31 Mart 2020 Salı

Asya-Pasifik’de Covid-19’la mücadelede çoklu yöntem modeli / Multiple methods to fight against covid-19 in Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                        31.03.2020

foto: straitstimes.com
Covid-19’la mücadelede farklı toplumsal ve siyasal yapıların oldukça ayrışan çözümler ortaya koydukları ifade edilse de, mücadelede başarılı olan ülkelerdeki uygulamaların ortak noktalarından bahsetmek te mümkün.

Bu noktada, merkezi idarenin güçlü olduğu komünist Çin, emir komuta zinciriyle hiyerarşik şekilde müdahalede bulunurken, bireylerin adına “özgürlükler” denilen gündelik pratiklerini, mobilizasyonlarını sınırlandırma konusunda hiçbir çekinge görmemektedir.

Öyle ki, daha virüs şüphesini algılayan doktorlar arasındaki yazışmalar yasaklanır, yazışmaları yöneten doktorlara, “yanlış haber yaydıkları için” belgeler imzalatılırken, başka eyaletlerden doktorların Wuhan şehrine gönderilmeleri söz konusu olmuştur.

Ardından karantina uygulaması geç de olsa uygulamaya geçirilmesi, sadece Wuhan şehrinde değil, içinde yer aldığı Hubei eyaletine yayılacak şekilde yaygınlaşmıştır.

Bugün, vaka ve ölümle sonuçlanan vakalar noktasında Batılı ülkelerin Çin’in önüne geçmiş olması gerçeği karşısında, hâlâ Çin yönetiminin gerçek rakamları sakladığı yönündeki yaklaşıma takılıp kalmak bir çözüm sunmuyor.

Kaldı ki, Çin virüsle ilgili birincil tehdit safhasını geçerek, karantina uygulamalarını tedrici olarak kaldırma, bazı sektörlerde üretim süreçlerine yeniden başlama kararı almasını yakından takip etmek gerekiyor.

Batılıların çokça sevdikleri “otoriter” kavramla tanımladıkları Singapur ise, yönetim ve iletişimdeki safları işlevsel kılarak, kamuoyunu sürekli bilgilendirirken, bunu siyasi sorumlular eliyle yapmıştır.

Bu noktada, başbakan Lee Hsien Lhoong ve sağlık bakanı Gan Kim Yong’un kamuoyuna yaptığı açıklamalar soğukkanlı ve tatminkâr olduğu gibi, sürecin kontrol altında olduğu konusunda da bir tür güvence vermişlerdir.

Bu çerçevede başbakan Lee 12 Mart’ta yaptığı açıklamada, salgının etkisinin bir yıl devam edebileceğini, ancak Singapur halkının gerekli tedbirleri alması durumunda ekonomik faaliyetlerin ve gündelik yaşamın sürdürülebileceğini ifade etmişti.

Virüsün etkisinin Ada ekonomisini etkilemesinin kaçınılmaz olduğu anlaşıldığında, ekonomik tedbirler birbiri ardına açıklanırken, yıl içi büyüme rakamları da güncellenerek, en azından panik havasının oluşmaması ve sokaktaki bireye kadar “ayağını yorganına göre uzatması” kosunuda gizli/açık mesajlar veriyordu.

Çoklu eylem metodu

Covid-19’un Çin dışında yayılma eğilimleri göstermesiyle Singapur, Japonya, Güney kore, Tayvan gibi ülkeler ile Çin’e bağlı özerk yönetim bölgesi Hong Kong’da alınan tedbirlerde çoklu eylem süreçlerinin yürürlüğe konduğuna tanık olunduğunu söylemek gerekiyor.

Temelde bu durum, karşı karşıya kalınan virüsün yayılma sürei ile etkin olduğu bireylerde yol açtığı sonuçların çoklu nedene dayanmasıyla alâkalı olduğu söylenebilir. Bilinmekle kalmayan, aynı zamanda sonuçları itibarıyla dikkat edildiğinde çoklu faktörlerle hareket edebilen  bir tehdide, yine çoklu yöntemle mücadele ortaya koymak anlamına geliyor.

Yukarıda zikredilen söz konusu ülkeler için bu durum, içinde bulunduğumuz halde de, benzer şekilde devam ediyor. Bazı değişiklikler yok değil. Ancak bu hususa aşağıda değineceğim.  

Bölgede daha önce yani, 2003-2004 yıllarında SARS olarak bilinen akut solunum sendromu (Severe Acute Respiratory Syndrome)  ve 2009 yılında H1N1 olarak bilinen domuz gribi gibi benzeri salgınlara maruz kalınmış olması, bir anlamda devlet organlarının ve toplumun hazırlıklı olduğu anlamı taşıyordu.

Bu çerçevede bireylerin kendi sağlıklarını koruma konusundaki geliştirdikleri bilinç ile devletin çeşitli organları vasıtasıyla aldığı tedbirlerin kısa sürede güncellenerek uygulamaya konması şaşırtıcı değildir. Bu süreçte, çeşitli vasıtalarla edinilen refleksif ve disiplinli yaşam kodlarının belirleyici olduğunu da ifade etmek gerekiyor.

Disiplin ve hazırlık

Hong Kong gibi Çin’e bağlı özerk bölge ve Tayvan gibi de facto bağımsız, Çin’in ise kendine bağlı bir eyalet statüsünde bölgelerde sağlık sistemlerinin ileriliği geriliği gibi faktörlerin ötesinde, bu iki toplumda siyasal tutumların disiplinli toplum inşasındaki rolü göz ardı edilemez.

Öyle ki, Hong Kong’da geçen yıl Haziran ayından itibaren başlayan ve neredeyse yıl sonuna kadar devam eden gösterilerde toplumsal birlik zuhur ederken, başta gençler olmak üzere halkın çeşitli gerekçelerle maske kullanma becerisi ve alışkanlığı geliştirdiğine tanık olunmuştu.

Aynı şekilde, kendini sürekli Çin’in baskısı altında hisseden Tayvan, hem siyasi rejim hem birlikte toplumsal eylem noktasında hazırlıklı olduğunu söylemek mümkün.

Tayvan yönetimi, Çin’in doğrudan baskısının bir neticesi olarak Dünya Sağlık Örgütü (World Health Organization-WHO) tarafından tanınmayan ve covid-19 hakkında alınan tüm kararlardan doğrudan haber dar edilmemekten dolayı şikayetçi olsa da, özellikle seyahat ve havayolu şirketlerinin uçuşlarına getirdiği engellemeler ile, Çin’in yanı başında olmasına rağmen salgını kontrol edebildiğini ortaya koymuştur.  

Güney Kore’de daha geç bir dönemde ortaya çıkan ve virüs taşıyıcısı kişi sayısı bakımından önemli, ancak ölümlü vak’a sayısı bakımından oldukça az görülen gelişme, yukarıda zikredilen ülkeler benzeri bir sürecin işletildiğini akla getiriyor.

Bu ülkelerde salgına yönelik olarak alınan tedbirlerin ilk aşamasının başarıyla tamamlandığı ortada.
Ancak bir süredir Çin’de tanık olunduğu üzere, ikinci aşama salgın dışardan gelen yolcular tarafından taşınmasıyla ortaya çıkmaya başlandı. Bunlar arasında ilgili ülkelerin kendi vatandaşları olduğu gibi, bir şekilde zorunlu olarak seyahat etmek durumunda olan bazı yolcuların da olduğu bir vakıa.

Bu nedenle, söz konusu bu ülkeler, çeşitli ülkelere seyahat yasaklarına ek olarak, giderek artan şekilde yurt dışından gelişleri neredeyse tümüyle durdurmaya varacak denli kısıtlama getirmeye başladılar. 

Sadece bölgenin değil, dünyanın önemli havayolları arasında sayılan Singapur Havayolları %96’ı geçen oranda uçuşlarını durdurması bunun en önemli göstergelerinden biridir. Ancak Singapur ne ülke içerisinde ne de en azından bazı ülkelerde ekonomik süreçleri durdurmuş değil. Avustralya ile yapılan anlaşma ile bu süreçte bile ekonomik etkileşimin sürdürülmesi konusunda alınan karar oldukça dikkat çekici.

Aynı şekilde, kapı komşusu Malezya sınırları kapatma kararı almasına rağmen, Singapur yönetiminin talebiyle gıda ihracının devamı konusunda anlaşıldığı gibi, Singapur’da çalışan Malezya vatandaşlarının giriş çıkışları konusunda yeni düzenleme yapıldı.

Yukarıda dikkat çektiğimiz ülkelerde çoklu tedbirin aynısının liberal-demokratik Batılı ülkelerde yani, Avrupa ve Kuzey Amerika’da uygulanamamış olmasını nasıl anlamak gerekiyor?

Bugün gelinen noktada Çin ve Güney Kore, Singapur’un ilgili ülkelere bilgi ve teknoloji ihraç etmeye başladığını görüyoruz. Bununla birlikte, salgınla mücadelede çoklu yöntem olgusunu göz ardı etmekte ve bu mücadele ile görece yeni başlamış ülkelerin bu gerçeği dikkate almalarında fayda var.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2020/03/31/asya-pasifikde-covid-19la-mucadelede-coklu-yontem-modeli-multiple-methods-to-fight-against-covid-19-in-asia-pacific/

28 Mart 2020 Cumartesi

Covid-19’un tetiklediği toplumsal çözüm / social solution triggered by covid-19

Mehmet Özay                                                                                                                        27.03.2020

foto:jakartaglobe.co.id
Koronavirüs 19 (covid-19) yerelden küresele doğru etkisini ve tesirini giderek meydan okuyucu bir şekilde ortaya koymaya devam ediyor. Söz konusu bu meydana okuma süreci, toplumsal yapıların neredeyse hiçbirinin kaçınamayacağı bir boyutta gündeme gelmektedir.

Aralık ayının son günlerinden itibaren, bölgesel ve küresel haberlerin başlıkları bile, bu virüsün ortaya koymakta olduğu etkiden hiçbir toplumsal yapının ve kurumun kaçamadığı ortaya koyacak veriler içermektedir.

Bunun ötesinde, insanlığı tehdit eden mevcut durum karşısında, modern tıbbi çözüm yollarında, hem de rekabetçi bir ortamda, bir çaba sergilenmekte olduğu ortadadır.

Aynı zamanda, aşağıda dile getirileceği üzere, kürenin doğusundan batısına virüsün geçtiği coğrafyalarda güncellenen bir tür maneviyatçılığın da gündeme geldiğine tanık olunmaktadır.

Bu durum, biyolojik tehdide maruz kalan insanoğlunun her şeyden yalıtılmış, salt bir çözüm arayışı içerisinde olduğunu ortaya koymamaktadır.

Bunun ötesinde, yeni bir sosyolojinin oluşumuna zemin teşkil edecek bağlamların gündeme geldiğini de söylemek mümkün. Bu noktada, bunun ipuçlarının tedrici olarak bazı bölgelerde ortaya çıktığı ve diğerlerinde de çıkmaya matuf yönelimler taşıdığını gözlemlenmektedir.

Virüsün diğerlerinden farklılığı, tıbbi müdahale yöntemlerinin virüsün belirsizlik ve bilinmezliği karşısında sergilediği çaresizlik, alınmakta gecikilen idari kararlar ve benzeri süreçler toplumsal kurumların egemenlik hususiyetlerini zedelemeye yetmiştir.

Bu durum karşısında, tekil bireylerin çözüm yönünde aldığı gözlemlenen kendinde kararların, virüsün etkisine çare bulup bulmayacağı bir yana hiç kuşku yok ki, bir anlamsızlık ortamında varoluşunu koruyacak bir anlam peşinde koşmanın bir ifadesi olarak değerlendirmek gerekir.

Sosyolojinin ‘güven çağı’ olgusuyla gündeme getirdiği üzere, kendisine güvenilen bilimin işlevini yerine getirmesi bekleniyor. Ancak covid-19 küresel yayılmasına karşın, şu ana kadar bir çarenin gerçekleştirilememiş olmasının zorunlu bir sonucu olarak, geride bırakılmış olduğu izlenimi ver/il/en geleneksel dönemlerin ve değerlerin üretimi çözümlere yönelinmektedir.

Bu durumda, meyve, sebze ve baharat gibi doğal malzemelerden üretilen ve zaman zaman bir dizi özel karışıma da ihtiyaç duyan, içecek ve yiyeceklerin biyolojik sağlığa yapacağı olumlu katkıdan ümit beklenmektedir.

En azından bu yöntemler ile vücud direncinin artırılması konusunda var olan ancak unutulmuş ya da ‘güven çağ’ı nosyonu karşısında, meşru tıbbi yöntemlerin dışına iteklenmiş yerleşik kanının güncellendiğine tanık olunmaktadır.

Covid-19’un bölgesel yayılımına bakıldığında, birbirinden farklı toplum yapılarına nüfuz ettiği aşikârdır. Bu toplumları, gelişmiş, gelişmekte olan, geri kalmış toplumlar olarak ekonomik temelli olarak sınıflandırmak mümkündür.

Öte yandan, bu yayılımı dinler/inançlar bağlamında bir seyir takip ederek de izlemek mümkün.

Öyle ki, virüsün doğuş yeri itibarıyla Budist, Konfüçyüscü bir dinimsi/kültürel toplumsal yapıda ortaya çıktığı, ardından Şintoizmin belirgin bir maneviyatçılık örneği sergilediği Japonya’da ardından nüfusunun yarıya yakını katolik-protestan unsurlara diğer yarısı Budist/konfüçyüscü doğu bu dünyacı dinlere ev sahipliği yapan Güney Kore’de görüldüğü, İslam toplumlarına ev sahipliği yapan Malezya-Endonezya’da gizli/açık varlık gösterdiği, Şia toplumunun egemen olduğu İran’ı, ardından Katolik İtalya ve İspanya’yı etkisi altına aldığı ve nihayetinde dinler cenneti ABD’yi kapsamı içine alan bir geniş yayılmacılık süreci sergilediğini ortaya koymak mümkün.

Bu yapıların hemen hemen her birinin, yukarıda dikkat çekilen kendine özgü geleneksel, kültürel sağaltım tekniklerini birer çözüm olarak sunması açıkçası, karşı karşıya kalınan biyolojik tehditle mücadelede çoğulcu yaklaşımların bir örneğini teşkil etmektedir.

Bir çözüm olma iddiasını kendi bireysel evreni içerisinde değerlendiren kültürel/dini yapıların bazı ortamlarda alay konusu edildiğine tanık olunabilmektedir. Ancak bu hususta pek de şaşılacak bir şey yok olmadığını söylemek gerekiyor. Bu husus, temelde, alaya konu edilen olgu ile alay eylemini gerçekleştiren aktör/ler arasında bağlamsal bir kopuş olmasından kaynaklanmaktadır.

Bununla birlikte, hiç kuşku yok ki, bu ürünlerin kendinde bir manevi bağlamı da içinde taşıdığını söylemek gerekir. Sadece tarihin uzak bir döneminde bırakılmış bir olgu olmadıkları, aksine, gayet olağan bir biçimde içinde yaşadığımız dönemde de uygulama imkânı bulmaktadırlar.

Bununla birlikte, söz konusu bu pratikleri bir çözüm bulma gayesiyle ortaya koyanlar bir laboratuar yalıtılmışlığı içerisinde hareket etmemektedirler.

Aksine, bu nesneleri üretme sürecine iştirak eden bireyler, bizatihi bu nesneleri oluşturan bir evrenin içinde kendilerini bularak, doğa ile temasa, bir başka deyişle etkileşim içerisinde olduklarına dair gizli/açık referans vermektedirler.

Yukarıda dikkat çekilen dini/kültürel geleneksel inanç modellerinden şu ya da bu şekilde beslenen bir çözüm arayışının, tıb biliminin dışında veya içinde olmak gibi bir iddiası ile değil, farklı bir bilgi ve anlam pratiği ile bunu ortaya koymakta olduklarını görmek gerekiyor.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2020/03/27/covid-19un-tetikledigi-sosyoloji/

25 Mart 2020 Çarşamba

Malezya’da siyasi meşruiyet sorunu / The problem of political legitimacy in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                         24.03.2020

foto: asia.nikkei.com
Malezya’da sivil darbenin ardından, siyaset sahnesindeki hareketlilik yerini covid-19 sorunuyla mücadeleye terk etmiş gözükse de, ülkede siyasi yönetimin meşruiyet sorunu devam ediyor.

Hatırlanacağı üzere, Şubat ayının son haftasında iki partide yani, Halkın Adaleti Partisi (Partai Keadilan Rakyat-PKR) ile Yerli Birlik Partisi’nde (Parti Pribumi Bersatu) birbiri ardına gelen siyasi ihanetlerle ülke gündemine bomba gibi düşen siyasi gelişmelerin ardından, umut Koalisyonu hükümeti devrilmiş ve bir dizi gelişmelerin ardından Muhyiddin Yasin federal sultan tarafından başbakan olarak atanmıştı.

İktidar aygıtı ve manipülasyon

Bersatu’nun liderliğini de ele geçiren Muhyiddin Yasin’in, Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO) ve Malezya İslam Partisi’yle (PAS) ittifak kurarak yeni bir hükümet kurması, halkın seçtiği meşru hükümetin siyasi iktidarının haksız bir şekilde manipüle edilmesi anlamı taşıyor.

Siyasi meşruiyetin sorgulanmasını gerektiren, tam da bu bağlamda, Muhyiddin Yasin’in ve adına Ulusal İttifak denilen hükümetin federal mecliste güvenoyu sürecinin Mayıs ayına ertelenmesi kararıdır.

Siyasi ahlâk sorgulamasında, o dönem muhalefetteki UMNO ve PAS konumunu bir kenarda tutalım...

İhanetler zincirinde PKR içinde Azmin Ali hizbinin, Bersatu’da ise başkan yardımcısı Muhyiddin Yasin’in izlediği siyasi ahlâkla çelişen yaklaşımları, Dr. Mahathir Muhammed’in iktidarda liderlik ortağı Enver İbrahim’e yönelik siyasi tavrının yanında ikinci sırada yer alıyor.

Dr. Mahathir’in, 2013 yılından itibaren yolsuzluklar ve kötü yönetim nedeniyle eleştirdiği UMNO’yu iktidardan etmek için siyasi ittifak kurmak amacıyla kapısına gittiği Enver İbrahim’e karşı geliştirdiği tavır bugünkü siyasi meşruiyet sorununun hiç kuşku yok ki, temel nedenini oluşturuyor.

Dr. Mahathir çelişkisi

Hatırlatmakta fayda var... Dr. Mahathir’i başbakanlığa taşıyan ve UMNO’yu iktidarından eden sürecin, Enver İbrahim olmadan yaşanamayacağını en iyi bilen Dr. Mahathir’in kendisidir.

Zaten bu nedenle, Enver İbrahim daha hapisteyken kendisiyle görüşüp ittifak girişiminde bulunması bunu açık seçik ortaya koymaktadır.

Bu durumda, geçen süre zarfında ortaya koyduğu yaklaşımlar ve PKR içinden Azmin Ali hizbi üzerinden Enver İbrahim’i yıpratma girişimlerini yapan da yine aynı Dr. Mahathir olması oldukça manidardır.

2018 Mayıs ayındaki genel seçimlerle gelen siyasi zafer ülke için önemli bir imkan olarak ortaya çıkmıştı.

Ancak Dr. Mahathir, Umut Koalisyonu hükümetinin devamlılığında en önemli olgu olan başbakanlığın devri konusunda Enver İbrahim’in önünü açacak ve kamuoyunda bir sinerjinin oluşmasını sağlayacak şekilde inandırıcı açıklamalar yapmak yerine, ülke ekonomisini gerekçe göstererek başbakanlık devrini sürekli ertelemesi onulmaz bir hata olarak ortada duruyor.

Oysa Dr. Mahathir bunu görmek ve hiç olmazsa bugünkü koşullarda Enver İbrahim’e olan siyasi borcunu ödemek yerine, iktidarın kaybedilmesinin nedeni olarak önce yanı başındaki Muhyiddin Yasin’i ardından Enver İbrahim’i göstermesi son derece açık bir çelişki içinde olduğunu da ortaya koyuyor.

Bu olup bitenler karşısında Enver İbrahim geçen gün yaptığı açıklamada, artık Dr. Mahathir’e olan güvenin kalmadığını ifade ederken, siyaset dünyasında bugüne kadar karşı karşıya kaldığı düşmanlıklara rağmen, siyasi geleceğinin muhalefet partilerinin ve halkın kararına bağlı olduğunu söyledi.

2018 ittifiakı

Malezya’da neler olup bittiğini anlamak için birkaç yıl öncesine gitmek gerekiyor. 2018 Mayıs ayında yapılan genel seçimlerin ardından, Enver İbrahim’in dönemin federal sultanı V. Muhammed tarafından bağışlanmasının yerleşik siyasi aklın sergilediği yaklaşımın dışına çıkılmasının bir örneğini teşkil ediyordu.

Burada kast edilen, Sultan’ın bu kararının olağanüstülüğü değil elbette. Federal sultan, bu ve benzeri kararlara imza atması yasalarla belirlenmiş sembolik bir lider.

Ancak Enver İbrahim gibi bir siyasetçinin, ülkenin belli çevreleri tarafından politika dışı bırakılmak istenmesinin, sadece UMNO içindeki iç siyasi çıkar hesapları ile açıklamak da saflık olur.

O dönem, V. Muhammed’in aldığı karar, ülkenin adalet sistemine bir katkı anlamı taşırken, aynı zamanda Umut Koalisyonu’nu iktidara taşıyan halkın demokratik seçimini desteklemesi ve onaylamasıyla dikkat çekmişti.

Hiç kuşku yok ki, bu gelişme, adı yolsuzluklarla anılan demokrasi karşıtı ve siyasi genişlemeci eğilimleri arzu etmeyen çevreler için bir tür tehdit anlamı taşıyordu.

Enver İbrahim’in mahkeme ve hapis süreçlerinin bir dizi haksızlıklar ve kumpaslar üzerine kurulmuş olduğu hatırlandığında, aslında normal ve olması gereken bir sürecin dönemin sultanı V. Muhammed tarafından işletildiği düşünülebilir.

Sultanın aldığı bu kararın, o dönem diğer sembolik liderler başta olmak üzere, ülkede siyasi ve toplumsal yapılanmayı kendi temel çıkarları üzerine inşa etmiş çevrelerce nasıl algılandığı meselesi üzerinde durulmayı hak ediyor. Çünkü bugün yine aynı çevrelerin şu ya da bu şekilde birarada hareke ettiklerine tanık olunuyor.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2020/03/24/malezyada-siyasi-mesruiyet-sorunu-the-problem-of-political-legitimacy-in-malaysia/

20 Mart 2020 Cuma

Covid-19 ile küresel mücadele mümkün mü? / Any possibility of global fight against Covid-19?


Mehmet Özay                                                                                                                         20.03.2020

foto:thejakartapost.com
Koronavirüs salgını küresel ilişkilerde tahmin edilemeyecek gelişmelere yol açmaya devam ediyor.

Salgının görülmeye başlandığı Çin’de daha ilk günlerden itibaren eyalet ve merkezi hükümetin gerekli tedbirleri almada geç kaldığı hususu, süreçte hayatını kaybeden doktorların uyarıları meslektaşlarınca paylaşılmasıyla zamanla ortaya çıktığına tanık olundu.

Aralık ayı sonlarında virüsle ilgili paylaşım yapan doktorlar “yasadışı ve yanlış” bilgi yaydıkları gerekçesiyle şuçlanmışlardı.

Belirli düzeylerdeki idarecilerin, sürece en başında tanık olan ve gözlemleyen çalışanların uyarılarını dikkate almaması Çin’e maliyeti bugün çok net ortada.

Çin’li yetkililer mücadelenin ön saflarında çalışanların uyarılarına kulak kabartmış ve “sosyal mesafe kuralı” gibi gerekli tedbirleri birkaç hafta içerisinde almış olsalardı, bugünkü vak’a sayısının büyük bir kısmı ortaya çıkmamış olabiliceği iddialarına önem vermek gerekiyor.

Kaldı ki, bu gelişme bugün sadece Doğu ve Güneydoğu Asya topraklarını değil, bütün dünya toplumlarını etkisi altına almış durumda. Bu durumda salt Çin’i suçlamanın bir anlamı da yok.

Ancak özellikle Avrupa’daki gelişmelere bakıldığında, artık tecrübe kazandıkları anlaşılan Çin’li doktorlar, Avrupalı meslektaşlarının aynı hataları tekrarladıklarını dile getiriyorlar.

Yerel virüs - ithal virüs

Çin devleti aldığı tedbirlerle salgını kendi içinde büyük ölçüde atlatmış gözükse de, henüz sorun tam anlamıyla ortadan kalkmış değil.

Yerel kaynaklı virüs yerini dışardan ithal edilene bırakıyor. Öyle ki, başka ülkelerden gelen Çinliler yeni virüs taşıyıcıları olarak toplumsal huzursuzluğu bir kez daha körükleyen yeni bir gelişme olarak dikkat çekiyor.

Benzer bir durumu diğer ülkeler için de söylemek mümkün. Örneğin Singapur’da son birkaç günde görülen yeni vak’aların dörtte üçünü dışardan gelenler oluşturuyor.

Malezya uzun bir süre hem vak’a sayısının azlığı hem ölümlü vak’anın olmamasıyla sınavı oldukça iyi götürüyordu. Ancak uluslararası temelde bazı geniş katılımlı toplantıların ardından hem vak’a sayısı hızla artmaya başladı, hem de ölümlü vak’alar birbiri ardına gündeme geliyor.

Çin-ABD’nin virüs dalaşı

İki küresel güç olan ABD ve Çin arasında, salgın öncesi çatışmacı ortamın bu sefer virüs üzerinden devam ettirilmekte olduğuna tanık olunuyor.

İlk defa Çin’de görülen virüs salgınının ABD tarafından bölgeye taşınmış olabileceği yolundaki söyleme karşılık, aradan kısa bir süre geçmeden ABD’de yankısını buldu.

Şubat ayı sonunda Çin’de bir bilimadamının “virüs Çin’de ortaya çıksa da, kaynağı Çin olmayabilir” ifadesine yaklaşık iki hafta sonra daha net bir açıklama geldi.

Donald Trump’ın “mücadelesi zor” anlamına gelecek ifadeleriyle tanımladığı virüsün kaynağı konusunda işaret parmağı Pekin’i gösteriyordu.

12 Mart’ta bu sefer Çin dışişleri sözcüsünün “virüs’ü ABD ordusu bölgeye taşımış olabilir” twiti, suçlu arama veya küresel kamuoyunu etkilemeye yönelik olup olmadığını tespit etmek en azından şu an için mümkün gözükmüyor.

Ancak bu tür yaklaşımlar suçlu arama ve düşmanlık üretme üzerine devam ediyor.

Başta  başkan Donald Trump olmak üzere üst düzey bazı yetkililerin salgını tanımlamak için “Wuhan virüsü” tabirini kullanmaları yabancı düşmanlığının son örneği olarak gündemde.

İki süper gücün küresel bir sorun karşısında sorumlu ve işbirliği temelli davranış sergilemeleri beklenirken, bunun aksi gelişmelerin yaşanması hiç kuşku yok ki, sorunun daha da büyümesinden öte bir anlam ifade etmiyor.

Zorunlu işbirliğine doğru

Sorunun ve de mücadelenin bir tek ülke veya bölgeyle sınırlı olmadığı anlaşıldı. Bunun getirdiği zorunlu sonuç, ülkelerin birbirleriyle yakın işbirliğine başlanması oldu.

Bu sürecin hızlanarak devam edeceği anlaşılıyor. Başka da bir çare düşünmek şu an için pek de mümkün gözükmüyor.

Bu noktada, Doğu ve Güneydoğu Asya ülkeleri arasında işbirliği olgusunun ise gecikerek de gündeme geldiğine tanık olunuyor.

Singapur gelişmeler karşısında, karantina uygulamasına başvurma gereği duymadan aldığı tedbirlerle sorunu ölüm vakası olmadan en azından şu güne kadar atlatabildi. Covid-19 teşhisiyle tedavi altına alınanlardan bir bölümü taburcu olup normal yaşamına döndü.

Ocak ve Şubat ayları biterken, salgının Endonezya’da henüz görünmemiş olması herkesi şaşırtırken, Mart ayına girilmesiyle birlikte vaka ve ölümlerin görülmeye başlanması sadece birkaç gün önce devlet başkanı Joko Widodo’nun “Singapur’dan destek alabiliriz” açıklamasını yapmasına neden oldu.

Çin’in yanı başındaki Güney Kore başarılı önleyici tedbir ve vak’alara yönelik tıbbi yöntemlerdeki başarısı iki ülke arasında yakınlaşma nedeni olurken, Güney Kore aynı zamanda Ortadoğu ve Avrupa ülkelerine söz konusu tıbbi techizatın ithaline başlanmasına yol açtı.  

Bu süreçte Çin’in ‘maske diplomasisi’ ve Güney Kore’nin ‘tıbbi ekipman diplomasisi’ virüsle küresel mücadelede ön almaya çalışıyor.

Mücadelede çok katmanlılık

Covid-19 karşısında ilgili devletlerin tedrici olarak almakta oldukları tedbirleri sadece söz konusu virüsle tıbbi mücadele oluşturmuyor.

Aslında tastamam bütüncül bir organizasyon gerçekliğinin gerekliliğinden bahsetmek gerekiyor. Tıbbi mücadele bu organizasyonun sadece bir bölümünü oluşturuyor. Bu çerçevede yapılacak işbirliklerinin temel itibarıyla iki yönü olduğuna dikkat çekmek gerekiyor.

Birincisi, organizasyonu temel itibarıyla yapılandıran devleti temsil eden resmi organlar. İkinci ise, bütün bir toplumun organizasyon kabiliyetinin sergilenmesi, yani bütüncül/topyekün bir çabanın ortaya konması.

Devlete bağlı bakanlıklardan başlayarak en küçük idari birime kadar devlet mevcut tehdit ortamını tanıma, buna adaptasyon ve çözüm çareleri ile ortaya çıkmaktadır.

Bu noktada, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir yapılanma olduğu yönünde bir intiba oluşsa da, aslında çok daha etkin ve çok yönlü bir etkileşim ağı zincirinden bahsetmek mümkün. Veya gelişmelerin en azından böylesi çok etkileşimli bir boyutta seyrettiğini varsaymak ve/ya böyle olmasını uygun görmek gerekiyor.

Covid-19’a karşı şu ana kadar önleyici tedbirler ve vak’alara müdahale konusunda başarılı kabul edilebilecek ülkelerde bu yöntemlerin kulanıldığını görmek zor değil.

Burada mücadele virüsün yayılma hızıyla tedbirlerin hızı arasında. İkincisinin çok daha organize olması için herkesin bilinçli bir şekilde hareket etmesi temennisiyle.
  

15 Mart 2020 Pazar

Asya-Pasifik’te Koronavirüs ve ilgili gelişmeler / Coronavirus and related issues in Asia Pacific


Mehmet Özay                                                                                                                        15.03.2020

foto: mainichi.jp
Aralık ayı sonlarında tam da Çin yeni yılı kutlamalarına ve tatiline günler kala başgösteren koronovirus nedeniyle çeşitli ülkeler Çin’le ulaşım ve etkileşimi kesmeye yönelik önlemler alırken, Çin devlet kademelerinden, “bunun hesabının yakın gelecekte sorulacağı” minvalinde söylemler gündeme geliyordu.

O dönem sorunun bırakın bölge ülkelerine sıçraması küresel bir nitelik kazanacağı konusunda pek de dikkatlerin çekildiğini söylemek mümkün değil.

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) yaptığı bazı açıklamalar, Çin’deki salgının nasıl önlenebileceği veya Çin devletinin bu salgın karşısında ne tür tedbirler aldığı veya alması gerektiğiyle ilgiliydi.

Artık bu virüs İngilizcesi COVID-19 (Corona-virus-ID-19) adıyla tanımlanıyor. Bu salgının neye tekabül ettiğine dair bazı benzerlikler kurmaya yarayacak örnekler vardı, yani şiddetli solunum yolu sendromu (SARS) olarak bilinen ve 2003-2004 yıllarında görülen salgın...

Durum, bu şekilde seyrederken, salgın hastalığın en kısa sürede tıbbi tedavisinin bulunması da gündeme gelse de, aynı zamanda bir tıp dışlayıcılık sürecinin de işlemeye başladığına tanık olunuyordu.

Virüs üzerinde gizli/açık siyasal çatışma

Bunun ardındaki temel sebep, söz konusu virüsle mücadelede işbirliği yerine, “siyasal ötelemeci” bir yaklaşımın özellikle de, Batılı ülkeler tarafından Çin’e uygulanmak istenmesiydi. Veya en azından böyle bir görüntü hasıl oluyordu.

Bu çerçevede, WHO yetkilileri 30 Ocak günü yaptıkları açıklamada, virüs salgınının Çin dışında da risk oluşturduğunu ilânı üzerine ABD Çin’e seyahat yasağını uygulamaya koydu. Ve ardından diğerleri...

Çin yönetiminin, bu yalnız bırakılmışlık halini, belki daha çok bu virüsle tıbbi anlamda mücadeleden ziyade, zaten son birkaç yıldır yaşanan ticaret savaşları nedeniyle ekonomisinin giderek daha da kötüleşmesi ve/ya Batılı ülkelerin salgın hastalığı fırsat bilerek Çin’e bir ders vermek istedikleri şeklinde yorumlanmış olabilir.

Bugün Çin, söz konusu virüs tehlikesini büyük ölçüde atlatmış ve geriye sayım başlamış denilebilir. Öyle ki, karantinalar kalkıyor, kamusal alanlara girişler serbest bırakılıyor ve hayat normale dönmeye başlıyor...

Ancak dünyanın geri kalanı, özellikle de Avrupa ve Kuzey Amerika’da etkili olan virüsün kaynağı konusunda bir söylem gündeme geldi ki, Batı medyası kendi derdiyle meşgul olduğundan muhtemelen geçenlerde çıkan bir haberi gündeme ‘henüz’ taşıma fırsatı bulamadı.

Çin tıp çevrelerinin ne tür bir medikal çözüm buldukları konusunda en azından bizim ulaştığımız bir veri olmamakla birlikte, Çin’i temsil makamındaki bazı çevrelerden Wuhan Eyaleti’ne koronavirüsü getirenlerin ABD donanması olabileceği yönündeki iddia gündeme taşındı.
Bu iddianın sadece birkaç gün önce gündeme getirilmiş olması yukarıda dikkat çekilen ABD-Çin arasındaki stratejik soğuk savaşın bir sonucu.

Çin yönetimi ve/ya destek veren kurumların gündeme getirdiği bu husus, artık Çin’de vaka sayısının düşmesi ve normalleşmeye dönülmesine ve öte yandan ABD’de vak’a ve ölümlü vak’a sayısının artması sonrasında gelmesi dikkat çekici.

Çin’den sonra en çok ölümlü vakanın görüldüğü İtalya sorunla baş edemezken, Çin’den bir doktor heyetinin Roma’ya geleceği duyuruldu. Bu yaklaşım, örneklik olması hasebiyle kayda değer bir gelişme kabul edilmeli.

Bu noktada, dünya sağlık örgütü veya ilgili ülkelerin bu yöndeki çalışmaları niçin zamanında öncellemedikleri soruyu yine ortada duruyor. Bu yönde bazı çabalar olduğu ancak kamuoyu ile paylaşılmadığını da dikkate almakta fayda var.

Hijyen, alışkanlıklar ve yanlışta ısrar

Temizlik olgusu bir alışkanlığın ötesinde bir zorunluluk arz etmektedir. Bu zorunluluk, dini gerekçelerle olduğu gibi, adına hijyen denilen temizlik olgusu çerçevesinde uygulamada yer bulmaktadır.

Her halükârda, amaçlar ve hedefler bir dizi farklılaşmalar gösterse de, düzenli bir şekilde uygulanan ritüel, nitelikli temizlik süreçlerinin bireyin kendi temel sağlığı, aile ve kamu sağlığı açısından taşıdığı öneme kuşku bulunmamaktadır.

Bununla birlikte, ‘hijyen’ kavramı üzerinde belli toplumların geliştirmiş oldukları teorik ve pratik uygulamalar da dikkatle izlenmesi gereken bir hususu teşkil etmektedir.

Öyle ki, bu noktada Japonya ve Singapur’un öne çıktığı veya en azından kendi bölgelerinde yani, Doğu ve Güneydoğu Asya’da hijyen konusuna verdikleri önemli dikkat çekmektedirler.

2019 yılının son günlerinde Çin’in Wuhan Eyaleti’nde başgösteren koronavirüs adı verilen salgının varlığının tespitinden itibaren Çin’de başlatılan karantina tedbirleri, aslında bireylerin gerek aileleriyle gerekse kamusal alanlarda geniş kitlelerle temaslarının sınırlandırılmasını veya gerekli tedavilerinin uygun ortamlarda yetkililerle yapılması anlamı taşıyor(du).

Bununla birlikte, söz konusu virüs Çin’in başka eyaletlerine ve özellikle de, Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerine yayılmaya başlamasıyla birlikte, bireylerin sorumluluklarının neler olduğu konusunda resmi ve sivil makamların açıklamaları gizli açık bireylerin sorumluluklarını hatırlatmalar ve bir ölçüde empoze edici bir bağlamda gündeme gelmeye başladığına tanık olundu.

Bugün, benzer bir durumun Avrupa ülkeleri için ortaya çıktığı gözlemlenmektedir.

Vücudun enfeksiyon kapması sonucu tedaviye yönelik uygulanan tıbbı müdahale ile bu evreye geçilmeden enfeksiyonla mücadelenin ayrı şeyler olduğu geniş kitlelere bir kez daha anlaşılmaya çalışılıyor.

Bugün gelinen noktada, önleyici tedbirlerin ve hastalığa davetiye çıkaran eylemlerin sonlandırılmasına yönelik çabaların, hastalığın tedavisinin nasıl mümkün olacağına yönelik çabaları arkada bıraktığı söylenebilir.

İkinci durumun, daha teknik ve uzmanları ilgilenildiğine dikkat çekilerek haklılık payı olduğu varsayılabilir.

Bununla birlikte, örneğin Tayvan’da, Singapur’da, Malezya’da, Vietnam’da, Japonya’da ve diğer bazı ülkeler virüsle mücadelede, ölümlü vakaların az veya hiç olmaması bize virüsün bulaştığı kişiler üzerinde belirli tıbbi müdahalelerin yapıldığını ve bunda başarılı olunduğunu göstermektedir.

Bununla birlikte, -gözden kaçırmış olduğumuz hususlar var ise bunlar bir yana,- ilgili bölge yayın organlarında bu tedavi ve virüsle mücadele hakkında açıklamaların yapılmaması aslında bir eksiklik. Benzer hususun, karantina altında olan bölgelerde, bu özel koruma tedbirlerinin kaldırılmasında da görmek mümkün.

Oysa, burada iki önemli husus dikkat çekicidir. Başta ilgili ülke ve ardından küresel kamuoyunun bu tür gelişmeler karşısında moral beklentilerinin gerçekleştirilmesi oldukça mümkün ve önemlidir.

İkincisi ise, virüsün daha ilk haftalarda etkisini gösterdiği ilgili ülkeler arasında işbirliğinin ortaya konması ve bu anlamda laboratuar çalışmaları ve diğer ilgili bilimsel süreçlerin koordineli bir şekilde yürütülmesi, sonuca ulaşma açısından kayda değer bir husus (olurdu).

Bunun yanı sıra, Avustralya’nın daha virüsün ortaya çıktığı ilk haftalar içerisinde virüsün kopyasını üretmesi ve ilgili ülkelere ve/ya isteyen ülkelere dağıtılacağı yönündeki açıklamasının ardından açıkçası nasıl bir gelişme oldu ve Dünya Sağlık Örgütü (World Health Organization-WHO) bu konuda ne tür işbirliklerinin kapısını araladı -en azından bize- malum değil.

Avustralya’nın ve/ya Çin başta olmak üzere ilgili ülkelerin bu yöndeki çabalarının ikili ilişkiler çerçevesinde değil, ASEAN gibi bölgesel ve WHO üzerinden yapılması dünya kamuoyu üzerinde hiç kuşku yok ki, sonuç almaya yönelik önemli adımlar olarak kabul edilebilir(di).

Çaresizlik, gelenek ve maneviyat 

Doğu ve Güneydoğu Asya bölgesinde Batılı modernleşmiş ulusların ötesinde konuya yaklaşımda, bir yanda kadercilik öte yandan, dini ve dinimsi / kültürel yapıların hakimiyeti bu gibi doğal sorunlar karşısında çözüm yollarını “modern tıbbı” aşan boyutlarıyla ortaya koymaktadır.

Bölgenin özellikle tropiklerin egemen olduğu topraklarda zaten dönem dönem ortaya çıkan bir tür sıtma vakası nedeniyle küçüğünden büyüğüne toplumun çok farklı kesimlerinin yıl içerisinde maruz kaldıkları, bedeni yorgun düşüren ve bazı durumlarda hastayı yatalak hale getiren ateşli hastalıklarla mücadelede çeşitli ham gıda veya türevlerinin bir tedavi yöntemi olarak işlev gördüğü bilinmektedir.

Bölge yayın organlarında 13 Mart’ta çıkan bir haberde, buna tıpatıp uyan bir açıklama Endonezya devlet başkanı Joko Widodo’dan geldi. Hükümetin resmi sitesinde yer alan açıklamada, başkan Jokowi, virüsün görülmesinden itibaren, bölgede yaygın olarak bilinen geleneksel bir ilacı günde üç kere içtiğini paylaştı.

Bölge topraklarında yetişen çeşitli bitkilerin karışımından elde edilen ve Jamu olarak adlandırılan karışım, bazı ilaç firmaları tarafından da üretiliyor.

Grip gibi yaygınlık kazanmış bazı salgınlar karşısında da halkın tercihi ettiği bu içeceği oluşturan bitkilerin fiyatlarının beş kat artış göstermesi, yerel ve geleneksel çözümlerin başvuru kaynağı olmaya devam ettiğinin bir başka kanıtı olarak ortada duruyor.

Bu ve benzeri geleneksel ilaçların veya ilaç hükmünde kabul edilen içeceklerin/meyvelerin, örneğin koronavirüs karşısında ne denli etkin olduğu ‘laboratuar’ çalışmaları ile kanıtlanmamış olsa da, kullanan kişiler için psikolojik ve moral bağlamı ile etki yapmadığı da söylenemez.

Örneğin Endonezya’da yarı resmi bir kurum olan ulema meclisi tarafından yapılan açıklamalarda “dua edin ve elinizi yıkayın” bir uyarı kadar, insanların gündelik pratiklerinde bir yandan dini bağlamı öte yandan, yine bu dini alandan bağımsız ele alınamayacak şekilde beden temizliğini öne çıkarıyordu.

‘Yeni’ toplumsal normlar!

Bedende ellerin öne çıkartılmasının ise, semptomun göründüğü kişiler ile bu kişilerin kullandığı objelerle temas ve bunun akabinde kişinin yüz bölgesiyle doğrudan temasının neden olabileceği ve virüsün bedene nüfuz edebileceği endişesi bulunuyor.

Bu süreçte, çeşitli toplumların davranış kalıplarına dair örnekler de gündeme getirildi. Belki ülke farkı gözetmeden şunu söylemek daha doğru olacak ki, insanların bu gibi durumlarda davranışsal farklılaşmalarının ve eğilimlerinin bencilleşmeye doğru yönelim sevk ettiğine tanık olunuyor.

Aslında bunun yeni bir şey olmadığı bırakın koronavirüs ve benzeri hastalıklar veya doğal afetler gündelik yaşamın içinde bizzat var olan ve afetler ve hastalıklar gibi geniş kitleleri içine alan durumlarda belirginlik kazanan koşullarda su yüzüne çıkan olgulardır.

Bu tür davranışların yaygınlığının, gündelik pratiklerde tekil olarak karşılaşılan boyutlarının ötesine geçerek aslında küresel bir boyut taşıdığı bir kez ortaya çıktı.

Normal günlerde, sosyal mesafenin kısaldığı toplu taşım araçlarında bireylerin hareket ve davranışlarından, aksırık, öksürük, esneme, geğirme vb. hareketlerin kayıtsızca ve umarsızca gerçekleştirilmesi bir ölçü olarak önümüzde durmaktadır.

Bu gibi bedensel hareketler kadar, örneğin kapalı alanlarda yasaklanan sigara içme eyleminin ilk fırsat bulunduğunda ortaya konmasında ölçünün sadece açık havada olduğunu düşünmenin içinde barındırdığı umarsızlık ve hatta gizli/açık bir tür intikamvari bir eylem olarak çevredeki insanlar üzerine püskürtülen üfürmelerin eğitimden ziyade, bugünlerde çokça gündeme taşınan “vicdan”, “toplumsal sorumluluk” vb. yaklaşımlarla anlaşılması gerekir.

Sosyolojik olarak, eylemlerinin farkında ve bilincinde olarak bireylerin gündelik yaşam pratiklerini ortaya koymalarının “kendinde birey olma” şartı özellikle doğal afetler, hastalıklar vb. durumlar da çok daha can alıcı bir şekilde kendini ortaya koyuyor.