30 Nisan 2013 Salı

ASEAN’da Ne Konuşuluyor?


Mehmet Özay                                                                                                              26 Nisan 2013

Bugünlerde ASEAN’da birkaç ‘yenilik’ birden gündemde. İlki, birliğin dönem başkanlığının Kamboçya’dan Brunei Sultanlığı’na geçmesi ve bu vesileyle ASEAN yıllık toplantılarının 22.si 24-25 Nisan tarihlerinde Brunei’nin Başkenti Bandar Seri Begawan’da yapılması. İkincisi ise ASEAN Genel Sekreterliği’ne görev süresi dolan Taylandlı Surin Pitsuwan’ın yerine Vietnamlı Le Luong Minh’in atanmış olması. Minh bu görevi 2018 yılına kadar sürdürecek.

Brunei’deki toplantıda neler olup bittiğine geçmeden önce Minh’le ilgili bazı hususlara değinelim. Minh 2017’de Birliğin kuruluşunun 50. Yılında Genel Sekreter olarak tarihe geçecek. Görev tanımında ASEAN ülke liderleri arasında hedefler çerçevesinde yönelim birliğini sağlaması; üye ülkeler arasında diyalog ve işbirliğini geliştirme ve Birlik ile dış aktörlerle ilişkilerin yürütülmesi oluşturuyor. Bu minvalde, ASEAN Ekonomik İşbirliği hedefi, Güney Çin Denizi sorunu, Malezya-Filipin arasında yeniden zuhur eden ‘Sabah Krizi’, Myanmar’da bir türlü dinmek bilmeyen Arakan sorunu, küresel ekonomi krizinden büyük ‘darbe yiyen’ ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin ASEAN bölgesine göz dikmeleri vb. konular dikkate alındığında Minh’in işinin önümüzdeki dönemde hiç de kolay olmadığını gösteriyor. Bununla birlikte, Minh göreve başladığı ilk günlerde dünyanın gözünün ASEAN üzerinde olduğunu ve Birliğin yapılanmasından ve icraatlarından ders çıkartılabileceğini söylese de ASEAN’ın, örneğin Minh’in kendi ülkesi Vietnam’dan başlayarak üstesinden gelmesi gereken daha çok iş var...

Gelelim, Brunei’deki ASEAN Genel Kurul toplantısına... Toplantı “Bizim Halkımız, Ortak Geleceğimiz” başlığını taşıyordu. Brunei yönetimi, böylesi önemli bir birliğin dönem başkanlığını üstlenmesinden memnuniyet duyduğu anlaşılıyor. Bu bağlamda, Brunei Sultanı Hassan el-Bolkiah yaptığı açıklamada geçici başkanlığın ülkesinin bölgesel ve küresel gelişmelere yaklaşımını ortaya koymasına vesile olacağını söylese de, pek sesi soluğu çıkmayan Brunei’nin bu süreçte Birliğin sorunlarının çözümüne örneğin, sıcak gelişmelerin yaşandığı üye ülkeler ve çevre ülkeler ilişkilerine ne türden katkısı olacağını zamanla göreceğiz. Çünkü daha ilk günden Brunei’nin önüne geçen yıldan kalan bir hesaplaşma geldi. Yani Kamboçya’daki son toplantıda Birliğin, Güney Çin Denizi’ndeki kıta sahanlıkları probleminden neşet eden tartışmalar sonunda tarihinde ilk kez bir deklarasyona imza atmamış olması gibi bir durumla karşı karşıya. Brunei, tabiri caizse böylesi bir siyasi mirasla toplantılara ev sahipliği yaptı. Genel itibarıyla bakıldığında, toplantılarda birbiriyle ilintisi göz ardı edilemeyecek iki yönelimden bahsedilebilir. İlki güvenliği, özellikle de yukarıda değindiğimiz Güney Çin Denizi bağlamındaki potansiyel tehlikenin bertarafını savunan, ikincisi de ekonomiyi öncelleyen ve bu bağlamda 2015 Ekonomik Birliği’ne giden yolda daha hızlı adımlar atmayı öngören duruşlar. Sadece güvenlik meselesi değil, ekonomik işbirliği çabalarının hedefinde de aslında Çin olduğu bir gerçek. Çin’in bölgeden başlayarak küresel bir aktör haline gelişi ve bu sürecin yakın ve orta vadede belki de giderek güçleneceği tahmin edildiğinde Birlik ülkeleri bu güce karşı bir tür savunma refleksi geliştirme uğraşı içerisindeler. Filipinler, Vietnam, Endonezya güvenlik sorunu üzerinde duran ülkeler olarak dikkat çekerken; Singapur, Tayland, Malezya daha çok işin ekonomi vechesiyle ilgilenme eğiliminde.

Güvenlik sorunu elbette sadece Çin’le ilişkilerle sınırlı değil. Bölge ülkelerinden bazılarını da içine çeken sınır anlaşmazlıkları, adalar sorunu vb. üzerinden görüşmelerin hangi minvalde seyredeceği henüz belirginleşmiş değil. Bir yandan Japonya’nın-Çin’le öte yandan Kuzey Kore’nin Güney Kore‘yle sorunlu ilişkileri sadece Doğu Asya’da değil, Güneydoğu Asya yani ASEAN bölgesine de sirayet edebilecek boyutta. Çin’le sorunu aşmaya yönelik iyi niyet çabaları ASEAN’ı bir blok olarak Çin’le masaya oturtma politikalarına evrilirken, Çin’den bu konuda herhangi bir desteğin gelmemesi üzerine sorunun devamlılık arz edeceği düşünülebilir. Ancak Birlik, ‘ortak bir akıl’ bulma noktasında gayretlerini sona erdirmiş değil. Bu minvalde, toplantıdan, gelecek Ekim ayında Çin’li yetkililerle yapılacak görüşmelere Dışişleri Bakanları çabalarıyla girişimlere hız verilmesi kararı çıktı.

Ancak ASEAN’ın önceki yıllarda hedef olarak konulmuş kimi projelerinin tartışılmakta olduğu da dikkat çekiyor. Bunun en başında 2015 yılında yürürlüğe girmei plânlanan ‘ASEAN Ekonomi İşbirliği Topluluğu’ (AET) projesi. Bu projeden ne hedefleniyor? Ekonomik İşbirliği sayesinde nüfusu altı yüz milyonu bulan çok renkli toplulukları birbirleri ile kaynaşması hedefliyor. Bu kaynaşmanın katalizörü hiç kuşku yok ki, ekonomi. Bu nedenle, kimi devlet başkanları veya başbakanların demeçlerinde de görüldüğü üzere, ‘Bırakalım Güney Çin Denizi sorununu, ekonomik birlikteliğimize bakalım’ öncellemesi kulağa hoş geliyor. Ancak gerek tekil bağlamda her bir ülkenin ‘iç meselesi’ telâkki edilen siyasi ve etnik sorunlar; doğal afetlerle mücadelede sürekli zaafların ortaya çıkması; Sulu örneğinde olduğu gibi bölgesel ve bölgelerarası güvenlik sorunlarının güncellenerek su yüzüne çıkması; toplumsal adaletin sağlanmasında ve sağlıklı bir ekonomik yapının inşasında büyük bir engel olan ‘yolsuzluk ekonomisinin’ sürgit devam etmesi; -en azından kimi üyeler bağlamında söylemek gerekirse- küresel güce oynayan ülkelerin uyduluğundan kopamamış Birliğin halkları arasında ne türden bir entegrasyona yön verebileceği tartışmalı. Bu nedenle, ASEAN içindeki sorunlara vakıf kimi çevrelerin dile getirdiği üzere, 2015 hedefi Ekonomik İşbirliği bir anlamda “fantazi” kaçtığını da söyleyelim. Niçin fantazi? Böylesi bir önemli ekonomik paylaşım elbetteki sadece malların serbest dolaşımını değil, bireylerin mensup oldukları aidiyetler üzerine ASEANlılık gibi bir değeri eklemlemeleri ile mümkün olacak. Bununla birlikte, üye ülke halklarının yaşadıkları yerel sorunları aşıp, ‘bölgesel’ bir düşünce yapısı geliştirebildiklerini veya kısa vadede bu bilincin hasıl olacağını düşünmek ne kadar gerçekçi? Yeni bir aidiyet kazanmanın pratikteki karşılığı serbest dolaşım olacağından, özellikle ‘kalkınmışlık yarışında’ mesafe katettiği düşünülen ülkelerin diyelim ki vize sınırlamalarının kaldırılmasına taraf olabilecektir. İşin tuhaf yanı, vize konusunu Endonezya makamlarının gündeme getirmiş olması. Gümrüklerinde daha Malezya mallarının geçişinde sorunlar yaşatan, -hadi yerlileri geçtik diyelim- Batı’dan gelen turistlere dahi ‘şüpheyle’ bakan  bir idari yapıya sahip bir ülkenin bu öneriyi gündeme getirmesi biraz değil, epeyce bir çelişkili. Sultan da zaten bu dönem çabaların ASEAN halkları arasında böylesi bir bilincin uyandırılmasına konuşlanacağı mesajını veriyordu.

Birliğin ekonomik işbirliğini öncellemesi, üye ülkeler arasında serbest ticareti öngörüyor. Ancak burada dikkat çeken nokta serbest ticaret anlaşmasının sadece Birliğe üye on ülkeyle sınırlı olmayışı. Bunlara ilâve olarak altı ülke daha bu ‘ekonomi pastasından’ kendi hesabına düşeni alma konusunda ‘imzayı atmış’ durumda. Bu bağlamda, ASEAN ekonomik işbirliğinin sadece üye ülkelerle sınırlı olmadığını, bu gelişmenin ilk etapta Doğu Asya, Pasifik ve Hint Okyanusu’na doğru giderek genişleyen bir çeperi olduğu dikkat çekiyor. Bu ekonomik yapılanmaya bir de şu gözle bakmakta fayda var. Birliğe mensup ülkeler arasında ‘Asya Kaplanları’ adıyla da anılan veya onlar kadar olmasa da ‘hızlı kalkınma’ noktasında başarı hanesi olarak zikredilebilecek gelişmelere konu olan ülkelerde kalkınmanın bizatihi bu ülkelerin kaynaklarının gene bu ülkelerin devlet veya özel sektörlerince kullanılıp kullanılmadığı önemli bir husus. Bu sorun üretim-tüketim ilişkisinin başat bir rol oynayacağı ekonomik entegrasyonda başta Batılı ulusaşırı şirketler olmak üzere Japonya, Çin ve ardından Avustralya gibi bölgede sadece ekonomik değil, siyasi ve stratejik hedefler de güden ülkelerce azımsanmayacak bir yatırım alanı mevcut.


Yukarıda bahsettiğimiz ‘ekonomik çeper’ bağlamında ASEAN ve ilgili ülkeler arasında ekonomi alanında öngörülen entegrasyonun boyutları nereye kadar götürülebileceği üzerinde özenle durulmayı hak ediyor. Çünkü bu entegrasyon Çin ve Japonya bağlamında Doğu Asya, Avustralya-Yeni Zelanda ilişkisi özelinde Pasifik, Hindistan ve Ortadoğu ekseninde Hint Okyanusu bağlantısı dikkat çektiğini göz ardı edilmemeli.


http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=257478 

26 Nisan 2013 Cuma

Malezya’da Yüzyılın Seçimi (III)

Mehmet Özay                                                                                                                   23 Nisan 2013

Malezya’da seçim süreçleri, ülkede geniş kesimlerce içten içe modern ulus inşa biçiminin sorgulandığı dönemler olarak dikkat çeker. Aslında, uluslaşma süreci hiç bitmemiş, bir yazarın Endonezya için dile getirildiği üzere, seçimler uluslaşmayı bekleyen sürece eklemlenen ara istasyonlar hüviyetindedir. Bir yanda muhalefet kanadının 2005’den bu yana dillendirdiği reform/değişim talepleri; öte yandan iktidarın bu argümanlardan hareketle son birkaç yılda yoğunlaştığı ‘transformasyon’ söylemi ve icraat boyutu gündemin baş sırasında. Ancak ilk etapta bu iki yaklaşım arasında benzerlik varmış gibi gözükse de, muhalefetin argümanları, yani reform/değişim olgularını ‘rejim değişikliğiyle’ birlikte zikretmesidir. Aşağıda, kısaca bu reform olgusu ve rejim değişikliği talebinin dayanaklarını üzerinde duracağım.

Bu nedenle, bir yazı dizisine konu olacak kadar dikkat çekici olan 5 Mayıs seçimlerini doğuracağı sonuçlar nedeniyle ‘yüzyılın seçimi’ olarak belirledik. Bu olgu üzerinde biraz daha durmakta fayda var. 6 Mayıs sabahı ülkede hangi siyasi koalisyon iktidar olursa olsun ülke siyasi tarihinin yeni bir safhaya evrileceğine kuşku yok. Öyle ki, bu başlangıç seçim arefesinde her iki koalisyon bünyesinde ortaya çıkan değişimlerle kendini belli etmeye başladı bile. Örneğin, bugüne değin iktadarı ve muhalefetiyle ırk, din, ‘aşırı’ milliyetçilikler üzerinden yürütülen siyasi söylem her iki koalisyon içerisinde hangi partiden hangi dinden olursa olsun milletvekili adaylarının desteklenmesi kararı uygulamaya geçirilmeye başlandı. Tabii erken davranıp bu yönelimi, sadece koalisyon ortakları arasında masabaşı söylemi olarak yaftalayanlar çıkabilir. Ancak hem iktidar hem muhalefet kanadı bağlamında -velev ki siyasi çıkarlar uğruna olsun- böylesi bir psikolojik bariyerin aşıldığını gösteren örnekler yaşanmaya başlandı bile. Bu, aynı zamanda geniş toplum kesimleri arasında önemi azımsanmayacak “toplumsal yarıkların” üstesinden gelinebileceğinin de işaretini vermiyor değil. İktidar ortaklarının aday listesinin belirlenmesinde tek karar mercii olarak Başbakan Necib’e işaret etmeleri ve Cumartesi günü bu aday listesine birkaç ‘arıza’ dışında tepkinin gelmemiş olması; öte yandan, muhalefet içerisinde öyle böyle değil, Lee Kuan Yew’ın artıkları olarak da tasvir edilebilen DAP’ın Seçim Komisyonu’nun ‘parti logosunu’ iptal kararı ihtimali üzerine PAS logosuyla seçimlere katılma kararı alması; gene bazı DAP adaylarının PAS listesinden seçime katılma kararı alması vb. gelişmeler eşine daha önce rastlanılmayan siyasi değişimler olarak adlandırılmayı hak ediyor. Her iki koalisyon kanadının birbirlerini bel altından vurma çabaları üzerinde durmadan, aslında yukarıda söylediğimiz hususun Malezya siyasi geleneğinde yeni oluşumlara kapı aralayacak önemli doneler içerdiğine vurgu yapmak lazım. Bu gelişme, öyle böyle değil, geçen 57 yıllık modern Malezya devletinde tek bir ulus olma bilincinin halihazırda zaafiyetini giderecek denli toplumsal vecheleri içeriyor. Tam da bu noktada Dato Onn bin Cafer’in yaşadığı dönemin ötesinde bir siyaset adamı olarak ortaya koyduğu projeyi hatırlamamak mümkün değil...

Ülke siyasi ve toplumsal yapısının çeşitliliğinden hareketle seçim sonuçlarının çoğul faktörlerin etkileşiminin bir ürünü olacağını söyleyebiliriz. Kuşkusuz ki, siyasal yaşamının şekillenmesinde bağımsızlık öncesinde ırklar arası ‘ittifakın’ belirleyiciliği başat bir faktör. Bu ittifak, İngilizlerin ülkeye bağımsızlığın şartı olarak gündeme getirildiği pek çok akademik yayında dile getiriliyor. Bu anlaşmanın görünür yanı olduğu gibi, ‘görünmeyen’ yanları olduğu da araştırmacılarla vurgulanan hususlardandır. Bu bağlamda ülke siyasal yaşamında başat rol oynamış ve yapılan 12 Genel Seçim’de sürekli hükümeti oluşturmuş Ulusal Cephe’nin yapılan ‘toplumsal sözleşmenin’ doğrudan bir yansıması olmadığı söylenemez. İşte bu nokta bile tek 13. Genel Seçimlerin neye gebe olduğunu anlamak adına önemli. Tam da bu noktada modern Malezya siyasetinde iktidar-muhalefet ilişkisini dikkate alacak olursak, bu sürecin bağımsızlık öncesinde UMNO saflarında yaşanan görüş ayrılıklarına dayandığı görülür. Bu minvalde, gözler 1940’lı ve 1950’li yılların karizmatik lideri, UMNO’nun kurucu figürü ve de ilk başkanı Dato Onn bin Cafer’in partiden ayrılması sürecine kadar uzanır. Öte yanda, UMNO içerisinde mücadele eden ‘İslamcı kanada’ mensup üyelerin ayrılmasıyla PAS’ın oluşumu da aşağı yukarı aynı yıllara rastlar. Dato Onn bin Cafer, Malay Milliyetçi Partisi’yle seçimlere girsede varlık gösteremedi. PAS ise özellikle 70’li yıllardan itibaren Kelantan, Terengganu ve Kedah gibi Kuzey Eyalet’lerinde önemli bir yapılanma gösterdi. Niçin bu eyaletler? Tarihsel olarak Malaya topraklarında İngilizler öncülüğünde kalkınma modernleşme süreçleri güney ve batı sahil kesimi boyunca gerçekleşmiş; öte yandan geleneksel İslam toplumu ve Patani ile siyasi ve kültürel yakınlıklar nedeniyle bir anlamda farklı bir siyaset iklimine sahip olagelmiştir.

Bu bağlamda, Ulusal Cephe ittifakının kökeni yani saç ayağı UMNO, MCA, MIC bağımsızlık öncesine dayandığına dikkat çekmekte fayda var. Bu kurucu gücün, ülke siyasal ve toplumsal yaşamını şekillendiriciliğine şüphe yok. Öte yandan, bu gücün dayanak noktasının ‘ferâgat’ ve ‘paylaşım’ kavramları çevçevesinde oluştuğunu göz önünde bulundurmaksızın ülke derin siyasetini ve bu siyasetin toplumsal yapının neredeyse her zerresine nüfuzunu anlamak ve anlamlandırmak mümkün değil. Bu iki kavramın ülkeye bahşettiği kazanımların yanı sıra, açmazları da dikkate alındığında bir dikotomiden bahsedilebilir. Bu yapının modern Malezya toplumunun bir anlamda varlık nedenini oluşturmasıyla neredeyse doğal bir gerçeklik olarak kanıksanmış izlenimi verilmektedir. İşte bu dikotomidir ki, ülkede ‘paylaşımlar’ kadar, kimi zaman sessiz sakin kimi zaman yüksek sesle ve toplumal karşı duruşlar şeklinde ortaya çıkan ‘çatışmalar’ın kaynağını teşkil ediyor.   

Seçimlerde iktidarın en önemli silahı hiç kuşku yok ki, Başbakan Necib olacak. Enver İbrahim’in bir demecinde değindiği üzere, UMNO hiç bu kadar tek lider üzerinden siyaset yapmamıştı. Başbakan Necib’in UMNO ve iktidar ortaklarınca ‘tek lider’ figürü olarak seçilmesinde bazı hususların dikkat çekici olduğu düşünülebilir. UMNO bu geleneği bozarak tüm icraatlarda Necib’i öne çıkartarak UMNO ve Ulusal Cephe’ye yönelik ağır ithamları bertaraf etme ve ‘Halkçı Başkan’ imajıyla parti saflarına yönelik eleştirileri engellemeye yönelik izlenimi veriyor. Bunlar arasında UMNO ve iktidar ortakları arasında pek de gizli saklı olmayan bölünmüşlük izleniminin giderilmesi. Bu ‘tek adam’ figürünün bir diğer somut göstergesi, Başbakan’ın aday belirleme sürecinde bizzat karar mercii olarak öne çıkışıydı.

Ulusal Cephe lider kadrosunun 2008 yılı seçimlerine yönelik eleştirisi ve tabii ki, üçte iki çoğunluğun yitirilmesi bağlamında seçim mağlubiyetinin faturasını ‘ittifak’ güçleri arasındaki husumet, çekişme vb. genelde psikolojik bağlamda algılanabilecek türden kopmalara bağlıyordu. Bu nedenledir ki, 5 Mayıs seçimleri öncesinde söz konusu lider kadronun, özellikle de Başbakan Necib’in ittifak içinde bir kez daha böylesi bir kopmanın meydana gelmemesi yönünde ısrarla durması önemli. Bu kopmaların nasıl yaşandığına değinelim... Toplamda on üç partinin ittifakından oluşsa da, Ulusal Cephe’nin atardamarı konumundaki üç siyasi partinin yani UMNO, MCA ve MIC içerisinde çeşitli seçim bölgelerinde ‘merkezin belirlediği’ adaylar konusunda tabanda arzu edilen birlik tesis edilemiyor. Aday belirleme sürecinin merkezden yapılmasının elbette ülkedeki azınlıklarla ilgili güce dayalı bir orantı üzerinde geliştiğini görmek mümkün. Ağırlıklı olarak da gücün UMNO kanadında ortaya çıkması Çin ve Hintli seçmenler arasında karar mekanizmasının tümüyle kendi inisiyatiflerinin geçerli olduğu seçim sandığında ortaya çıkıyor. Bu süreçte ilgili siyasi partilerin yerel liderlerin yönlendirici pozisyonda olduğunu da unutmamak gerekir. Açıkçası, bu hassas ‘kaymaların’ bir kez daha nüksetmesi demek, Ulusal İttifak’ın ülke siyasal tarihinde hükümeti kuramaması sonucunu doğuracağı ihtimalini kimse göz ardı etmiyor.

İktidarın geçen dört yıllık süre zarfında muhalefetin ortaya koyduğu reform/dönüşüm projeksiyonunu bir tür politik ilham olarak algıladığı ve somut politikalar evrilmesi niyetini hayata geçirdiği görülüyor. İktidarın böylesi pragmatik bir sürece imza atmasında ülke siyasi muhalefetinin giderek artan söylem ve etkileme gücü kadar, son iki yılda Ortadoğu’da neşet eden reformcu/özgürlükçü  çıkışların bir şekilde bölgede kendini ortaya koyabileceği kaygısının da yer tuttuğunu unutmamak gerekir. Bu bağlamda iktidar ne gibi reform/dönüşüme imza attığına baktığımızda karşımıza şu hususlar çıkıyor: a) Meriotokrasiyi öncelleyen bu politik tutumun iktidar çevrelerinde politik bir söyleme evrildiği 2009’dan itibaren görülmektedir; b) 1970’de kabul edilen üniversite yasasının değiştirilmesi; c) 1950’lilerden itibaren gündemde olan ISA yasasının güncellenmesi; d) Seçim Yasası’nda bazı değişiklikler; e) azınlıkların ekonomi, eğitim ve kültürel hakları noktasında girişimler; e) ‘sosyal devlet’ imajını inşaya matuf bir dizi girişimler... Tüm bunların ötesinde, Başbakan’ın tıpkı ülkenin ikinci başbakanı ve aynı zamanda babası olan Tun Razak’ın kalkınma odaklı politikalarına benzer açılımlarla halkın karşısına çıkması.

“İktidar karşısında nasıl bir muhalefet bulunuyor?” sorusu, Halk Cephesi’nin (PR) üç ana organına bakarak anlaşılabilir. Genelde uluslararası basında Enver İbrahim adı ve ardından “Temiz Toplum Hareketi” (Bersih) ile öne çıkan muhalefet nasıl bir siyasi yapılanma arz ediyor? Halkın Adaleti Partisi’nin (PKR) siyasi geçmişi, Enver İbrahim’in başına gelenlerle paralellik arz eder. Bu nedenle, bir anlamda İbrahim’in son on beş yılda yaşadıklarının PKR’ın varlığı üzerinde etkisi çok büyük. Bu çerçevede, 1999 yılında dönemin Maliye Bakanı Enver İbrahim’in çeşitli suçlamalarla UMNO’dan ve bakanlık görevinden uzaklaştırılarak mahkemede mahkum olması, neredeyse eleştirileri sistemin tamamına yönelten ve ülkede ‘reform’ olgusunun gündeme getirilmesine neden oldu. Bu oluşum, bir anlamda 1982 yılında Malezya Müslüman Gençlik Hareketi -ABIM’in (Angkatan Belia Islam Malaysia) liderliğinden UMNO saflarına katılarak ülkedeki pek çok çevreyi özellikle de İslamcı oluşumları şaşırtan gelişmeden sonra yaşanan en önemli değişimdi.

Öyle ki, ülkede İslamcı gençlik hareketinin ideologluğunu yapmış olan Enver İbrahim, 1998 ve sonrasındaki gelişmeler bağlamında yeniden bir siyasal ve toplumsal fenomen olarak ortaya çıktı. Bu bağlamda reform süreci, tüm farklılıklarına rağmen, toplumun etnik ve sınıfsal katmanlarının bu fenomen etrafında buluşması ve toparlanması olarak da okunabilir. Bu süreç hiç kuşku yok ki, Malezya politikasının ‘Enverli mi Enversiz mi’ evrileceğinin de ifadesi olacaktır aynı zamanda...  2008 seçimlerinde muhalefetin Malezya modern siyasal tarihine damgasını vuran parlamentoda üçte iki çoğunluk geleneğini bozmasının ardından yaşananlar, muhalefetin Enversiz var olamayacağını, iktidar merkezini tutan başta UMNO olmak üzere Ulusal Cephe’nin de Enver unsurunu yok sayamayacağının kanıtıydı. Geleneksel güç odaklarının sözcülerinin zaman zaman verdikleri demeçlerde neredeyse hedefteki tek ismin Enver olması da bu yaklaşımı destekleyen bir başka gelişme. Örneğin, Dr. Mahathir’in ‘Bersih’ gösterilerine atıfta bulunarak yaptığı bir açıklamada “Enver olmasa bu tür kitle gösterileri olmaz” şeklindeki vurgusu buna en açık örnek. Bu nedenle gerek muhalefet gerekse iktidar aygıtını elinde tutan güçler nezdinde Enver’in farklı bağlamlarda olmak şartıyla vazgeçilmesi mümkün olmayan bir yer tuttuğu kesin. İbrahim’in mahkum olduğu yıllarda eşi Dr. Wan Azizah tarafından kurulan ve gençlik yıllarından birlikte olduğu kadroların yanı sıra, ülkenin önemli entellektüel ve akademisyenlerinin de içinde yer aldığı siyasi çevrenin verdiği destekten oluştuğu görülür. PKR Malay ağırlıklı ve içinde Çin ve Hint kökenli siyasetçilerin de rol aldığı bir siyasi hareket görünümünde. Kuruluşundan bugüne kadar ülke siyasal yaşamında reform hatta ve hatta UMNO rejiminin değişimine işaret etmesiyle dikkat çekiyor.

Muhalefet kanadında önemli bir güce sahip olan bir diğer oluşum DAP. MCA’yın Çin haklarını koruyamamasından hareketle Çin azınlık içerisinde doğan DAP belli bölgelerde önemli oy potansiyeline sahip. Partinin ideolojik temellerinini Singapur’un kurucu babası Lee Kuan Yew’un ortaya koyduğu ve kuruluşundan itibaren siyasi egemenliğin ve meşruiyetin Malay Müslümanlar -ki bunu UMNO olarak anlamak isabetli olacaktır- üzerinden sürdürülmesi olgusuna eleştirel yaklaşan, bunun yerine modern ulus devlet bağlamında ‘Malezyalılık’ olgusuna vurgu yapan Malezya Malezyası (Malaysian Malaysia) fenomoni oluşturuyor. Singapur’un 1965 yılında ülkeden kopuşundan sonra, DAP Malezya siyasetinde bu siyasi hedefin takipçisi oldu ve bunu 2008 seçimlerinde Penang Adası’nda kazandığı başarıyla kanıtladı. DAP’ın güttüğü başat argüman, bağımsızlık öncesi ‘paylaşım’ temeline dayalı anlaşmaya değil, ülkede yaşayan her etnik unsuru öncelleyen bir duruşa dayanıyor. Bu noktada Ulusal Cephe ittifakında rol alan MCA’ya Çin haklarını koruma kollama’ noktasında zaafiyet gösterdiği olgusunu işleyerek Çin kökenli seçmenler üzerinde siyasi kazanım amacı taşıyor.

Halk Cephesi’nin üçüncü büyük ortağı konumundaki PAS’ın siyasi varlığı bağımsızlık öncesindeki sivil hareketlere dayanıyor. Bu bağlamda kuruluş sürecinde UMNO saflarında yer alan alimler çevresine mensup üyelerin bir bölümünün bu siyasi hareketten ayrılışıyla kuruldu. PAS’ın geçen on yıllar içerisinde Malezya siyasetinde kendine has bir yeri olduğu görülür. Özellikle ülkenin kuzey eyaletlerinde, yani Kelantan, Terengganu, Kedah, Perlis’de varlığı hissedilen ve İslamcı motiflerin güçlü bir şekilde kullanıldığı bu siyasi hareket gelenekselci bir çizgi takip etmesiyle dikkat çekiyor. Bu bağlamda, daha çok kırsaldaki seçmene hitap ettiği ileri sürülse de, son dönemde, üniversite çevreleri, profesyoneller arasında da varlık göstermeye başlamış ve bünyesine kattığı örneğin 1986-1997 yılları arasında UMNO saflarından Selangor Eyaleti Başbakanlığını yürütmüş Muhammed Taib gibi yeni yüzlerle bir tür iç dönüşüme konu olmaktadır. Bu yeni isimlerle ‘kırsaldaki geleneksel Müslümanların’ partisi olmaktan çıkıp, metropollerde diğer dinlerden ve ırklardan seçmenlere de yönelen bir ana akım siyasi parti imajı kazanmaya çalıştığı yorumları güçlü bir yer tutuyor. PAS’ın iç dönüşümü veya açılımının bir diğer göstergesi, ana akım medya editörlerinden A.Jalil Hamid’in ileri sürdüğü üzere geçen seçimlerde Selangor, Kedah, Negeri Sembilan, Perak gibi Malay Yarımadası’nın batı yakasındaki eyaletlerde varlık göstermesi kadar, 5 Mayıs’ta Cohor gibi özellikle UMNO’nun kalesi olarak bilinen Eyalet’e çıkarma yapmasıdır.

Bununla birlikte, seçimde muhalefeti zora sokacak zaafları neler olduğu sorusu da önemli. İlk etapta söylenecek husus, ittifak olgusu gündeme getirilse de bu birlikteliğin Ulusal Cephe gibi geçmişi bağımsızlık öncesine dayanan siyasi hareketi gibi güçlü bir yapılaşma sergilemediğidir. Bu nedenle, olası bir siyasi zafer sonrasında kimin başbakan olacağı, bakanlık dağılımı gibi kamuoyunun merak ettiği konularda herhangi bir açıklama yapılmaması ittifak güçlerinin bu konuları şimdilik gündeme getirmediği şeklinde yorumlanıyor. Öte yandan, DAP’ın önde gelen isimlerinden Karpal Singh’in Müslüman olmayan bir siyasetçisinin de başbakan olabileceği yönündeki açıklamaları; PAS’ın başbakanlığa parti lideri Hadi Awang’ı uygun görülmesi yönündeki talebi ittifakın başbakan adayı konusundaki sıkıntılarını ortaya koyan örnekler. Buna ilâve olarak her siyasi parti, özellikle kimi seçmen ölgelerinde tek aday belirleme noktasında zaafiyet yaşıyor. Bu iç çekişmenin kime yarayacağı ise malum...

Sıra şu soruya cevap vermeye geldi: “Seçim ertesinde neler olacak?” Bu seçimlerin ‘adil’ olup olmadığına bağlı olacak. Peki ‘adil’ olduğuna kim karar verecek? İşte zaten sorun da buradan zuhur ediyor. Seçim Komisyonu’nun muhalefetin 2008 yılından itibaren ‘reform’ talebine binaen bir dizi yeniliği gündeme getirdi. Ancak muhalefetin bundan tatmin olduğunu söylemek güç. Muhalefet bu noktada seçim komisyonunun ‘iktidarın’ bir aygıtı olmakla suçladığı biliniyor. Bu nedenle, muhalefetin seçim günü yapılacak bazı illegal girişimlere ve seçimi kaybetmeleri karşısında kitle gösterileri düzenleyeceği konusunda tehditvari açıklamaları basında önemli yer tutuyor. İktidar, güvenlik güçlerinin seçim günü ve sonuçların açıklanmasından sonra ‘görevini yapacağı’nı belirtmesi potansiyel bir toplumsal huzursuzluk kaynağı olduğuna kuşku yok. Her iki siyasi kanat tarafından bu potansiyel kaos ortamına ‘Ortadoğu referansı’ ile atıf yapılmasının tahmin edilebileceği üzere avantajları ve dezavantajları bulunuyor. Seçim sonuçlarına yönelik kaos söylemi sadece muhalefetin girişimiyle sınırlı değil. Kimi çevreler, Halk Cephesi’nin Parlamento’da sandalye çoğunluğunu elde etmesi halinde özellikle Ulusal Cephe’nin kimi oluşumlarının sokaklara çıkacağı da gündemde yer alıyor. Yani her halükârda güvenlik güçleri sürecin tam da ortasında olacak...  

Muhalefetin, 57 yıllık iktidar geleneğine nokta koyacak bir sonuç alması halinde bugüne kadar ikinci plânda kalmış, en azından gündeme getirilmesinden kaçınılmış ‘Başbakanlık’ konusu gündeme gelecek. Enver İbrahim’in en büyük aday olduğuna kuşku yok. Öte yandan, gerek Karpal Singh’in ‘Müslüman olmayan bir siyasetçinin de Başbakan olabileceği yönündeki görüşleri; PAS içinde Başkan Abdul Hadi Awang’ın Başbakanlık için en iyi aday olduğu yaklaşımı belki koalisyon partilerinin sempatizanlarına ‘mesaj’ niyetinden öte bir anlam ifade etmeyebilir. Hiç kuşku yok ki, iş Putrajaya’da siyasi güç paylaşımına geldiğinde her şey süt liman olmayacak...


25 Nisan 2013 Perşembe

Diskusi 502 Tahun Kesultanan dan Hari Pahlawan Lahirkan Rekomendasi ke Gubernur Aceh dan Dubes Turki

Mehmet Özay                                                                                                                       26 April 2013
Suasana Fokus Diskusi Grup dalam rangka Memperingati 502 Tahun Kesultanan Aceh Darussalam (1511-2013) dan Hari Pahlawan Aceh 23 April ke 140 (1873-2013), pada Hari Pahlawan Aceh ke 140 tahun, Selasa 23 April 2013, di Gedung Aceh Community Center (ACC) Sultan II Selim, Banda Aceh.
Diskusi terfokus tersebut dihadiri 39 orang, di antaranya: Prof Dr Yusny Saby mantan Rektor IAIN, Arkeolog Dr Husaini Ibrahim, Kepala Museum Aceh Nurdin AR, Kolektor Manuskrip Tarmizi A Hamid, Musisi Rafly Kande, Ayah Panton, Musisi Sarjev, Apa Gense, Kadisbudpar Aceh Adami Umar, Peneliti Manuskrip Hermansyah, Said Fauzan Disbudpar Banda Aceh, Antropolog Muhajir Al Fairusi, dan lain-lain. Acara ini dilaksanakan oleh Lembaga PuKAT (Pasat Kebudayaan Aceh dan Turki kerjasama dengan Managemen ACC Sultan II Selim, Banda Aceh.


Peradaban Dunia, Banda Aceh - Fokus Diskusi Grup dalam rangka Memperingati 502 tahun Kesultanan Aceh Darussalam (1511-2013) dan hari pahlawan Aceh 23 April ke 140 (1873-2013) berlangsung dan sehingga melahirkan beberapa rekomendasi.

Diskusi terfokus tersebut dihadiri 39 orang yang terdiri dari pakar, lembaga kebudayaan, media, dan pencinta sejarah. Acara ini berlangsung pada hari Pahlawan Aceh ke 140 tahun yang jatuh pada hari Selasa 23 April 2013 di Meeting Room Aceh Community Center (ACC) Sultan II Selim, Banda Aceh.

Acara dibuka oleh kolektor manuskrip Aceh, Tarmizi A Hamid, dengan mempresentasikan manuskrip hasil koleksinya. Menurutnya, manuskrip yang ada padanya sekarang merupakan kitab-kitab karangan ulama Aceh yang menjadi acuan kebijakan Kesultanan Aceh Darussalam.
Description: https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_ASaUG2agUpqJVwbBo_SyU2LinV9SO9enhcuiaXqcDPk3aEgKIo2x5RuSA7b4rEikcQFCl2A_yv9ugt24IgPyajSiQCGvp_abCXengjP5-ZxM6yq6l_4h-QnlpyFXypiSIplDNm-BgbtL/s320/PD2.JPG
Kolektor Manuskrip Aceh Tarmizi A Hamid (kanan, baju putih, saat menjelaskan tentang manuskrip. Di sebelahnya Muhajir Al Fairusi.
“Manuskrip merupakan peninggalan para ulama besar yang harus dikaji oleh para ahli supaya generasi muda bisa memahaminya. Manuskrip merupakan warisan peradaban yang sangat mahal. Ini merupakan karya para ulama dari segala aspek keilmuan. Diskusi ini dibuat dengan orang-orang yang sangat memperhatikan manuskrip terutama yang berisi sejarah agar kita tahu bagaimana kebudayaan Aceh yang sesungguhnya,” kata Tarmizi.

Seorang peserta yang merupakan pemerhati sejarah dari Kampung Pande, Adian Yahya, menyatakan ketidaksetujuan tentang angka tahun kesultanan. Menurut Ardian, kesultanan Aceh Darussalam hampir seribu tahun, bukan 502.

Kepala Museum Aceh Nurdin AR menganjurkan acara serupa dilakasanakan sebulan sekali. Ia  menjelaskan bahwa kenapa tahun ini Kesultanan Aceh Darussalam berusia 502 tahun.

“Kalau 502 tahun pada 2013 berarti dihitung saat Malaka jatuh ke Portugis, dan Sultan Ali Mughayatsyah menyatukan beberapa kerajaan menjadi Kesultanan Aceh Darussalam. Saat itulah potensi di Malaka berpindah ke Badar Aceh Darussalam sehingga menjadi menjadi pusat peradaban Islam terbesar di Asia Tenggara. Tergantung dari mana diambil, ini harus disepakati,” kata Nurdin.

Peserta diskusi Arkeolog dari Unsyiah Dr Husaini Ibrahim, mengatakan, tahun 1981 diadakan seminar yang menghasilkan keputusan dalam satu buku yang menegaskan Aceh hampir seribu tahun.

“Kalau hampir seribu tahun, berarti diambil dari penetapan Sultan Johansyah. Di sana disebutkan temuan baru bahwa ketika di Aceh ada sebuah dinasti Hindu-budha, ada sekelompok pelarian dari Arabia Selatan datang mengislamkan seorang raja di Aceh, itu ditulis sekitar bab ke enam. Jika sekarang disebutkan Aceh Darussalam berusia 502 tahun, itu sah-sah saja, karena setiap generasi berhak menulis sejarahnya sendiri,” kata Husaini.

Menurutnya, batu nisan menjadi sumber sejarah yang primer. Selama ini, kata dia, sejarah yang ditulis tanpa memakai metode sejarah kritis sehingga tak sesuai dengan data. Dalam penulisan sejarah, katanya, harus pakai metode sejarah kritis.

“Sumber sejarah primer seperti batu nisan dan manuskrip harus dipelihara dengan baik. Harus adalah seminar yang besar agar sumua itu terungkap dengan jelas, mengingat, Aceh sebagai sebuah kerajaan punya landasan yang besar,” kata Husaini.

Guru Besar IAIN Prof Yusny Saby, mengatakan, kebanyakan orang Aceh berasal dari Persia, Semenanjung Hindia, dan Champa.

“Sarjana besar muslim kebanyakan dari Persia. Tradisi kuburan dan nisan di Aceh, besar pengaruh Persia,” kata Profesor mantan rektor IAIN yang merupakan peserta diskusi.

Kepala Dinas Kebudayaan Dan Pariwisata Aceh Adami Umar yang hadir sebagai peserta, mengatakan, manuskrip adalah warisan intelektual yang hanya dapat dihargai oleh intelektual juga. Ia menginginkan diskusi terarah seperti yang berlangsung hari itu terus dilaksanakan.

Seorang pegiat adat Zulfadli Kawom yang menghadiri acara itu menginginkan isi sejarah, adat, dan kebudayaan supaya dipraktikkan oleh penjabat-penjabat agar bisa diperintahkan kepada rakyat. Dengan mempraktikkan kembali, kata Zulfadli, kebudayaan Aceh dapat lestari.

Pemerhati sejarah dari Pidie, Teuku Abu Bakar Assajawy, dalam acara tersebut menginginkan supaya ada rekomendasi kepada gubernur dari diskusi hari itu agar ada tindak lanjutnya.

Dalam diskusi yang berlangsung dua jam lebih tersebut, seorang pemerhati penulisan Aceh, Ayah Panton, menginginkan supaya diskusi dilaksanakan dengan waktu cukup serta membahas sebuah tema sampai selesai. Walaupun, kata dia, acara tersebut butuh waktu berhari-hari.

“Para akademisi harus meneliti. Pemerintah harus membangun sebuah museum khusus untuk menyimpan manuskrip koleksi Tarmizi A Hamid,” kata Ayah Panton.

Seorang pegiat seni, Ayi Sarjev, mengharapkan agar di diskusi selanjutnya, para hadirin memberikan ide-idenya, jangan hanya duduk dan dengar saja.

“Saya lihat diskusi ini dihadiri oleh para tokoh besar dan pengambil kebijakan, kita harus sampaikan semua ide-ide. Pendidikan sejarah dan budaya harus diterapkan di sekolah-sekolah mulai dari sejak usia dini. Dan saya harap pemerintah segera bertindak mengklaim produk Aceh dengan hak paten,” kata Sarjev.

Pemerhati sejarah asal Tamiang yang menghadiri acara, Darmansyah, menginginkan supaya penulis Aceh menulis sumber sejarahnya. Aceh, kata dia, dari dulu punya sejarah.

“Saya sudah temukan bukti sejarah Aceh ada di Kedah, Serawak Malaysia serta di Musol, Iran. Sultan Malikussaleh telah berhasil menyatukan Sunni dan Syiah di Aceh. Sekarang, pemerintah harus membuat jembatan kebudayan, yaitu bahasa. Dan, jangan lagi para penghuni wilayah ini saling mengklaim dengan masing-masing berkata, ‘aku lebih tua.’ Jangan lagi,” kata Darmansyah.

Pegiat Syariat Islam yang hadir, Teuku Zulkhairi, menginginkan supaya dalam mengambil kebijakannya, pemerintah harus merujuk pada sejarah tentang yang terjadi zaman ini.

Ketua Dewan Perwakilan Rakyat (DPR) Kota Banda Aceh, Yudi Kurnia, mengatakan, perlu dilaksanakan diskusi berkala, dengan tema khusus. Lalu, kata dia, dibagi kelompok kecil, masing-asing kelompok melakukan bagiannya.

“Setelahnya hasil itu dibawa kembali dalam forum untuk direkomendasikan kepada pemerintah. Harus merekomendasikan hasil diskusi kepada pemerintah,” kata Yudi yang hadir sebagai peserta. 
Description: https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh68u5vjP5uIHHLmEhvuEOc69Pb0_f5wWU3t-bh4cTirSeR_yc859tQ8b30LunC5C0CiUk8qaheIfS9XbVk5zgBs4bB1zIqyMLXSApWQ_d-rSZW1Ud8iF_e7MR4rQtYFZWdzOP02C9AmvjR/s320/PD1.JPG
Suasana setelah diskuisi. Tampak (dari kanan) Kepala Disbudpar Aceh Adami Umar, Peneliti Manuskrip Hermansyah, Prof Dr Yusny Saby Mantan Rektor IAIN Banda Aceh, Pemerhati Bahasa Aceh Ayah Panton, dan jurnalis Suryadi. Mereka tertawa riang saling bercerita dan mendengar anekdot setelah melalui Fokus Diskusi Grup yang kritis.
Setelah diskusi selesai, ketua Lembaga Swadaya Masyarakat (LSM) Pusat Kebudayaan Aceh dan Turki (PuKAT), Thayeb Loh Angen, mengatakan bahwa untuk menanggapi saran-saran peserta, pihaknya segera membuat rekomendasi.

“Hasil diskusi ini segera kami tulis dengan baik. Kita sesuaikan lagi dengan beberapa peserta kunci, lalu kita kirim ke semua peserta yang hadir dalam Fokus Diskusi Grup. Setelahnya kita serahkan kepada Gubernur Aceh dan DPR Aceh, Walikota dan DPRK Banda Aceh, serta ke Kedutaan Besar Turki di Jakarta,” kata Thayeb sebagai ketua panitia.

Dalam acara ini, penyair senior LK Ara membaca puisi tentang makam ulama besar Aceh yang makamnya di Malaka Syamsuddin As Sumatrani, Rafly Kande menyanyikan lagu berjudul ‘Puleh.’

Acara tersebut dihadiri kalangan muda Vena Juliana dan Mutia Agustina dari Lembaga Rangkang Sastra Bireuen. Keduanya adalah peserta termuda dari kalangan mahasiswa yang tertarik tentang sejarah, datang dari Bireuen khusus untuk mengikuti diskusi tersebut. Mereka tiba tepat ketika diskusi dimulai. Setelahnya kedua gadis itu kembali ke Bireuen.

Setelah Fokus Diskusi Grup tersebut selesai, peserta memberikan saran-saran tentang isi dan bentuk acara di waktu ke depan kepada panitia. Dalam melangsungkan acara ini, PuKAT bekerja sama dengan managemen Aceh Community Center Sultan II Selim, Banda Aceh. LSM Kebudayaan Aceh dan Turki ini menjadwalkan acara serupa dilaksanakan sebulan sekali dengan tema berbeda dalam tingkatan yang sama.


http://www.peradabandunia.com/2013/04/diskusi-502-tahun-kesultanan-dan-hari.html

24 Nisan 2013 Çarşamba

Açe-Türk Kültür Derneği’nden (PuKAT) Açe Darüsselam Sultanlığı’nın 502. Kuruluş Yıldönümü Toplantısı


Mehmet Özay   
                                                                                                               
Türk-Açe Kültür Derneği bir başka deyişle Endonezyaca ifade edersek “Pusat Kebudayaan Aceh-Turk” (PuKAT) bir süredir sürdürdüğü faaliyetlerine Banda Açe Sulten II. Selim Toplum Merkezi’ndeki seminerle farklı bir boyuta taşıdı.

Açe Darüsselam Sultanlığı’nın kuruluşunun 502. Yıldönümü vesilesiyle tarihi bilincin geliştirilmesi bağlamında toplumun çeşitli kesimleriyle etkileşimi öne çıkarmayı hedefleyen çalışmaların ilki 23 Nisan 2013 Salı günü öğleden sonra gerçekleştirildi. Etkinliğe konuşmacı olarak Açe’nin önde gelen el yazma kolleksiyonerlerinden Tarmizi Hamid ve kültürolog Barlian AW davet edildi. 

Ayrıca,  PuKAT’ın Açe kültür dünyasının önde gelen ilgili kesimleri arasında dayanışma, etkileşim ve birlikteliği öne çıkarmayı hedefleyen bu etkinliklerine sınırlı sayıda katılımcı davet ediliyor. Bu çerçevede, söz konusu etkinliğe IAIN AR-Raniry eski rektörü Prof. Dr. Yusny Saby, Şah Kuala Üniversitesi Öğretim Üyesi ve arkeolog Dr. Husseyni Ibrahim, Açe Müzesi Müdürü Nurdin Ar, Açe Eyaleti Kültür Müdürü Zulkarneyn, Ayah Panton, Herman Khan, Thayeb Loh Angen gibi kültür adamı, akademisyen ve ilgili müdürlüklerden yetkililerin katılımlarının yanı sıra, genç entellektüel ve gazetecilerin varlığı üst düzey etkileşimin doğmasına vesile oldu.

PuKAT kültür, tarih, sanat alanlarında önemli isimleri biraraya getirmeyi ve bu anlamda geniş katılımcı sivil bir inisiyatifin ortaya çıkmasını hedefleyen PuKAT’ın programları şimdilik ayda bir kez olmak üzere hayata geçirilecek. Bu programların, Sultan II. Selim Toplum Merkezi’nin katkılarıyla gerçekleştirilecek.
 

23 Nisan 2013 Salı

Maleyza’da Yüzyılın Seçimi (II)


Mehmet Özay                                                                                                                  18 Nisan 2013

5 Mayıs seçimlerine kısa bir süre kala Malezya’da sinirler tam anlamıyla giderek geriliyor. Gelişmeler üzerinde durmadan önce bu coğrafyaya yabancı olanlara seçimde yarışacak siyasi oluşumlara dair kısa bir bilgi verelim. Çünkü Malezya’da siyasi partiler değil, koalisyon blokları yarışıyor. İlki, 57 yıldır iktidardaki Ulusal Cephe koalisyonu, ki bünyesinde toplam 13 partiyi barındırmakla birlikte, üç önemli etnik parti Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (United Malay National Organization-UMNO), Malaya Çin Birliği (Malaya Chinese Association-MCA) ve Malaya Hint Kongresi (Malaya Indian Congress-MIC)- bu kompozisyonda en önemli yeri işgal ediyor. Muhalefet ise Dr. Wan Azizah’ın başkanı olduğu Halkın Adaleti Partisi (Partai Keadilan Rakyat-PKR), Demokratik Eylem Partisi (DAP) ve Malezya İslam Partisi (PAS). Ancak muhalefet dendiğinde gözler, hem PKR hem de Halkın Cephesi’nin de facto lideri konumundaki  Enver İbrahim’e odaklanıyor... Halkın Cephesi’nin bu üç partiden ibaret olmadığını, bazı siyasi oluşumları da bünyesinde barındırdığını ifade edelim.

Çok etnikli toplum yapısına sahip Malezya’da siyasi partilerin seçmen kitlesinin belirlenmesinde sadece etnik unsurlar rol oynamıyor. Dini, ırksal ayrımlar kadar, şehir-kır ayrımının da siyasi partilerin yapılanmalarında ve hedeflerinde belirleyici kuşkusuz ki. Çok güçlü bağlarla birbirine bağlı olduğu izlenimi vermese de genel itibarıyla sınıfsal ilişkilerin, göçmenlerin de rolü yadsınamaz.

Siyasi partiler, daha doğrusu yukarıda zikredilen iki ‘cephe’, Federal Parlamento’daki 222 sandayle için yarışacak. İki farklı coğrafyada, yani Malay Yarımadası’ndaki dokuz Eyalet’ten toplam 165, Borneo Adası’ndaki iki  Eyalet’ten ise 57 milletvekili seçilecek. Bu iki coğrafya birbirinden mekânsal anlamda uzak olmakla kalmıyor, sosyo-kültürel ve etnik farklılıklarıyla da dikkat çekiyor. Belki de bu yönüyle 2008 seçimlerinde olduğu gibi 5 Mayıs seçimlerinde de büyük ölçüde belirleyici olacağına kesin gözüyle bakılıyor. Yarımada’da toplam 165 sandalyenin hemen hemen eşit oranda paylaşılacağı ve bu nedenle seçimde  hangi blogun zafere ulaşacağında, bir kez daha Sabah ve Saravak’daki seçmenlerin kararları belirleyici olacak. Yeri gelmişken belirtelim, bu nedenledir ki, Şubat/Mart ayında Sulu Sultanlığı’na mensup grubun çıkartma yapması her iki siyasal yapı tarafından doğrudan seçimle irtibatlandırılmış ve yaşanan gelişmelerden birbirini suçlamaya kadar gitmişti. Bu bölgenin Filipinlerin güneyinden yüzbinlerce göçmene ev sahipliği yapması; göçmen yasası, vatandaşlık hakları vb. konuların sürgit popülaritesini koruduğu; üstüne üstlük ülke güvenliği gibi hassas bir noktada nelerin yapılıp nelerin yapılmadığı da şu veya bu şekilde seçimlerde karşılık bulacaktır.

Önceki birkaç seçimle ilgili sonuçlar çerçevesinde olan bitene kısaca bakmakta fayda var. 1980’li yılların ikinci yarısında yaşanan olağanüstü gelişmeler sonrasında 1990’da yapılan seçimlerde o dönemki muhalefet oluşumu %46.6 oy almıştı. 2008 yılında yapılan en son seçim de ise, son on yılın siyasi ve toplumsal değişimlerine paralel olarak ortaya çıkan yeni muhalefet oluşumu benzer bir oya ulaşarak (%46.41) mevcut köklü sistemin organlarında neredeyse tam bir şok etkisi yaptı. Bu seçimler, aynı zamanda ülkede iki parti sisteminin pratikte uygulamaya geçirildiğinin de en güçlü kanıtıydı. Yarımada’da %51’e karşı %49’la Ulusal Cephe’nin önüne geçme başarısı göstermiş olan Halk Cephesi yani muhalefe, Borneo Adası’ndan gelen sonuçlarla bir anlamda hüsrana uğradı. Öte yandan, 2010 yılında Saravak’da yapılan Eyalet Parlamentosu seçimlerinde muhalefetin bir çıkış gösterdiği gözleniyordu. 71 sandalyeli parlamentoda dağılım, Ulusal Cephe koalisyonuna mensup partilerin 55, Halkın Cephesi ittifakındaki DAP 12 ve PKR 3 milletvekili çıkarmasıyla sonuçlanmıştı. Bu nedenle 5 Mayıs seçimlerine hazırlık sürecinde muhalefetin bu iki Eyalet’e yönelik çalışmaları dikkat çekiyordu. Öte yandan, Ulusal Cephe özellikle de UMNO, muhalefete kaptırdığı ülkenin en gelişmiş Eyaleti Selangor’u ve Çin kökenli seçmenin çoğunlukta olduğu Penang Adası’nı ve PAS’ın silip süpürdüğü Kelantan’da halkın ‘ilgisini’ çekme uğraşı veriyordu.

Muhalefetin ‘Şimdi Değişim Zamanı’ söylemine karşılık, iktidar aygıtını elinde tutan Ulusal Cephe aradan geçen beş yıllık, özellik de Başbakan Necib dört yıllık yönetimi sürecinde 2008’de ‘niçin kaybedildiğinin’ hesabını iyi yaptığını ve şimdi sıranın kaybedilen oyları geri almak olduğunu ifade ediyor. Bunun bir açılımı olarak da, iktidar muhalefetin dillendirmede öncüsü olduğu ‘değişim olgusunu’ son birkaç yılda ‘içerden’, yani hükümet politikalarıyla gerçekleştirmekte olduklarını bunun adını da ‘transformation’ koyduklarını söylüyor. Bu ‘büyülü’ sözcük, aynı zamanda Ulusal Cephe’yle bütünleştirilerek ‘Dönüşüm Cephesi’ (Barisan Transformasi) olarak da popülerlik kazandırılıyor. Bu dönüşüm bürokrasiden eğitime, ekonomik kalkınmadan seçim yasasına ve sivil haklara kadar değişik açılımlar sergiliyor. Bu süreçten, siyasal yapılanmalar da payını alıyor elbette. Bu dönüşümün siyasetteki göstergesi iktidarı elinde tutan Ulusal Cephe koalisyonunun yeni yüzlerle seçime gireceğini ilân etmesi oldu. Bu noktada uzun yıllar UMNO, ve bazı ittifak partilerine mensup ve uzun yıllar siyaset yapmış olan Seyid Ahmet Albar, Rafidah Aziz,  Koh Tsu Koon, Peter Chin Fah Kui Ng Yen Yen, Rais Yatim vd. bir daha seçime girmeyecekler. Bu süreçte, 2008 seçimleri sonrası kaybedilen Selangor, Penang ve Kedah Eyaletleri’nde aday belirleme süreci hummalı geçti. Geçen gün açıklanan aday listelerine bakıldığında Selangor’da %80, Penang’da %62, Kedah’da %50 yeni ve genç adayların bulunduğu dikkat çekiyordu.

Değişimin kaçınılmazlığı, muhalefetin gündeme getirmesiyle ilintili bir yanı var kuşkusuz ki. Bununla birlikte, iktidar odaklarının özellikle başta Başbakan Necib ve Başbakan Yardımcısı ve Milli Eğitim Bakanı Muhyiddin Yasin olmak üzere UMNO üst düzey kadrolarının “Geçmişte halk rahatlıkla bizi seçiyordu. Ancak zaman değişti. Halkın beklentileri farklı...” (New Straits Times, 4 Haziran 2012) yolundaki açıklamaları bir şeylerin ciddi bir şekilde fark edildiğini ortaya koyuyor.

Bu çerçevede UMNO kadrolarınca, özellikle Malay seçmenlere yönelik olarak kurulu düzenin korunması -konularına bağlı olarak- çağrısı açık ve gizli bir şekilde dile getiriliyor. Bu noktada bir yandan Enver İbrahim’in şahsiyetine ve hükümette görev yaptığı yıllardaki icraatlarına; öte yandan PKR’ın, Çin milliyetçiliği yaptığı iddia edilen DAP gibi bir etnik partiyle ve de İslam’ın sözcülüğünü yaptığı iddiasındaki ancak ‘hakiki İslam’ı’ ortaya koymadığı eleştirilerine hedef olan PAS’a yükleniliyor. Bu noktada UMNO’nun konumu anlaşılabilir. Çünkü daha ülkeyi bağımsızlığa götüren süreçte oynadığı rolle, içinde yer aldığı Ulusal Cephe ittifakında başat bir konumda oluşu, ipleri elinde tutuşu, ülkedeki diğer siyasi partiler ve hareketler üzerinde hiç de azımsanmayacak bir nüfuzu olduğunu gösteriyor. Öyle ki, içinde barındırdığı çeşitli toplum kesimlerinden örneğin, dindar/seküler/milliyetçi Malaylarla bir anlamda ‘Malay ruhunun’ temsilcisi konumunda. Bu yapının bir yanda artık sembolik bir değerden öteye anlam ifade etmeyen Sultanlık/monarşi, öte yandan içinden çıktığı toplum kesimleri, yani öğretmen/orta alt sınıf/kırsal Müslüman Malay çevreleri ile ilişkileri halen güçlü. Bu nedenledir ki, hem elitte hem de vasatta destek buluyor. Bununla birlikte, bugüne kadar yapılan seçimlerde oy deposu olarak dikkat çeken kırsal kesimde, özellikle de Yarımada’da Cohor, Pahang, Borneo Adası’nda da Sabah ve Saravak dikkat çekici. Bu eyaletlerdeki FELDA adı verilen tarımsal üretim çiftliklerindeki kitlelerin politik desteği kayda değer. Tarihsel kökleri, ülke dizaynındaki rolü ile toplumun neredeyse kılcal damarlarına kadar nüfuz eden güçlü bir statüko...

Modern zamanlarda Müslüman Malayların hamisi rolünü üstlenmiş olan UMNO, Malay seçmenleri ellerindeki ‘fırsatları’ yitirmemelerini hatırlatarak, var olan yapının işlerliğini tehlikeye sokacak maceralardan sakınılmasını salık veriyor. Ülkeyi yöneten UMNO lider kadrosunun özellikle muhalefet partilerinin yönlendirmesiyle toplumda anlam bulan ‘değişim’ olgusuna sahiplenmesi, bir açıdan ‘iktidar’ adına kazanım olarak değerlendirilebilir. Ancak muhalefet ile iktidarın ‘değişim’ olgusuna farklı anlamlar yüklemeleri nedeniyledir ki, seçim arefesinde taraflar arasında önemli bir rekabet dikkat çekiyor.

Meseleye bu vecheden bakıldığında ‘her şey Malaylar için’ görüntüsü karşısında ‘ortada bir ‘sorun yok’ denilebilir. Kimi gözlemcilerin dile getirdiği üzere UMNO sahip olduğu ‘güçten’ belki de ‘aşırı güçten’ neşet eden bir baskı altında. Bir de unutulmaması gereken bir yön var ki, o da dönüp tarihe bakmayı gerektiriyor. Bağımsızlık öncesi hazırlıklarda İngilizlerle yapılan görüşmelerde neler konuşulduğu, UMNO üzerinden Malaya topraklarında nasıl bir modelin arzu edildiği konusu üzerinde durmak bu yazının boyutlarını aşacağından burada değinmeyeceğiz.

Muhalefetin bir alternatif olarak ortaya çıkışında farklı dinamikler rol oynuyor. Muhalefet ‘kırsal’ gerçeğini göz ardı etmemekle birlikte, yönelimi alternatif eğilimleri içinde barındıran şehirli kitleler. Bu noktada, UMNO’nun kurduğu sisteme müdahale anlamında sanal alemi kullanması yerli ve yabancı pek çok gözlemci tarafından başarıyı getiren önemli bir faktör olarak sunuluyor.

Bu noktada federal seçim bölgesi başkent Kuala Lumpur’da 2008 seçimlerinde UMNO toplam 11 seçim bölgesinden sadece bir sandayle kazanırken, diğer 10 sandelye muhalefet partilerince kazanılmış olması ne demek istediğimizi açıkça ortaya koymaktadır. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, UMNO metropellerde tutunabilecek seçmen kitlesi bulmakta zorlanıyor. Bunun nedeni, yüksek öğrenim görmüş orta sınıf Malayların farklı siyasi yelpazeye, yani Enver İbrahim hareketine yönelmeleri. Bu noktada sadece üniversite mezunu olmaklığın getirdiği bir farklılaşmadan söz etmek mümkün değil. Ancak eğitimli olmanın sağladığı avantajlarla hayatın farklı anlamlandırma farklı talepler gündeme getirme ‘kabiliyetine’ sahip -en azından böyle olduğu varsayılan- bu kitleler kökleşmiş nizama yönelik eleştirel yaklaşımlar sergilemekte daha ‘mahir’ konumdalar.

Muhalefet kanadı, yani Halk Cephesi (Pakatan Rakyat-PR) ise 5 Mayıs’ı seçimlerini 2008’in devamı ve hatta 57 yıllık iktidara sona erdirecek nihai hamle olarak telakki ediyor. Muhalefet 2008’de, beş eyaleti yönetme hakkı kazandığı gibi, Federal Parlamento’da da Ulusal Cephe’nin (Barisan Nasional-BN) geleneksel üçte iki çoğunluk egemenliğini sona erdirmişti. Tabii bu noktada mücadelenin UMNO-Enver İbrahim arasında bir ‘husumet’ olmadığı; Ulusal Cephe ve Halk Cephesini teşkil eden Malay partilerin dışındaki Çin ve Hint azınlığın ‘çıkarlarına’ hitap eden ‘etnik temelli’ partilerin kendi aralarındaki yarışın da gözlerden uzak tutulmaması gerekiyor.

Tüm bu süreçler bize eğitimden  şeffaf yönetime, basın özgürlüğünden eşit vatandaşlığa kadar uzanan pek çok dini/ekonomik/siyasi haklar muvacehesinde bir hesaplaşma olduğu yönünde fikir veriyor. Bu nedenledir ki, seçim sonuçlarını belirlemede salt bir tek faktörün değil, çoğul faktörlerin devrede olduğunu tüm gözlemciler ifade ediyor. Elbette politikacılar da bunun farkında... Bu sebepledir ki, Başbakan Necip geçenlerde yaptığı bir konuşmada “Aynı hataları tekrarlamayacağız” derken, buna vurgu yapıyordu herhalde. Yani, aralarında her etnik toplumsal kesimden gençlerin, kadınların, yoksulların vb. bulunduğu çok çeşitli toplum katmanlarından gelen tepkilere ‘elitist’ yaklaşımının ‘lüks olduğu’, böyle devam etmesi halinde Ulusal Cephe’nin bu kez iktidarı kaybedebileceği öngörüsünü açık yüreklilikle dile getiriyordu. İşte bu nedenledir ki, önceki yazılarımızda Başbakan Necib’i ‘Halkçı Necib’ olarak adlandırmayı uygun bulmuştuk. Başbakan’ın bu söylemi ve imkânları pratikte var etme kabiliyeti bize ülkenin ikinci başbakanı ve babası Razak’ı hatırlatıyor. Veya Necib’in son yıllarda yaşanan krizler nedeniyle geçmişe dönüp acaba ülkenin kurucu figürleri ne tür çözümler bulmuşlardı sorusunu kendisine sorup, babasının halkla içiçe oluşunu daha güçlü bir şekilde algılamış olmalı.

Tabii dikkatli okuyucular ‘içerden’ yapılan bu eleştirilerin bir anlamda muhalefetin hangi konular üzerinden iktidara yüklendiğini de fark edeceklerdir. Bu süreç, söz konusu toplum kesimlerinin önceliklerini karşılama noktasında siyasetçiler arasında bir ‘yarışa’ da konu oluyor. Gerek aylar öncesinden başlayan gayri resmi, gerekse bugünlerde hız kazanmış olan resmen ilân edilen seçim çalışmalarında her parti farklı seçmen kitlesinin taleplerine yönelik vaadlerle meydanları dolduruyor. Ancak burada nasıl bir politik eğilim sergileyecekleri kestirilemeyen özellikle 2.3 milyon genç seçmen kitlesi ile, şehirli orta sınıf Müslüman Malaylar ile Çinli seçmen önemli bir yer tutuyor. Bu kitleler ekonomik ‘refahlarının’, şehirli olmanın getirdiği avantajları ve yeni talepleri dillendirmede yukarıda zikredilen toplum kesimlerinden ayrılıyorlar. Gençlerin ülke geleceğini ne yönde belirleyeceğini hep birlikte göreceğiz.

www.dunyabulteni.net/?aType=haber...256591

20 Nisan 2013 Cumartesi

Malezya’da Yüzyılın Seçimi (I)


Mehmet Özay                                                                                                                  15 Nisan 2013

Malezya, yüzyılın seçimine hazırlanıyor. Aslında bu hazırlığın, 2008 yılındaki seçimlerin hemen ardından başladığını, iktidar ve muhalefet partilerince reform/değişim çağrıları ile bugüne değin şu veya bu şekilde sürekli gündemde yer aldığını ileri sürmek mümkün. Eyalet ve Federal Parlamento milletvekillerinin belirleneceği 13. Genel Seçimler 5 Mayıs 2013 Pazar günü yapılacak. Bu seçim, hem iktidar hem muhalefet sözcülerinin sürekli dillendirdikleri şekilde ülke modern siyasi tarihinin en önemli siyasi gelişmesine kapı aralayacak boyutta. Bu nedenle, seçim sonuçlarının netlik kazanacağı 6 Mayıs günü iktidar aygıtı hangi siyasal eğilimin eline geçerse geçsin Malezya’da ortaya çıkacak siyasal tablo bir dönemin bitişi yeni bir dönemin başlangıcı olacak. Güneydoğu Asya kalkınmacı ekolün önde gelen ülkelerinden biri olan Malezya’da olası bir değişim nedeniyle, sadece bölge nüfusunun yarısını teşkil eden Malay dünyasında değil, ASEAN ve genel itibarıyla dünyanın önemli güç merkezlerince yakından takip edilen bir seçim hüviyetinde. Bu nedenle bu seçim, Malezya’da ‘Yüzyılın Seçimi’ olmayı hak ediyor.

Malezya siyaset haritasında hangi politik unsurların yer aldığı yapılacak seçimde ne tür ittifakların gündeme getirileceğinde de belirleyici olacak. Bu çerçevede Ulusal Cephe (Barisan Nassional-BN) adıyla anılan ve içinde ülkenin en köklü Malay siyasi partisi Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO), Çin azınlığı temsil makamındaki Malaya Çin Birliği (MCA) ve Hint azınlığı temsil eden Malaya Hint Topluluğu (MIC) yer alıyor. Ulusal Cephe bununla mı sınırlı? Hayır, değil elbette. Bu ortaklığın diğer on küçük siyasi oluşumu da bünyesinde barındırıyor. Bunlar arasında Çin ve Hint kökenli ancak yukarıdaki ana akım siyasi yapılanmanın dışında kalmayı tercih eden unsurlar kadar, özellikle Sabah ve Saravak’daki Dayak, Iban vb. Borneo Adası yerlilerinin siyasi uzantıları ile Yarımada’da çeşitli siyasi ekollere mensup Çin ve Hint azınlıklara hitap eden siyasi oluşumlar. Bu çerçevede Ulusal Cephe toplam 13 partiden oluşan bir ittifak gücü.

5 Mayıs seçimleri, UMNO önderliğindeki Ulusal Cephe ittifakının yeniden toparlanma çabasının başarıyla gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğinin de sınanacağı bir seçim olacak. Kimi çevrelerce 2008’desi siyasal gelişmelerde yaşanan tsunamiye kurban gittiği ifade edilen UMNO, bir anlamda yeniden yapılanma süreci olarak geçen Başbakan Necib liderliğindeki son dört yıllık süre zarfında, sadece Malay seçmen kitlesine yönelik açılımlar değil, muhalefete yönelmiş ve ‘kayıp’ addedilen Çin oylarının yeniden kazanılması konusundaki çabalar da büyük önem taşıyordu. Bu süreç, ekonomik çıkarların yanı sıra, eğitim alt yapısı ve olanaklarının yeniden gözden geçirildiği bir etkileşime konu oldu. Çin okullarına devlet desteği, bu okullarda Malayca eğitimin yeniden yapılandırılması vb. süreçte üzerinde durulan önemli konulardı. 5 Mayıs seçimleri sadece Ulusal Cephe koalisyonunun kaderini değil, Başbakan Necib’in de siyasi  geleceğini etkileyecek. Bu noktada siyasal gözlemciler üçte iki çoğunluğun sağlanamaması halinde Necib’in, tıpkı selefi Abdullah Badawi gibi hem başbakanlığı ve UMNO liderliğini kaybedebileceğini ileri sürüyorlar. Bu çevreler yorumlarına, ‘İşte bunun farkında olması dolayısıyladır ki, Başbakan Necib, var olan tüm imkânları harekete geçirerek seçimden hem kendisinin hem de Ulusal Cephe’nin başarısını oluşturacak bir sonuç alma hedefiyle hummalı bir çaba içerisinde’ şeklinde devam ediyorlar.

Malezya siyasetinde muhalefet olgusu nedir? Kısaca bu hususa değinelim. Muhalefet derken, tıpkı Ulusal Cephe ittifakına benzer bir ittifak blogunun varlığı dikkat çekiyor. Bu noktada Kalkınma ve Adalet Partisi (PKR), Malezya İslam Partisi (PAS) ve Demokratik Eylem Partisi (DAP) ittifakı ve bu ittifaka destek veren örneğin Sabah ve Saravak gibi eyaletlerdeki azınlık etnik gruplarının temsilcisi konumundaki görece az nüfuza sahip siyasi oluşumlar. Halk Cephesi (Pakatan Rakyat) adıyla da anılan bu muhalefet blogu, ülkede 55 yıldır iktidarı elinde tutan Ulusal Cephe’nin siyasi varlığı karşısında varlık göstermenin ötesinde ülkede iktidara talip. Değişim (ubah) ve dönüşüm sloganını seslendiren ittifakın oluşumunda “Enver İbrahim faktörü”nün başat rol oynadığı ve bu anlamda açıkça ifade edilmese de de facto lideri olduğu ayan beyan ortada. Hiç kuşku yok ki, Enver İbrahim, ittifakın kurucu figürü olmasıyla modern Malezya siyasetine farklı bir ‘ton’ taşıyan kişi olarak tarihe geçecektir. İbrahim’in bu girişimi, bağımsızlık öncesinde İngilizlerin ülkedeki etnik yapıların birlikteliğini öngören yaklaşımı sonrası ortaya çıkan Ulusal Cephe’nin bir benzerinin siyaset sahnesine taşınması anlamı taşıyor. İbrahim, söz konusu ittifak girişimini gündeme getirdiğinde son derece pragmatik bir gerekçeden hareket ediyordu. O da, PAS ve DAP tek başlarına seçimlerde özellikle de Federal Parlamento’da temsil kabiliyetlerinin olamayacağı gerçeğiydi. Bu ittifakın bir yanında her ne kadar etnik ayrıma dayalı olmadığını ilân etmiş olsa da, Çin kökenli siyasetçilerin hakimiyetinin gözlendiği DAP, öte yanda geleneksel Malay Müslümanlığının temsilcisi konumundaki PAS’ın yer aldığı dikkate alındığında teoride ve de pratikte biraraya gelmesi pek de mümkün görülmeyen siyasi hareketleri birleştiren ‘siyasi akıl’ Enver İbrahim’dir.

Seçimin olası sonuçlarına dair kanaatlerimizi paylaşmakta fayda var. Bu bağlamda, seçimlerden mevcut iktidar Ulusal Cephe’nin (Barisan Nasional-BN) Federal Parlamento’da üçte iki çoğunluğu sağlayacak bir sonuç alması, ülke siyasi iktidar geleneğinin devamı; öte yandan, bu sonuç kaçınılmaz olarak muhalefetin umutlarını yitirmesiyle, bu oluşumun vizyon daralması yaşayacağı anlamına gelecek. Bu bağlamda, siyasi geleneğin devamcısı olacak yeni hükümetin geleceğe daha umutla bakacağı, 2020 Vizyonu’nu gerçekleştirmeye odaklanacağı kesin. Ancak bu süreç, son birkaç yıldır hem teori hem pratikte uygulamaya konulmaya çalışılan ‘reform’ çabalarından geri dönüş değil, aksine devamı bağlamında yeni bir Malezya toplumu inşası olgusu önem kazanacak. Yazının ilerleyen bölümlerinde dile getirileceği üzere hem genç seçmen kitlesinin varlığı, hem seçimlere ‘yeni yüzlerle’ girme talebi ve bir anlamda baskısı ülke siyasal yaşamını şekillendiren BN tarafından, değişen zaman ve koşulların zorlamalarına direnme değil, aksine bu talepleri olabildiğince pragmatik bir şekilde gündelik yaşama adapte etme olarak karşılık bulacaktır.

Bu yöndeki açılımları 2010’dan bu yana Ortadoğu’da yaşananların ve ülke siyasal yaşamında ‘muhalefet’ görevi üstlenen sivil toplum ve siyasal partilerin çıkışlarının mevcut iktidar tarafından ülke gerçekliğine uygun bir dizi değişim/dönüşüm sürecine dönüştürüldüğüne tanık olduk. Peki iktidar değişir mi? Bu soru ülke kamuoyunda ve uluslararası çevrelerde sorulan önemli bir soru. ‘Şimdi Değişim  Zamanı’ sloganıyla meydanları dolduran kalabalıklara hitap eden muhalefetin üst düzey kadrosu 2008 yılındaki kazanımın ardından bu seçimin elbette ki ölüm kalım anlamı taşıdığının idrakinde. Bu durum, muhalefetin lider kadrosunun biyolojik ömrü hem de mevcut uluslararası ‘dalgalanmalar’ muvacehesinde bir ‘son şans’ telâkki ediliyor. Kimi çevreler muhalefetin bir iktidar değişikliği boyutunda başarı sağlayacağını küçümser bir eda takınsa da, siyaseti beş yılda bir teneffüs eden toplumların ne yapacağının kestirilemeyeşini dikkate almakta fayda var. Muhalefetin, yani Halk Cephesi’nin (Pakatan Rakyat) hükümeti kuracak çoğunluğu sağlaması ise, bir siyasal devrim olarak adlandırılmayı hak edecek bir gelişme olacak.

19 Nisan 2013 Cuma

Özbaran’ın ‘Hint Okyanusu Anlatısı’ Üzerine Bazı Yaklaşımlar


Mehmet Özay                                                                                                            19 Nisan 2013

Salih Özbaran’dan bir eser daha: “Osmanlı ve Portekiz: Umman’da Kapışan İmparatorluklar”. Eser, elli yılını ‘umman ilişkilerini’ anlamakla geçirmiş bir akademisyenin, araştırmacının bulgularının öz bir paylaşımı. Ve bu anlamda, değişik tarihlerde sunulmuş seminer bildirilerinin bir araya getirilmesinden oluşan bir bütün. Çalışmanın ilk sayfasında dile getirildiği üzere, yazar akademik bağlamdan pek fazla ferâgat etmeden, geniş okuyucu kitlesine ulaşma gayesi gütmüş. ‘Yeni Osmanlıcılık’ gibi bir olgunun tartışıldığı bir zaman diliminde Osmanlı Devleti’nin güney eyaletleri, Hint Okyanusu bağlamında kimi gerçekleri ortaya konulması ve bunun geniş kitlelere ulaştırması arzusunun önemli faydalar içerdiğine kuşku yok. Çalışmanın, elden geçirilmiş seminer bildirilerinden oluşması nedeniyle, belki de kaçınılmaz olarak kimi tekrarların olduğunu belirtmek gerekir. Buna ilâve olarak, derleme çalışmaların, özellikle Hint Okyanusu gibi henüz önemi kavranamamış bir coğrafyaya dair çalışmaların birarada bulunabilmesine olanak sağlaması nedeniyle pratik bir faydası da var. Örneğin, Özbaran’ın 20-22 Ekim 2008 tarihlerinde Deniz Kuvvetleri’nce düzenlenen seminerde yaptığı konuşma metnine ulaşmak bile pek mümkün değilken, bu metnin çalışmanın Giriş Bölümü’nü oluşturmasıyla ilgili çevrelerin hizmetine sunulmuş oluyor. 328 sayfalık eserin -siyah/beyaz da olsa- el yazmaları, haritalar ve resimler gibi görsellerle desteklenmesi ve bazı ‘Ek’lerle zenginleştirilmesi okuyucunun bu ‘uzak coğrafyaya’ dair imgesinin daha sağlıklı bir şekilde oluşmasına aracı olduğuna kuşku yok. Altı ana bölüme ayrılmış olan eser, ‘aidiyet’ olgusu ile başlıyor. Batılı güçlerin Hint Okyanusu serüvenine dikkat çekilirken, Osmanlı Devleti’nin doğu denizlerindeki varlığı ‘İslam Bayrağı’ üzerinden vurgulanarak özellikle Doğu Hindistan sahillerinde gerçekleşen üç önemli sefer işleniyor. Osmanlı-Portekiz karşılaşmasının ‘savaş boyutu’ kadar ne kadar barış boyutu içerdiğini ortaya koyacak şekilde iki hükümdar arasındaki yazışmalara değiniliyor. Hint Okyanusu’nda bunca mücadelenin kaynağı nedir sorusunun en kayda değer cevaplarından biri, elbette ki bölgenin sahip olduğu ekonomik varlıkları. Bu bağlamda ‘baharata’ ayrı bir bölüm açılması bir anlamda zorunluluk olmayıldı. Özbaran da öyle yapmış...

Tarihçi Kitabevi’nce 2013 yılı Ocak ayında yayınlanan bu çalışma elime geçtiğinde ilk dikkat çeken yönü kapağı, kitap hacmi ve de baskısı oldu kuşkusuz. Singapur’da, Malezya’da kitap yayıncılığının üniversite yayınevlerinin büyük ilgisi çerçevesinde sürdürüldüğünü ve çalışmaların büyük bir özenle gerçekleştirildiğine tanık olduğumdan, kıymetli bir tarihçinin önemli bir eserinin böylesi bir baskısıyla karşılaşmak açıkçası üzdü. Tam da, o an, Türkiye’ye gelip gidenlerden ‘şöyle geliştik, böyle geliştik’ övgülerini duyduğumu hatırladığımda, henüz gelişmelerin yayıncılık sektörüne uğramadığını fark ettim ister istemez. Elbette bu genellemenin yanılgıya düşürücü tarafları olabilir. Ancak elimdeki kitap ne sıradan bir çalışma, ne de yazarı henüz yazı hayatına yeni başlamış bir çömez... Hint Okyanusu’nun bir süredir, Türkiye’ye uğramasa bile öneminin gündeme geldiği şu yıllarda Türkiye’de bu deniz yoluna odaklanan bir çalışmanın, hiç değilse ‘Osmanlı’ hatırına çok daha nitelikli bir yayıncılık eseri olarak kitapçı raflarında yer almasını ummak en azından bir okuyucu olarak hakkımız olduğunu düşünüyorum.

Rumi Olgusuna Dair

Eserdeki bölümler arasında kanımca en dikkat çekeni Rumi/Türk olgusu üzerinde durulan sayfalar. Rumi/Türk olgusunun Malay dünyasının kadim el yazmalarındaki varlığı biliniyor. Bunun ötesinde daha Osmanlı Devleti’nin Memlüklü Sultanlığı’nı ortadan kaldırdığı 1517 yılından önce Portekizlilerin 1511’de Malaka Sultanlığı başkenti Malaka şehrini yağmaladığı dönemde de şehirde Türk unsurlarının varlığı malum. Bir not daha... Açe Darusselam Sultanlığı kurulmadan (~1511) önce kadim Samudra-Pasai Sultanlığı’nın devamı mahiyetindeki Pasai’de de Türk unsurları mevcut. Demek ki, Türk unsuru 1564 yılında gönderilen 300 kişiyle (s. 86) sınırlı değil! Kaldı ki Özbaran eserinin Giriş Bölümü’nde bölgedeki Rumilerin varlığı konusunda bu noktaya temas ederek Rumi denilenleri “Osmanlı tacirleri” olarak adlandırıyor (s. 27). Özbaran’ın Rumileri kaleme aldığı sayfalardaki anlatılar, her ne kadar ortak bir tanım olarak ortaya konsa da, Rumilerin farklı Türk unsurlarını içinde barındırdığına da şahit oluyoruz. Rumilerin bir diğer dikkat çekici yanı Özbaran’ın da ihtimal verdiği şekilde Osmanlı merkez siyasetinin Hint Okyanusu’na açılışında bir katalizör işlevi gördüğüdür (s. 200). Tabii bu anlatıların kaynağı Batılı özellikle de Portekizli seyyahların referanslarına dayanıyor hiç kuşku yok ki. Rumilerden bahsetme fırsatı bulmuşken şu hususa değinmekte fayda var.

Eserde özel bir bölümde işlenen Selman Reis’in ‘lahiyası’nda, tüm Hint Okyanusu kıyılarını çeviren coğrafyadaki toplam 2000 kişilik Portekiz askeri gücüne karşın Osmanlı Devleti’nin arzu edilir bir kuvvet teşekkül ettirdiği taktirde başarılı olunacağına vurgusu önemlidir (s. 49). Tabii, bu kabataslak bir güç karşılaştırması şeklinde olduğuna kuşku yok. Neyse... Burada dikkat çekmek istediğim husus, Osmanlı askeri gücünün Süveyş Tersanesi’nde hazırlanan ve 17 gemi, çeşitli ebatlarda 298 top, 76 zanaatkâr, 500 adet kürekçi, 20 topçu, 1000 nefer gemiciden ibaret olmadığıdır (s. 47). Aşağıda değinileceği üzere Osmanlı topraklarından sökün etmiş, Hint Okyanusu civarındaki coğrafyaya ulaşmış Rumi’lerin ne şekilde bir varlık gösterdikleri üzerinde çalışılmayı bekliyor. 1510 yılında Batı Hindistan’da sayısı on bini bulan (s. 71); 1512 yılında Kızıldeniz’den Hindistan’a ‘Rumi’ akınının devam ettiği (s. 75); Memluk Sultanlığı’nın alınmasından sonra Hint Okyanusu’na açılan ‘Rumiler’ (s. 76); 1521’de Hürmüz Körfezi civarındaki Lahsa Emirliği ordusundaki ‘ateşli silah ustası ve gemi yapımcıları olan Türklerin’ varlığı (s. 77); 1528 yılında Arap Yarımadası açıklarında Portekiz donanmasınca ateşe verilen gemide “çok sayıda Rumi”nin bulunduğu (s. 76); 1531’de batı Hindistan’da önemli bir ticaret merkezi olan Gücerat Sultanlığı’nda “ateşli silahları iyi bilen ve kullananlar olarak ün salmış bulunanlar arasında ‘Rumi Han’ unvanıyla Mustafa Bayram ve aynı dönemde Diu’da pek çok ‘Rumi’nin varlığı” (s. 78) vd. Osmanlı devlet iradesi dışında, kendi inisiyatifleri ile Hint Okyanusu’na açılan ve bu coğrafyadaki irili ufaklı emirliklerde/sultanlıklarda paralı asker olarak çalışan Türk unsurlarının varlığını akla getirmektedir. Özbaran da bu hususa ilerleyen sayfalarda Memlüklülerin asker ihtiyacı bağlamında da olsa değiniyor (s. 143). Böylesi bir yapılanmayı Batı Hindistan ve hatta ötelere taşıyabilecek kaynaklar olduğu malumumuz. Bu gücün Osmanlı’nın teşviki sayesinde mi, yoksa bireysel ve grup inisiyatifle mi yayılma eğilimi gösterdiklerini -en azından şimdilik- bilmiyoruz. Ancak genel yaklaşımla ifade edersek bu ‘Türk gücünün’ Selman Reis’in daha 1520’li yıllarda talep ettiği asker gücünden fazla olduğu, bölgedeki emirlik ve sultanlıklarla etkileşim kurdukları, coğrafyayı tabiri caizse karış karış bildikleri düşünülebilir. Bu önemli insan kaynağının Portekiz askeri varlığı karşısında işlevsellik kazan(a)mamış olması, Özbaran’ın da sorguladığı üzere Osmanlı’nın Hint Okyanusu’nda bir siyasi projeye sahip olmadığı ve bu nedenledir ki varlık gösterememesine (s. 24) neden olduğu sonucuna ulaşılamaz mı?

Tam da bu noktada, Selman Reis’in lahiyasındaki donanma ve asker talebine karşın, yukarıda zikredilen ‘Rumi’ varlığının Portekiz gücüne karşı mücadelede niçin aktive edilemedi sorusunu sormamız gerekiyor. Veya bir başka sorun mu vardı? Özbaran’ın dolaylı olarak değindiği bir gerçek var ki, o da Hint Okyanusu’ndaki Osmanlı varlığının ne derece sağlıklı boyutlarda gelişme gösterdiğiyle şu veya bu şekilde ilintilidir. O da, Selman Reis ve Hüseyin Bey’in erzak sıkıntısını gidermek amacıyla Yemen kıyılarını yağmalaması (s. 44); 1538’de Hadım Süleyman Paşa’nın Aden Şeyhi Amir bin Davud’u ve adamlarını sancak direğinde sallandırması; Portekizliler tanıklığında ortaya konduğu üzere 1539’da gene Aden’deki kalede görevli “Osmanlı askerlerinin halk tarafından sevilmediği” (s. 83) vs.

Hint Okyanusu Sınırları Nerede Başlar Nerede Biter?
Eserin ana temasını teşkil eden Hint Okyanusu’ndaki karşılaşmalar olduğuna göre, bu su yolunun sınırları üzerinde durmak gerekir. Yani, bu su yolunun sınırları nerede başlar nerede biter? Bu sorunun cevabını eserde bulabiliyor muyuz? Bu noktada Özbaran’ın Hint Okyanusu’nu Osmanlı’nın güney eyaletleri Yemen, Habeşistan, Basra bağlamının yanı sıra, Portekiz’le askeri karşılaşmalar özellikle Diu vb savaşlar özelinde ele aldığı görülmektedir. Bu noktada, Okyanus’un sınırlarının ‘daraltıldığı’nı söyleyebiliriz. Peki bunun ne zararı var diye sorubilir kimileri. Tam da bu noktada, Osmanlı’nın güney sularına inişinin, Hint Okyanusu’nda kürek sallayışının, Sumatra Adası’na yönelmeye niyetlenmesinin nedenleri önemli.

Gerek bu çalışma bağlamında, gerekse Hint Okyanusu çerçevesinde Osmanlı’yı ele alan makale ve eserlerde Osmanlı’nın bu coğrafyadaki varlığının sağlıklı okunabilmesi için yeni bir bakış açısına ihtiyaç var. Bu bakış açısı Kızıldeniz’den Sunda Boğazı’na kadar uzanan Hint Okyanusu bütünü kapsamalıdır. Bu sınır, içine Arap Yarımadasını, Hindistan’ı, Sumatra Adası’nı ve Malay Yarımadası’nı alır. Bu su yolunda Sumatra Adası’nın gerek coğrafi özelliği, gerekse sahip olduğu metalar bakımından Hindistan’ı ve Arap Yarımadası’ndaki limanları besleme kabiliyeti dikkat çekicidir (s. 289, 290). Tam da bu noktada Hint Okyanusu’nda neler olup bittiyse sadece Batı-Portekiz, Ortadoğu-Osmanlı kaynakları değil, bizatihi bu toprakların asli kaynaklarına müracaat kaçınılmaz. Yoksa ‘Contantinople’ merkezli yaklaşımla Osmanlı’nın Hint Okyanusu’ndaki varlığını anlamlandırmaya çalışmak olan biteni, eskilerin deyimiyle “ağyarını mani efradını cami” yani her vechesiyle ele almaya kafi gelmeyecektir. Sürgit eleştirilen ‘Avrupa merkezci’ yaklaşımın yerine, bugün siyaseten bir yerlere gelmenin verdiği ‘güvenle’ Ortadoğu’ya ve doğuda ötelere bakarken benzer bir hata içine düşülüp düşülmediği üzerinde durulmalıdır. Şayet böylesine hatalı bir ‘yaklaşım’ varsa, bunun gündelik getirisinin cazibesine kapınıldığında, yarının şekillendirilmesinde elimizden nelerin kayıp gideceğinin hesabını yapamayabiliriz.

Eserde pek fazla üzerinde durulmasa da, Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu ve de bizi daha çok ilgilendiren yönüyle Okyanus’un doğu bölgelerine, yani Sumatra Adası’na ve Malay dünyasına yönük vechesi dikkat çekici olduğunu düşünüyorum. Dikkat çekici olmak zorunda çünkü yedi yıldır -sadece masa başında değil, bizzat sahada bu işin aktörleriyle ve de halkın her kesimiyle temasdan hareketle- Hint Okyanusu’nun tam ortasındaki Açe’den yola çıkarak Malay dünyasını okuma çabası sergileyen biri olarak, en azından 16. yüzyıl başlarından itibaren genelde İslam dünyası, özelde Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu’ndaki ahvaline dair tüm verilerin dayanak noktasını Açe Darüsselam Sultanlığı oluşturduğu yönünde şüpheye yer bırakmayacak referanslar mevcut ve araştırmacılarını beklemekte. Dolayısıyla Özbaran’ın Osmanlı-Portekiz’in bu okyanustaki karşılaşmalarının arka plânının bir bölümünde Akdeniz ve Avrupa’daki etkileşimleri yer alırken, belki de büyükçe bir bölümünü de Açe’nin Portekiz güçlerinin Arap ve Malay sularında at koşturma çabası karşısında geliştirdiği siyaset ve askeri dinamiklerden bağımsız görmek mümkün değil. Biraz daha ileri gideyim... Osmanlı Devleti’ni Hint Okyanusu’na tanıştıran Selman Reis gibi denizciliğinin ötesinde devlete ‘lahiya’, yani rapor sunan bir anlamda devlet adamlığı vizyonu sergilemiş bir askerin yanı sıra, Açe Sultanlarının ısrarla güttükleri İstanbul nezdinde geliştirme arzusu duydukları ‘stratejik işbirliği’ çabaları sayesinde Osmanlı’nın Hint Okyanusu ve de ötesinde olan bitene ‘kulak kabartmasındaki’ başat rolü elbette ancak araştırılarak ortaya konabilir. Nasıl ki Selman Reis’in önemli raporunu hazırlamasının yegâne sebebi Portekiz güçlerinin varlığıysa, Açe’nin Osmanlı’yla stratejik işbirliği gütmesinin ardında da bu Batılı denizci gücün Malaka Boğazı sınırlarına -ve ötelerine- kadar uzanmış olmasıydı. Ancak bugüne kadar neredeyse ilgili ilgisiz hemen her çevrenin ileri sürdüğü gibi Açe’nin Osmanlı’yla temasının sebebi ne bir korku ve ‘savaş topu dilenme’ niyetiydi. Daha Osmanlı askeri yardımı -ki bu da iki gemi ile sınırlıdır- gerçekleşmeden önce ve sonra, Portekizlilerin istila ettiği Malaka şehrine en azından dört farklı sultan döneminde düzenlenen ve bir yüz yılı kapsayan (1537, 1547, 1567, 1572, 1574 ve 1629) fetihçi girişimler nasıl izah edilebilir? Bu fetihlerin ne tür denizcilik teknolojisiyle, hangi deniz ve kara gücüyle gerçekleştirildiği; hangi insan kaynaklarının kullanıldığı ve ne tür askeri plânlamaların icraata geçirildiği; ne tür bölgesel ve küresel siyaset takip edildiğini henüz konuşamıyoruz. Peki bu bağlamda Özbaran, Açe siyasi elitinin sergilediği uluslararası açılımı gündeme getirecek anlatılar ortaya koyuyor mu? Bu soruya ‘evet’ cevabı veremeyeceğim. Eserde Açe’nin coğrafi konumuna dair oldukça sorunlu bir yaklaşım -ki Açe, Uzakdoğu’da bir yer olarak konuşlandırılıyor- ve Açe-Osmanlı ilişkilerini ‘yardım’ muvacehesinin ötesine götürmeyen bir anlayış (s. 116) eleştirilmeyi hak etmiyor değil. Ancak Hint Okyanusu’nun batı sahillerinde Portekiz’e karşı yürütülen deniz gücünün başarısızlığına rağmen, 16. yüzyıl ortalarından itibaren Osmanlı Devleti’nin bölgedeki özellikle baharat ve de diğer ticari metalardan kaynaklanan gümrük gelirlerindeki artıştan bahsetmeye sıra geldiğinde (s. 287), bu önemli gelişmenin ‘sebebi’ üzerinde kıymet-i harbiyesi olacak bir duruş sergilenmiyor. Çünkü bu minvalde baharatın kaynağı Güneydoğu Asya topraklarındaki gelişmelere değinilmiyor. Peki nasıl oluyor da, Osmanlının bir türlü alt edemediği Portekiz deniz imparatorluğunun karargâhı konumundaki Malaka limanının ‘kontrolü altındaki!’ sulardan kalkan Açe gemileri Cidde limanlarına ve baharat kargosu oradan da Kahire’ye ulaşabiliyor du? Özbaran Açe faktörüne şöylesine bir değiniyor ancak bu siyasi, ekonomik ve de bunların olmazsa olmazı askeri gücün kaynağı noktasında tumturaklı bir yaklaşım maalesef yok (s. 288-290).

Eserin değişik yerlerinde vurgulanma ihtiyacı hissedilen ‘yardım olgusu’ hassaten üzerinde durulmayı bekliyor. Kaldı  ki, Portekizlilerin Hint Okyanusu’ndaki varlığına değinirken Özbaran’ın “Portekizliler kendileriyle barış içinde yaşamayı kabul edenlerle iyi geçinecek, egemenliklerini tanımayanlara karşı hoşgörüsüz davranacaklardı” (s. 104-5) cümlesi bir şeyi ortaya koyuyor. O da, Portekizlilere karşı Osmanlı’dan ‘yardım’ talep eden emirlik/sultanlıkların hangileri olduğunun anlaşılması gerekir. Bu talebin hangi şartlarda gündeme getirildiği, akabinde Portekizlilerle ‘iş tutulduğunun’ da dikkatlere sunulmasında fayda var. Örneğin, Batı Hindistan sahilinde, Sumatra Adası’nda, Malay Yarımadası’nda hangi emirliğin/sultanlığın Portekizlilere karşı meydan okuduğunu göz ardı edemeyiz. Yoksak bu emirlik ve sultanlıklar  zamana ve zemine göre ‘materyalist şehvetlerine’ binaen pragmatik davranıp Portekizlilerle işbirliğini yeğlemiş olmasınlar! Selman Reis’in lahiyasında vurguladığı üzere “elverişli şartlar oluşturulursa Hıristiyan rakiplerinin hakkından gelinebilirdi” (s. 296). Ancak, Süveyş ve Basra tersanelerindeki onca çaba, çeşitli kale şehirlerindeki binlerce Rumi, üstüne üstlük çok sayıdaki yerli Müslümanın varlığına rağmen, elverişli şartlar bir türlü oluşturulamamışsa ve Hıristiyan rakiplerinin, yani Portekizliler tepelenemediyse bunun ardında başka sebeplerin olduğu düşünülmelidir.

Öte yandan, 16. yüzyıl ortalarında ve üçüncü çeyreğinde Osmanlı Devleti’nin güney eyaletlerindeki gümrük vergisi gelirlerine ve Hint Okyanusu’nun doğu yakasından akıp gelen kayda değer baharatın hangi coğrafya ve hangi gemiler vasıtasıyla Osmanlı limanlarına ulaştığından bahse sıra geldiğinde verdiği örnekler Açe’ye işaret ediyor. Öyle ki, 1570-80’li yıllarda Açe ‘den Cidde limanına ulaşan gemilerin sayısı -ki 1564 yılında Mısır’a gelen Açe’ye ait gemi sayısı 23’tür (s. 179) ve bu limana yaklaşık iki bin tonu aşkın baharatın (s. 180) girişi olmuştur vs.

Bu noktada şu ayrıntıya dikkat çekilmelidir. Osmanlı’nın doğu’ya açılmasında Süveyş Kanalı, Yemen bağlamında Arap Yarımadası, Habeş gibi Doğu Afrika, Basra gibi Fars Körfezi, Diu Seferi özelinde de Batı Hindistan girişimlerinin ele alındığı bu eserde Hindistan’ın ötesinde yer alan Malay dünyasına dair açılımlara birkaç atıftan öte bir anlam verilmediği görülüyor. Bu minvalde, Türkiye’de Osmanlı-Doğu ilişkilerinin yukarıda zikrettiğim çerçevede çizildiği, araştırmacıların bu boyutların ötesine, yani Hint Okyanusu’nun doğusuna, Malay dünyasına ulaşma konusunda maalesef kısır kaldıklarını vurgulamak gerekir. Bugüne değin birkaç akademisyenin yaptığı çalışmaların da Osmanlı-Açe-Malay Dünyası ilişkilerini bütün vecheleriyle içerdiğini söylemek mümkün değil. Ayrıca, 16. ve 17. yüzyıllarda Hint Okyanusu’nda sürdürülen büyük ölçekli ticaretin coğrafi konum, üretim ve aktarım olarak tam merkezi konumundaki Açe’nin, Osmanlı’nın Yemen, Kızıldeniz, Basra aralığındaki varlığı ile ilişkisi de henüz kurulmayı bekliyor. Bunu söylerken, amaç bu akademisyenlere ‘yüklenmek’ değil. Bu ilişkinin bugüne değin kurulamamış olması belki zaman sıkıntısından belki de, Malay dünyasındaki yerli ve yabancı unsurların ortaya koyduğu önemli çalışmaların ve de çalışma alanına henüz girmemiş konuların çoğulluğundan kaynaklanıyor olabilir!

Osmanlı’nın Hint Okyanusu’ndaki Varlığı: Gerçekler ve Mitler
Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu’ndaki varlığını ele alan bir çalışmayı şu üç farklı bağlamda ele almak gerekir: 1)Bu coğrafyada Osmanlı’nın teritoryal genişlemesi ne anlama geliyor?; 2)Hint Okyanusu’nu çevreleyen ana kara parçası ve adalardaki Müslüman devletlerin Osmanlı Devleti ile ilişkilerinin Osmanlı’nın bu su yolundaki varlığı üzerindeki etkisi nedir?; 3)Hıristiyan Avrupa gücü olan Portekiz’le ilişkileri hangi bağlamlarda sürmüştür?

Özbaran eserin Giriş Bölümü’nde Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu bağlamında Asya ülkeleri ve kısmen de Afrika ile olan akademik çalışmaları ve bu çalışmaları yürütmüş olan araştırmacılara atıf yaparak bir anlamda elde neler olup olmadığına dolaylı olarak ışık tutuyor (s. 19-23). Benzer husus ilerleyen sayfalarda da birkaç kez dile getiriliyor (s. 198, 199). Bu sayfaları okurken, dikkatimi çeken bir husus oldu. Zikredilen isimler arasında ne bir tek Açe’li veya Malay tarihçinin ne de hasseten Açe ve Malay coğrafyasına değinen bir isim yer alıyor. Oysa işin bir ölçüde dış politika ve popüler ilgi bağlamında düşünüldüğünde Açe-Malay Dünyası’nın çok daha ön plânda olduğu görülür. Açıkçası bu tastamam bir çelişki değil mi? Bu çelişkiyi bizzat Özbaran’dan alıntıyla ortaya koymak ta mümkün: “Osmanlıların Asya’daki komşularıyla olan ilişkilerini incelemek ve aynı zamanda önde gelen Asya imparatorlukları hakkında mukayeseli incelemeler yapmak tarihsel çalışmaların oldukça yeni dallarını oluşturmaktadır” (s. 22) cümlesi algı dünyamız, hislerimiz, yarattığımız veya devamına talip olduğumuz mitoloji(ler) ile tarihi gerçekler arasındaki farka dikkat çekiyor ve yukarıda zikrettiğimiz çelişkiyi tam açıklığıyla ortaya koyuyor. Gündem belirleme çabalarında ortaya konulan ve belki de kimi çevrelerin bile isteye ortaya koydukları ‘yüceltme’ (s. 38) olgusuyla akademik araştırmaları gölgede bıraktığı da gözlerden kaçmıyor. Kanaatimize göre bugüne kadar Hint Okyanusu ve ötelerine dair ortaya konan yaklaşımda bir tür ‘üstünlük kompleksi’ (superiority complex) söz konusu. Ancak ‘tek-yönlü’/’lineer’ bağlamda ortaya konan geçmişe dair bu algılamanın bugünü şekillendirmedeki etkisini göz ardı etmemek gerekir. Bu nedenledir ki, Özbaran, Osmanlı ile bölge imparatorluklarının karşılaştırılmalı çalışmalarının olmamasından yakınıyor (s. 119). Her ne kadar, Özbaran bu karşılaştırmada sınırlarını Hindistan ile belirlediği gibi bir izlenim bıraksa da, bunun Malay dünyasını kapsamasının zorunluluğuna kuşku yok.

Yukarıda zikrettiğimiz subjektifliği son derece yüksek lineer yaklaşım kimilerince haklı gerekçelere dayandırılıyor olabilir. Örneğin, Osmanlı Devleti’nin askeri başarıları vs. Öte yandan, uzak diyarlardaki diyelim ki, Açe ya da diğer Malay halklarının da Osmanlıya bakışlarında temelde ‘halifelik’ makamından kaynaklanan ve İstanbul’un fethi gibi askeri başarılarla desteklenen ‘yüceltmeler’ vaki olabilir. Bu noktada, tarihi gerçekliklere yaslanmayan, aksine giderek daha çok mitos yönelimli bir algılamanın hakim olduğunu düşünüyorum. Bu algılama nasıl değişir? Tabii gene o kimilerinin bu algıdan öteye bir çaba koyma gibi niyetleri olmadığı biliniyor. Ancak Özbaran’ın Portekiz bağlamında ortaya koyduğu tespit bir örneklik taşıyabilir. Portekizlilerin denizlere açılmaları ve akabinde bir yandan Amerika Kıtası’na öte yandan Hindistan sahillerine ulaşmalarının 500. Yıldönümleri vesilesiyle düzenlenen sempozyumlarda ‘çark edilen’ gerçeklik, artık bu yayılmacılığın öyle yakın geçmişe kadar ileri sürüldüğü üzere ‘pozitif’ bir etkileşim olmadığı ortaya konmuş (s. 93, 96). Bu minvalde, Osmanlı–Hint Okyanusu ilişkilerinde başat bir yer tutan Açe bağlamını anlamlandırmak için herhalde biz de, ilişkilerin 500. yılını yani 2064’ü beklememiz gerekecek!

Yukarıda dikkate sunmaya çalıştığım ‘mitos’un sebebi nedir? Ortada henüz Açe özelinde ve Güneydoğu Asya genelinde Türk-Malay ilişkilerini karşılaştırmalı olarak ele almış bir çalışmanın olmaması önemli bir faktör. Özbaran’ın ifadesiyle “Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlıların Hint dünyasıyla olan ilişkilerinin ayrıntılarına şimdi girmeye başlıyoruz” (s. 25). Bu noktada, İsmail Hakkı Göksoy’un eserini kimi bağlamlarda dışarda tuttuğumu belirtmek isterim. Kaldı ki, Özbaran’ın Göksoy’un çalışmasının kitap baskısını referans olarak vermemesi de ilginç! Batılı denizci güçlerin ardından Hint Okyanusu’na girmekte gecikmiş ve bu gecikmenin de bir ürünü olarak kalıcı olamamış bir Osmanlı tecrübesinden sonra, konunun uzmanlarından kabul edilebilecek bir kişi olan Özbaran’ın değinisiyle modern dönemde de Türk araştırmacısı ve akademyasının bölgeye dair ilgisini bir türlü geliştirememiştir. Bu görev, gene onun ifadesiyle Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın birkaç yıl önce gerçekleştirdiği kapsamlı seminer bu yönde sergilenen nadir çabalardan biri (s. 18). Bu semineri bir açılım olarak değerlendiren Özbaran’a katılmamak mümkün değil. Ancak bu bakış açısını Osmanlı ve Batılı kaynaklar ile sınırlandırmak her halükârda Hint Okyanusu’nu çevreleyen coğrafyalardaki İslam Devletleri’nin ortaya koydukları tecrübeyi ve bu tecrübenin bugüne ulaşmasını sağlayan çalışmaları göz ardı etmek akademik araştırma konseptiyle bağdaşmayacağını vurgulamak gerekir. Kaldı ki günümüzde multidisipliner eğilimlerin belirdiği akademi dünyasında antropoloji, arkeoloji, denizcilik teknolojisi, tarih, sosyoloji vb. alanlarda işbirliğine açık akademisyen ve araştırmacıların varlığına acilen ihtiyaç vardır. Bununla birlikte, Özbaran’ın, Hint Okyanusu ve coğrafyadaki ilişkiler gerçeğinin Osmanlı ve Batı’nın ‘öteki’ olarak yok saydığı vurgusu (s. 29) üzerinde durulmayı hak ediyor. Bu noktada yapılması gereken, iki coğrafya arasındaki ilişkileri Osmanlı imgesi üzerinden yüceltici bir konformizmden kurtularak, Hint Okyanusu dünyasında olan bitene o vecheden de bakabilecek objektif bir tarih bilincinin geliştirilmesidir.

O zaman akla, bugüne kadar Açe üzerinden geliştirilen söylemin pek o kadar da tumturaklı olmadığı gerçeğiyle yüzleşmemiz gerektiği geliyor. Araştırma derinliğinden uzak bazı verilerden hareketler kendi kendimize nasıl bir mit kurguladığımız; öte yandan, Açe ve Malay dünyasında bu kurgu üzerinden nasıl yaklaştığımız; ve o coğrafyadaki insanların tarih, sosyal gerçekliğinden uzak, onların bu konularda neler söylediğinden bihaber ne tür bir ilişki altyapısı tesis ettiğimiz eleştirilmesi gereken hususların başında geliyor.

Emperyal Osmanlı!
Kızıldeniz, Hint Okyanusu, Açe/Sumatra bağlamındaki bu kısa değiniden sonra dikkat çeken bazı kavramlar üzerinde durmakta fayda var. Eserde Osmanlı Devleti’nin bir ‘emperyal’ güç olarak zikredilmesi kavramsal kısırlığa işaret ediyor. Aslında Osmanlı Devleti’nin emperyal güç olmadığı genel kabul görmüş bir anlayış olmakla birlikte, Özbaran tarafından kullanılmasının bir gerekçesi olsa gerek. kaldı ki, bu kavramın dile getirildiği yerin, Osmanlı’nın toprak parçası üzerinde hakimiyet ihdas etme niyeti taşımadığı, doğu-batı arasındaki etkileşime konu olan önemli bir deniz ticaret ağının yapısını kökten değiştirecek bir girişime kayıtlanmadığı dikkate alındığında, ‘emperyal’ kavramının nereye oturduğu konusu üzerinde durmak gerekiyor. Ya da kolaycı bir yola başvurarak ‘alışkanlıkla’ kullanıldığı ileri sürülebilir.

Özbaran, Osmanlı’nın Hint Okyanusu’na düzenlediği deniz seferlerinin mahiyeti,  gücü ve de nihayetinde getirisi bağlamında Akdeniz’le karşılaştırarak “Akdeniz dünyasında oluşturdukları bahriye gücüne eşit bir denizcilik gösterisinde bulunamamış olsalar bile” (s. 252-3) diyerek bir gerçeğin altını dolaylı olarak çiziyor. Bununla birlikte, eserin başka yerlerinde Osmanlı’nın bu coğrafyadaki varlığını ‘emperyal’ sıfatıyla zikredecek kadar ileri götürmekle (s. 247) temelde bir çelişkiyi hem de çokça yapılan bir çelişkiyi ortaya koyuyor.

Tabii bu noktada Hint Okyanusu’nun sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini; gelişmelerin hangi ana arterlerde sürdürüldüğü, nerelerin çeperde kaldığını iyi görmek gerekir. Kızıldeniz, karadan bağlantısının varlığı nedeniyle Osmanlı yönetimince dikkatle izlenmiş ve burada Yıldırım Beyazıd devriden başlayarak donanma, insan kaynağı vb. bağlamlarda katkıları görülmüştür. 1517 zaferi ardından Memluk Devleti’nden miras kalan donanmanın geliştirilmesinin önemi gözlerden kaçırılamaz. Ancak bu gücün Hint Okyanusu’nda varlık gösterecek bir açık deniz veya okyanus şartlarına ne denli paralel gittiği tartışma götürür. Özbaran’ın vurguladığı üzere, Osmanlı’nın Kızıldeniz’deki gücü konusunda farklı bir yaklaşım sunmak mümkün. Üç önemli deniz seferinin başarısızlığının kanıtladığı gibi Kızıldeniz’deki Osmanlı donanma gücünün Hint Okyanusu eksenli bir gelişmeyi amaçlamaktan uzak, sadece ve de dini referansları görece güçlü, yani Hicaz bölgesinin Portekiz saldırılarından korunmasını amaçlayan bir girişimden ibaret olduğu ileri sürülebilir (s. 143). Dolayısıyla Kızıldeniz’deki donanmanın ne türden bir “karşı kuvvet” olduğu bu çerçevede değerlendirilmelidir. Ya da, bölge kaynaklarını dikkate aldığımızda Açe gibi dönemin önemli bir deniz gücünün şu veya bu şekilde Portekiz ablukasını yararak ya doğrudan Cidde limanına ulaşması veya özellikle de Gücerat üzerinden ticraet metalarını Cidde’ye ulaştırması söz konusu olduğuna göre, Kızıldeniz’deki Osmanlı donanmasının olsa olsa Aden civarında varlık gösterebilecek teknik donanıma sahip olduğu düşünülebilir. Kızıldeniz donanmasını ilk ve son defa bölgede varlık gösterecek saldırı gücünü 1538’deki Diu Saldırı’nda ortaya konur. Özbaran’ın “Asya sularında görünen böylesine hacimli ilk Müslüman donanması” dediği deniz seferinin nasıl bir akibete düçâr olduğu -ki bu noktada Batı Hindistan’daki küçük site devletlerinin Hadım Süleyman Paşa’ya niçin bilerek destek vermeyi reddettikleri hatırlanmalıdır- (s. 210, 212, 214), Osmanlı merkez yapısının olmasa bile Kahire ve Kızıldeniz Donanması’nın başındaki kaptanların sahip oldukları maddi askeri güce karşılık politikalarındaki acizliğin örneği olarak da okunabilir.

Bu anlatı üzerinde biraz daha durmakta fayda var. Özbaran’ın “böylesine hacimli” diyerek tarif ettiği donanma gücüne karşılık, Hint Okyanusu’ndaki hiçbir Müslüman deniz gücünün sanki hiç varlık göstermediği şeklinde bir yorumu içinde barındırıyor (s. 192). Halbuki, Malaka gibi Portekiz deniz gücünün Hint Okyanusu’nda karargâhı konumundaki kalesine karşı Açe güçlerince defaatla düzenlenen deniz seferlerinin boyutlarını henüz bilmediğimiz ortaya çıkıyor.

Hint Okyanusu’ndaki gelişmeleri anlama ve anlamlandırma çabasında Avrupa/Akdeniz bağlantısı kadar, Açe’den hareketle Malay dünyasının da dikkate alınması gerekmektedir. Ancak bugüne kadar ağırlıklı olarak Avrupa merkezci yaklaşım ortaya konmuştur. Bu minvalde Portekiz ve Osmanlı’nın Hint Okyanusu’ndaki karşılaşmasının Akdeniz’le bağlantısı kurulması, sanki bu iki gücün Malay dünyasındaki gelişmelerden bağımsızcasına irdelenmesine yol açmaktadır ki, bu fotoğrafın yarısını karanlığa gömmek anlamına geliyor. Bu nedenle Malay dünyasının etkin gücü göz ardı edilmemelidir. Öyle ki, Malay dünyası daha söz konusu askeri karşılaşmalar öncesinde ve hatta bu askeri karşılaşmalara neden olacak şekilde sırasıyla Hindistan’ı, Arap Yarımadası’nı, Memluk’ü, Akdeniz’i besleyen başta baharat olmak üzere çeşitli kaynakları ile önemli bir coğrafyadır. Bu nedenledir ki, Portekiz deniz gücü Doğu Afrika’dan başladığı, Batı Hindistan’a kadar kale şehirleri inşa ederek yürüttüğü yayılmacı politikasında Malaka’nın alınamaması halinde bu politikanın rasyonel sonuçlarına ulaşılamayacağını fark etmiş ve 1511’de bu girişimi yerine getirmiştir. Tam da bu noktada, Malaka Boğazı’nın güneyinde Pasai-Açe üzerinde hakimiyet kurma çabasının sonuç vermemesi Açe’de kurulan bir siyasi yapının ortaya koyduğu ve büyük ölçüde Portekiz’in Güneydoğu Asya topraklarından çekilinceye kadar devam etmiş bir mücadeleye yol açmıştır. Portekiz varlığı karşısında Açe’nin ortaya koyduğu dini, siyasi, askeri ve ekonomik politikalar yapıcı olmuş ve Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu serüvenine çıkmasında başat rol oynamıştır.

Elli yılını Osmanlı’nın özellikle Kızıldeniz, Hint Okyanusu’nun ‘batı kesimindeki’gelişmelerine hasretmiş Özbaran’ın çalışmalarının önemine kuşku yok. Bu çalışmaların farklı bir formatta geniş okuyucu kitlesine ulaşmasını sağlayacak bu çalışmanın, yeni araştırmacılara yeni ufuklar açmasını temenni ediyorum.  

http://www.dunyabizim.com/Manset/13116/osmanli-icin-neden-onemliydi-hint-okyanusu.html