak yer alamayacağını ortaya koyuyor. Ancak Ubolratana’nın bir yabancıyla yapmış olduğu evlilik nedeniyle, zaten kraliyet ailesi haklarından feragat etmiş olmasına rağmen, anayasa mahkemesi böylesi bir karar almaktan geri durmadı.

Thaksin’nin yeni stratejisi

Seçimlere iki hafta alınan bu karar, partinin 282 adayının herhangi bir partiden aday gösterilmemesi nedeniyle doğrudan Thaksin Shinawatra’nın hedef alındığını söylersek abartmış olmayız. Çünkü 2000’lerin başından bu yana ülkede kurulu siyasal yapıya alternatif sivil bir politikacı olarak Thaksin ortaya çıkıyor.

Bu durumda, Thai Raksa Chart partisi’nin seçmenleri ne yönde kanalize edeceği, yani mevcut partilerden hangisinin destekleneceği veyahut da doğrudan bir protesto olarak seçmenlerine sandığa gitmeme konusunda yönlendireceği henüz kesinlik kazanmış değil.

2000’lerde rüzgar muhalefetten yana

Ülkede değişimin ismi olarak ortaya çıkan Thaksin 2000’lerden bu yana siyasetin tam odağında yer alıyor.

Thaksin Shinawatra, 2000 yılı Ocak ayında yapılan seçimlerin ardından ülke siyasal yaşamı için sıra dışı kabul edilebilecek bir gelişmeyle 2005 yılı Şubat ayında önemli bir başarı göstermişti.

Bu sivil yönetimin ülkeyi 21. yüzyıla sivil yönetim ve halkın öncellendiği bir siyasal yapıyla taşıması söz konusu ve belki de ülkeyi bu anlamda bölgesinde giderek öne çıkan bir güç haline getirebilecekken, 2006 yılında yapılan askeri darbe bu güçlü sivil çıkışın önünü kapatmaya matuf bir girişim olarak kabul edilmelidir.

Halkın, sivil yönetim ve statükocu yapılar arasındaki ayrımı iyi anladığının kanıtının ortaya konulması için bu sefer darbeyle geçen dört yılın ardından 2011 yılı Temmuz’un da yapılan seçimleri beklemek gerekti.

Bu sefer, Thaksin Shinawatra olmasa da, onun yerine siyasete atılan kızkardeşi Yingluck Shinawatra öncülüğünde bir kez daha ulusal parlamentoda çoğunluğu sağlayarak ülke yönetiminde söz sahibi oldu. Bu yinelenen ülkede değişimi öne çıkaran toplumsal talebin bir neticesi olurken, pratik bir karşılık olarak Yingluck ülkenin ilk kadın başbakanı oldu.

2019 Thaksin’e gülecek (mi?)

2000’lerden itibaren yapılan seçimlerde Shinawatra ailesi birinci parti olarak çıkarken, seçim sonrası hükümet kurma süreçlerinde diğer görece küçük partilerle ittifaklar gündeme geliyordu.

Seçimlere iki haftalık bir sürenin kaldığı bugünlerde Thai Raksa Chart Partisi’nin kapatıldığına göre, Thaksin Shinawatra’nın yeni bir çözüm arayışında olduğuna kuşku yok.

40’ı aşkın partinin seçimlere katılacağının açıklandığı bu süreçte, demokrasi yanlısı görüşleriyle öne çıkan partilere yapılacak yatırım Thaksin’e güvenen geniş bir kitlenin oylarının sürpriz bir partiyi ulusal siyasette ortaya çıkarması sürpriz olmayacaktır.


8 Mart 2019 Cuma

Yeniden ideolojiler çağı / Again the Age of Ideologies


Mehmet Özay                                                                                                                         08.03.2019

İdeolojilerin bittiği ifade ediliyordu bir dönem. Buna sebep ise, 1980’lerin sonlarından itibaren Soğuk Savaş döneminin sona ermesiydi. Bu gelişme, küresel eko-politikalarda liberal demokrasinin zaferinin ortaya çıktığına yorulup, bu şartların o dönem için doğurduğu bir rehavet ortamından da bahsedildiğini söylemek bile mümkün. Ancak bu süreç, yerini farklı bir bağlamda yeniden çatışmaya bırakmış gözüküyor…

2000’li yılların başında Batılı liberal demokrasiler ve/ya kapitalist ülkelerin şartlı desteğiyle Dünya Ticaret Örgütü’ne kabul edilen Çin, kendi bölgesinden başlayarak neredeyse herkesi şaşırtan bir ekonomik kalkınma sergilemiş durumda. Bu gelişmenin birden ortaya çıkmadığı biliniyor. 1970’lerde ABD başkanı Richard Nixon’un dışişleri bakanı Henry Kissenger marifetiyle Çin’le ilişkilere kapı aralayan politikaları işin siyasal boyutunu oluşturuyordu.

Geçen yüzyılın son birkaç on yılında giderek daha fazla uluslararası ekonomiye entegre olma sürecini tecrübe eden Çin, özellikle 2010’da ekonomik kalkınmada Japonya’nın önüne geçip küresel ekonomide ikinci güç haline gelmesi, yeni bir döneme işaret ediyordu.

Bu süreçte şaşırtıcı olan ve üzerinde araştırmalar yapılan olgu ise, siyasi ideoloji ile ekonomide uygulanan politikaların ve yaklaşımların farklılaşmış halidir. Çin açısından bakıldığında ve bir kazanım olarak değerlendirilebilecek olan husus, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) düştüğü hataya düşmeden kendini kapitalist dünya ile birlikte var olabileceğini kanıtlamasıdır.

Batı kapitalizminin bu süreçte gizli/açık beklentisi, Çin’i küresel ekonomiye bağlarken, bunun üzerinden bu ülkede bir toplumsal ve siyasal değişikliğin ortaya çıkacağı yönündeydi. Çin kalkınmaya devam ederken, zamanla bölgesinden başlayan ve küresele doğru genişleyen bir ticaret ve yatırım evreni oluşturdu ve bu sürece agresif bir şekilde devam ediyor.

Tarihsel bağlamda dikkate alındığında, Çin’in siyasal içerikli bir yayılmacılık politikası gütmediği ve bugün de bu anlamda bir niyet taşımadığı söylenebilir. Ancak bir süredir, kapitalizmin doğasında var olan çatışmacılığa varan rekabetçi çizginin zorunluluğu ile hareket eden bir Çin’le karşı karşıyayız. Bunu, özellikle Güney Çin Denizi bağlamında, yanı başındaki ASEAN ülkelerine yönelik teritoryal haklar meselesinde ortaya koyuyor.

Bununla birlikte, Batı’yı rahatsız eden bundan daha çok, Çin’in kalkınmanın liberal demokrasilerin temel dayanak noktası olan serbest ticaret kurallar dizgesine tezat teşkil eden bir yönelim izlemesidir. Çin’in bu ekonomi politikalarının Batı’dakinden farklılığını herhalde en iyi ifade eden ‘otoriter kapitalizm’ kavramıdır. Çin değişiyor, buna şüphe yok. Ancak bu değişimi Batı’nın istediği yönde olmaması, yeni bir çatışmacı ortamın içine sürüklenilmekte olduğuna işaret ediyor.

Burada üzerinde düşünülmesi gereken iki durum var. İlki, Çin’in içinden geçmekte olduğu sürecin henüz tamamlanmamış olması. Bir başka deyişle, Batı’nın beklenti içinde olduğu toplumsal ve siyasal değişimlerin ortaya çıkabileceği ihtimalidir. Bir diğer husus ise, Çin’in sergilemekte olduğu ve yöneticileri tarafından Batı kapitalizmine alternatif olarak sunulan bu ekonomi politikasının diğer ülkeler için kabul edilebilir ve uygulanabilir bir mahiyet arz edip etmediğidir.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2019/03/08/yeniden-ideolojiler-cagi-again-the-age-of-ideologies/

Açık Medeniyet, Yıl 2, Sayı 11, Şubat-Mart, 2019, s. 44. www.acikmedeniyet.com

6 Mart 2019 Çarşamba

Who Will Shape the Politics of Singapore?


Mehmet Özay                                                                                                            26 February 2019
It is observed that there has been some modifications in Singaporean politics in recent years. This process can be traced in particular since 2011, when the Workers’ Party (WP), the main opposition party, gained a surprising success in the general elections.

Later, the death of Lee Kuan Yew, the founding father of the Republic, in 2015, initiated the replacement of the older generation with the younger one (called the fourth generation), in the Central Executive Committee in the People’s Action Party (PAP), the ruling party, and a re-shuffle of the government in 2018.

Meanwhile, a new party has been established by Dr. Than Cheng Bock, a former senior member of parliament of PAP. This initiative is quite significant in terms of creating a new opposition bloc before the next general election to take place in January 2012, or earlier.

Younger politicians taking over

Just after the election victory in September 2015, Prime Minister Lee Hsien Lhong announced the possible reshuffling of leading cadres within the PAP.

And the mentioned political succession was realized last year by the replacement of some aging cabinet members with a new brand of cadres called the 4th generation in order to shape the Island’s politics in the near future.

This also includes a transfer of leadership to a younger leader working with PM Lhong, who is confirmed to retire at 70, which will happen in 2021. Based on PM Lhong’s statements about handing over this role, starting from 2016, Heng Swee Keat, the incumbent Finance Minister, will take office.

On the other hand, it is yet to be seen as to whether PM Lhong would remain in charge of the country, following his later father Lee Kuan Yew’s experience after the above-mentioned hand-over.

This political succession might have been considered as part of a regular change in the PAP, as expected in any political party. However, it should be understood with other subsequent developments that have emerged in not only the Island, but also in regional and global politics. For instance, the fact that the Malaysian opposition alliance gained power last year can be considered as an event that has had a significant impact on Singapore’s politics.

In addition, some social issues such as an aging population, wealth disparity, migration, or foreign workers, problems of social mobility, and so on, are causing discontent among the public and forcing the incumbent PAP government to be competitive and act accordingly in its politics.

Late ‘Lee Kuan Yew’

The detah of Lee Kuan Yew, the founding father of the country, on 23 March, 2015, at the age of 91, was perhaps a turning point in the ongoing political developments. He was no doubt a strong voice that shaped the government and the established political regime in the city-state until the last few years of his life.

He exercised strong leadership during his tenure. And even when he retired from active political life, he continued to serve the nation by holding the post of Senior Minister, 1990-2004, and then the advisory post as Minister Mentor in the cabinets between 2005-2011.

It is no doubt that the loss of Lee Kuan Yew was a crucial turning point in the Island’s politics, since he was actively involved as the PAP’s mentor and in shaping politics in general. As a testament to its popularity, the PAP acquired nearly 70 per cent of the electorate’s votes in the general election held a couple months after his death.

In this regard, not only the younger electorate, but the increasing number of the ageing population are also considered to be change makers in the upcoming elections. In particular, the government is trying to cater the distinct demands and expectations of the ageing population, which is no doubt a new mold of the demographic structure of the Island.

The Workers’ Party and expectations

The WP, the second oldest party after the PAP, plays a leading role among the almost a dozen other opposition parties. It acquired a strategic gain by winning all 7 seats in a single constituency in the 2011 elections.

The WP could not turn this into a strategic move and gain support from the electorate for a sound victory in subsequent elections in 2015. But its success in the 2011 election can be taken into account to imagine how the political pattern could be re-shaped, starting from a single constituency.

In this regard, it is argued that the WP has significant material and ideological weaknesses in comparison to the PAP. For instance, the WP does not have any significant relationships with the labor unions and does not garner support from them, which is quite contradictory with its ideological basis. This forces the WP only to act as a check and balance against the incumbent government of the PAP.

It can be argued that this is a dilemma for the WP because its political stand needs to reach a particular electorate such as labor groups, so as to become a major power in the parliament.

The leadership change in the party from Low Thia Khiang, who held office for almost the last two decades, to Pritam Singh, in April 2018, can be regarded as the consequence of the above-mentioned obstacles of the WP.

On the other hand, it is a fact that the PAP has successfully continued its well-established alliances with the unions, which was the result of the ideological initiative of the late Prime Minister Lee Kuan Yew throughout the 1950s and 60s.

Towards a novel political move

As seen above, the WP is the most significant opposition party in terms of its representative capacity.
There are some other political parties, though minor, which might play a crucial role in case there is going to be a lively opposition bloc under a strong leadership.

In regard to this, Dr. Than Cheng Bock’s decision to found a new political party, called the Progressive Singapore Party, is a significant development. Dr. Than, known as a senior politician, having served as a member of parliament for the PAP for 6 terms, is now a candidate in the presidential elections.

He is believed to be a source of dynamism among the opposition parties such as Singapore Democratic Party (SDP) and Democratic Progressive Party (DPP).

And though it is still too early to guess the reverberations, there is news about the meetings between Dr. Than and Lee Hsien Yang, the brother of the Prime Minister, which might be leading towards a new strategic move to create a larger alliance among the opposition parties.