30 Mayıs 2014 Cuma

Malezya Çin İlişkileri’nde 40. Yıl / 40th Year of Malaysia-China Relations

Mehmet Özay                                                                                                                30 Mayıs 2014

Malezya Başbakanı Necib bin Razak’ın altı gün sürecek Çin ziyareti başladı. Necib bin Razak, Çin Başbakanı Li Kequiang tarafından karşılandı. Necib bin Razak, Cumartesi günü ise Devlet Başkanı Xi Jinping tarafından kabul edilecek ve onuruna verilecek yemeğe katılacak. Çin Devlet Başkanları’nın bir Başbakan’a yemek daveti yapması Çin devlet geleneğinde bulunmuyor. Bu nedenle söz konusu yemeğin Çin’in Malezya’ya verdiği önemi göstermesi açısından dikkat çekici bir özellik taşıyor. İki ülke ilişkilerinde 40. Yıl münasebetiyle Çin hükümeti Malezya’ya iki Panda hediyesini, 1950’li yıllardan bu yana Çin’in dış politikasında öne çıkan barışçıl gelişmelere adını veren ‘Panda Diplomasisi’nin son örneği kabul edebiliriz. Çünkü Pandalar, Çin ve ilgili ülkeler arasında ticaret ve yatırım işbirliğinin geliştirilmesinin sembolü konumunda.

Malezya-Çin ilişkileri dendiğinde son dönemdeki gelişmelerden bağımsız değerlendirilemeyeceği ortada. Bu anlamda, Güney Çin Denizi; ABD’nin Asya-Pasifike yönelik ‘dengeleme’ operasyonu;  ASEAN’ın 2015 Ekonomik İşbirliği hedefi; 8 Mart’ta Malezya Havayollarına ait uçağın kaybolması gündemi oluşturuyor. Ancak bunlardan önce ziyaretin kırkıncı yılının anlamına değinelim.

Ziyaretin zamanlaması ve içeriği konuşulmaya değer. Önce zamanlamasından başlayalım. Bundan tam kırk yıl önce, 1974’de ülkenin ikinci başbakanı Tun Razak bin Hüseyin Çin’e ziyarette bulunmasıyla iki ülke ilişkilerinde ilk merhale başladı. Malezya’da kimi çevrelerce ‘tehlikeli bir girişim’ olarak yorumlanan bu bağ, bugünden bakıldığında ileri görüşlülük olarak yorumlanıyor. O dönemki kuşkuların kaynağında, Soğuk Savaş yıllarında Çin’in Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerindeki ‘komünist partilerine’ şu veya bu şekilde desteği ve kısmen ideoloji ithali söz konusuydu. Malezya gibi görece sınırlı bir güce sahip ülkenin Başbakanı’nın Çin’le ilişki kurma çabası kayda değer bir Dış politika yapılanmasına örnek teşkil ediyor.

Zamanlama konusunun bir diğer yönü ise, son dönemde Güneydoğu Asya’nın  küresel çekim merkezi olmasıyla alâkalı. Bu anlamda, bölge sadece küresel ekonominin çekim merkezi olmakla kalmıyor, aksine ABD ve Çin gibi siyasi güçlerin karşı karşıya geldiği bir alan olarak dikkat çekiyor. Bu sürece kuşku yok ki, Hindistan’ın yeni Başbakanı Narendra Modi’nin açılım politikalarıyla yeni bir gücün dahil olması da beklenebilir. Malezya’nın bölgesel ve küresel güçlerin Güneydoğu Asya’ya yönelik hedefleri ve plânlarında bir yeri olduğu görülüyor. Malezya yönetimi, belki de hiç beklemediği bir uluslararası cazibenin merkezine doğru çekiliyor. Malezya’daki iç politikadaki sancılara rağmen, dış yatırımcıları tatmin eden bir siyasi istikrar ve güven ortamı; ucuz işgücü ve hammaddelere ulaşma imkânı; jeo-stratejik özelliği ekonomiden, güvenlik meselelerine kadar çeşitli alanlarda dünya devlerinin dikkatlerini buraya çevirmeye sevk ediyor.

Tabii tüm bu maddi çekim alanlarının ötesinde Malezya’nın ‘bağlantısızlık’ ruhuna tekabül edebileceği söylenen dış politikada dengeleri gözeten yaklaşımını hatırlamak gerekir. Bu bağlamda, son örnekler ise önümüzde duruyor. Geçen Mart ayı sonunda ABD Başkanı Barack Obama’nın gecikmiş ziyareti ülkede büyük bir memnuniyet ile karşılanırken, ABD’nin bölgeye dair geliştirmekte olduğu ekonomik ve askeri inisiyatifleri çerçevesinde Malezya’yla işbirliğinin kapısı aralanmıştı. Çin’e gelindiği ise, yeni Başkan Xi Jinping, geçen yıl Ekim ayında Malezya’yı ziyaret etmiş ve kayda değer ticari anlaşmalara imza atmıştı. Bundan birkaç hafta önce ise APEC Ticaret Bakanları toplantısı nedeniyle yapılan görüşmelerde Çin tarafı Malezya’ya ‘Yeni Deniz İpek Yolu Ekonomik ve Ticaret İşbirliği’ anlaşmasına imza atmayı önerdi.

Bununla birlikte, görüştüğümüz uzmanların da dile getirdiği üzere, Malezya ABD’yi Çin’e veya Çin’i ABD’ye karşı tercih etme konumunda olan bir ülke değil. Bunun en son gelişmeler çerçevesindeki karşılığı işe şu: Tarihin bir cilvesi olarak bundan elli yıl önce Malezya’yı ziyaret etmiş ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’dan sonra Barack Obama’nın ziyareti Kuala Lumpur’da yankı yaptığı gibi, bundan kırk yıl önce Tun Razak bin Hüseyin’in kırk yıl önce Çin’e yaptığı ziyaretle başlattığı ilişkiler bugün oğlu ve ülkenin Başbakanı Necib bin Razak’ın Çin’i ziyaretine konu oluyor.

Malezya-Çin ilişkilerinin 40 yılına girilirken, iki ülkenin ticari ilişkilerinde de kutlanmayı hak edecek bir durum var. Son beş yıldır, Malezya dış ticaretini yaptığı ülkeler arasında Çin ilk sırayı çekiyor. Yani bölgede Japonya ve Güney Kore’den sonra Çin’le ticari faaliyeti en çok olan ülke Malezya’dır. Bunun sayısal ifadesi ise iki ülke ticaret hacminin 106 milyar Dolar’a çıkmasıdır. İlişkiler bu düzeyde de tatminkâr olmadığını, 2017 yılında bu ticaret hacminin 160 milyar Dolar’a çıkartılması hedefinde bulmak mümkün. Çin ve Malezya’nın bu alanda gelişme kaydetmelerinin temelinde Malezya hükümetinin agresif kalkınma hamleleri, ticari ve ekonomik alt yapıya verilen önem kadar, ülkede ikinci en büyük azınlık konumundaki Çinli kitlenin -ki nüfusun %24’üne tekabül ediyor- ekonomideki başat rolü ve bu kitlenin Çin ana kara parçasındaki Çinlilerle devam eden bağlarının rolü unutulmamalı.

Malezya’nın, Başbakan Necib Bin Razak’la birlikte 2009’dan bu yana gündeme getirdiği ‘Ekonomik Dönüşüm Programı’, iç yatırımcı kadar, özellikle dış yatırıcıları ülkeye çekmeyi hedefliyor. Bu programın belki de açıkça ifade edilmeyen en önemli yanı, 2015 ASEAN Ekonomik İşbirliği’nin alt yapısını ülkede hayata geçirmek. Zaten son aylarda, gelecek yılki dönem başkanlığı çerçevesinde Başbakan ve bazı ilgili bakanların açıklamalarında ASEAN’ın ekonomik yapılaşmasında reforma gidilmesi düşüncesi yüksek sesle dile getiriliyor. 

Malezya’nın ekonomi yönetimi ile Çinli azınlığın konumunu daha iyi değerlendirmenin bir diğer yolu ise, komşu ülkelerdeki durumla kıyaslama olacaktır. Örneğin ASEAN’ın iki büyük ekonomisi Endonezya ve Tayland’da Çinli azınlık ekonomide rol alsa da, her iki ülkenin belirli ölçülerde siyasi istikrarsızlığı ve ekonomi yönetimindeki belirsizlikler bölgede Malezya’nın önünü açan unsurlar. Çin’in Malezya ile ilişkilerinde belirleyici hususların başında Çin yönetiminin yeniden canlandırma gayreti içerisinde olduğu ‘Deniz İpek Yolu’ projesinde Malezya’ya da bir yer düşüyor olmasıdır. Bu anlamda, somut gelişmeler nelerdir diye sorulduğunda, Malezya’nın Güney Çin Denizi’ne bakan Pahang Eyaleti Başkenti Kuantan’da liman ve ‘endüstri parkı’ inşası anlaşmasının yapılmış olmasıdır. 

Tabii, tüm bu ekonomi ve ticari ilişkilerin ötesinde son dönemdeki gelişmelerin Çin-Malezya ilişkilerini güvenlik eksenine kaydıracak bir yönü de bulunuyor. Bu çerçevede, Necib bin Razak’ın Çin ziyaretinde güvenlik işbirliğinin de masaya yatırılacak konular arasında. Malezya’nın Çin’le ilişkilerindeki beklentileri ile, Malezya’nın ABD gibi ‘kapsamlı işbirliği’ yaptığı ülkeler ile üyesi olduğu ASEAN’nın beklentilerinin ne kadar örtüştüğü sorulabilir. Örneğin Malezya Güney Çin Denizi’nde yaşanan ‘Adalar Sorunu’nda taraf olsa da, bugüne kadar sesini yükseltmeyi tercih etmemiş bir ülke. Malezya yönetimi, bu anlamda sorunu zamana yaymayı veya diğer ülkelerin reaksiyonuna göre belirlenecek süreci izlemeyi tercih ediyor olabilir. Ancak, ABD’nin Güney Çin Denizi’nde ‘uluslararası kuralların uygulanması kararı ile Adalar konusundaki anlaşmazlık çerçevesinde Filipinler ve Vietnam gibi Çin’le doğrudan etkileşimi olan ASEAN üye ülkelerinin baskısından kaynaklanan taleplerini Çin başkentine taşıyıp taşımadığı gündemin önemli maddeleri arasında. Malezya’nın bu baskıyı hissetmesinin en önemli nedeni ise önümüzdeki yıl ASEAN dönüm başkanlığını üstlenecek olması.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/299639/malezya-cin-iliskilerinde-40-yil

23 Mayıs 2014 Cuma

ASEAN’da Çin Dolayımında Farklılaşma / Differentiation in China Politics in ASEAN

Mehmet Özay                                                                                                                 23 Mayıs 2014

Bu ayın başlarında Çin’in uzun süredir söylem düzeyinde gündeme getirdiği Güney Çin Denizi’ndeki teritoryal haklar meselesinde işi fiiliyata dökmesi dikkat çekti. İddianın fiili boyuta taşınmasının zamanlaması da işin bizatihi kendisi kadar önemliydi. Çünkü Nisan ayında ABD Başkanı Barack Obama’nın bölgeye yaptığı ziyarette ABD yönetimi Japonya, Filipinler kadar Malezya’yla da çeşitli boyutlarda güvenlik ve savunma konularında işbirliğine imza atmıştı. Malezya’da açıkça ‘Çin’ adı zikredilmese de, Japonya ve Filipinler’de yazılı belgeler düzeyinde savunma işbirliği gündeme geldi. Ayrıca, 10-11 Mayıs tarihlerinde ASEAN dönem başkanlığını yürüten Myanmar’ın başkenti Nay Pyi Taw’da gerçekleştirilen 24. ASEAN Zirvesi öncesine gelmesi de dikkat çekiciydi.

Çin bu son girişimi çeşitli açılardan yeni bir dönemin de başlangıcı olmayı hak ediyor. İlki, Çin, bölgedeki varlığını sadece askeri bir gövde gösterisiyle değil, sivil ve ekonomik açılımıyla gösterdi.  Çin, bugüne kadar sadece balıkçılarının ilgili ülke sınırlarına veya birden fazla ülkenin hak iddia ettiği bölgelerde avlanmasıyla kendini gösteriyordu. Oysa, son çıkışında bir milyar dolar harcayarak inşa ettirdiği ‘Haiyang 981’ adlı yüzer petrol sondaj istasyonunu Vietnam sınırlarına göndermesiyle varlığının ekonomik nedenlerini ortaya koyuyor. Üstüne üstlük, Batı medyasında ileri sürüldüğü üzere, Çinli yetkililer yüzer petrol sondaj istasyonunun gezdiği noktaların Çin bölgesi olarak kabul edileceği yönündeki açıklamasını ‘bölgesel hak iddiları’nda yeni bir anlayışı ortaya koyuyor.

Bu durum, hiç kuşku yok ki, bölge ülkelerinin uluslararası hukuk bağlamında yeni bir açılıma da sebep oldu ve olmaya devam ediyor. İlki, Filipinler yönetiminin, ülkenin kıta sahanlığına girdiğini iddia ettiği Çinli balıkçıları tutuklaması ve ardından Çin’i Birleşmiş Milletler’e şikayet etmesi, sorunun böylece ilk defa resmi düzeyde uluslararası kurumlara taşınması anlamı taşıyor. Filipinler, BM’nin Deniz Yasası’na dayanarak söz konusu kıta sahanlığında ekonomik aktivitelerin korunması için Tahkim’e gitti. Filipinler ve Vietnam yönetimlerinin tüm çabalarına rağmen, ASEAN Zirvesi’nde Çin’i hedef alan ifadelere yer verilmemesi, bu iki ülkeyi hedef birliği noktasında bugüne kadar olmayacak denli yan yana getirdi. Dün Vietnam Başbakanı Nguyen Tan Dung Manila’yı ziyaret etti.  Filipinler Başkanı Aquino ile Nguyen, yaptıkları ortak açıklamada Çin’e karşı ortak hareket etme kararı aldıklarını açıkladılar. Nguyen’in açıklamasında vurgu sadece Vietnam’ın ulusal güvenliği değildi. Buna ilâve olarak, Çin’in dev petrol sondaj istasyonuyla Güney Çin Denizi’nde deniz trafiğinin güvenliğini tehdit ettiğini açıklaması amacın sorunu uluslararası platforma taşıma gayesi güttüğünü ortaya koyuyor.

Her iki ülkenin ASEAN üyesi olduğu dikkate alındığında, bu kararın ASEAN içerisinde Çin dolayımında yeni bir güç ekseninin ortaya çıkabileceğini akla getiriyor. Çin söz konusu olduğunda ‘tarafızlıklarını’ ortaya koyan ASEAN üyelerinden bazılarının çekincesinin temelinde Çin’le olan ticari ve ekonomik işbirlikleri yatıyor. Bunların başında da Malezya geliyor. Son beş yıldır Malezya’nın dış ticaretinde en büyük payı Çin alırken, Çin’in ASEAN üye ülkeleri arasında en çok ticari ilişkisi de Malezya ile gerçekleşiyor. Tabii Malezya’ya vurgu bununla sınırlı değil. Asıl önemli olan, Malezya’nın 1 Ocak 2015’den itibaren ASEAN dönem başkanlığını üstlenecek olmasından kaynaklanan bir hassasiyet de söz konusu.

Kimi gözlemciler, Çin’le ticari ilişkileri görece sınırlı olan Filipinler’in çıkışını doğal karşılıyor. Bir diğer nokta ise ABD’nin Filipinlerin yanında olması, Başkan Aquion yönetiminin elini güçlendiren bir unsur olarak telâkki ediliyor. Ancak Vietnam Başbakanı’nın Çin’e karşı çeşitli savunma seçeneklerini hayata geçirecekleri ifadesi, önemli Çin yatırımlarına ve ticaretine konu olan Vietnam’ın farklı bağlamda değerlendirmeyi gerektiriyor. Kaldı ki, Vietnam’ın Filipinler gibi yanı başında ordusuyla hazır ve nazır bir ABD bulunmuyor. Vietnam’ın konumunu farklı kılan bir diğer husus ise, ülkede resmi makamlardan gelen tepkilerden ziyade, kamuoyunda kayda değer bir tepkinin oluşması Çin yatırımlarını hedef alan bir tür ayaklanmaya dönüştü. Aslında Çin’e karşı gerçekleştirilen benzer gösterilere daha önce Manila’da da tanık olunmuştu. Ne var ki, Çin kökenli şirketlerin mal varlıklarına ve de Çinli işçilere yönelik böylesine bir tepki ilk defa gündeme geliyor. Bu anlamda, Çin’in son teşebbüsünün, söz konusu bu iki ülkede sadece resmi makamlardan gelen tepkilerle sınırlı olmaması, Çin tehditlerine karşı ASEAN içerisinde ses getiren sivil bir yapının oluşumu açısından dikkate alınmalı.

Vietnam’ın Filipinler’in izinden giderek BM’ye başvurması, Çin’e karşı bir yaptırım getirmeyecek. Çünkü BM’nin Deniz Yasası’nın herhangi bir zorlayıcı yanı bulunmuyor. Ancak BM gibi küresel temsil makamındaki bir kuruma taşınacak tartışmaların, özellikle ASEAN ve Çin’e şu veya bu şekilde rakip ülkeler nezdinde kabul görmesi Çin üzerinde bir baskı unsuru olacaktır. Bu durum, bir süredir gündeme getirilen ‘Eylem Kuralları’ konusunda Çin’i masaya çekmeyi de sağlayacaktır. Zaten bu konuda çalışmalar yürüttüğünü gözlemlediğimiz bölgedeki bazı sivil toplum örgütlerinin de işini kolaylaştıracak. Bugüne kadar Güney Çin Denizi’nde Çin’in hak iddiası ve akainde fiili tasarruflarının önüne geçilememesinde ASEAN içerisinde siyasi iradenin hasıl olmamasının katkısı büyük. Bu bağlamda Filipinler ve Vietnam’ın girişimlerinin ASEAN içerisinde siyasi duruş tesisinde tetikleyici olacağını düşünebiliriz.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/298960/aseanda-cin-dolayiminda-farklilasma

17 Mayıs 2014 Cumartesi

ASEAN’ın Güney Çin Denizi Sorunu’na yaklaşımı /ASEAN and The South China Sea Problem

Mehmet Özay                                                                                                                 16 Mayıs 2014

Güney Çin Denizi’ndeki ‘Adalar Krizi’nde gözler bu bölgede hak iddiasında bulunan Çin ile diğer ülkeler üzerinde oluyor. Çin’in yanı sıra Tayvan, Brunei, Filipinler, Vietnam ve Malezya’nın da hak iddiasının oluşu, bir anlamda çoğul çözümü öngörüyor. Ancak özellikle 2011 yılından bu yana Çin ve diğerleri şeklinde gündeme getirilen sorunun bölge ülkelerinde nasıl algılandığı konusunda kafaların karışık olduğu görülüyor. Bu anlamda, Tayvan dışarıda bırakıldığında, diğer dört ülkenin ASEAN üye ülkeleri olması söz konusu bu Birlik içerisinde işin ciddiyetini ortaya koyuyor. Dünya devi olma yolunda ciddi adımlar atan Çin’in içinden çıktığı bölgede komşularıyla sağlıklı ilişki kuramamasının büyük hedefleriyle çeliştiği konusu sıklıkla dile getiriliyor. Çin’in sergilediği bu yaklaşım bir kenara, 1967 yılında kurulan ASEAN’ın Çinle ilişkilerinde nasıl bir siyasi rota izleyeceği konusundaki belirsizlikler sürüyor.
ASEAN, kuruluşundan bu yana ekonomik yönelimiyle dikkat çekiyor. Bunun en son göstergesi 2015 yılından Ekonomik Birlik kararının açıklanması olacak. Bununla birlikte, ASEAN dışındaki bölgesel gelişmeler, son dönemde bazı Batılı ülkelerin bölgeye yönelik yeni perspektifleri Birliğin siyasi niteliğiyle de öne çıkmasını zorunlu kılıyor. Ancak bu yönde üye ülkeler arasında birlikten bahsetmek mümkün değil. Bu durum, ASEAN’ın siyasi bir içeriği olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak, Güney Çin Denizi’ndeki adalar/kıta sahanlıkları problemleri ASEAN üye ülkeleri arasında dahi sorunun çözümüne dair ciddi bir inisiyatifin geliştirilmediği bir süreçten bahsediyoruz. ASEAN’ın, üyeleri arasında birbiriyle açık bir savaş halinin bugüne kadar yaşanmadığı bir blok olduğu düşünüldüğünde, üye ülkelerin benzer teritoryal iddialarını çözüme kavuşturma noktasında ‘sabırlı’ oldukları söylenebilir. Ancak üye ülkeler arasında anlaşmazlığa konu olan Adalar bölgesine dair bir ortak fikrin üretilememesi, bu bölgede hak iddiasını fiziki egemenlik alanına dönüştürme çabasındaki Çin’e karşı kapsamlı politikalar geliştirilmesini de engelliyor.
Dönem başkanlığını yürüten Myanmar’ın başkenti Nay Pyi Taw’da 10-11 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilen 24. ASEAN Zirvesi’ne Güney Çin Denizi’nde Vietnam ve Filipinler’in zirveden sadece günler önce Çin’le ‘sıcak karşılaşmaları’ damgasını vurdu. Bu iki ülkenin, diğer sekiz üye ülke otoritelerine yönelik lobi çalışmaları dikkat çekerken, Zirve sonrasında yayınlanan Nay Pyi Taw Bildirgesi’nin üçüncü maddesinde anlaşmazlığa konu olan Adalar bölgesindeki gelişmelere atfen artık bir klişe halini almış olan “Anlaşmazlıkların barışçıl çerçevede çözümlenmesi” maddesinde Çin açıkça hedef gösterilmiyor. Bu madde örneğinde görüldüğü üzere, Çin’e referans yapan ifadelere yer verilmemesi ASEAN’ın siyasi kimliğinin hâlâ prematüre olduğunun delilidir.  Bu anlamda, 2010 yılında Kamboçya’ dönem başkanlığı sırasında da Phnom Penh’de yapılan toplantıda birliğin tarihinde ilk defa sonuç bildirgesinin yayınlanamaması, Çin’in Kamboçya ile ilişkileri yattığı herkesin ortak kanısıydı. Bu gelişme ASEAN’ın siyasi bir blok ol/a/madığının da göstergesiydi. Kimi gözlemcilern Kamboçya’nın manipülasyonunun geçiştirildiğini ileri sürse de, son örnekte olduğu gibi üye ülkeler arasında Çin’e karşı kararlı bir duruştan söz edilemiyor.
Bu ortamda ASEAN üye ülkelerinin birliğe siyasi bir nitelik kazandırma konusundaki zaafiyeti, başta kendi aralarındaki sorunları ve ardından bölgesel ve de mümkünse küresel gelişmelerde siyasi tavır alabilecek yapıya bürünmediğini ortaya koyuyor. Bu yaklaşım, ASEAN’ı küçümsemek veya olumsuzlamak anlamı taşımıyor elbette. Bununla birlikte, Birlik içerisinde siyaset yapma biçiminin pek çok kırmızı hatlarla çevrili oluşu, Birliğin yapılaşmasında önemli bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Bu anlamda, Birliğin, hâlâ Soğuk Savaş dönemi psikolojisinden kurtulamamış olduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Bu eksiklik nedeniyledir ki, ABD ve AB’nin Güney Çin Denizi sorunu bağlamında referans yapılan ve uluslararası standartlara atıfta bulunulan “Eylem Kuralları” (Code of Conduct) olgusu şu ana kadar Çin’li yetkililerin hiç mi hiç ilgisini çekmiyor. Bölge denizlerinde uyulacağı varsayılan kurallar bütününün ilk defa 1992’de gündeme getirilmesine ve 2002 yılında Deklarasyon ilan edilmesine rağmen, Çin ile ASEAN arasındaki ilk görüşmelere 2013 yılı Eylül ayında başlanabilmişti.
Söz konusu Adalar bölgesinde, ASEAN’a üye dört ülke ile anlaşmazlık yaşayan Çin’in, bu ülkeleri ASEAN bütünü içerisinde değil, birbirinden bağımsız ülkeler sınıflaması içerisinde düşünmesinin nedeni de bu. Neredeyse bölgedeki her otoritenin “Çin küresel güç olmak istiyorsa komşu ülkelerin haklarını gözetmeli” söylemi de bir anlam ifade etmiyor. Çin bölgede çoktan güç sahibi olmuş, bu gücünü Afrika’ya kadar genişletmiş olması, yanı başındaki ülkelerle ilişkilerinde kuşkusuz ki başat bir siyasi güç olarak ortaya çıkmasına neden oluyor. Temelde buradaki sorun, Çin’in bu ülkeleri nasıl değerlendirdiğinden önce, bu ülkelerin içinde yer aldıkları adına ASEAN denilen bütünün nasıl bir performans sergilediğidir.
Geçen haftaki zirve öncesinde, Vietnam’ın da iddia ettiği sularda Çin’in ilk defa petrol arama faaliyet başlatmak üzere sayısı neredeyse yüzü bulan donanma destekli sivil filosuyla harekete geçişi gözardı edilebilecek bir gelişme değil. Çin’in bölgede petrol arama çalışmalarına başlayacağının ipuçlarını 2012 yılında vermişti. Kaldı ki, Çin’in sadece siyasi değil, ekonomik yatırım temelli atraksiyonu ABD Başkanı Barak Obama’nın ziyaretinden haftalar sonra gerçekleşmesi ABD’nin bölgede verdiği mesaja bir karşılık taşıdığı düşünülüyor. Çin, “sivil imkânlarıyla” bölgede petrol arama çalışmalarına ilk adımı atma sürecinde Vietnam sahil güvenlik birimlerine saldırısı ile de Birleşmiş Milletler’in dikkatini çekti. Çünkü “Eylem Kuralları” denilen deklarasyonun daha birinci maddesinde referans olarak Birleşmiş Milletlerce 1982 yılında kabul edilen Deniz Yasası bulunuyor. Gene bu Yasa’nın dördüncü maddesinde, anlaşmazlıkların “güç kullanımı yerine, “dostane müzakerelerle halledilmesi” cümlesinin bugünkü karşılığı ise 1979 yılında yaşanan sınır çatışmalarından bu yana ilk defa Çin ve Vietnam’ın karşı karşıya gelmiş olmasıdır. Ancak Nay Pyi Taw Zirvesi’nde Vietnam ve Filipinler tarafının tüm lobi çalışmalarına karşın yaşan son gelişme bağlamında Çin’e güçlü bir mesaj verilemedi. Bu durum, ‘ASEAN güvensizliği’ olarak gündeme gelirken, Vietnam’da halk kızgınlığını Çin’e ait olan fabrikalara saldırarak ortaya koymaya başlamıs hiç de küçümsenecek bir gelişme değil. Bu gelişme, sadece Vietnam’ın değil, ASEAN’ın dikkate alması gereken bir durumdur.

16 Mayıs 2014 Cuma

Perlunya Pengawasan Proyek Yatim di Aceh

Mehmet Ozay                                                                              26 Disember 2013

Peringatan tsunami yang ke-9 telah dilaksanakan. 9 tahun yang lalu, tidak hanya masyarakat Aceh tapi juga dunia dikejutkan dengan bencana alam ini. Walaupun begitu, pada masa yang sama bencana tersebut menuntun terwujudnya perdamaian di Aceh. Diantara waktu tersebut, kenyataan yang terjadi pada anak-anak yatim dan piatu, produk konflik sekaligus tsunami. Meskipun institusi-institusi lokal, nasional, dan internasional telah menggerakkan bantuan, salah satu di antaranya perlu lebih diawasi karena jumlah yatim piatu yang ditangani dan janji-janji kepada masyarakat Aceh.

Lewat tulisan ini, saya ingin mengajak pembaca untuk mengambil hikmah dan mempertanyakan tanggung jawab organisasi-organisasi kemanusiaan, baik yang swasta maupun pemerintah. Kita namai saja ia organisasi X untuk kemudahan penjelasan. Perkara yang akan dilibatkan disini adalah berdasarkan kesaksian dan peninjauan personal. Walaupun begitu keterangan yang akan saya utarakan tidak hanya terbatas disini. Selanjutnya, artikel ini dapat dimanfaatkan sebagai jurnalistik investigatif.

Sebagaimana Sekretaris Jenderal dan para utusannya untuk proyek anak yatim tsunami di Aceh-Indonesia pada tahun 2006, 2007, dan 2008 secara sukses telah menyorot proyek tersebut sebagai proyek ‘pilot’ yang menjadi model bagi organisasi-organisasilain yang menjalankan jenis programyang sama yang bergerak di geografi-geografi Islam rentan konflik di Afrika, Asia dan Asia Tenggara. Namun, pada realitanya, tidak ada yang tahu apa yang terjadi dengan program ini. Kegiatan ‘pilot’ seperti apa  yang dapat dipelajari dari upaya tersebut? Siapa yang mengepalai dan dalam bentuk apa proyek tersebut dilaksanakan? Pekerjaan akademik apa yang telah dilaksanakan untuk membuktikan kesuksesannya, kelemahannya atau kegagalannya?,dan pertanyaan serupa lainnya. Lebih jauh lagi, apakah kawasan-kawasan lain di Asia Tenggara seperti Moro/Mindanao, Patani, Papua, Timor Timur, telah diberikan perhatian yang layak oleh organisasi tersebut? Sementara itu,ketika organisasi X sedang berusaha menyamai peringkat Perserikatan Bangsa Bangsa (PBB) selama ‘periode reformasi’ Sekretaris Jenderal, tidak ditemukan satu laporan ilmiah pun yang dilaksanakan dalam hubungan dengan program-program organisasi tersebut, khususnya proyek anak yatim tsunami.

Sudah saatnya untuk melihat dengan kritis kinerja proyek ‘pilot’ Yang bahkan setengahpun belum sumpurna dilaksanakanterhitung sejak bencana gempa dan tsunami pada akhir tahun 2004. Pendekatan kritis ini adalah upaya memenuhi keyakinan terhadap prinsip Islam. Apakah itu? ‘mengajak pada yang adil dan menjauhkan mereka dari yang jahat’. Pentingnya bersikap kritis tidak diragukan berhubungan langsung dengan dimensi profil organisasi tersebut diatas yang diperuntukkan sebagai alat untuk mempromosikan nilai-nilai Islam secara global, termasuk salah satunya lewat program ‘pilot’ yatim tersebut.Berdasarkan pemikiran kita, tiang yang paling penting dari dimensi ini adalah bahwa program tersebut diperkenalkan antara komunitas Muslim Asia Tenggara, yang telah sejak lama diremehkan karena beberapa alasan.

Hal penting lainnya adalah menegakkan program yang sama digeografi-geografi yang memiliki kondisi yang sama dalam aspek dampak konflik, bencana alam, dan lain sebagainya. Baik di Asia Barat, Asia Tenggara, ataupun Afrika. Dalam hal ini, yang paling harus diingat adalah mereka yang di Pattani di Thailand, Mindanao di Filipina, dan Rakin di Myanmar, disamping minoritas Muslim di Kamboja, Vietnam, dan Irian Jaya yang dikategorikan prioritas pendekatan kemanusiaan. Jika dilihat dari banyaknya kawasan-kawasan diatas, maka urgensi untuk mendirikan poyek yang sama di Sudan, Somali, Iraq, Syiria, Mesir, dan Afghanistan  jauh dari keadaan mendesak.

Pertanyaannya adalah sejauh mana markas pusat dari organisasi X ini terinspirasi oleh proyek ‘pilot’ yang dikerjakan di Aceh sejak tahun 2006 dan otoritas di Jeddah yang telah mengembangkan kegiatan yang sama dikawasan kawasan yang telah tersebut diatas.

Bagaimanapun, tidak dapat disangkal beberapa isu seperti kemiskinan, keyatiman, dan lain sebagainya- atau dalam kata pendeknya keseimbangan sosial- telah kita temui dalam kenyataan sosial Aceh, ditambah lagi dengan tekanan ikatan sejarah dengan Aceh-khususnya dalam konteks hubungan yang mengakar dengan beberapa negara- ‘akar’ yang terus dipromosikan sepanjang waktu secara konstan. Oleh Karena itu penting kiranya untuk mengetahui makna apa yang telah diciptakan lewat program yatim ini, yang diresmikan pada tanggal 12 Maret tahun 2007 dengan penunjukan seseorang oleh Deputi Sekretaris Jenderal ornganisasi Internasional tersebut. Proyek ini juga diluncurkan tidak hanya oleh institusi tersebut diatas tapi juga didukung oleh kontributor negara-negara donor termasuk Turki.

Saya pernah menulis sebuah artikel sebelumnya mengenai projek ini pada tahun 2008 dengan kacamata positif. Karena saya mengerti bahwa orang Aceh memerlukan proyek-proyek semacam ini untuk jangka waktu pendek ataupun panjang.

Kala itu saya melihat betapa penting untuk mendiskusikan proyek yang telah berjalan selama tujuh tahun di Aceh karena rancangannya yang mencapai 15 tahun dengan total anak yatim yang dibantu sebanyak 25.000 orang yang mencakup seluruh wilayah di Aceh. Proyek ini dibuat tidak hanya untuk medukung anak-anak yatim korban tsunami tapi juga korban konflik. Anda boleh mengambil tulisan ini sebagai bagian dari investigasi jurnalisme. Saya mengemukakan persoalan ini berdasarkan keterangan–keterangan dari pihak otoritas  institusi X dalam berbagai kesempatan yang saya percaya dapat menyediakan informasi yang sufisien mengenai kealamiahan proyek tersebut. Dan informasi-informasi semacam ini bisa dengan mudah diakses lewat penerbitan penerbitan media nasional dan lokal di Aceh dan Indonesia. Oleh karenanya tidak dapat disangsikan bahwa keterangan mereka menjadi kriteria objektif yang dipakai untuk menganalisa proyek pilot tersebut.

Signifikansi projek tersebut tidak jauh dari angka anak-anak yatim yang sudah dicanangkan dan durasi pelengkapan program. Sejujurnya, angka-angka tersebut terus menerus menjadi persoalan mendasar yang diajukan dalam setiap pertemuan internal resmi organisasi, termasuk Sekretaris Jenderal dan kepala utusannya yang membicarakan figur-figur tersebut dalam pertemuan dengan pihak otoritas di kegubernuran Aceh dan nasional seperti institusi-institusi kementrian Indonesia termasuk kantor kepresidenan. Pernyataan-pernyataan dari kedua pihak kemudian direkam oleh berbagai media lokal dan nasional, serta web-web dari institusi terkait.

Kabar-kabar media tersebut merupakan hal yang penting, apalagi media lokal, mengingat informasinya akan langsung disimak oleh penerima bantuan langsung dan orang orang Aceh, pihak yang paling dianjurkan untuk mengerti kelamiahan bantuan anak yatim tersebut. Terbitan surat kabar tersebut diantaranya: Serambi, 5 Desember 2006 dan 9 Juli 2008; “Harian Analisa” 6 Desember 2006; “Harian Aceh” 31 Januari 2008; “Rakyat Aceh” 31 Januari 2008. Tambahan lagi, beberapa organ media nasional seperti KOMPAS 7 Desember 2006; 25 Februari 2007; “Republika Online” , “Tempo Interactive” 14 Februari 2007; danterbitan penting lainnya’, agensi berita nasional Indonesia ‘Antaranews’, 14 Februari 2007; web Bappenas Aceh pada 15 Februari 2007. Inti dari semua penerbitan ini menjelaskan prospek menjanjikan proyek anak yatim tersebut. Dan kita sudah berada ditahun ke-8. Pertanyaan-pertanyaan mengenai sejauh mana proyek ini sudah dilaksanakan merupakan hal yang wajar dan termasuk mendesak. Apakah Anda pernah mendengar pernyataan-pernyataan tentang projek anak Yatim dari direktur institusi X di Banda Aceh atau otoritas pusatnyaatau pernahkan Anda menemukan sekilas keterangan atau laporan tentang data-data terkini yang melingkupi kondisi proyek tersebut hari ini?!

Disisi lain, kita punya hak untuk mendengar data perkembangan anak-anak yatim tersebut di wilayah Aceh. Contohnya di Aceh ada sekitar 120.000 yatim, berdasarkan data resmi pemerintah. Ada institusi swasta, negara dan individu bebasyang menangani bantuan anak yatim. Dalam hal kesejahteraan, pihak kegubernuran Aceh telah memberikan beberapa kontribusi pada tahun-tahun setelah penandatangan MoU Helsinki. Hal yang menarik adalah institusi X juga diminta untuk menaikkan jumlah benefisiaris dalam tahun-tahun yang telah diinisiatifkan pada masa PJ Mustafa Abubakar. Namun pihak berwenang dalam institusi tersebut menolak untuk bekerjasama sebagaimana yang telah ditawarkan oleh badan di kegubernuran Aceh.  Bagaimana bisa, walaupun data-data anak yatim telah tersedia melalui pemerintahan, institusi tersebut tidak bertindak sebagaimana sepatutnya? Maka tidak mengherankan jika institusi X tidak bisa mencapai angka anak-anak yatim sebagaimana yang telah direncanakan.

Lebih jauh lagi, sebagai projek pilot, ada sebuah isu yang tidak bisa dikesampingkan. Sebagaimana yang telah ditinjau dalam berita-berita yang diterbitkan dalam koran lokal pada  11 Juli 2008, Irwandi Yusuf, yang ketika itu menjabat gubernur Aceh meminta bantuan secara material dan non-material dari utusan Sekretaris Jenderal institusi untuk kesejahteraan sosial dan ekonomi eks-kombatan demi membuat mereka beradaptasi dengan kehidupan sipil. Permintaan ini tidak bisa diabaikan mengingat hal ini adalah salah satu batu tanjakan bagi masyarakat Aceh sekaligus langkah awal penegakkan MoU Helsinki yang menekankan bimbingan kepada eks-kombatan agar dapat beradaptasi dengan kehidupan baru melalui pengelolaan bakat dan prilaku, berdiri diatas kaki sendiri. Dan pada dasarnya, institusi X memiliki kapasitas untuk merealisasikan permintaan tersebut. Pun begitu, kedua utusan dan kepala direktur institusi X yang tinggal dan bekerja di Banda Aceh tidak memberikan perhatian terhadap hal ini. Padahal, institusi X, sebagaimana institusi lainnya, punya kesempatan untuk berkolaborasi dengan BRR atau BRA, badan pemerintah yang bisa memperlancar kegiatan ini.

Mehmet Ozay, pendiri Pusat Kebudayaan Aceh Dan Turki (PuKAT); sejak setelah tsunami 26 Desember 2004, secara rutin menulis artikel tentang Aceh yang dipublikasikan di media negara Turki; penulis buku ‘Kesultanan Aceh dan Turki – Antara Fakta dan Legenda, terbitan tahun 2013’.

13 Mayıs 2014 Salı

Bangsamoro Özerk Yönetime Hazırlanıyor / Bangsamoro Preparing For Autonomus Regime

Mehmet Özay                                                                                                                 13 Mayıs 2014

Güneydoğu Asya, ABD Başkanı Obama ile birlikte dünya gündeminde giderek daha çok yer alır, Güney Çin Denizi’nde ASEAN’a üye Filipinler-Vietnam daha geçen hafta Çin ‘sivil filosuyla’ cedelleşirken ve hafta sonu Myanmar’ın başkenti Nyapyidaw’da ASEAN Başkanlar düzeyindeki 24. Zirve Toplantısı gerçekleştirken bölgede sessiz sedasız yeni bir yönetim yapısı inşası sürüyor. Gelişen ulusal ve bölgesel şartlar çerçevesinde Filipinlerin güneyinde on yıllarca sürdürülen bağımsızlıktan mücadelesinden vaz geçen Bangsamoro Müslüman toplumu şimdi özerk yönetime hazırlanıyor.
27 Mart’ta Manila’da imzalanan barış anlaşmasının ardından, Bangsamoro Özel Yasası çalışmasını tamamlayan Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) yönetimi, bu yasa taslağını Başkan Benigno Aquino’ya sundu. Başkanın şu sıralar danışmanlarıyla ‘kelime kelime’ yasayı incelediğine kuşku yok. Başkan’ın yasaya ‘tamam’ demesi halinde bir başka süreç başlayacak ve Kongre’nin kararı beklenecek. Ardından, Mindanao halkı, muhtemelen yapılacak bir referandum ile bu yasaya onay verecek. Aslında MILF yönetimi, bu yasa çalışmaları sürecinde halktan çeşitli kesimlerle müzakereler yaptığı biliniyor. Dolayısıyla Manila’dan gelecek ‘evet’ cevabının ardından Mindanao ve çevresinde referanduma şimdiden destek çıkacağını düşünmek mümkün. Bu süreçte, 1996 yılı barış anlaşmasının olumsuzlukla sonuçlanmasına rağmen, MILF yönetimi tüm bu süreçlerde ‘iyimserliği’ ön plâna çıkartıyor ve olumsuz gelişmelere en azından şimdilik ihtimal vermiyor.

Bu yasa, Bangsamoro halkının kendi kendini yönetmesi anlamına geliyor. Bu ifadenin detaylarına bakmakta fayda var. 1996 yılında Nur Musairi liderliğindeki Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi (MNLF)’in imzaladığı barış anlaşmasında da böylesi bir madde vardı. Ancak o dönem sadece dokuz bölgede yönetimi alan Bangsamorolular, 27 Mart anlaşmasıyla bu sayısı elli sekize çıkardı. 1996 Barışı’nın devam etmemesinde kişisel hırsların ön plâna çıktığını söyleyen kimi gözlemciler, MILF’in yakın gelecekteki değişim için toplumun çeşitli kesimleriyle sürekli istişare ettiğine vurgu yapıyorlar. Öyle ki, barış anlaşması sürecinde MILF yönetimi, tüm çelişkiler ve yalpalanmalara rağmen, modern Bangsamoro mücadelesinde önemli bir yere sahip Nur Misuari’yi barış anlaşmasına birlikte gitmeye davet etti. MILF ideolojik farklılıklara rağmen, aynı kanı, aynı ideali taşıyan lidere yönelik bu daveti, onu onurlandırma anlamı taşıdığı gibi, hem Mindano halkına hem de ulusal ve uluslararası çevrelere önemli bir birliktelik mesajı vermeyi hedefliyordu. Ancak Nur Misuari’nin siyasi kişiliğinin bu davete icabet etmesini engellediği de biliniyor. Bu noktada MILF’in yanlış yaptığı elbette ki iddia edilemez. Kaldı ki, önümüzdeki süreçte MILF azınlık ve muhalif konumunda olsa da, bölgede faaliyet gösteren kimi gruplara karşı da kapsayıcı ve birliktelik ruhuna uygun yaklaşımları sergileyeceğini söyleyebiliriz. Çünkü ortada ‘ortak hedefler’ söz konusu olduğunda MNLF ve diğer küçük grupların talep edip de MILF’in girişimleriyle ulaşılan barış anlaşmasında elde edilmeyen nedir sorusu sorulmalı. Elbette ortada bağımsızlık yok. Ancak maddi şartların Mindanao’yu getirdiği yer, bu anlaşma ile kendi kendini yönetme hakkını kazanması, önemli bir ekonomik gelir kaynağına ulaşması gibi unsurlar irili ufaklı tüm grupların birarada hareket etmesini kolaylaştırması bekleniyor. MILF’in tüm çabası da bu yolda yapılması gerekenleri zamanında yerine getirmek.

Tabii bu noktada Mindanao denilince, özellikle bölgede faaliyet gösteren bazı Batılı düşünce kuruluşları ve uzantıları bir süredir “Abu Sayyaf” adı verilen grubu ve bu grubun küresel çekim merkezi oluşturmuş bir “üst yapıyla” bağlantısını gündeme getiriyorlar. Batılı ‘araştırmacıların’ bu yaklaşımı, Patani için de yaptıklarını farklı bağlamlarda Açe’yi de bu potaya sokma girişimleri olduğu vaki. Ancak MILF yönetimi, bu grubun ve de diğerlerinin varlığının farkında. Zaten barış görüşmeleri sürecinde Manila yönetiminin ‘silahları bırakın’ talebine verdikleri ‘hayır’ cevabının ardında en azından kimi bağlamlarda, bölgedeki Abu Sayyaf gibi silahlı grupların varlığı karşısında ‘güçten yoksun olmama’ ve kontrolü kaybetmeme kaygısıyla Manila’nın talebini rasyonel olarak geri çevirdiler.

Mindanao’da özerk yönetimin yapılaşması sürecinde Abu Sayyaf ve bazı marjinal oluşumlara karşı MILF’in ‘telkin’ yöntemiyle bölgede suküneti sağlayacağı konuşuluyor. MILF’in elindeki en büyük koz ise, bugüne kadar söz konusu gruplarla silahlı çatışmaya girmemiş, yani Müslüman gruplar arasında fitneye sebep olmamasıdır. Abu Sayyaf’ı ve de diğerlerini Batılı araştırmacıların gözüyle değil, bölge insanının değerlendirmesiyle okumaya çalıştığımızda savrulmaya gerek kalmayacaktır. MILF yönetimi, “aslında ellerinde böylesi bir maddi güç olduğunu ve söz konusu grupları bu güçle ortadan kaldırabileceklerini” ifade ediyor. Ancak bunun pratikteki yansıması bölge Müslüman halkı arasında daha çok bölünme anlamı taşıyacak. Buna ilâve olarak, insani bağlamda da bu grupların aileleri ve çocuklarının mağduriyetine sebep olacağını da sözlerine ekleyerek böylesi bir girişime olanak tanımayacaklarını ileri sürüyorlar.

Pratikte bölge halkı arasında sağlanacak birlik, hiç kuşku yok ki, bölge yönetiminin Manila’dan MILF’in kuracağı siyasi oluşuma geçmesi bir yılı bulacak. Anlaşma metninde de belirtildiği üzere geçiş süreci olarak adlandırılıyor. MILF yönetimi, buna ilâve olarak, bu süreci ısrarla ‘normalleşme’ olarak adlandırıyor. Normalleşme süreci silahlı birliklerin sivil yaşama adaptasyonu anlamı taşıyor. Aslında burada bir handikap olduğunu söylemekte fayda var. Halkın beklentisinin büyük olduğu, buna karşın maddi imkânların sınırlı oluşu bu handikabın nedenidir. Çünkü bu gibi çatışma bölgelerinde bir yıl gibi kısa sürede geçiş sürecinin belirlenmesi maddi anlamda zorlukları da beraberinde getirecektir. Örneğin, bu noktada Manila yönetiminin bu bir yıllık süre zarfında, Mindanao’ya sadece sınırlı bütçe vermesi MILF’in bölge halkı arasında barışa yönelik empatisini pratiğe dökecek ve sosyo-ekonomik kalkınmayı sağlayacak olanaklara kapı aralamayacağı ortaya çıkıyor.

Bu durumda, başta bölgedeki diğer Malay kökenli Müslüman topluluklar ve bu toplulukların yaslandığı siyasi yapılar kadar, belki Türkiye’nin de içinde olacağı bir uluslararası yapılaşmanın var olan imkânlarla Mindanao halkının yanında olması gerekiyor. Bu noktada, şayet önümüzdeki günlerde Ankara’ya yapılacak bir ziyaretle Türk Hükümeti’ne üst düzeyde böylesi bir talep iletildiğinde pozitif bir karşılık verilmesi herhalde doğru bir karar olur. Bu noktada kimileri, “Türkiye’nin derdi başından aşkın zaten” diyebilirler. Bu çevreler belki haklı da olabilirler. Ancak Mindanao başta olmak üzere, Güneydoğu Asya’daki azınlık konumundaki Müslüman toplulukların tarihsel-dinsel ve de insani nedenlerle böyle bir beklenti içerisinde olmalarında yadsınacak bir taraf bulunmuyor. Yadsınması gereken, Türkiye’de veya Türkiye’yi bölgede resmi anlamda temsil makamındaki kurumlarda bu talepleri öngörebilecek bir siyasi vizyonun ve buna bağlı olarak talepleri azami ölçüde yerine getirebilecek maddi/fiziki ve de manevi donanımın olmamasıdır.

Güneydoğu Asya’da dünya devleri kendi çıkarları uğruna yeni politikalarını uygulama konusunda çalışırken, bu coğrafyada yüzyıllarca varlık sürmüş Müslüman Mindanao halkı da kendi siyasi yönetimini oluşturma çabasında. MILF liderliğindeki Mindanao halkı, bölgedeki karışıklığa rağmen, hedefine ulaşma konusunda azimli. Bu azmi sadece alkışlamamak, bir de destek olmak lazım.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/297953/bangsamoro-ozerk-yonetime-hazirlaniyor

8 Mayıs 2014 Perşembe

Tayland: Siyasi Kaosta Yeni Dönem / Thailand: A New Era in Political Chaos

Mehmet Özay                                                                                                                   8 Mayıs 2014

Tayland’da uzun süredir var olan siyasi istikrarsızlık, dün Anayasa Mahkemesi’nin Başbakan Yinluck Shinawatra’yı görevden almasının ardından yeni bir evreye girdi. Başbakan’ın görevden alınmasına, 2011 yılında bir önceki ‘atamayla hükümet kuran’ Demokrat Parti tarafından Ulusal Güvenlik Başkanı olarak atanan Thawil Pliensri’yi görevden alıp yerine ması gerekçe gösteriliyor.

Geçen kasım ayında muhalefet partisi destekçilerinin başlattığı dev gösterilerle tıkanan Tayland yönetimi, aradan geçen süre zarfında iyileşmek bir yana, giderek daha da içinden çıkılması zor bir siyasi kaosa evriliyor. Ülkenin son altı aydır maruz kaldığı siyasi tıkanıklık, bundan iki gün önce tahtta çıkışının 64. yılını kutlayan 86 yaşındaki Kral Bhumibol Adulyadej’in kötüleşen sağlık durumunun sembolik olarak ülke siyasal yaşamına yansıması olarak değerlendirilmeyi hak ediyor. Siyasi krizlerde ‘birleştirici figür’ olarak dikkat çeken ve halk arasında yarı-Tanrı kabul edilen Kral Adulyadej’in 64. yıl kutlamaları nedeniyle siyasi krize yön vereceği varsayılan konuşmayı yap/a/madı. Kral’a daha önce de çözüm bulma konusunda müracaat olmuştu. Örneğin, Genelkurmay Başkanı Prem Tinsulanonda’nın geçen aylarda Kral’la görüştüğü biliniyor. Hükümetin işleyemez hale gelişi, halkta moral çöküş başta olmak üzere ekonominin de önemli ölçüde etkilenmesine neden olması karşısında kaosun nasıl sonlandırılacağı muamması bir türlü aşılamamıştı. Aslında, siyasi istikrarsızlığı sona erdirebilecek yegâne gücün Monarşi’nin müdahalesi olması nedeniyle gözler Kral’dan gelecek işaretteydi.

Ancak geçen günkü kutlamalardan bir gün sonra, geleneksel siyasi yapının temsil kurumlarından biri olan Anayasa Mahkemesi aldığı kararla ülke siyasetine yeni bir yön verdi. Anayasa Mahkemesi’nin harekete geçtiği bir ortamda, Kral’ın kamuoyuan yansımayan bir ‘dahli olup olmadığı ise en azından şimdilik bilinmiyor. Ancak ülke için pek çok şey ifade eden kralın maruz kaldığı hastalık, ülke siyasi ve toplumsal yaşamındaki kaos ile yansımasını buluyor.

1932 yılındaki sistem değişiminin ardından, monarşi geleneksel gücünden çok şey yitirdi. Ancak, ülkenin modern siyasal tarihinde monarşi yanlılarının ülkenin ana akım egemen yapısındaki yerleri, Kralı her daim siyasetin odağına oturtacak bir yönelim sergiledi. Bu nedenle 2013 yılı sonundan başlayarak bugüne kadar dozu zaman zaman artarak devamlılık gösteren siyasi bunalım, dün Anayasa Mahkemesi’nin Başbakan Yingluck’ı ve kabinedeki dokuz bakanı, 2011 yılında üst düzey bir yetkiliyi görevden alınması gerekçesiyle suçlu bularak siyasi konumlarından azletti. Ülkenin yakın siyasi tarihine bakıldığında bir süpriz olarak değerlendirilmeyi hak etmiyor. Aksine, 2006 yılında Thaksin Shinawatra’nın görevden alınmasından itibaren başlayan süreçte, Anayasa Mahkemesi’nce üçüncü Başbakan’ın azli olarak tarihe geçmesiyle bir tür tekrar addedilebilir.

2011 seçimlerinin ardından Başbakanlık koltuğuna oturan Yingluck’ın ilk iki buçuk yıllık iktidarı döneminde görece sakin bir iç politik yaşam baş gösterse de, ana akım siyasi çizgiye alternatif politikaların üretilmeye başlanmasıyla birlikte muhalefet ve onunla aynı siyasi kulvarı paylaşan ülkenin kadim monarşi ve çevresinin icraatları birer birer ortaya çıkmaya başladı. Bu politikaların en başında bürokrasinin üst düzey kadrolarındaki monarşi yanlılarını görevden alma şeklinde tezahür etmesi bugünkü sonucu doğuran en önemli unsur. Bugünkü karara neden olan Ulusal Güvenlik Başkanı’nın görevden alınması da bunun en iyi göstergesi. Bu karar, hiç kuşku yok ki, geçen Kasım ayından bu yana gösterileri organize eden Suthep Thaugsuban’ın bir başarısı olarak yorumlanması ülke siyasal gerçekliğinde olup biteni anlamlandırmayı zorlaştırır. Bu nedenle, Yingluck’ı görevden alınmasında muhalefet milletvekillerinin Anayasa Mahkemesi’ne sundukları dava dilekçesi somut bir gerçeklik olarak ortada dursa da, temelde olup biten, monarşi-ordu-sivil siyaset eksenli oluşumun ülke siyasetinde alternatif rol oynamayı arzu eden bir yapıyı -ki bu anlamda Thaksin ve çevresini- bertaraf etme girişimidir. Bu anlamda, Yingluck gerek mahkeme öncesinde gerekse aleyhine verilen karar sonrasında “Yasalara aykırı hiçbir şey yapmadım. Demokratik yollarla seçilmiş bir Başbakanım.” dese de, siyasetin temel yapılanmasındaki ana akımın bunu kabullenmesi mümkün değildi ve böyle olmadı da.

Yingluck, tecrübeli bir siyasetçi olmamakla birlikte, geçen Kasım ayındaki gösterileri güvenlik güçlerini kullanmadan geçiştirmeyi yeğlemesi, bir anlamda siyasi krizi barışçıl bir şekilde sonuçlandırmaya kapı aralayacağı intibaı veriyordu. Ancak bu süreçte, gösterilerin baş aktörü konumundaki Suthep Thaugsuban hakkında açılan soruşturmaların pratiğe geçirilememesi nedeniyle hükümet ve de Başbakan Yingluck’ın kamuoyu bağlamında önce moral yenilgisinin kapısı aralandı. Buna rağmen halk nezdindeki kabul edilebilirliği devam eden Yingluck, muhalefeti ‘ikna etme doğrultusunda’ erken seçim kararı aldı. ‘Demokratik yöntemin’ gerekliliğine inanmış olan Yingluck, aldığı erken seçim kararıyla, aslında kendisi ve partisi ‘Pheu Thai’ adına kaybedecek bir şeyi yoktu. Çünkü ülke kamuoyu nezdindeki siyasi mücadelesi, monarşi çevrelerinin aksine olumlu tepki buluyordu. Bunu çok iyi bilen monarşi yanlıları, 2 Şubat’ta yapılan erken seçimlerin öncesi ve sonrasında hedeflerinin Yingluck yönetimin devirmek olduğunu, özgür seçimlerin bir anlam ifade etmeyeceğini düşünce ve eylemleriyle ortaya koymuşlardı. Kimi seçim bölgelerinde adayların resmi başvurularının yaptırtılmaması ve seçim günü yaşanan usulsüzlükler sonucu Seçim Kurulu, Yingluck hükümetinin beklediği başarıyı gölgeleyecek kararı veriyor ve seçimleri iptal ettiğini duyuruyordu.

Bu süreçte sürekli ön plânda olan Suthep, sıradan bir aktivist olmadığını söylemeliyiz. Muhalefetteki Demokrat Parti’nin başkan yardımcılığı görevini üstlenen, ancak gösterilerle birlikte, partideki görevinden istifada ederek salt bir aktivist olarak meydanlarda boy gösteren Suthep’e savcılar dokunma cesaretini gösteremedi. Suthep 1990’lı yıllardan başlayarak aktif siyasetin içinde yer almış ve bu anlamda ülkenin monarşi-ordu kökenli siyasi anlayışının sivil platformadi temsilcilerinden biri olarak gündeme gelmişti...

Mevcut hükümetten ziyade Yingluck’ın 2001 yılından 2006 yılına kadar iktidarda olan Thaksin Shinawatra’nın kardeşi olması, muhalefetin bugüne kadar kabullenemediği bir gerçek. Thaksin hareketinin ne kadar güçlü ve köklü bir siyasi hareket olup olmadığı bir başka konu. Ancak, Thaksin döneminin ülkenin monolitik siyasi yapısını yörüngesinden çıkarmada bir işlevi olduğu kesin. Bunu, görüşüne başvurulmayan geniş kitlelerinin son on beş yıl boyunca yapılan seçimlerdeki tercihlerinde takip etmek mümkün. Burada dikkat çeken husus, bugün muhalefet rolü üstlenmiş olan Demokrat Parti’nin lideri Abhisit Vejjajiva’nın Seçim Komisyonu’nun seçimleri 20 Temmuz’da yapma kararına dahi itirazı olmalı.

Tüm yasa dışı gösterilere rağmen, iktidarın güvenlik ve yasal mekanizmayı kullanmaması veya kullandırtılmaması; Yingluck’un siyasi kaosu sona erdirme adına 2 Şubat’ta erken seçim kararı alması; seçimin iptali ve yeni seçimlerin Temmuz ayında yapılması süreçleri Demokrat Parti’yi tatmin etmeye yetmedi. Kısa bir süre önce Abhisit’in yardımcılığını yürüten Suthep’in marifetiyle monarşi çevreleri meydanlarda Yingluck’dan ziyade ‘Thaksin rejiminin’ ortadan kaldırılması düşüncesiyle yaptıkları eylemler bugün en üst düzey bürokratik mekanizma ile hayata geçiriliyor. Buna rağmen, Yingluck’un başında olduğu partinin varlığını sürdürmesi, ne zaman yapılırsa yapılsın ‘demokratik seçimlerde’ monarşi yanlılarının başarılı olamayacağını gösteriyor. Bu nedenle, Suthep sözcülüğünde muhalefet çevreleri ‘tarafsız bir başbakanın atanması ve geçici hükümet kurulması’ talebini daha ilk günden bu yana gündeme taşıyorlar. Ancak şu unutulmamalı ki, Thaksin ve kardeşi Yingluck’ın öncülüğünü yaptığı siyasi açılımın destekçileri bu gelişmeleri sineye çekmeyeceklerdir. Bugüne kadar ordunun bir adım geride durmayı tercih ettiği zaman zaman anarşiye dönen siyasi kaos ortamı, geleneksel iktidar çevrelerinin siyasi ve toplumsal yapının çeperinde kalmış güçlerle barışı öngörmedikçe çözüme kavuşturulması bir yana,  bugünden itibaren içinden çıkılması zor bir hâl alacağını öngörmek güç değil. 


2 Mayıs 2014 Cuma

Obama Ziyaretlerinin Olası Sonuçları / Outcomes of Obama Visits

Mehmet Özay                                                                                                                  2 Mayıs 2014

ABD Başkanı Barack Obama’nın Doğu ve Güneydoğu Asya ziyaretleri sona erse de, konu bölgenin gündeminde yer almaya devam ediyor. Japonya, Güney Kore, Malezya ve Filipinleri kapsayan ziyarette, güvenlik ve ekonomik işbirlikleri öne çıktı. Söz konusu ülkelerle kurulan bu ilişkiler, ABD’nin 2009’dan bu yana giderek güçlü bir şekilde ortaya koymakta olduğu Asya Açılımı’nda önemli bir yere sahip. Bu çerçevede, söz konusu gezinin ardında öne çıkan güvenlik ve ekonomi işbirlikleri hususlarına ve tür gelişmelere kapı aralayacağına değinmekte fayda var.

ABD’nin bölge denizlerine bir güvenlik kuşağı oluşturma çabası içerisinde. Bu yöndeki çabalara 2011 yılı sonlarına doğru Avustralya’nın kuzeyindeki Darwin şehrine iki bin beş yüz kişilik askeri birliğin sevki ve üs çalışmaları ile başlamıştı. Akabinde Singapur, Tayland ile yenilenen askeri işbirliği çalışmalarıyla devam edildi. Tayland’da periyodik olarak yapılan ‘Kobra Askeri Tatbikatı’na Malezya da iştirak ediyor. Doğu Çin Denizi’nde Japonya ile Adiaoyutai/Senkaku Adaları, Güney Çin Denizi’nde ise Spratly Adaları bağlamında ASEAN’A üye dört ülke -ki özellikle Filipinler coğrafi yakınlığından ötürü öne çıkıyor- arasında yaşananların ardından Japonya’da Başbakan Shinzo Abe yönetiminin askeri savunma sistemlerinde yeni paradigma geliştirme çabası dikkat çekiyor.

Filipinler ise Çin’in deniz ve hava sahasındaki girişimlerine karşılık verecek bir askeri donanımı olmaması nedeniyle ABD’yi olası kapsamlı bir ilhak girişimine karşı yanında görme niyeti beyan ediliyordu. Başkan Barack Obama’nın son ziyareti işte bu güvenlik düzlemleri üzerinde gerçekleşti. Japonya-Filipinler ile yapılan stratejik askeri işbirliklerine Malezya’nın da en azından şimdilik sözlü olarak verdiği destek dikkate alındığında Doğu Çin Denizi’nden Hint Okyanusu’nun doğu bölgelerine kadar olan su yollarında bir tür güvenlik ağı tesisi dikkat çekiyor. Bu güvenlik ağının iki ucunda Filipinler ve Malezya yer alıyor.

Yukarıda dikkat çekilen hususlar, Güney Çin Denizi, Malaka Boğazı ve Hint Okyanusu’nun doğusuna kadar uzanan geniş su yolunun tarihi öneminin bir kez daha küresel olarak öne çıktığına işaret ediyor. Bu süreçte, ABD ilgili ülkelerle güvenlik anlaşmalarını öncellerken, Malezya’nın duruşu Japonya ve Filipinler’den farklılık arz ediyor. Malezya tarihsel olarak Dış Politika’sında izlediği ‘tarafsızlık’ yaklaşımı gereği, böyle bir anlaşmaya yanaşmadığı gibi, topraklarında herhangi bir üsse de olanak tanımayacaktır. Ancak bu ABD’nin Malezya ile güvenlik bağlamında işbirliği gerçekleştirmeyeceği anlamı taşımıyor. Hiç kuşku yok ki, Malezya’nın güvenlik sıkıntıları son bir yıldır özellikle Başbakan ve Hükümetin de gündeminde.

Bu noktada, Malezya’nın Sabah Eyaleti’nde devam eden güvenlik sorunu, açıkça dile getirilmese de, Malezya’nın tek başına aşabileceği bir sorun değil maalesef. Bu noktada ilgili otoritelerin de açık bir şekilde ortaya koyduğu üzere, güvenlik sistemindeki bariz açık, Malezya yönetimini ABD ile işbirliğine zorluyor. ABD 7. Filosu’na bağlı gemilerin Malezya limanlarını periyodik olarak ziyaret ve bu ziyaretlerin oranının giderek arttığı biliniyor. Geçen hafta yapılan görüşmelerde Obama’nın bölge denizlerinde, yani Güney Çin Denizi’nden Hint Okyanusu’nun doğusuna kadar olan bölgede Çin-İran ve Kuzey Kore’nin nükleer dahil silah alış verişlerini engellemeye yönelik çabalar içinde, özellikle Malaka Boğazı üzerindeki geçişlerin güvenliği için Malezya yönetiminden talepte bulunması önemliydi. Ancak gene bu noktada da, Malezya’nın güvenlik kabiliyetinin bu süreci işletmeye olanak tanıyıp tanımayacağı ise üzerinde düşünülmeye değer. Hiç kuşku yok ki, ABD yetkilileri, hem Sabah Eyaleti hem de su yollarında güvenliğin tesisinde Malezya’nın ihtiyaç duyacağı teknik ve stratejik donanımları ‘paylaşma’ noktasında girişimlere çoktan başlamış olmalılar.

ABD’nin bölge denizlerinde egemen olma yolunu seçmesi Ortadoğu ve Afganistan kara savaşları sonrasında kabiliyetlerinin sınanması anlamı da taşıyor. Bu anlamda, Filipinler’deki anlaşmadan hareketle askeri anlamda yeni bir stratejik hamle olarak ‘Rotasyon Birlikleri’ kavramının gelişiyor. Avustralya’nın kuzeyinden başlayarak, Singapur, Filipinler ve Malezya üzerinden Doğu ve Güney Çin Denizleri, Malaka Boğazı ve Hint Okyanusu’na uzanan su yolları Çin’in Ortadoğu’ya ve bugüne kadar pek konuşulmayan ancak bazı girişimlerin olduğu bilinen Antarktika’ya kadar uzanan coğrafyadaki donanma kabiliyetini kontrol altına alma çabalarıdır.

Seyahatte en gözde konusu ise belki de Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA)’ydı. Pasifiğin iki yakası arasında yeni bir ekonomik birliğe giden süreçte gündeme getirilen Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA), Doğu-Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’dan 12 ülkeyi biraraya getirmesiyle dikkat çekiyor. Henüz maddeleri üzerinde tartışmaların sürdüğü bu anlaşmanın önemi kuşkusuz ki, dünya ticaretinin %40’ına tekabül eden büyük bir oranı barındırmasından geliyor. Anlaşma’nın geçen yıl Aralık ayında nihayete erdirileceği düşünülüyordu. Ancak Malezya başta olmak üzere bazı ülkelerin çekincelerinin giderilememiş olması imzaların atılmasını da geciktiriyor. Bu İşbirliği’ne taraf olan Japonya’dan da henüz ‘tam destek’ gelmiş değil.

ABD yönetiminin anlaşmayı kısa sürede imzalama niyetinin ardında, bölge ülkeleriyle ticari işbirliğinde başat bir rol oynaması konusundaki hırstan bahsetmek mümkün. Çünkü, örneğin, Çin’in ASEAN bölgesindeki varlığı, Malezya’nın dış ticaretinde ilk sırada yer alması, ABD’nin agresif yöneliminin nedenleri arasında. ABD Malezya’da önemli yatırımları bulunmakla birlikte, Malezya’nın dış ticaret ilişkilerinde ilk sırayı Çin alıyor.

Bununla birlikte, düne kadar TPPA’ya karşı çıkan Çin’den, TPPA içinde yer alabileceğinin sinyallerinin gelmesi de bir başka süpriz. Özellikle Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 2012 yılı Şubat ayında gerçekleştirdiği ABD gezisi, öte yandan daha geçen Nisan ayı başlarında Avrupa Birliği’ni ziyareti, Çin’in zaten Batı ekonomi sistemleriyle etkileşimdeki yerini belirlemede önemli ipuçları. Şayet ABD yönetimi, Çin’in TPPA görüşmelerinde yer alması konusunda ciddi bir karar sürecine girer ve Çin’le masaya oturursa, sadece bölgedeki değil küresel ilişkiler nezdinde de oldukça kayda değer bir gelişme olacağına kuşku yok. Çünkü TPPA konusu gündeme getirilmesinden bu yana, bu ekonomik yapı ile hedefin Çin’in Doğu ve Güneydoğu Asya’daki ekonomik açılımının önüne set çekme olduğu vurgulanıyordu.

ABD açısından düşünüldüğünde yukarıda ifade edildiği gibi, küresel ekonominin %40’ına tekabül edecek bir ekonomik oyunda Çin niçin saf dışı bırakılsın sorusu haklı olarak soruluyor. Bu bağlamda, ABD, şimdilik diğer 11 aday ülke ile anlaşmayı kabul ettirme konusunda girişimlerini sürdürürken, Çin’in katılımını da göz ardı etmeyecektir.

ABD, TPPA konusunda Malezya ile ‘bekle-gör’ stratejisine yönelmekle birlikte, Malezya’nın 1 Ocak 2015’den itibaren ASEAN dönem başkanlığını üstlenecek olması nedeniyle Birlik içerisinde Ekonomik İşbirliği yapılanmasında rol alabileceğine kuşku yok. Bu noktada, ABD’yi Malezya’ya yaklaştıran hiç kuşku yok ki, Birlik ülkelerinden Endonezya, Tayland ve Myanmar’da istikrarsızlık ve geçiş dönemlerinden kaynaklanıyor. Bu bağlamda, Endonezya’da Başkanlık seçiminin sürmesi ve ancak Kasım ayında yeni Başkan’ın atanması dolayısıyla yaşanan iç politik dalgalanmalar; Tayland’da altı aydır iktidarsız bir devlet yapısının ortaya çıkması ve seçimlerin Temmuz ayında yapılacağının ilanı ile birlikte bu sürecin ülkede istikrara ne kadar yol açabileceği üzerinde kuşkuların devamı; Myanmar’da sürüncemede devam eden bir reform süreci bu ülkeleri ASEAN içerisinde ne kadar güçlü rol alabilecekleri konusunda soru işaretleri oluşturuyor.

Obama’nın bu son ziyaretlerinin de ortaya koyduğu üzere ABD- Çin ilişkilerinde Doğu ve Güneydoğu Asya ülkeleriyle olan ilişkilerin önemli bir yeri var. Geçen yıl Xi Jinping’in barış ve ekonomi ilişkilerine konu olan Güneydoğu Asya’daki dört ülkeyi kapsayan gezisi, Xi Jinping yönetimindeki ‘Yeni Çin’in bölge açılımı olarak değerlendirilmişti. Bu açılım, Malezya, Endonezya, Singapur tarafından gözardı edilecek, reddedilecek bir alana tekabül etmiyordu. Bugün de, Barack Obama’nın Malezya ve Filipinler gibi, ASEAN içerisinde iki önemli ülkesinin de yer aldığı ziyaretlerde ‘Çin faktörü’ne karşı ekonomik ve de askeri açılımların ortaya konulmakta olduğu gözlemleniyor. Bu süreç, bölge ilişkilerinde, ABD çıkarlarının önemli bir zaafa konu olmayacağı bir sisteme evirme çabasına konu oluyor.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/297031/obama-ziyaretlerinin-muhtemel-sonuclari