31 Mart 2022 Perşembe

Doğu Avrupa krizinin Asya-Pasifik’e güvenlik politikalarına etkisi / The Crisis of Eastern Europe and Its impact upon the security policies in Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                            31.03.2022

Rusya’nın Ukrayna’yı istilâsı öncesi ve sonrasının karşılaştırılması, küresel sistemde bir dizi farklılaşmanın ortaya çıkmakta olduğunu ortaya koyuyor.

Bu noktada, Asya-Pasifik veya yeni adlandırmayla Hint-Pasifik bölgesinde kendini tehdit altında hisseden ülkeler kadar, bölgenin öne çıkan ülkeleri arasında ikili ilişkilerde yeni yapılanmalar dikkat çekiyor.

Bu çerçevede, bazı ülkeler kendilerini tehdit altında hissettikleri güçler karşısında askeri ve güvenlik işbirliklerini geliştirmeye yönelirken, bazıları da kendi aralarında çatışmacı eğilimleri engelleme çabası sergiliyorlar.

Askeri güç ve korunma güdüsü

Batılı ülkelerin de kabul ettiği üzere, Rusya’nın temel gücünü askeri yapılanmasından alan bir ülke olmasına rağmen, Ukrayna’ya diz çöktürmek bir yana, bir askeri güç olarak maddi ve Ukrayna halkının vatanlarını koruma gibi manevi direnişle karşılaşması, hiç kuşku yok ki, dünyanın farklı bölgelerinde askeri güce dayalı yapılanmanın sorgulanmasını gündeme getiriyor.

Ortaya çıkan bu durum, Rusya’nın askeri gücünün sınırlı olduğu anlamına gelmiyor. Ancak, nükleer dahil olmak üzere, var olan askeri yapının bir ülke üzerinde kullanılabilirliğinin farklı nedenlerle sınırlandırılabileceğini Doğu Avrupa krizi gayet açık bir şekilde ortaya koyduğuna kuşku yok.

Bu noktada, Doğu Avrupa krizi, Soğuk Savaş Sonrası (post-Cold War) döneminin sonu anlamına gelirken, söz konusu bu gelişmenin Asya-Pasifik bölgesi için de, yepyeni jeo-politik ve jeo-stratejik etkileşimlere kapı aralanmasına yol açmakta olduğu söylenebilir.

Doğu Avrupa’da gelişen kriz karşısında, Rusya ve Ukrayna arasındaki barış görüşmelerinde mesafe alınmaya çalışılırken, ortaya çıkan durumun sadece Avrupa ile sınırlı olmadığı görülüyor.

Ukrayna devlet başkanı Volodymyr Zelenskiy’nin, NATO bünyesindeki ABD ve bazı öncü Avrupa ülkelerini ülkesine askeri yardım yapmadıkları konusunda, artık süreklilik kazanmış olan eleştirisi, Asya-Pasifik bölgesindeki ülkeler arasında büyük güçlerle ilişkilere giderek daha da şüpheyle yaklaşılmasına yol açarken, aynı zamanda yeni stratejilerin gerekliliğine işaret ediyor.

Bu çerçevede, Rusya’nın, uluslararası antlaşmaları ve savaş ahlâkını göz ardı eden istila girişimi karşısında Asya-Pasifik bölgesinde belirgin bir hareketlilik dikkat çekiyor.

Bu noktada, bölgenin özellikle son on yıllık dönemde öne çıkan iki temel jeo-stratejik ve güvenlik alanları olan Güney Çin Denizi ve Tayvan Boğazı sorununa taraf ülkelerle, genel itibarıyla Asya-Pasifik veya yeni adlandırmasıyla Hint-Pasifik bölgesinde, ikili ilişkiler güncellenirken, aynı zamanda bazı yeni askeri ve stratejik işbirlikleri ortaya konulmaya çalışıldığı gözleniyor.

Bu noktada, Asya-Pasifik’te Japon-Avustralya, Japonya-Hindistan ve Çin-Hindistan görüşmeleriyle sürecin gizli/açık küresel bir boyutta seyrettiğini ve genel itibarıyla Avrupa sathıyla sınırlı olmayan bir döneme girildiğini ve tarafların, yeni bir küresel jeo-politik inşası peşinde olduklarını söylemek mümkün.

Güney Çin Denizi

Çin yönetiminin, son on yıla yaklaşan süreçte, giderek artan bir şekilde gündeme getirdiği Güney Çin Denizi’nde teritoryal egemenlik iddiasından ASEAN bünyesinde birincil derecede etkilenen Vietnam, Filipinler başta olmak üzere Bruney, Malezya ve bir ölçüde Endonezya ile Birlik’in gelişmiş ekonomik gücü olarak beliren ancak, bir Ada ülkesi sıfatına sahip Singapur güvenlik ilişkilerini yeniden gözden geçiriyorlar.

Bu noktada, yaşanan son birkaç gelişme gayet önem arz ediyor. Bu çerçevede, geçtiğimiz Ocak ayında Japonya-Singapur görüşmelerinde, Asya-Pasifik bölgesinde ‘uluslararası kurallar çerçevesinde’ barışın tesisi kadar, bu yöndeki tehditlere karşı ortak hareket etme söylemi gündeme gelmişti.

Benzer bir işbirliği örneği 28 Mart’ta başlayan ve 8 Nisan’a kadar sürecek olan, ABD ve Filipinler ortak askeri tatbikatı ile fiiliyata geçiriliyor. Bu gelişme, ABD başkanı Joe Biden’ın ağırlığı Doğu Avrupa krizine verdiği süreçte, “Asya-Pasifik’te de varız” söylemini teyit edecek mahiyette.

ABD sabık başkan Donald Trump döneminde gerginleşen ABD-Filipinler ilişkilerinin uzun bir aradan sonra yeniden yakınlaştığının işareti olarak kabul edilebilecek bu deniz ve hava kuvvetlerinin katılımıyla ve gerçek silahlarla gerçekleşen bu tatbikatla, Çin’in siyasal ve askeri baskısını yakından hisseden Filipinler’in savunması kadar, olası bir Tayvan işgali açısından da ortak hareket kabiliyetinin geliştirilmesi hedefleniyor.

Tayvan Boğazı

Tayvan Boğazı’nda ise, Çin devleti kendine bağlı ancak, ‘asi’ bir eyalet olarak tanımladığı Tayvan ile karşılıklı restleşmeler gündemde yer almaya devam ediyor. Birleşmiş Milletler’de temsil edilmemekle birlikte, de facto bir devlet hüviyetindeki Tayvan, kendine özgü bu siyasal egemen konumundan vazgeçme niyetinde değil.

İki güç arasında söz düellosunun ötesinde özellikle, Çin’in donanma ve hava kuvvetleri marifetiyle tahrik edici girişimleri Tayvan tarafından anında tepkilerle savuşturuluyor. Bu noktada, Tayvan hiç kuşku yok ki, en önemli desteği ABD’nin bölgede askeri hamilik görevinde bulunduğu söylenebilecek Pasifik Donanması’ndan alıyor.

Buna ilâve olarak, Çin’in egemenlik iddiasını ve çatışmacı yönelimini dengeleme adına, ABD ile özellikle son olarak sabık başkan Donald Trump döneminde imzalanan ikili antlaşmalarla, Tayvan askeri destek almaya devam ediyor.

Tayvan, özellikle son kırk yılda ortaya koyduğu ekonomik modernleşme ve refah toplumu süreçlerine paralel olarak demokratikleşme, sivil toplum gibi Batılı liberal değerlere bağlılıktan ferâgat etmeyeceği yönündeki açıklamaları ile bölgesel ve uluslararası ilişkilerde durduğu yeri açık ve net olarak ortaya koyuyor.  

Japonya ve ittifak çabaları

Japonya’nın Avustralya ve Hindistan’la yaptığı görüşmeler, dışişleri ve savunma bakanlıkları da yapmış olan tecrübeli politikacı başbakan Kishida Fumio’nun, aynı/benzer değerlere sahip ülkelerle işbirliğini geliştireceği yönündeki açıklamalarını teyit ediyor.

Bu noktada, Japonya ve Avustralya arasında 6 Ocak 2022 tarihinde imzalanan, ‘savunma ve güvenlik işbirliği’ çerçevesinde “Karşılıklı Erişim Antlaşması” (Reciprocal Access Agreement-RAA) hiç kuşku yok ki, Hint-Pasifik bölgesinin bu iki ülkesinin gelişmeleri değerlendirme konusundaki öne çıkışlarının bir ifadesiydi.

Bu anlaşma ile taraflar Çin’in yayılmacı söylemlerine ve eylemlerine karşı caydırıcı nitelikte olduğunu söyledikleri bu girişimi geçen yıl gündeme gelen Quad ve Aukus girişimlerinin bir devamı olarak değerlendirmek mümkün. RAA ile bölgede kendilerini doğrudan tehdit altında hisseden iki ülkesi arasında savunma ve güvenlik işbirliği noktasındaki yakınlaşma özellikle, Japonya gibi askeri gücü sınırlandırılmış bir ülke için oldukça önemli bir girişim anlamı taşıyor.

Bu işbirliğini, Japonya’nın, hipersonik silahlara sahip olunacağı yönünde 2020 yılında yapılan açıklama ile birlikte düşünmek mümkün. Hint-Pasifik bölgesinde ABD, Avustralya, Rusya, Hindistan, Çin ve Kuzey Kore’nin sahip olduğu bu tür silahları Japonya’da geliştirilmesinde ABD’nin yanı sıra, Avustralya ile de işbirliği önemli bir yer tutacaktır.

Japonya’nın, söz konusu askeri yapılaşmasında Rusya’nın da hedef olduğunu söylemek mümkün. Öyle ki, Doğu Avrupa krizinin baş göstermesiyle, Japonya-Rusya arasındaki adalar krizi de güncellenmiş oldu.

Bu noktada, 2. Dünya Savaşı’nın son günlerinde Rusya tarafından işgal edilen Kuzey Bölgeleri veya Rusya tarafından Güney Kuril olarak adlandırılan bölgesi hakkında başbakan Kishida, “egemenlik iddiasını” yüksek sesle dile getirirken bölgenin Rusya’nın “işgali” olarak tanımlaması dikkat çekiyor.

Japonya başbakanı Kishida Fumio, Hindistan başbakanı Narendra Modi’yi ağırladı. Görüşme Hint-Pasifik bölgesinde geçtiğimiz yıl ABD ile Quad bağlamında aynı platformda yer alan iki ülke yetkililerinin bir araya gelmesi bölgesel istikrarın tesisi açısından önem taşıyor.

Çin’den Hindistan ziyareti

Doğu Avrupa krizinin tetiklediği bir diğer önemli gelişme hiç kuşku yok ki, Çin-Hindistan görüşmeleri oldu. Çin tarafının talebi üzerine, Çin dışişleri bakanı Wang Yi’nin 25 Mart’ta Hindistan’a yaptığı resmi ziyarette mevkidaşı Subrahmanyam Jaishankar ile görüştü.

Rusya’ya karşı, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ABD ve NATO ülkelerinin yaptırımları karşısında bu iki ülkenin tarafsız kalmasının doğurduğu benzerliğin ziyareti tetikleyen bir unsur olduğu düşünülebilir. Bu durum, her iki ülkenin, Asya-Pasifik bölgesinde ABD karşısında giderek yakınlaşabileceği beklentisini akla getiriyor.

Bu noktada, son dönemde çatışmacı eğilimlerin güçlendiği gözlenen Çin-Hindistan ilişkilerinde sorunların çözümüne yönelik bir yaklaşımın görüşmelerde ortaya konması dikkat çekicidir. Her ne kadar, küresel basına daha çok Himalayalar bölgesinde Ladakh’ın doğusundaki sınır çatışmaları ile yansıyan iki ülke ilişkilerinin, Hint Okyanusu’nu da içine alan boyutu göz ardı edilemeyecek bir öneme sahip.

Öyle ki, Çin’in yeni Deniz İpek Yolu projesi çerçevesinde Hint Okyanusu’nun bir ucundan diğerine yani, bir yandan Myanmar’ın batı eyaleti Rakhine’de ve Pakistan’ın Basra Körfezi’ne bakan limanı Gawadar Limanı’nda öte yandan, Doğu Afrika’da Cibuti’de ortaya koyduğu sivil ve askeri yapılanmalar Hindistan’ı çevreleyen stratejik yatırımlar olarak dikkat çekiyor.

Söz konusu bu ziyaret, 2020 yılında Çin’in Himalayalar bölgesinde askeri yayılmacı süreci çerçevesinde yaşanan çatışmaların ardından ilk doğrudan görüşme olmasıyla dikkat çekiyor.

Hindistan tarafı iki ülke ilişkilerinin normalleşmesinin Çin’in bu yayılmacı eylemlerine son vermesiyle bağlantılı olduğunu açıklaması gayet önemliydi. Görüşmelerin temel hedefinde, sınır sorununun çözümü konusunda süreci hızlandırmanın bulunması, iki ülke ilişkilerinde mesafe kat edilmesi anlamı taşıyor.

Doğu Avrupa’da, Soğuk Savaş Sonrası dönemi bitiren Rusya’nın Ukrayna işgali sadece, Avrupa’da veya Atlantik bölgesinde NATO gücünün yeniden inşasına yol açmakla kalmıyor. Rusya işgali öncesinde küresel gündemi belirleyen Asya-Pasifik bölgesinde de özellikle, askeri ve güvenlik noktasında ikili ilişkilerde yeni gelişmeler dikkat çekiyor.

Güney Çin Denizi ve Tayvan Boğazı merkezli yaşanan gerilimli süreç, bugün geniş Hint-Pasifik bölgesini kaplayacak boyuta ulaşmış gözüküyor. Bu çerçevede, ilgili ülkeler arasındaki ittifak süreçlerindeki yeni güvenlik ve askeri işbirlikleri bölgenin aynı zamanda silahlanmasının ivme kazanmakta olduğunu da ortaya koyuyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/03/31/dogu-avrupa-krizinin-asya-pasifike-guvenlik-politikalarina-etkisi-the-crisis-of-eastern-europe-and-its-impact-upon-the-security-policies-in-asia-pacific/

28 Mart 2022 Pazartesi

Açe topraklarında sömürge savaşı: “Perang Belanda” / “Perang Belanda”: A colonial war in Aceh land

Mehmet Özay                                                                                                                            26.03.2022

26 Mart 1873, Hollanda Krallığı’nın Takımadalar sömürge yönetimi tarafından Açe Darüsselam Sultanlığı’na (the Sultanate of Aceh Darussalam) savaş kararını aldığı tarihdir. Bu itibarla, bugün söz konusu bu sömürge savaşının 149. yıldönümü olduğunu hatırlamakta yarar var.

Bu vesileyle, söz konusu bu tarihi dönemin salt bir ‘anma’dan ibaret olmadığını/olmaması gerektiğini aksine, dün neler olup bittiğini anlamanın alternatif yollarını keşfettirecek unsurları içinde barındırdığını söylemek gerekiyor.

Bir başka ifadeyle… Aradan geçen süre zarfında dünya toplumları ve özellikle, İslam toplumlarının doğrudan veya dolaylı olarak etkilendiği savaşların varlığı, yakın ve uzak geçmişteki mücadelelerin yeniden ele alınması ve anlamaya çalışılması konusunda elverişli imkânlar sunmaktadır.

Siyasi-coğrafyanın önemi

Öncelikle bahsi geçen savaşın nasıl bir siyasi-coğrafyaya tekabül ettiğini görmek gerekir. Öyle ki, bu bölgenin yani, Sumatra Adası’nın ve özellikle de, Hint Okyanusu’nun doğusu ile batısı ve Bengal Körfezi’nin Malaka Boğazı’na ulaştığı kuzey-güney bağlantısında yer almasından kaynaklanan coğrafi nitelikleri dikkate alındığında, jeo-stratejik öneme sahip olması ticari hayat, siyasi yapılaşma kadar, dini alanın da gelişmesinde ve süreklilik kazanmasında rolü olmuştur.

Bu durum, sadece Takımadalar için değil, genel itibarıyla dönemin tüm İslam coğrafyası için dikkat çekici öneme sahip bir sömürge savaşının varlığını ortaya koymaktadır.

Bu önemin tarihsel geçmişle bağını ise şu şekilde ele almak mümkündür: 19. yüzyıl son çeyreğinde gerçekleşen Açelilerce Perang Belanda, Prang Kaphe gibi isimlerle de anılan bu savaş, Sumatra Adası’nın kuzeyinde erken dönem İslamlaşma süreçleri dikkate alındığında, yaklaşık son bin yıllık tarih içerisindeki önemli “tarihi akslar”dan biridir.

Genişlemeci sömürgecilik

Bu tarihi dönem, bölgenin bağımsız, kendinde bir İslam toplum ve siyasal yapısı üzerinde, Hollanda Krallığı (Dutch Kingdom) özelinde, Batı Avrupa sömürgeciliğinin genişlemesi ve yükselişe geçişi anlamına gelmektedir.

Bununla birlikte, yaşanan gelişme sadece, Hollanda Krallığı’nda dönemin Hollandalı siyasetçileri ve yöneticileri tarafından değil, genel itibarıyla Batı Avrupa’daki sosyal bilimcileri tarafından yapılandırılan bir siyasal-kültürel evrenin oluşturduğu bir anlam dünyasına tekabül eder. Bu genişleme ve yükseliş tüm evreleriyle birlikte, bugüne dair etkisi söz konusu bu tarihi savaşın üzerinde durulmasının önemli nedenlerinden birini oluşturmaktadır.

Dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus, çeşitli araştırmacılar tarafından, Batı Avrupa düşüncesinin ve politik-ekonomisinin belirleyiciliği noktasında 19. yüzyıla biçilen rolün, bugünün Batı dünyasını şekillendirmesi hususudur.

Söz konusu bu ilişki, Hollanda Savaşı’nın sadece geçmişe ait bir hadise olmadığını, aksine, Kuzey Sumatra’da bugüne kadar yaşanan süreçleri ve hatta bugünü anlamamıza imkân tanımaktadır.

Bununla birlikte, 19. yüzyıla sıkıştırılmış bu durum, kendi içinde gayet önemli bir eksikliği barındırmaktadır. Burada bir doğrulama yapmak suretiyle, 19. yüzyıl gelişmelerini -kronolojik sınırlılıkların dışına çıkarak-, 16. yüzyıl başından ele alarak uzun dönemli seyrini siyasal/toplumsal bağlamlarıyla dikkatle ve incelikle değerlendirmek gerekmektedir. Bu durum, bize Kuzey Sumatra’da 19. yüzyıl son çeyreğindeki savaşın sadece, bir 19. yüzyıl hadisesi olup olmadığını da sorgulatacağına kuşku bulunmamaktadır.

İslam coğrafyası ve birlik

Bütün bir 19. yüzyıl boyunca, geniş İslam coğrafyasında birlik olgusu fiili olarak ortaya konulmamış olmasına rağmen, farklı bölgelerde birbirinden kopuk/ayrışık siyasi ve toplumsal yapıların kendi başlarına var oldukları bir dönem olarak dikkat çeker. Buna karşın, sömürgecilik süreçlerinin etkisiyle birbirine yakınlaşmanın ve haberdarlığın ortaya çıkışı da bir o kadar gerçektir.  

Bu durum, Kuzey Sumatra’daki sömürgeci yayılmacı ve genişlemeciliğine karşı verilen mücadelenin İslam toplumları için ne önem arz ettiğini dikkate almayı gerektirmektedir. Öyle ki, bu savaş, sadece Açe toplumunun verdiği bir mücadele değildir ve bu şekilde anlaşılmamalıdır.

Hiç kuşku yok ki, İslam coğrafyasının batısından doğusuna yaşanan bu ayrışık olma haline rağmen, Kuzey Sumatra’da siyasal egemenliğini meşru olarak sürdüren Açe Darüsselam Sultanlığı’nda siyasal aktörlerin, savaşın başladığı 1873 yılına kadar, bir yandan Takımadalar Müslüman toplumları ile dönemin küresel İslam toplumları ile birleşme/toparlanma yönündeki gizli/açık niyeti ve icraatı kayda değer bir önem taşımaktadır.

Her ne kadar, Hollanda istilasının gündeme getirdiği zorlamasıyla da olsa ortaya konulan bu çabanın, anlamlı olduğuna kuşku bulunmamaktadır. Bu noktada, bazı çevrelerde söz konusu bu çabayı ‘salt bir reaksiyoner bir siyasal tutum’ olarak görüp küçümsemek gibi bir eğilim kendini belli etse de, bunun böyle olmadığını tarihi hadiseler gayet açık ve seçik bir şekilde bize göstermektedir. 

Takımadalar bölgesindeki bu sömürge savaşının, -tıpkı diğer coğrafyalarda olduğu üzere-, uzun bir hazırlık sürecinin olduğunu görmekte yarar var. Bu durum, Açe siyasi elitinin bölgesel ve küresel siyasal sistem içerisindeki yerini anlamamıza olanak tanıdığı gibi, Takımadalar bölgesinde sömürgecilik süreçlerini, uzun dönemler boyunca farklı safhalarla yöneten Hollanda ve İngiliz varlığını da değerlendirmemize imkân tanımaktadır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/03/26/ace-topraklarinda-somurge-savasi-perang-belanda-perang-belanda-a-colonial-war-in-aceh-land/

25 Mart 2022 Cuma

Doğu Avrupa Krizi ve NATO’nun yeniden inşası / The Crisis in Eastern Europe and re-construction of NATO

Mehmet Özay                                                                                                                            25.03.2022

Doğu Avrupa krizi, ABD başkanı Joe Biden’ın Avrupa’ya yaptığı ziyaret ile yeni bir evreye taşınıyor.

Başkan Biden’ın temasları başta Brüksel’de NATO üye ülkeleri ile gelişmiş yedi ülke (G-7) liderleri ile bulaşması ve Polonya’yı ziyareti Batılı ülkelerin ittifak bloğunu sağlamlaştırma adımı olarak yorumlanmaya değer bir görünüm arz ediyor.

Bu durum, sadece fiili savaş durumunun yaşandığı Ukrayna’da yönetime ve halka moral, teknik ve askeri destekleri ortaya koymakla kalmayacağı, Soğuk Savaş sonrasına (post-Cold War) geçildiği ifade edilen dönemi belirleyici kararların alınmakta olduğunu ortaya koyuyor. Başkan Biden’ın görüşmeleriyle şekillenen sürecin, Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in nasıl karşılık vereceğine ise önümüzdeki süreçte tanık olacağız.

Avrupa’da bu gelişmeler yaşanırken, -önümüzdeki günlerde değineceğim- Asya-Pasifik’te Japonya-Hindistan ve Çin-Hindistan görüşmeleriyle sürecin gizli/açık küresel bir boyutta seyrettiği ve Avrupa sathıyla sınırlı olmayan bir döneme girildiğini ve tarafların yeni bir küresel jeo-politik inşası peşinde olduklarına kuşku yok.

ABD’den toparlayıcılık rolü

Başkan Biden’dan önce başta dışişleri Bakanı Anthony Blinken olmak üzere bazı üst düzey bürokratları, Avrupa’ya göndermesi stratejik bir sürecin ortada olduğunu gösteriyor. Bu ziyaretler, Atlantik sathında ittifakın yeni bir kolektif güç evresine doğru ilerlediği şeklinde yorumlanıyor.

Bununla birlikte, Rusya’nın Ukrayna istilasında karşılaştığı teknik ve maddi zorlukların ötesinde ve karşısında abartmadan söylemek gerekirse, dimdik bir Ukrayna devleti ve halkı olduğu anlaşılıyor. Ukrayna’da çeşitli mühimmat ve teknik yardım yapıldığı gerçeğine karşın, Ukrayna devlet başkanı Volodymyr Zelenskiy’nin, NATO’yu ve AB’yi itham edici çıkışlarına devam ettiği de bir o kadar gerçek.

Bu durum, ortada bir çelişkinin olup olmadığını sorgulamayı gerektiriyor. Bir yandan NATO kendi iç bünyesinde, ‘yeniden doğuş’un izlerini taşırken, savaşın tüm yıkıcılığı ile Ukrayna topraklarında devam edişi hiç kuşku yok ki, bazı şüpheleri de beraberinde getiriyor.

Savaşın nereye evrileceği meçhul!

Ortada konvansiyonel bir savaş ortamının olmadığı aksine, içinde kimyasal, nükleer ve siber alanlarında bulunduğu kapsamlı bir saldırı var. Ve Rusya’nın ortaya koyduğu bu tehdidin boyutunun gerilemesi konusunda da herhangi bir emare ortada gözükmüyor.

NATO, aktif savaşın başlaması öncesinde ve özellikle de, bugün başkan Biden’in ziyaretlerinde ve başkanlık ettiği toplantılarda tanık olunduğu üzere, “kollektif savunma” ilkesi üzerinde dururken, birliğe üye olmayan Ukrayna’da aktif bir girişimde bulun/a/mıyor.

Zelenskiy’nin çağrılarına yeterli karşılığı vermeyen NATO’nun, geçtiğimiz aylarda Rusya’nın eleştirilerine rağmen, sorunun bir istila girişimine varabileceğini kestirememiş olması veya gelişmeleri bilerek tetiklediği konusu hâlâ tartışmalarda yer alıyor.

Öte yandan, Batı ve AB’nin bugüne kadarki söylem ve icraatlarının önemli bir bölümü, Rusya’nın olası genişlemeci siyasetine dur deme çabası kadar, belki de ondan da öte, Kıta Avrupası’nın enerji kanallarının güvenliğine ve sürdürülebilirliğine konuşlanmış durumda.

Devlet başkanı Zelenskiy’nin ısrarla tekrarladığı Ukrayna hava sahasının uluslararası uçuşlara kapatılması çağrısı, ABD Kongresi’ne ile sanal ortamda yapılan toplantıda, 2. Dünya Savaşı günleriyle bir analoji kurarak Başkan Biden’ı, “dünya lideri” olarak adlandırması; Rusya’nın hedefinde sırada, eski Doğu Bloku ile İskandinav ülkeleri olduğu iddiasına rağmen, NATO aktif bir saldırı sürecine girişmiş değil.

Bu durumda Ukrayna’nın, NATO üyesi bir ülke olmamasının doğurduğu teknik zorluklar anlaşılabilir. Adına uluslararası hukuk denilen olgunun ihlâli gerekçesiyle, Ukrayna’nın yanında ve arkasında savaşa girilmesinin, NATO yönetimi tarafından ciddi ve geçerli bir seçenek olarak masada bulunmamasına neden oluyor.

Yeni bir savunma stratejisi olarak ekonomik yaptırımlar

Rusya karşısında ABD ve AB ülkelerinin başvurdukları en etkin çözümün ekonomik ve siyasal yaptırımlar olurken, ekonominin sadece yıldırıcı işlevini yerine getirmekle kalmayıp, Rusya çapında bir ülkeyi dize getirme örneğinde olduğu gibi, böylesine büyük bir boyutta olmasından hareketle, yeni bir savaş enstrümanı olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

ABD ve NATO’nun aktif savaş ortamına girmekten kaçınmasının, bazı yorumlarda dikkat çekildiği üzere, Ukrayna’nın Batı tarafından tuzağa düşürüldüğü şeklinde anlaşılmaya elveriyor. Bunun niye yapıldığı, bir başka ifadeyle, ABD’nin bundan kastının ne olduğunu çıkarsamak ise, bakış açılarına bağlı olarak değişkenlik gösteriyor.

Ortada ABD’den ziyade, Atlantik özelinde bölgesel bir güç olan NATO’nun varlığı dikkat çekiyor. Geçenlerde kaleme aldığımız yazıda da dile getirdiğimiz üzere, Biden yönetiminin sabık başkan Barack Obama dönemi politikalarını devr alarak, Afganistan’dan çekilme kararının doğurduğu sonuç, sadece bir imaj kaybı değil.

Başka Biden, Afganistan topraklarında demokratik bir sistem kurma amacı taşımadıklarını gizli/açık ortaya koysa da, Afganistan topraklarında yaşayan milyonlarca insanın maruz kaldığı siyasi ve ekonomik terk edilmişlik duygusunu doğuran son yirmi yıl orada varlık süren NATO oldu. 

Bir diğer husus, Afganistan’dan çekilmek suretiyle, Batı Asya-Orta Asya jeo-politik ve jeo-stratejik gelişmelerinde ABD’nin oynayabileceği rolün de, ne kadar onarılabileceği belirsiz bir durumun ortaya çıkmasıdır.

Bu noktada, Doğu Avrupa krizi üzerinden, NATO’nun yeniden yapılandırılmaya çalışılması hedeflerden biri olarak dikkat çekiyor.

Demokrasi ve diktatoryal rejimler karşıtlığı

Bunun dışında, Biden’in savaş öncesinden başlayarak ve giderek daha çok dile getirdiği üzere, dünyanın demokratik ülkeler-diktatör yapılar veya bir başka deyişle iyi-kötü dikotomisiyle tanımlanacak, yeni bir jeo-politik evren tanımlaması dikkat çekiyor.

NATO demokratik ülkeler yani iyiler grubunu, Rusya ve başta Çin olmak üzere onun yanında yer alan ülkeler diktatör-kötüler grubunu temsil ediyor.

Doğu Avrupa’da yaşanan kriz üzerinden, son birkaç aydır, Soğuk Savaş sonrası dönemin sona erdiğinin ilân edildiğine tanık olduğumuz gelişmeler, bize aynı zamanda jeo-politik ve jeo-stratejik yenilenmelerin de ortaya çıkacağını akla getiriyor.

Ukrayna örneğinde tanık olunduğu üzere, şu ana kadar ABD ve NATO doğrudan sahada yer alma yönünde bir istek ve hazırlık içerisinde değil. Ukrayna’ya sağlanan teknik ve askeri destekle Rusya’yı durdurma çabası arzu edilen sonucu verdiği taktirde, hiç kuşku yok ki, kazanan tarafın Batı ve Batı’nın temsil ettiği politik-ekonomi sistemi olacağına kuşku yok.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/03/25/dogu-avrupa-krizi-ve-natonun-yeniden-insasi-the-crisis-in-eastern-europe-and-re-construction-of-nato/

22 Mart 2022 Salı

ASEAN’da Myanmar sorunu ve tatmadaw’ın soykırımı / Myanmar issue in ASEAN and tatmadaw’s genocide

Mehmet Özay                                                                                                                            22.03.2022

ASEAN’da Myanmar sorunu bugünlerde yaşanan iki önemli gelişmeyle yeniden bölgesel ve küresel gündemde yer alıyor.

Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN) dönem başkanı Kamboçya dışişleri bakanı Prak Sokhonn özel elçi sıfatıyla Myanmar’ı ziyaret ediyor.  

Öte yandan, ABD’de dışişleri bakanı Anthony Blinken ise Washington’da yaptığı açıklamada, Myanmar ordusunu (tatmadaw) Arakanlı Müslümanlara yönelik soykırımdan sorumlu tutulduğunu söyledi.

Özel elçi ziyareti

Geçen yıl Mayıs ayında Cakarta’da yapılan zirvede Myanmar’daki şiddet ortamını sonlandırmayı amaçlayan beş maddelik tavsiye kararlarından biri olan elçi ziyareti, bazı eleştirilere karşın uygulamaya geçiriliyor.

Kamboçya dışişleri bakanı Prak Sokhonn‘un 21-23 Mart günlerinde yapmakta olduğu Myanmar ziyaretine karşın, bu gelişmenin geçen yıl Mayıs ayında Jakarta’daki özel oturumla biraraya gelen ASEAN liderler zirvesinde alınan kararla ne kadar örtüştüğü konusu da, bazı çevreler tarafından sorgulanıyor.

Bu ziyaret, Myanmar’da çatışma sürecine konu olan çevrelerle görüşülmek suretiyle, soruna barışçıl çözüm bulunması ve ülkede sivil siyasete dönülmesi gibi oldukça ideal bir amaç taşıyor.

Bu ideale ne kadar yaklaşılacağı bir yana, söz konusu bu gelişme, ASEAN’da darbe yönetiminin hakim olduğu Myanmar’la ilişkilerde, son bir yılı aşkın süredir var olan siyasi sorunu aşma konusunda bir adım niteliği taşıdığına kuşku yok.

Geçtiğimiz yıl Mayıs alında Cakarta’daki zirvede alınan kararın şu veya bu şekilde, dönem başkanı Kamboçya’nın girişiminin somut bir nitelik kazanmakta olduğunu söylemek mümkün. Her ne kadar, böylesi bir süreç ASEAN genelinde bir beklentiyi yerine getirmesi kadar, Myanmar’da cunta karşıtı sivil çevreler, hedefleri konusundaki çekimserlikleriyle bu ziyarete eleştirel yaklaşıyorlar.

Bu çerçevede, özel elçi 1 Şubat 2021’deki darbenin ardından cunta rejimini temsilen kurulan, ‘Devlet Yönetim Konseyi’nden (State Administration Council-SAC) yetkililerle görüşecek.

Öte yandan, demokratik seçimlerin ardından iktidar hakkı gaspedilen Ulusal Demokrasi Birliği’nin (National League for Democracy-NLD) lideri ve eski dışişleri bakanı Suu Kyi ile görüşmesi mümkün gözükmese de, darbe sonrasında NLD öncülüğünde sürgünde kurulan Ulusal Birlik Hükümeti (Myanmar’s National Unity Government-NUG) yetkilileriyle görüşmesi bekleniyor.

Çoklu soykırım iddiaları

Pazartesi günü yaşanan bir diğer önemli gelişme Washington’da ABD dışişleri bakanı Anthony Blinken’in Myanmar ordusunun 2017 yılı Ekim ayında Arakanlı Müslümanlara yönelik gerçekleştirdiği şiddetle ilgili değerlendirmesi oldu.

Bunun yanı sıra, Blinken, Myanmar’da uzun 20. yüzyıl boyunca çeşitli etnik gruplara yönelik olarak ulusal ordu tatmadaw’ın gerçekleştirdiği harekâtlar sırasında yaşanan bazı gelişmeleri de soykırım çerçevesinde değerlendirmesi dikkat çekiyor.

Bakan Blinken, o süreçte Rakhine Eyaleti’ndeki şiddet ortamı ve 700.000 Arakanlının komşu ülke Bangladeş’e sığınmak zorunda kalması, Arakanlılara ve insanlığa karşı işlenmiş bir soykırım olarak tanıdığını açıkladı.

ABD dışişleri bakanı Blinken’in Washington’da Soykırım Müzesi’ne yaptığı ziyarette, Myanmar ordusunun Arakanlı Müslümanlara yönelik soykırım sürecini de, “Burma’nın Soykırım’a giden sergisi ziyaretinde yaptığı açıklama, yaşanan sorunun uluslararasılaşması noktasında önemli bir gelişme olduğuna kuşku yok.

Blinken’in geçtiğimiz Aralık ayında Endonezya ve Malezya ziyaretlerinde gündeme gelen Arakanlı Müslümanlar konusunun aradan kısa bir süre geçmesinin ardından, soykırım iddiasını açıkça tanımak suretiyle yaşananlar uluslararası bir nitelik kazanmış oldu.

Bununla birlikte, Arakanlı Müslümanlara yönelik olarak ülkenin batısındaki Rakhine Eyaleti’nde gerçekleşen şiddetin sadece, 2017 yılı ile sınırlı olmadığını bir kez daha hatırlatmakta yarar var. 2012 yılı Haziran’ında başlayan süreç azalarak devam etse de, 2015 yılı Mayıs ayında ve ardından 2017 yılı Ekim ayında uluslararası camiadan büyük tepki çekmişti.

Myanmar-Rusya ilişkisi

Arakanlı Müslümanlara yönelik şiddet ve zulmün on yıllık bir geçmişi olduğu dikkate alındığında, ABD yönetiminin niçin şimdiye kadar konuyu ‘soykırım’ olarak ele almadığı sorgulanmayı hak ediyor.

Bu durumda, özellikle Myanmar’daki cunta rejimine silah desteği verdiği belirtilen Rusya’nın hedefte olup olmadığını şimdilik söylemek zor gözüküyor.

Ancak Rusya’nın bir aya varan bir süredir Ukrayna topraklarında sergilediği işgal ve saldırılarda sivilleri hedef almasının benzer şekilde soykırım olarak nitelendirilmesi ile Myanmar’daki yakın geçmişte yaşananlar arasında bir bağlantı olup olmadığı da üzerinde durulması gereken bir husus.

Gambia tarafından, 2019 yılı Kasım ayında Myanmar’a karşı, BM Uluslararası Suçlar Mahkemesi’ne (International Criminal Court-ICC) açılan davam sürerken, ABD’den gelen bu açıklamanın gayet önemli olduğunu söylemekte yarar var.

Sorun devam ediyor

Bölgede ve ABD’de bu gelişmeler yaşanırken, Arakan sorusunun sona ermediğinin en iyi göstergelerinden biri, Mart ayını başlarında bazı Arakanlıların yine bir tekne ile Endonezya’nın batısında Kuzey Açe açıklarında bulunmaları oldu. 6 Mart’da Arakanlıların bulunduğu tekne Bireun’da karaya çekildi.

Geçen on yıl boyunca Rakhine Eyaleti’nden veya Bangladeş topraklarındaki kamplarda yaşayan Arakanlıların her halükârda zulüm ve ayrımcılığa maruz kalmaları devam ediyor.

Resmi rakamlara göre, Bangladeş’e sayısı 800.000 civarında olduğu söylenen Arakanlı Müslümanların, Myanmar’ın batısındaki anavatanları Rakhine Eyaleti’ndeki nüfusu söylemek pek mümkün gözükmüyor.

Myanmar hükümetinin 2014 yılında yaptığı son nüfus sayımında tanınmayan bir etnik yapı olmaları ve sürekli gerçekleşen iltica süreçleri ve uluslararası kurumların bölgeye girememeleri Arakanlı Müslümanların nüfusu hakkında sağlıklı bilgi alınmasındaki en büyük engeli oluşturuyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/03/22/aseanda-myanmar-sorunu-ve-tatmadawin-soykirimi-myanmar-issue-in-asean-and-tatmadaws-genocide/

20 Mart 2022 Pazar

Doğu Avrupa krizi ve son elli yılda Batı’nın/ABD’nin ideolojikleştirme perspektifi / The political crisis in Eastern Europe and ideologizing perspective of the West/the U.S. in the last fifty years

Mehmet Özay                                                                                                                            20.03.2022

Doğu Avrupa’da, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle birlikte yaşanmakta olan kriz, karşımıza sadece ve sıradan bir ABD-Rusya çekişmesini çıkarmış değil.

Aksine bu durum, genelde Batı’nın ve özelde ABD’nin, uluslararası ekonomi-politik plânlamaları noktasında var olan ve salt bununla sınırlı olmayıp, çeşitli gelişmelerle şekillenen bir yapı arz eden, liberal demokratik değerler temelinden hareketle, yeni bir küresel yapı inşa süreciyle bağlantılıdır.

Bu noktada, Doğu Avrupa’da yaşanmakta olan kriz, konuya taraf olan ülkeler arasındaki ikili ilişkiler veya bölgesel gelişmeler üzerinden anlaşılmak yerine, daha derli toplu ve bütüncül olması hasebiyle, yaklaşık son elli yıllık dönemi kısaca gözden geçirmemiz anlamında, bir yakın tarih ve bugün ilişkisini değerlendirmemizi gerekli kılıyor.

Söz konusu bu süreci anlamlandırmak amacıyla, son dönem gelişmelerine kısaca göz atmakta yarar var.

Bu noktada, Doğu Avrupa krizinin öncü aktörlerinden Rusya ile bu ülkenin ilişkileri noktasında Çin’in konumu ve aynı Çin’in, ABD ile ilişkisi bize olan biteni anlamaya bir kapı aralatacak türdendir. İlk etapta, Donald Trump döneminde ABD-Çin ticari ilişkileri çerçevesinde yaşanan çekişme ve çatışma akla gelmektedir. Oysa, Doğu Avrupa’da yaşananların bundan öte bir anlamı içermekte olduğunu da görmek gerekir.

Açıkçası var olan durum, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolleşen Doğu Bloku’nun siyasi varlığını ve bütünlüğünü yitirmesinin ve Soğuk Savaş dönemini sonlandırılmasının ardından ortaya çıkan süreçte, Batı düşüncesinin yeni çatışma alanları inşasıyla bağlantılı bir yön ve açıklama olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

1989 ya da Soğuk Savaş sonrası

Bu noktada, Soğuk Savaş ve sonrasındaki gelişmelere kısaca göz atmakta yarar var…

1989 sonrası yani, Soğuk-Savaş sonrası dönem, artık ortada SSCB bağlamında komünizm diye bir ideolojinin yönetim ve ekonomi kurumları ile bu yapının askeri boyuta yansıyan bağlamında var olmamasından hareketle, ortaya çıkan durum kimi akademisyenlerce ideolojiksizleş(tir)me olarak değerlendiriliyordu.

Oysa, o dönem yani, 1990’larla birlikte Balkanlar’da ortaya çıkan/çıkartılan Bosna-Sırbistan bağlamında bir Müslüman-Ortodoks Hıristiyanlığı ayrıştırması özelinde, Soğuk Savaş sonrası bağlamıyla, din eksenli ideolojik ve tarihsel çatışma, yeni bir ideolojik ayrışma alan örneği olarak ortaya çıktı/çıkartıldı.

Geniş Ortadoğu politikası: Irak ve Afganistan

Bu dönem, aynı zamanda kadim Mezopotamya coğrafyasının tam da ortasında, ABD öncelikli NATO güçlerinin Irak üzerinde tecrübe ettikleri dönüşüm ve değişim süreçlerini doğurdu. Bugünün çağdaş Mezopotamya’sını tarihsel, kültürel anlamda ilişkilendirilmesine yol açacak şekilde, Batı Asya-Güney Asya kesişim noktasındaki Afganistan’ı da içine alan bir mekânsal  genişleme olarak zuhur etti.

ABD ve NATO’nun Irak işgali, meşru bir ulus devleti üçe ayırmak suretiyle, bölgede uygulayabileceği politik süreçleri ve bunun etnik yapılar-askeri ilişkiler üzerinden sürece yaymasına neden oldu. Öte yandan, belki de bundan daha çok ABD ve Nato’nun, Afganistan yani, Batı Asya-Güney Asya kesişim noktasına odaklanması gayet önemliydi.

Afganistan’daki ABD merkezli NATO varlığının, aradan geçen yaklaşık yirmi yılın ardından, 31 Ağustos 2021 tarihinde sona erdirilmesinin karar süreci, temelde Joe Biden yönetiminin değil, onun başkan yardımcılığını yaptığı, Barack Obama dönemi kararlarının bir gereği olarak gündeme geldi.

Obama dönemi: yeni bir küresel jeo-politik inşası

Barack Obama’nın ikinci döneminde, bu iki coğrafyadan çıkılması kararının aslında biraz da, gecikmiş bir sürece tekabül ettiğini söylemek gerekir. Alınan bu kararın ardında, iki temel neden bulunmaktadır.

İlki, Irak-Afganistan’da gelinen noktanın ABD politikaları açısından bir tıkanıklığa yol açmasıdır. Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, ABD’nin çıkarları bağlamında artık tatminkâr olmamasıdır. İkincisi de, “21. Yüzyıl Asya Çağı olgusu”nun varlığıdır…

İlk nokta olarak… Barack Obama’nın bir yandan Irak/Ortadoğu öte yandan, Afganistan/Batı Asya’dan çekilme karar ve gerekçesi, bu coğrafyalarda ABD’nin arzu ettiği varsayılabilecek bir Batı eksenli siyasal ve politik-ekonominin yapılaşmanın ortaya konulmasından ve bu anlamda sergilenmiş bir başarıdan kaynaklanmıyordu.

Kaldı ki, şayet böyle bir politika vizyonu var olsa(ydı) bile, bunun ne tarihsel ve siyasal alt yapısı ne de toplumsal ve dini unsurları böylesi bir değişimi gerçekleştirmeye yeterli/y/di.

Bunu teyit mahiyetinde düşünülecek şekilde, başkan Joe Biden yakın geçmişte yaptığı bir açıklamada dile getirdiği üzere, ABD’nin Afganistan’daki varlığı gayet maliyetli ve uzun bir süreci içermesiyle birlikte, Amerikan yönetiminin bu ülkede kendine doğrudan hedef olabilecek unsurları engellemesiyle/bertaraf etmesiyle sınırlı bir niyeti söz konusuydu.

Bununla birlikte, ABD ordusunun verdiği insan kayıpları, askeri harcamalar gibi haklı ve maddi nedenlerle Amerikan kamuoyunda oluşan baskıyı hissettiği anlaşılan ve bu çerçevede, oluşturulan resmi görüş, ABD’nin Irak ve Afganistan topraklarında -artık- doğrudan elde edebileceği kazanımların olmadığı kanaatinin ortaya çıkmasının bir başka görünümüydü.

Aslında ABD açısından, ideolojik olarak karşısına aldığı Irak ve Afganistan topraklarının gelinen noktada, iki farklı rejim değişikliği ile yani, Irak’ın fiili olarak üç farklı etnik/dini yapıya bölünmüş olması; Afganistan’ın ise, doğrudan ABD güdümlü bir yönetime ve kurumsal yapıya kavuşturulmasıyla bir şekilde, ABD’ye bağımlılığın devam ettirilebileceği yönünde bir kanaatin hasıl olduğu söylenebilir.

Bir diğer dikkat çeken husus, söz konusu bu her iki coğrafyada var olan siyasal ve toplumsal gerçekliğin, -iç ve dış olmak üzere-, farklı toplumsal ve siyasal nedenlerin yol açtığı kaotik yapıdan beslenen ve bu anlamda, aynı/benzer toplumsal/etnik-dini grupların çatışmacı varlığıyla süreklilik kazanan ve bu suretle, Batı’nın gizli/açık varlığına meydan oku/ya/mayacak bir düzeyde olduğudur.

Bu durumun ortaya çıkmasında, bir dış faktör olarak yani, Batı’nın tekil-hiyerarşik bir üst yönlendirmesi kadar, bir iç faktör olarak bölge toplumlarının ve siyasal yapılarının uzak-yakın tarihsel dönemlerinin ürünü olan sorunlarının da, katkıda bulunduğunu unutmamak gerekir.

Yüzyıl değişimi, Asya Çağı vurgusu ve Çin

İkinci nokta, “21. Yüzyıl Asya Çağı olgusu”dur…

Burada dikkat çeken nokta, Asya Çağı nosyonunun bütün bir Asya kıtasına değil, özellikle, Asya-Pasifik ya da ABD yönetiminin son dönemde güncelleme ihtiyacı hissederek, Hint-Pasifik bölgesine yaptığı vurgudur.

Bu olgunun özünde ise, Çin’in ekonomik gelişmişliği ile bunun, -tıpkı Batı’daki örnekleri gibi- zorunlu olarak yol açtığı siyasi ve askeri hegemonya tesisi yer alıyor. Aslında tam da bu nokta, ABD’nin “geniş Ortadoğu’dan” Asya-Pasifik/Hint-Pasifik coğrafyasına konuşlanmasına temel teşkil ediyor.

Bir ekonomik güç bağlamında, “21. Yüzyıl Asya Çağı” nosyonunun Batı’da, 1990’larda gündeme getirilmiş olmasına karşın, ABD yönetiminin Asya-Pasifik/Hint-Pasifik bölgesine siyasal, ekonomik ve insani ilişkiler noktasında konuşlanmasında zamanında hareket etmemesi, bir başka deyişle gecikmesi söz konusudur.

Çin’in, -diyelim ki, 1980’lerin sonu ile ve bugün- neye tekabül ediyor diye baktığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkar: Çin’in sahip olduğu nüfus yapısı ve ucuz işgücü; denizler ve kara yolları erimişi noktasında jeo-stratejik konumu; 2. Dünya Savaşı sonrasının gelişimci ekonomilerinin yani, ilki Japonya ikincisi Asya Kaplanları ve üçüncü aşama olarak da, ASEAN ile coğrafi yakınlığının/komşuluğunun doğurduğu avantajlardır.

Çin’in sahip olduğu, bu kendi özel ve çevre faktörlerine rağmen, dikkat çeken en önemli husus, siyasal ideolojik bağlamının -yani, komünizmin- bir engel teşkil edebileceği düşüncesine karşın, Çin siyasi aklının, bugüne kadar liberal ekonomik kalkınmaya duyduğu inanç ve bu yönde attığı adımlardır.

Çin’i bugün, sadece küresel ekonominin ikinci sırasına ulaştırmakla kalmayan aksine, Batı’nın liberal ekonomi sistemi karşısında tüm bağlamları ile -yani, uluslararası ticaret, hukuk ile bölgesel ve küresel askeri yapılaşmasıyla- bir tür alternatif olma çabası veya böyle bir algının oluşmasına yol açan icraatları ABD’yi harekete geçiren unsurlardır.

Bu kararın pratik görünümlerini ise ABD’de Biden yönetiminin geçtiğimiz yıl, Japonya, Avustralya ve Hindistan’ı yanına alarak oluşturduğu dörtlü ittifak (Quad) ile içinde İngiltere ve Avusturalya’nın bulunduğu -bir tür post-modern dönemin Anglo-Sakson inşası olan- (Aukus) yapılaşmalarıdır.

Çin’le doğrudan karşılaşma hazırlığı olarak anılmayı hak eden ve yine Çin yönetimince NATO’nun gizli/açık uzantısı şeklinde yorumlanan bu gelişmelerin yerini, -belki de, bugün dünya kamuoyunda sanki birdenbire geliştiği izlenimi oluşturmuş olsa da- Doğu Avrupa krizi aslında, genelde Batı’nın ve özelde ABD’nin ideolojikleştirme çabasının devamlılığı olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir.

Rusya’nın Ukrayna topraklarındaki varlığının haksızlığına şüphe olmamakla birlikte, bu gelişmenin bugün geldiği nokta, Batı’nın/ABD’nin biz-öteki ayrımını bir başka deyişle, Soğuk Savaş döneminin devamı mahiyetindeki ideolojikleştirme çabalarının bir yönelimi olarak anlaşılmalıdır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/03/20/dogu-avrupa-krizi-ve-son-elli-yilda-batininabdnin-ideolojiklestirme-perspektifi-the-political-crisis-in-eastern-europe-and-ideologizing-perspective-of-the-westthe-u-s-in-the-las/