28 Kasım 2018 Çarşamba

Tayvan’da halk muhalefetinden iktidara tepki / Popular opposition’s reaction to the ruling government in Taiwan


Mehmet Özay                                                                                                                         28.11.2018

straitstimes.com
Tayvan’da geçen hafta sonu yapılan yerel seçimlerin ardından, iktidardaki Demokratik İlerlemeci Parti’nin (DPP) uğradığı büyük hezimet sonrasında ulusal siyasette yaşanan değişimle ilgili tartışmalar sürüyor.

Tartışmaların odağında ise, 2016 yılındaki başkanlık ve parlamento seçimlerinden büyük bir başarı ile çıkan DPP’nin, aradan geçen iki yıllık kısa süre zarfında yerel seçimlerdeki başarısızlığının olası nedenleri oluşturuyor.

Yerel yönetimler Kuomintang’ta
DPP geçen Cumartesi günü yapılan yerel seçimlerin ardından toplam 22 şehir ve seçim bölgesindeki yerel yönetimlerin sadece altısını elinde tutarken, muhalefetteki Milliyetçi Parti (Kuomintang) seçim öncesinde altı belediyeye sahipken olağanüstü bir başarı ile 15 yerel yönetimde hakimiyeti ele geçirdi. Başkent Taipei halkı ise, şehri yönetmekte olan bağımsız aday Ko Wen-je’ye desteklerini devam ettirdiler.

Kuomintang’ın bu başarısında öne çıkan unsur ise, yirmi yıldır DPP’nin yönetimindeki Ada’nın güneyindeki Kaohsiung şehrinde belediye başkanlığının kazanılmış olması. Ancak bu başarı, partinin ulusal politikalarda DPP’ye alternatif yaklaşımlarından ziyade, bu şehirde halkın içinden çıkan Han Kuo-yu’nun bireysel karizması ve başarısı geliyor.

DPP’de başkan değişti
Bu sonuçların ardından devlet başkanı ve aynı zamanda DPP genel başkanlığını da yürüten Tsai Ing-wen parti başkanlığından istifa ettiğini açıklamıştı.

Bunun ardından dün parti genel kurulunda yapılan toplantının ardından Keelung belediye başkanlığını ikinci kez kazanan Lin Yu-chang geçici başkan olarak atandı. Bu gelişme, Tsai Ing-wen’in 2020 yılı Ocak ayında yapılacak olan başkanlık seçimlerinde aday olup olmayacağı konusunda kuşkuları artırıyor.

Tartışmalar: Çin-Tayvan ikilemi
Bu noktada, tartışmaların doğasını anlamak için öncelikle Çin-Tayvan ikileminin hatırlanması gerekiyor. Dünyada ‘Çin’ varlığını kimin temsil ettiği konusunda ana kıtadaki Çin Halk Cumhuriyeti mi, yoksa Tayvan’daki yönetim mi sorusu halen bölgede ağırlığını hissettiriyor.

Ancak bu ikilem, bu iki ülke ve/ya bölgedeki güvenlik sorunlarına hassas ülkelerce değil, bunun ötesinde ABD tarafından da yakından takip edilen bir konu olmayı sürdürüyor.

Tayvan seçmeninin yerel seçimler vesilesiyle, iktidardaki bağımsızlık yanlısı DPP’ye bir ders verme gereği duyması ve Ada siyasetinde yerel yönetimler bağlamında ana kıta Çin’le birleşme yanlısı bir politika izleyen Koumintang’ı ilk sıraya taşımanın kayda değer bir gerekçesi olduğu aşikâr.

Buradan hareketle, Ada siyasetinde yaşanan önemli değişimin geniş kesimlerin gündelik yaşamını etkileyen politikalardaki yanlışlıklar; Çin ile yaşanan gerginlikler ve Çin’in seçimlere dolaylı müdahalesi gibi alanlar üzerinde durulabilir.

Bu hususları kısaca ele almakta fayda var…

İktidar partisi yerel yönetimde başarısız
Öncelikle Ada iç siyasetinde halkın gündelik yaşamını ilgilendiren konularda iktidar partisinin ve belediyelerinin yanlış politikalarının etkin olduğu söylenebilir.

Bu bağlamda, örneğin, oldukça maliyetli olduğu belirtilen emeklilik uygulamasında reform ve enerji konusu gibi ulusal çapta önem arz eden konunun yanı sıra, daha yerelde çiftçi ve işçiler gibi üretim süreçlerinde yer alan geniş kesimlerin memnuniyetsizliği öne çıkan iki alanı oluşturuyor.

Geniş kesimler emeklilik yasasında reformla bazı haklarını yitirecekleri düşüncesi iktidar partisinden uzaklaşmalarını sağlayan bir faktör olarak gözüküyor. İş çevrelerini etkileyen enerji konusunun ise, geniş seçmen kitleleri tarafından bir siyasal intikama dönüşme kapasitesi olduğu görüşü şüpheyle karşılanabilir.

Tayvan-ABD ilişkileri
Tsai Ing-wen’in başkanlığı dönemi, Tayvan ile ABD arasındaki ilişkilerin en azından son on yıllık süre zarfında zirve yaptığı bir dönem olarak anılıyor.

Bu durum, ABD’nin Çin ile olan ve özellikle kendi lehine gelişen ticaret açığı ve Güney Çin Denizi sorunları karşısında bölgede elini güçlendirme konusundaki girişim olarak tanımlanabilir.

Ancak Çin’in bu gelişme karşısında, aynı dönemde Tayvan’a yönelik tehditkâr yaklaşımındaki artış kendini Tayvan Körfezi’nde gerçekleştirdiği askeri tatbikatlarla ve Tayvan’a turist akışını engelleyeme yönelik politikalarla ortaya koyuyor.

Hatta Çin yönetiminden en üst düzeyde yapılan açıklamalarda, Tayvan’ın herhangi bir bağımsızlık girişimi karşısında gerekirse güç kullanmaktan geri durmayacağı açıklamaları herhalde Tayvan kamuoyu tarafından bir değerlendirilmeye tabi tutulmuş olmalıdır.

Bu noktada, Tayvan halkının ulusal liderlerin Çin’i kışkırtacak teşebbüslerini desteklemediği şeklinde anlaşılabilir.

Çin’in siber müdahalesi mümkün mü?
Özellikle, 2016 yılında yapılan ABD seçimlerine dışarıdan müdahale konusunun bugüne kadar küresel kamuoyunu etkilemesi, çeşitli ülkelerin birbirlerine karşı siber propaganda ve nüfuzlarının yaygınlık kazanabileceğine işaret ediyordu.

Tayvan’da yapılan seçimlere de yukarıda dikkat çekilen nedenler çerçevesinde bakıldığında Çin’in çeşitli şekillerde müdahalesine vurgu yapılıyor.

Çin’in elinde böylesi bir güç olduğu inkâr edilmese de, Tayvan halkının başkan Tsai Ing-wen’in ABD’yle giderek daha çok yakınlaşması ve Trump faktörünün doğurduğu karşıtlık ile ABD-Çin arasındaki ticaret savaşının Ada ekonomisi üzerindeki olumsuz etkisi de dikkate alınmalıdır.

Statüko dengesi halkın elinde
Tayvan halkının yerel seçimlerde Çin yanlısı politikasıyla öne çıkan Kuomintang’ı desteklemesi, bu kitlenin ulusal siyasette Çin’e yaklaşılmasını destekleyen bir tutum geliştirmiş oldukları şeklinde yorumlanmaya elverişli gözükmüyor.

2016 seçimleri öncesinde de yapılan açıklamalarda ortaya konduğu üzere, halkın önemli bir kısmının Çin-Tayvan arasındaki mevcut statükonun devamından yana oldukları görüşü kanımca bugün de etkin bir görüş olmaya devam ediyor. Yani halk, ne bağımsızlık vurgusunun öne çıkartıldığı ne de Çin’in siyasi ve askeri baskısını giderek artırdığı bir ortamı tecrübe etmek istemiyor.

Bu durumda, Kuomintang’ın yerel seçimlerdeki başarısını bu partinin ortaya koyduğu politikalardan ve bunların bir cazibe merkezi olmasından ziyade, geniş halk kesimlerinin iktidar partisinin politikalarına karşı günün getirdiği kendinde bir dirençle karşılık vermelerinden kaynaklanıyor.


24 Kasım 2018 Cumartesi

Tayvan’da yerel seçimlerde sürpriz sonuç / Unexpected result in local elections in Taiwan


Mehmet Özay                                                                                                             25.11.2018

taiwannews.com
Tayvan’da 24 Kasım Cumartesi günü yapılan yerel seçimlerde iktidardaki Demokratik İlerlemeci Parti (DPP) önemli kayıp yaşarken, sürpriz denilebilecek sonuçlar devlet başkanı Tsai Ing-wen’in DPP başkanlığından istifasına yol açtı.

Demokrasi dersi
Devlet başkanı Tsai, “bugün demokrasi bize bir ders verdi” diyerek, seçim mağlubiyetini üstlenerek DPP parti başkanlığından istifa ettiğini açıkladı.

Ülkenin kurucu partisi olarak da bilinen muhalefetteki Kuomintan (KMT), yani Çin milliyetçi partisinin, önemli şehirlerde halkın desteğini alması, 2020 yılı Ocak ayında yapılacak genel seçimler öncesinde Tayvan iç siyasetinin hararetli tartışmaların gündeme geleceği anlamı taşıyor.

Asya-Pasifik’te kritik Ada
Tayvan’da yerel seçim sonuçları ve tepkiler, bağımsızlık yanlısı görüşleriyle bilinen DPP ile ana kıta Çin ile yakınlaşma eğilimlerine sahip KMT arasındaki siyasi mücadelenin ulusal boyutla sınırlı olmadığını gösteriyor.

Asya-Pasifik bölgesinde güvenlik eksenli çıkışlarıyla dikkat çeken ABD ve öte yandan Tayvan’ı kendinden bir parça kabul eden Çin yönetimlerinin bu seçimleri yakından izlediklerine kuşku yok.

Devlet başkanı Tsai, kampanya döneminde yaptığı açıklamalarda, yerel seçimlerin Tayvan’ın ana kıta Çin’e boyun eğmediğinin dünya kamuyona ilânı olacağı vurgusu üzerinde duruyordu.

Öte yandan, Çin’in Tayvan yerel seçimlerine müdahale edeceği argümanı, Tayvan seçimlerinin iç dinamiklerinin dışında Çin-Tayvan çekişmesinin de bir ifadesi olduğunun ifadesi.

Çin’le yakınlaşma eğilimi sergileyen KMT’nin seçim başarısı, bir başka deyişle iktidardaki DPP’nin yerel uğradığı siyasi hezimetin, 2020 yılı Ocak ayında yapılacak başkanlık seçimlerinde DPP’nin işinin hiç de kolay olmayacağını gösteriyor.

DPP önemli şehirleri kaybetti

İktidardaki DPP, 2014 yerel seçimlerinde 22 şehirden 13’ünde başarı elde etmişti. Dün yapılan seçimlerde ise 13 şehirden 7’sinde seçimi kaybetti. Başkent Taipei’de görevi yürüten bağımsız aday Ko Wen-je yeniden belediye başkanlığını kazandı.  

DPP’nin son yirmi yıldır yerel yönetimini elinde bulundurduğu ve bu anlamda kalesi sayılabilecek Kaohsiung ve ülkenin ikinci büyük şehri Taichung’da seçimi kaybetti.

Ayrıca, 4 milyona varan nüfusuyla önemli bir seçim bölgesi olan başkent Yeni Taipei’nin Kuomitang’ın eline geçmesi DPP parti üst yönetiminde yaşanan sarsıntının temel nedeni kabul ediliyor.

Reform çabaları yetersiz

Başkanlık seçimleri için bir gösterge kabul edilen yerel seçimlerde DPP’nin kan kaybı yaşamasında öne çıkan bazı faktörler var.

Bunlar arasında, geniş halk kesimlerini ilgilendiren reform çalışmalarında başarılı olamaması ile Çin’le ilişkilerin gerginleşmesi ve bu anlamda ABD ile giderek daha çok yakınlaşma politikasının öne çıktığı söylenebilir.

İç politikada, benzer ülkelerde görüldüğü üzere emeklilik yasa tasarısı, iş ve çalışma yaşamı gibi popüler konuların seçmenlerin yönelimlerini belirlediği ifade ediliyor.

ABD ile ilişkiler

ABD yönetiminin son silah satışları ile ABD-Tayvan ilişkilerinin yeniden yapılaştırılması anlamı taşıyan girişimi bunun bir örneğini oluşturuyor.

Bu aybaşında Washington’da düzenlenen ABD-Çin Diplomatik ve Güvenlik İşbirliği toplantılarında Çin’li yetkililerin ABD ulusal güvenlik danışması John Bolton’a “Çin-ABD ilişkilerinde Tayvan konusunun en hassas alanı oluşturduğu” yönündeki açıklamalarını hatırlamak gerekir.  

DPP, her ne kadar bağımsızlık yanlısı bir siyasi parti olsa da, parti üst yönetimi Çin’den ‘bağımsızlık’ olgusunu açık ve aleni bir şekilde dile getirmiş değil.

Bununla birlikte, Çin’e boyun eğilmeyeceği ve ulusal güvenlik için özellikle ABD ile yapılan silah anlaşmaları gibi çeşitli söylem ve icraatlar nedeniyle ana kıta Çin’le ilişkilerin akamete uğradığı da bir gerçek.

Tayvan Çin geriliminde güven eksikliği-güvenlik politikaları

Her iki yönetim arasında var olan güven eksikliği, özellikle Tayvan açısından ulusal güvenlik konusunun ülke dış politikasında bir numaralı konusu haline getiriyor. Bu noktada, özellikle son dönemde ABD ile yapılan yeni silah anlaşmaları ana kıta Çin yönetiminin ortaya koyduğu tepkilerin ana nedenini oluşturuyor.

Ancak Tayvan kamuoyunun ABD başkanı Trump’ın Çin karşısında Tayvan’ı piyon olarak kullandığı yönündeki kanaat yabana atılır gibi değil. Özellikle Asya-Pasifik politikalarında belirsizliklere yol açan tutumuyla dikkat çeken Trump’a yönelik bu algının geçerlilik payı olduğu düşünülebilir.

Bununla birlikte, Çin yönetiminin de, özellikle devlet başkanı Şi Cinping’in zaman zaman yaptığı açıklamalardan da izlendiği kadarıyla Tayvan’ın herhangi bir bağımsızlık girişimine sonucu ne olursa olsun izin verilmeyeceğini gündeme taşıyordu. Bu söylemin somut ifadesi olarak ise, Çin ve Tayvan arasındaki Tayvan Boğazı’nda zaman zaman gerçekleştirilen askeri tatbikatlar Tayvan yönetimine bir mesaj niteliği taşıyor.

Tayvan’da son derece hassas bir konu olan ana kıta Çin’le olan ilişkilerin Çin tarafından sürekli bir tehdit unsuru olarak ortaya çıkması, Tayvan kamuoyu üzerinde oluşturduğu tedirginlik ve endişenin bu son seçimde sandıklara yansıdığı görülüyor.

Tayvan’ın garantörü ABD mi?

Önemli bir endüstrileşme ve post-endüstrileşme tecrübesi olan Tayvan’ın ana kara Çin’den bağımsızlık talebini gerçekleştirebilmesinin yegâne yolunun ABD ile ilişkilerinin en üst düzeyde seyretmesinden başka bir alternatif olmadığı ortada. Öte yandan, Tayvan-ABD ilişkilerinin seyrinin, ABD’nin özellikle Doğu Asya’da ve genelde küresel çapta geliştirdiği politikalardan bağımsız ele alınamayacağı da bir başka gerçek.

Özellikle, başkan Donald Trump’ın Asya-Pasifik bölgesinde ABD güvenliği eksenli politikaları, ‘önce Amerika’ politikası nedeniyle bölge ile ticari ve yatırım ilişkileri arzu edilebilir noktalara taşıma konusundaki çekingenliği bölge ülkelerinin ABD ile ilişkilerinin çelişkilerle dolu yönünü oluştururken, bölge halklarının ABD’ye karşı en azından sempati beslemedikleri ortada.

ABD’nin bölge ile kurduğu genel politikaları ya da daha doğrusu bölge ile belirsizliklere dayanan politikalarının Tayvan’la yakınlaşma çabasına karşılık, bunun Çin’i hedef alan tek yönlü bir çıkar ilişkisi bağlamında değerlendirilmesine yol açıyor. Bu bağlamda, Tayvan’la geliştirilmeye çalışılan ve yine güvenlik eksenli olduğu görülen politikaların Tayvan kamuoyu tarafından, ABD’nin güven vermeyen politikalarının bir devamı olarak okunduğu ileri sürülebilir.

Demokratikleşmeye devam
Devlet başkanı Tsai, dün akşam parti başkanlığından istifa ettiğini açıklasa da, partinin var oluş nedenlerinden biri olan demokratikleşme, reform ve egemenlik konularına yeniden vurgu yapması ayaklarının yere sağlam bastığını gösteriyor.

Yerel seçimlerin ortaya koyduğu bu sonuç, genel seçimler öncesinde önümüzdeki bir yıllık süreçte Tayvan’da siyasetin hararetli tartışmalara konu olacağını ortaya koyuyor.


21 Kasım 2018 Çarşamba

APEC Zirvesinde ABD-Çin Çekişmesi / Dispute between the US and China in APEC summit


Mehmet Özay                                                                                                                        21.11.2018

Asya-Pasifik Ekonomi Birliği (APEC) toplantısı bu yıl Papua Yeni Gine’de yapıldı. Asya-Pasifik Ekonomi Birliği (APEC), toplantısı 17 Kasım günü Papua Yeni Gine’de gerçekleştirildi. 21 ülkenin üye olduğu APEC zirvesinde, ABD başkan Donald Trump’ı başkan yardımcısı Mike Pence temsil ederken, Çin devlet başkanı Şi Cinping bizzat iştirak etti. Zirveye, ABD ve Çin arasında henüz başlangıç aşamasında olduğu söylenebilecek ticaret savaşı damgasını vurdu.

Toplantılara günler kala ABD başkanı Donald Trump’ın zirvede yer almayacağı, aksine onun yerine başkan yardımcısı Mike Pence’in katılacağının açıklanması, Trump’ın Çin lideri Şi Cinping ile biraraya gelmek istememesi şeklinde yorumlanmaya elverişli bir zemin hazırladı.

Bu noktada, ABD Başkanı Donald Trump’ın APEC toplantısına Pence’i göndermesi ABD tarafının Çin’le ticaret savaşını sona erdirecek bir yaklaşım zeminin olmamasının bir sonucu olarak da değerlendirilebilir.

Ticaret savaşının gölgesinde APEC zirvesi
Küresel ekonominin iki devi, ABD ve Çin arasındaki ticaret savaşının gölgesinde geçen APEC zirvesi, çeyrek yüzyıllık geçmişinde ilk defa sonuç bildirgesinin yayınlanmamasına tanık oldu.

Üye ülkelerinin, ABD tarafınca hazırlandığı anlaşılan ve söz konusu ticaret savaşına açıktan gönderme yapan, “Tüm adaletsiz ticari uygulamalar da dahil olmak üzere, korumacılıkla mücadele konusunda hem fikiriz.” maddesi üzerinde görüş birliği sağlamasına rağmen, Çin tarafının bu madde üzerindeki itirazı, APEC sonuç bildirgesinin ortaya çıkmamasında başat bir rol oynadı.

APEC üyelerinin söz konusu bu madde üzerinde hem fikir olması, ABD-Çin ticaret savaşında ABD yanlısı bir tutumun geliştirildiği şeklinde yorumlanabilir. Bu noktada, ABD’nin her şeye rağmen, halen küresel ekonominin bir numarası olmasının doğrudan bir etkisi olduğunu düşünebiliriz.

Çelişkili yorumlara yol açan söz konusu bu madde karşısında Çin’in ortaya koyduğu tavır, ABD tarafından Çin’in ticaret savaşını sona erdirme konusunda bir niyet taşımadığı şeklinde yorumlandığı da görülüyor. ABD-Çin arasında yaşanan bu gerilimin APEC zirvesini etkilemesiyle hiç kuşku yok ki, toplantı gündeminin küresel bir önem taşıyor.

Zirvenin temelde, Asya-Pasifik bölgesindeki ülkeler arasındaki ticari ve ekonomik faaliyetlerin gözden geçirilmesi, yeniden yapılaştırılması gibi bağlamları olduğu düşünüldüğünde, Trump’ın toplantıya katılmaması, Çin’le yaşanmakta olan sürecin ötesinde bir anlamı var.

Papua Yeni Gine’deki zirve öncesinde taraflar arasında ticaret barışını sağlamaya yönelik girişimlerin sonuncusu Henry Kissinger’in bu ayın başlarında Pekin’i ziyareti olmuştu. Buna rağmen, tarafların ikili ticaret ilişkilerindeki sorunları çözüme kavuşturamamış olmaları, sorunun APEC toplantısını etkileyebilecek boyuta ulaşmasına neden oldu.

Öyle ki, zirve sonuç bildirgesinin nasıl kaleme alınacağı konusunda ABD ve Çin arasındaki anlaşmazlık nedeniyle APEC tarihinde bir ilk yaşanarak zirveyle ilgili kararlara imza atılamamış oldu. 

Pence ve Cinping’den karşılıklı suçlama
Zirvede, ABD başkan yardımcısı Pence ve Çin devlet başkanı Cinping yaptıkları açıklamalarla iki ülke arasındaki ticaret savaşının devam ettiğini ortaya koymaya devam ederken, aynı zamanda APEC üye ülkeleri üzerinde de doğrudan ve dolaylı bir baskı kurma mücadelesi verdiler.

Cinping, yaptığı açıklamada, Trump yönetiminin çeşitli ülkelerle yaptığı ve Çin’i dışarda bırakan ikili ticaret anlaşmalarına tepki gösterirken, bu gelişmeyi tek taraflılık ve korumacılık politikasının bir ürünü olduğu ve bunun küresel ekonomideki belirsizliklere çare olamayacağı vurgusu üzerine temelleniyordu.

Cinping’in bu söylemini bir meydan okuma olarak değil, belki iki ülke arasında süregiden ticaret savaşının halen içinde bulunulan hazırlık evresinde çözüm bulma konusunda bir yaklaşım olarak da dikkate alınabilir.

Her ne kadar, ABD başkanı Trump, 11-15 Kasım günlerinde Singapur’da yapılan Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) zirvesine ve ardından APEC toplantısına katılmadıysa da, bu ay sonunda Arjantin’de yapılacak olan G-20 zirvesi sürecinde Cinping ile bir araya geleceğini unutmayalım. Bu bağlamda, Cinping’in APEC’de yaptığı konuşmayı bir anlamda Arjantin sürecine bir hazırlık olarak değerlendirmemek için bir neden bulunmuyor. 

Gelişmeler APEC ruhuna uygun değil
Trump’ın bu yılın ortalarından itibaren neredeyse küresel gündemin ilk maddesi olan, Çin tarafının ticarette usulsüzlükler yaptığı iddiası ve bu konuda gerekli adımların atılmaması halinde ticaret savaşına başlayacağı konusundaki uyarısı halen geçerliliğini koruyor.

Bu çerçevede, ABD’nin Çin’den ithal ettiği 250 milyar dolar karşılığındaki mala uyguladığı yüzde 10’luk gümrük vergisinin yüzde 25’e çıkartılması söz konusu olduğu gibi, ilâve bir tedbir olarak 267 milyar dolara tekabül eden diğer ithal ürünlerine yönelik benzer bir yaptırım da uygulamaya konulabilir.

Çin yönetiminin ise, bu gelişmeye sessiz kalmayacağı anlaşılıyor. APEC sürecinde yapılan açıklamalarda da görüldüğü üzere, Çin tarafında herhangi bir politika değişikliğine gidileceği yönünde bir yaklaşım ortaya konulmuş değil.

Aksine, misilleme olarak 110 milyar dolarlık ABD ürününe yönelik gümrük vergisinde artışa gidilmesi kararı uygulamaya geçirilmeyi bekliyor. Şayet iki ülke arasında masa başında alınacak bir ortak karar çıkmaması halinde, yeni yılla birlikte yukarıda ifade edilen yaptırımlara başlanacağı endişesinin giderek artmasına neden oluyor. 

ABD, Asya-Pasifik’te ne kadar etkin?
Trump’ın zirveye katılmamasında Çin’le yaşananların etkisinin ötesinde bir diğer gerçekle de ilişkili olduğunu ifade etmeliyiz.

ABD yönetiminin son birkaç yıldır yani, Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasından bu yana, bölge ülkeleriyle ekonomik ve ticari ilişkilerde işbirliklerini geliştirme ve alternatif açılımlar konusunda kısır kaldığı gözlemleniyor. Öyle ki, belli ölçülerde bölgeyle ilişkilerde uzaklaşma eğiliminin devam ettiğini söylemek bile mümkün.

Trump’ın daha başkanlık seçimleri kampanyasında uluslararası arenada ABD ile çeşitli ülkeler ve birlikler arasındaki ticaretin ABD aleyhine bir seyir takip ettiği yolundaki argümanı, seçimler sonrasında bir ulusal politika olarak karşılık bulma eğilimine girdi.

Bu gelişme, daha çok Çin’le başlayan ticaret savaşı şeklinde kendini ortaya koymuş olsa da, aslında ABD’nin ticaret savaşı Asya-Pasifik bölgesindeki ülkelerden en azından bazılarını da içine alıyor.

Bu noktada, başkanlığının ilk günlerinden bu yana ABD’nin Asya-Pasifik politikalarında önemli değişiklikler yapılacağına dikkat çeken Trump, ortaya koyduğu icraat ve yaklaşımlarla bu anlamda aradan geçen iki yıllık süre zarfında kimseyi şaşırtmıyor.


19 Kasım 2018 Pazartesi

Sürdürülebilir eğitim / Sustainable education


Mehmet Özay                                                                                                  19.11.2018

Yükseköğretim kurumlarının, eğitim-öğretim faaliyetlerini ve bunların artık günümüzde doğal uzantıları kabul edilen bilimsel etkinliklerini ve yayınlarını sürdürülebilir bir şekilde gerçekleştirebilmeleri, söz konusu bu kurumların sağlam temeller üzerine inşa edilmeleri ve bu yapılaşmanın süreklilik arz etmesiyle bağlantılıdır.

Bu yapılaşmanın, maddi ve maddi olmayan temelleri kendini çeşitli şekillerde ortaya koyarken, hiç kuşku yok ki bu iki olgunun biraradalığı kaçınılmaz bir bağlayıcılık arz etmektedir.  Bu noktada, bir yüksek öğretim kurumunun devlet temelli veya özel teşebbüs ürünü olması, maddi ve maddi olmayan koşulların tedariki hususunda farklılaşmalara yol açmaktadır. 

Bu anlamda, yüksek öğretim kurumlarının varlığının özel bir teşebbüs sonucunda gündeme gelmesi, bu yapının bütünüyle sivil bireyler ve kurumlar üzerinden gerçekleştirildiği anlamına gelir. Böylesi yüksek öğretim kurumlarının varlığının sürdürülebilirliği, klasik vakıf geleneğinde belli ‘akar’lara bağlıdır.

Günümüzde ise, kurumsal sürekliliği sağlayan böylesi akar’ın yerine, belki de bu geleneğin bir başka bağlamda görünümü olan bağış (endowment) olgusu günümüz sosyo-ekonomik koşullarının bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede, üniversite ve bağışçı açısından iki temel çıkış noktasından bahsetmek mümkün.

Öncelikle üniversite bir kurum olarak, günün getirdiği akademik yapılanmanın çeşitliliği ve derinliliği ile ekonomik yapılaşmanın getirdiği zorlamalar ve zorluklar noktasında tek başına kişi veya kurumun üstlenebileceği bir yapı olmaktan çıkmıştır.

Bağışçı noktasından bakıldığında ise, yine bir önceki durumla bağlantılı olarak, geniş kapsamlı ve derinlikli akademik yaşamın bütün bir alt yapısının yükünü üstlenecek sermaye birikiminden uzak olması ve/veya böyle bir sermaye birikimi olma dahi, bu sermaye birikiminin sürdürülebilir bir nitelik kazanmaması gibi bir tehlike söz konusudur.

Bu durum, kaçınılmaz olarak bir akademik kurumun varlığına sürdürülebilir bir niteliğin nasıl kazandırılabileceği sorusunu karşımıza çıkarmaktadır. Batıda olduğu gibi, Doğuda da akademik kurumlar devlet desteğinden bağımsızlaşma eğilimlerine ve çeşitli ölçeklerde kurumsal sürdürülebilirliklerini özel kesimden desteklerle gerçekleştirmektedirler.

Bu sürece destek verenler noktasında, örneğin ilgili ülkelerin -diyelim ki, kraliyet veya sultanlık çevreleri, ekonomik donanımlarıyla dikkat çeken iş çevreleri ve hatta geçmişte bilim çevrelerinde yer almış tekil kişileri, aileleri de görmek mümkün.

Söz konusu bu çevreler, özel yüksek öğretimin sürdürülebilir işleyişinde yeni formülasyonların hayata geçirilmesindeki rolleriyle öne çıkmaktadırlar. Bu destekçi yapılar, ilgili yüksek öğretim kurumunda bir birimin maliyetini üstlenmek suretiyle çoklu yapıya ortak olmaktadırlar. Burada ‘akar’ olgusunun tekil bir nitelikten çoğul bir niteliğe dönüştüğü görülmektedir. Ve adına destekçi denilen grubun zaman içerisinde birbiri yerine ikame edilen yapılar halinde ilgili yüksek öğretim kurumunun sürdürülübelirliğini sağlamaktadırlar.

Bu noktada, bir destekçi unsur, kendi ilgi ve uzmanlık sahasına uygun bir bölüm veya birime destek verebilmektedir. Buna mukabil, destekçi kendi profesyonel alanının akademik çalışmalarla geliştirilmesi gibi doğrudan veya dolaylı bir kazanım da elde etme imkânına sahip olabilmektedir.[1]



[1] Açık Medeniyet, Yıl 1, Sayı 9, Kasım 2018, s. 2

12 Kasım 2018 Pazartesi

Singapur ASEAN’da ekonomiyi yönetiyor / Singapore dominates economy in ASEAN


Mehmet Özay                                                                                                                        12.11.2018

foto: Asian Breking News
ASEAN’da 17. Ekonomi Birliği Konsey Toplantısı bugün yapıldı. ASEAN dönem başkanlığını yürüten Singapur’da gerçekleşen ve ekonomi bakanları düzeyinde gerçekleştirilen zirve, belirsizliklerin yaşandığı küresel ekonomik gidişata karşın, birlik içerisinde istikrarlı büyüme olanaklarını artırmaya yönelik olmasıyla aslında bir tür meydan okuma anlamı taşıyor.

Bu toplantılar, henüz çiçeği burnunda ASEAN Ekonomik Topluluğu’nun yakın ve orta vadede hedeflerini belirlemesi ve bunların tedrici olarak hayata geçirilmesi bakımından da önem taşıyor.

Öte yandan, ekonomi bakanları zirvesi hafta boyunca gerçekleştirilecek zirvelerin ilki olmasıyla dikkat çekiyor. Aşağıda değinilecek ekonomi alanındaki gelişmelerle ASEAN hem altı yüz milyonluk bölge kamuoyuna ve hem de uluslararası çevrelere önemli mesajlar veriyor.

ASEAN ve APEC zirveleri hem on üye ülkeyi hem de ASEAN’la ikili stratejik ilişkileri olan çeşitli ülkeleri biraraya getirecek. ABD ve Çin arasında bir süredir kıyasıya devam eden ticaret savaşının olumsuzlukları kadar, bu ortamın doğuracağı beklenilmeyen gelişmeler ASEAN’da sürecin dinamik bir şekilde izlemesini gerekli kılıyor.

Bugün yapılan ekonomi bakanları zirvesinde on üye ülke arasında elektronik ticaret (e-ticaret) anlaşması için imzalar atıldı. Bu anlaşma ile bürokrasinin ortadan kaldırması, zaman ve mekân dolaşımını hızlandırması hedefleniyor.

Ayrıca, birlik içerisinde hizmet sektörleri arasında yakın işbirliğini öngören, ‘ASEAN Hizmet Ticareti Anlaşması’ ile ASEAN Kapsamlı Yatırım Anlaşması gerçekleştirildi. Hizmet sektörü on üye ülke arasında işbirliğinin artırılmasını, kapsamlı yatırım anlaşması ise diğer ülkelerin ASEAN bölgesinde yatırımlarında rekabetçi bir ortam bulmalarını kolaylaştıracak düzenleme olarak biliniyor.

ASEAN ekonomi bakanları zirvesinde alınan bu kararlar, aslında daha önceki yazılarda da dile getirdiğim üzere, bu yıl ASEAN dönem başkanlığını yürüten Singapur’un hem kendi ulusla ekonomisi, hem de ASEAN bölgesel ekonomik varlığının istikrarlı bir şekilde geliştirilmesi bağlamında yeni önerilere örnek teşkil ediyor.

ASEAN Ekonomi Birliği (ACE) 2025 vizyonu gerçekleştirmeye matuf bu girişimler çerçevesinde, dönem başkanı olarak Singapur’un üzerine düşen görevi getirdiğini söylemek mümkün. Söz konusu vizyon, bölgenin hem kendi içinde hem de uluslararası arenada liberal ekonomi değerlerini benimsediğinin ve bundan taviz vermek istemediğinin bir göstergesi.

Bölgede ekonominin can damarı olarak da bilinen Ada’da ASEAN İşadamları Danışma Konseyi yıllık toplantısı da yapıldı. Başbakan Lee Hsien Loong, politika yapıcılar ve iş çevrelerinden yaklaşık bin kişinin katıldığı açılışta yaptığı konuşmada, küresel anlamda yaşanan siyasi çalkantılar ile ekonomik kalkınma arasındaki çelişkiye dikkat çekti.

Yukarıda dikkat çekilen anlaşmalarda da olduğu üzere, Singapur hükümeti, Güneydoğu Asya bölgesinde ekonomik büyümenin sürdürülebilmesi için entegrasyonun önemine sürekli dikkat çekiyor. Küçük bir Ada ülkesi olması, çevresindeki komşu ülkelerle 20. yüzyıl ikinci yarısında yaşanan siyasi anlaşmazlıklar ve hatta tehditler karşısında Singapur yönetimi varlığını büyük ölçüde ekonomik kalkınmaya odaklandırmış durumda.

Singapur’un çabası bir yana, küresel ekonominin öncü ülkeleri bölgenin hammadde zengini, ucuz iş gücü, genç nüfusu gibi faktörlerle uzunca bir süredir dış yatırımlarını yönelttikleri bir bölge olma vasfı taşıyor. Ancak burada Singapur’un ulusal ekonomi politikası, bölgede halen dikkat çeken potansiyel zenginliğin sürdürülebilir ve bölge halklarının da yararına olacak şekilde kullanılmasıyla bağlantılı.

Singapur’u bu konuda istikrarlı bir şekilde ekonomi, ticaret ve yatırımlar konusunu gündeme getirmesinde, adına ‘otoriter’ denilen siyasi rejiminin Ada toplumunda sağladığı görece çatışma yönelimine maruz kalmayan siyasal ve toplumsal ilişkileri önemli yer tutuyor. Yanı başında ve hatta Singapur’la kıyaslanmayacak ölçüde devasa ekonomik potansiyellere sahip komşu ülkelerinin siyasal ve toplumsal sorunları ekonomi alanında yolsuzlukları beraberinde getirmesi bölgede bu alanda öncü gücün Singapur olmasında başat bir rol oynuyor.

Singapur’un ekonomi söylemini cazip kılan bir diğer husus hiç kuşku yok ki, özellikle ABD yönetiminde içe kapanmacı bir ekonomi modelin uygulanmakta oluşu. Elbette bununla, Singapur’un ABD’ye kafa tuttuğunu söylemek durumunda değiliz. Ancak ABD-Çin ticaret savaşında da ortaya çıktığı üzere çeşitli sektörler hem üretim merkezi hem de yeni pazarlar bulma konusundaki arayışlarında şeffaf ekonomi yönetimlerinin olduğu coğrafyalara yönelme arzuları karşılarına Singapur gibi bu yöndeki politikalarıyla bilinen bir ülkeyi çıkarması bir şans eseri değil, aksine bu ülkenin yapıcı ekonomi politikalarının bir ürünü.

Bu anlamda, ABD’de Trump yönetiminin içe kapanmacı ekonomi politikaları karşısında öncelikli Çin’i hedef alan ve ardından bazı ülkeleri de listeye alarak devam ettirdiği korumacı politikalara bölgeden yükselen seslerden biri belki de ilki olan Singapur’un bu anlamda önemli bir rol oynadığını söylemek gerekir.

19. yüzyılın başlarında, daha kurulduğu ilk yıllardan itibaren rekabetçi bir ticaret ve ekonominin var olduğu Ada ülkesi Singapur, bu özelliğini sürdürmesi kadar, ASEAN içerisinde liberal ekonomik değerlerin öncüsü olarak da gündemi belirlemeye çalışıyor. Singapur’un bu rekabetçiliği, bu ülkeyi küresel kapitalizmin bölgedeki önemli bir sahası olmasına yol açarken, bu ülke yönetimi içinde yaşanılan dönemin getirdiği bazı özellikleri kendi ve bölgesi lehine kullanacak şekilde rekabetçi bir ortama yönlendirmekten de kaçınmamaktadır.


9 Kasım 2018 Cuma

Japonya-Güney Kore ilişkileri: Kore Yarımada’sında tehditler ve fırsatlar / The Relationship between Japan and South Korea: Threats and opportunities in Korean Peninsula

Mehmet Özay                                                                                                                           9.11.2018

Son iki yıldır Kore Yarımadası’ndan dünyaya yayılan nükleer tehdit gündemimizde yer ediyor. Yarımada’nın kuzey bölümünü oluşturan Kuzey Kore devlet başkanı Kim Yong-un’un nükleer silahlanma, uzun menzilli balistik füzeler ile hedefine ABD’yi koymuş olsa da, aslında yanı başındaki Güney Kore ve Japonya’yı birinci hedef olarak görmek yanlış olmayacaktır.

Doğu Asya’daki bu gelişme bölgenin en önemli ülkelerinin başında gelen Japonya tarafından da yakından takip ediliyor. Bununla birlikte, Kuzey Kore karşısında aynı hedef tahtasında bulunan Japonya ve Güney Kore ilişkilerinin bu bağlamda nasıl seyrettiği meselesi ise önemli bir konu.

Türkiye’den fark edilmeyen gerçek!
Bu akşam, Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş yerleşkesinde düzenlenen bir toplantıda bu konu ele alındı. Japonya Keio Üniversitesi Çağdaş Kore Çalışmaları Merkezi müdürü Prof. Dr. Junya Nishino “Japonya ve Kore Yarımadası: Türkiye’de Fark Edilmeyen Hakiki Gerçekler” başlıklı bir konuşma gerçekleştirdi.

Konuşmayla ilgili detaylara geçmeden önce, ilk etapta konuşmanın başlığına değinmekte fayda var. Bu bağlamda, söz konusu başlığı iki şekilde okumak mümkün. İlki Japonya ile Kore Yarımadası arasında var olan ilişkiye atıf.

İkincisi ise, Türkiye’ye vurgunun yapıldığı ‘gerçekler’ olmakla birlikte, Türkiye’de bilinmeyen denilerek belki Türkiye kamuoyu da içinde olmak üzere ancak daha çok akademi ve okuryazar çevrelerinde Doğu Asya coğrafyasında olan biten habersizliğe dolaylı bir serzeniş ve eleştirisi veyahut da alaycı bir dille yaklaşımı sezmek mümkün.

Bununla birlikte, salonu dolduran yaklaşık yüz kişinin varlığı, en azından konuya duyarlı ve olan biteni dinlemek isteyen bir kitlenin varlığını ortaya koyması açısından da dikkat çekici. Tabii ki, salondaki kalabalık, uluslararası ilişkiler bölümü hocalarının zoruyla dolduranların büyük bölümü öğrencilerden oluşmuyorsa!

Prof. Nishino, giriş bölümünde işin Türkiye boyutunun da olduğunu ortaya koymak istercesine 1951-53 yılları arasında Kore Savaşı’na Türkiye’nin ABD’nin yanında katıldığını belirten ve üzerinde bazı istatistiki bilgiler içeren bir diyagram da sundu. Buna göre, Türkiye Kore Savaşı’na 5453 asker ile katılmış.

Bu sayısal veri, salt kuru bir istatistiki bilgi olmaklığının dışında, yukarıda dile getirmeye çalıştığım Türkiye’de Doğu Asya siyasetine ve ilişkilerine bakışın yoksulluğuna bir başka eleştiri olarak okunabilir. Yani, bugünkü nükleer tehdit ve bunun çevresinde gelişen ilişkilerin kökeni 2. Dünya Savaşı sonrasındaki savaşla bağlantısı apaçık iken, o savaşta yer almış bir ülkenin, bugün o coğrafyada olan bitene duyarsızlığı herhalde Japonlara şaşırtıcı gelmiş olmalıdır.

Prof. Nishino, Türkiye ile ilintili olarak bir başka değinisi ise, geniş Asya haritası üzerinde Japonya’nın Çin, Hindistan politikalarının ardından jeo-politik olarak bağlantı kurduğu bir diğer ülkenin Türkiye olmasıydı.

Prof. Nishino, herhalde bunu bir nezâket örneği olsun diye söylememiştir. Doğu Asya ve Güneydoğu Asya’da bir süredir var olan ekonomik kalkınma ve bunun doğurduğu uluslararası nüfuz ve etkinlik bağlamında bölgesel sınırlarını aşarak daha geniş coğrafyaları içerecek şekilde bir ilişkiler ağı kurma arzusu içerisinde Asya’nın bir ucundan diğerine Türkiye’nin de bulunması açıkçası günümüz küresel ilişkilerinde doğal bir duruma gönderme yapıyor.

Kuzey Kore: ekonomik yoksulluk, nükleer zenginlik
Prof. Nishino, konuşmasının giriş bölümünde Kuzey Kore’nin nükleer silahlanma, balistik füze çalışmaları ve yoksulluğu üzerindeki girişi önemliydi. Çünkü ekonomik olarak salt bir karşılaştırma olarak Afrika’da Mozambik ile aynı sıralamada bulunan Kuzey Kore’nin elinde bulundurduğu nükleer silah ve balistik füzelerle küresel kamuoyunu ve uluslararası ilişkileri epeyce meşgul etmesi arasındaki kayda değer çelişkidir.  

Bu nükleer tehdit Kuzey Kore devlet başkanı Kim Yong-un ile ABD başkanı Donald Trump arasında geçtiğimiz 12 Haziran’da Singapur’da gerçekleşen zirve sonrasında pek fazla ifade etmediği yönünde bir algı oluşmuş olabilir.

Ancak bölgenin son elli yılı veya en azından, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Yarımada’nın Kuzeyi ile Güneyi arasında bir barış tesisi konusundaki çabalar ve sürüncemeler dikkate alındığında olumlu algının sürekliliği konusunda şüphenin oluşması kaçınılmaz. En azından, oluşan olumlu havaya rağmen, temkinliliği elden bırakmamak gerektiğini açıkça söylemek gerekiyor.  

Japonya-Güney Kore ilişkisi
Bölgede hararetini yitirmiş gözüken çatışma ortamının normalleşmeye doğru seyrine karşın, önümüzdeki yakın ve orta vadede güvenlik ilişkilerinin vazgeçilmezliği nedeniyle Japonya – Güney Kore arasındaki ilişkilerin doğasını dinlemek önemliydi. Prof. Nishino’nun salt bir akademisyen değil, aynı zamanda iki ülke arasında ilişkilerin geliştirilmesi amacıyla kurulan komisyonun üyesi olması onu bir anlamda politika inşacılığında sahada önemli bir yerde durduğunu da gösteriyor.

Bu bağlamda, iki ülke ilişkilerinin Kuzey Kore karşısında bulundukları ortak zemine yani, tehdit altında olmalarına karşılık ilişkilerinin pek de öyle gelişmiş olduğunu söylemek mümkün değil. Bu çerçevede, bölgede Çin gibi Doğu ve Güney Çin Denizleri’nde yayılmacılık siyaseti güden bir gücün bulunması, buna ilâve olarak Japonya ile Rusya arasında henüz günün aktif tartışmaları arasında yer almamakla birlikte var olan sınır sorunu, Japonya’nın bölgedeki güvenlik çemberinin ne kadar hassas olduğunu ortaya koyuyor.

Bu her iki ülkenin, yani Japonya ve Güney Kore, sadece Kuzey Kore tehdidi karşısında aynı yerde konumlanmakla kalmıyor, aynı zamanda 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’nin bölgedeki müttefikleri arasında kayda değer bir önem taşıyan ülkeler konumunda bulunuyorlar. Açıkçası ortada başlı başına bir çelişkinin olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Comfort women
Japonya ile Güney Kore ilişkilerinin 1965 yılında başlatılan siyasi ilişkilere dayanmasına rağmen, 2. Dünya Savaşı’nda bölge ülkelerinde Asya Asyalılarındır politikasıyla nüfuzcu girişimlerde bulunan Japonların özellikle Güney Kore’de kadınların zevk metaı (comfort women) olarak kullanılmalarının neden olduğu duygusal ötesi kırılma varlığını siyasi ilişkilerin geliştirilmesinin önünde bir engel olmaya devam ettiriyor.  

Prof. Nishino’nun konuşmasında pek üzerinde durmak istemediği, ancak sorulan birkaç soru ile ister istemez açıklamak durumunda kaldığı zevk metaı haline getirilen kadınlar sorunun çözümü için son dönemde, özellikle Şinzo Abe’nin başbakanlığında kayda değer girişimler olmasına rağmen, Güney Kore tarafında bir yakınlaşma emarelerinin gerçekleşmemiş olması da bir gerçek.

Savaş dönemlerinde ulusların birbirlerine yaptıkları onur kırıcı uygulamaların belki de en kendinde örneğini teşkil eden comfort women konusu öyle anlaşılıyor ki, Güney Kore’de bir milli hissiyat halini almış gözüküyor. 2. Dünya Savaşı’nda bu uygulamanın kurbanı olan kadınların pek çoğu bugün biyolojik olarak hayatlarını yitirmiş olsa da, bu vakıanın Güney Kore ulusu üzerinde oluşturduğu etki devam ediyor.

Prof. Nishino, tarihsel ilişkilerin günümüzde ülkeler arasında ikili ilişkilere oldukça olumsuz bir etkisi olduğu yönündeki yaklaşımı, iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilememiş olması bağlamında gündeme getiriyor. Elbette haksız değil. Ancak bu durumda, güvenlik bağlamının öncellendiği bir dönemde Japonya kadar Güney Kore’nin de bölgede birbirine yakınlaşabilecek iki ülke olduklarını varsaymak akılcı bir tutum.

Japon ve Güney Kore kamuoyu kime güveniyor?
Ancak, Prof. Nishino’nun araştırmalarına göre, gelecek on yıllık süre zarfında bölgede kimlerin önemli aktör konumunda olduğu yolundaki soruya Japon ve Güney Kore kamuoyundan gelen cevaplar karşılıklı iki ülkeyi işaret etmekten uzak. Aksine, bölge politikalarında etkinlikte rol, ABD ve Çin’e biçilmiş gözüküyor. İki ülke halkındaki bölgesel ilişkilere yönelik bu algı, ABD nüfuzunun gerçekliğine gönderme yapması, bugünkü ABD yönetiminin bölgeden uzaklaşma çabalarıyla çelişen bir durumu ortaya koymasıyla da ilginç bir durum arz ediyor.

Kuzey Kore’nin nükleer tehdidinin Kim Yong-un ve Trump görüşmesiyle ortadan kalma eğilimi sergilemesine rağmen, Yarımada’nın nükleer silahlardan arındırılmasının ön şartlarına dahi geçilememiş durumda.

Bununla birlikte, bu sürecin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için değişik faktörlerin, örneğin son bir haftadır Kuzey Kore dışişleri bakanlığından yapılan açıklamalar dikkate alındığında ABD’nin Kuzey Kore’ye uyguladığı ekonomik ambargonun ivedilikle kaldırılması talebi gibi açılımların devreye girmesi beklentisi var.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2018/11/09/japonya-guney-kore-iliskileri-kore-yarimadasinda-tehditler-ve-firsatlar-the-relationship-between-japan-and-south-korea-threats-and-opportunities-in-korean-peninsula/