30 Nisan 2018 Pazartesi

Uluslararası konferansları ve etkileri / Thinking upon international conferences and their impacts

Mehmet Özay                                                                                                                    30.04.2018     

Ulusal ve uluslararası bağlamları ile gündeme gelen konferansları, akademi ve araştırma dünyasının görücüye çıktığı alanlar olarak niteleyebiliriz. Bu etkinlikler ulusal olduğu kadar uluslararası boyutlarıyla da ve özellikle de ikincisiyle daha bir cazibe merkezi olmaktadır.

Böylesi etkinlikleri organize eden ‘kendinde’ kuruluşlar olduğu gibi, kapitalizmin ulaşmakta hiç de zorlanmadığı alanlar içerisinde yer alan akademi dünyası içerisinde bu işi kendine ‘fazladan iş’ edinmiş çevrelerin uğraşı kadar, işi ‘organizasyon’ olan kurumsallaşmış yapıların etkinleri şeklinde de gündeme gelebilmektedir. Yani, adı bir ‘sektör’ olarak anılmayı hak edecek boyutları içeren bir etkinlik ‘uluslararası konferanslar’.

İşin ‘parasal’ boyutundan hareketle dikkat çekilmesine fayda olan bu üç kağıt boyutunu bir başka yerde tartışmaya havale edip, burada hakikaten bu işin kendinde bir çaba olarak sergilenmesine bakmakta fayda var. Bu etkinlikleri organize etmek kolay bir uğraş değil. Öyle birkaç kişinin de altından kalkabileceği bir alan hiç değil.

Görece uzun bir sürece yayılan hazırlığı içeren, organizasyonda bulunacak kişilerin, sadece akademisyen nitelikleriyle değil, arkadaş ve dost atmosferinde yükün olabildiğince azaltılması yönünde gayret sarf edecekleri veya etmeleri beklenen bir alandır. Organizatörlerin elbette ki, salt bir ‘ana bilim dalı’ gibi birimler kadar, daha geniş ölçekli olmak üzere ‘enstitü, merkez’  gibi belli kurumlar etrafında biraraya gelmesi veya bu kurumlarda zaten istihdam edilmiş kişiler olmaları, bu tür etkinliklerin hazırlıklarının profesyonel yaklaşımı benimsemelerini gerekli kılar.

Bu enstitü ve merkezlerin büyük bir bölümü aylar öncesinden bu tür etkinliklerin hazırlıklarına başlarken, sayısı az olmakla birlikte adına ‘daha saygın’ denilen kuruluşların hazırlıklarını bir iki yıl öncesinden gündeme getirdiklerine şahit olunur. Bunda hiç kuşku yok ki, ikinci sınıftaki kurumların köklü bir geleneği temsil etmeleri ve bu geleneğin bir parçasını oluşturacak şekilde söz konusu uluslararası konferanslar-sempozyumlar gibi adlarla anılan etkinlikleri gerçekleştiriyor olmalarının payı büyüktür.

Köklü bir geçmiş ve alanında belirleyici olma vasfını kazanmış kurumların dışında olmakla birlikte, ciddiyet ve tutarlılık gibi vasıfları kendine ilke edinmiş, alanında yakın çevreden başlayarak bir ‘iz bırakmayı’ hedeflemiş akademya ve akademi kuruluşları da benzeri uluslararası etkinlikler organize etme çabası içerisindedirler. Bu yaklaşımın meyve vermesi ve ilgili alanda yapıcı ve yapılandırıcı ilişkilere kapı aralaması için elbette zamana ihtiyaç olduğuna da kuşku bulunmuyor.

Bu noktada, I. ve II.si gibi sıra sayıları ile anılan akademik etkinliklerin öyle gözüküyor ki, sadece sürekli I ve II’de kalmaması yönünde epeyce bir çaba sarfetmek gerekiyor. I ve II’de kalmış etkinliklerin niçin bu noktadan ileriye gidemediklerini ise iyice düşünmek gerekir.

Bu tür organizasyonlarda dikkat çeken bir diğer husus, uluslararası sıfatını taşımasına rağmen, katılımın ulusal ve hatta yerel denilebilecek görece küçük bir bağlamla sınırlı kalmasıdır. Uluslararasılık vasfının cazibesi, popülerliği kadar öyle anlaşılıyor ki, kendilerine karşı sorumluluk beslenen ‘üst’ kurumların taleplerine cevap verebilecek şekilde organizasyonların tertip edilmesiyle bağlantılı.
Ancak, üst kurumlar istediği için bu tür işe soyunulması, etkinliğin nitelik değerinin niceliğin önüne geçmesi için kafi değil. Öyle ki, nitelik bir yana, niteliğin bile karşılanamadığı durumlarla bile karşı karşıya gelinebilmektedir. Bu durum, etkinliğe adını veren kurum için bir prestif kaynağı olabileceği gibi, arzu edilir çabanın sergilenmemesi halinde veya işin kısa yoldan halledilmesi gibi yan yollara sapılması halinde prestij kaybı anlamı da taşıyabilir. Tabii burada, bu etkinlikleri kimin neyi nasıl kontrol ettiği, değerlendirdiği meselesi de önemli.

Bu kısa tartışmada dikkat çekmek istediğim bir diğer husus, profesyonelliği ile dikkat çekenler kadar, tüm bu eksik ve gediklerine rağmen dahi olsa ortaya konan kendinde etkinliklerde gündeme getirilen araştırma sonuçlarının geniş kamuoyuna taşınması konusunda neredeyse çok az şeyin yapılıyor olmasıdır.

Elbette geniş kamuoyuna açık olmasa da, bu tür etkinliklerin önemli bir ‘bilgi dolaşımı’na vesile olduğunu unutmamak gerekir. Uluslararası medya bir yana, konunun ele alındığı ülke/ler/de bu tür etkinliklerin yazılı ve görsel medya için son derece verimli bir kaynak olduğuna kuşku yok.

Bu bağlamda medya organlarının, bu tür araştırmalara dayalı ve sonuçlarının şu veya bu biçimde sosyal, siyasal, çevre ve endüstriyel vb. pek çok alana etkisi olabileceği varsayılan çalışmaların gündeme taşınması ve toplumsal platformda sağlıklı bir tartışma, düşünce ve pratik üçlüsünün oluşmasına ön ayak olması pekâla mümkün.

Tabii bunun için medya içinde, akademi dünyasını ve bu dünyada süren tartışmaları anlamaya ilgisi, gayreti ve çabasının oluşması gerekir. Gündemi belirler ve oluştururken, elle tutulur, akademik veriler ışığında ve araştırmaların görece sağlam temelleri üzerine inşa edilmiş bilgi ve yaklaşımların geniş bir toplumsal çevre ile paylaşılması için çaba sarfedilmeli.


28 Nisan 2018 Cumartesi

Açe’de İslami eğitimin yeniden yapılaştırılması / Reconstruction of Islamic Education in Aceh

Mehmet Özay                                                                                                                       28.04.2018

Hollanda sömürgeciliğinin hüküm sürdüğü yirminci yüzyılın ilk yarısında Açe’de İslami eğitimin yeniden yapılandırılması süreci, Açe topraklarında bin yıldır hüküm süren İslami geleneğin yaşatılması ve yaşanan siyasal ve toplumsal travmaların üstesinden nasıl gelinebileceğinin bir tecrübesi olarak değerlendirilmelidir.

Köklü gelenek
İslamlaşma süreciyle birlikte Perlak, Samudra-Pasai, Darussalam, Darul Kamal vb. irili ufaklı site devletlerinin siyasi ve toplumsal yapısı ortaya çıkarken, 16. yüzyıl başlarında Açe Darüsselam Sultanlığı ile bölge giderek genişleyen ve küreselleşen bir ilişkiler ağına konu olmuştur. Bu siyasi yapı, bir yandan bu ilişkilerle şekillenir ve yapılanırken, yukarıda zikredilen site devletlerinin oluşturduğu güçlü köklere dayalı olarak uzun bir döneme yayılan siyasi varlığı 20. yüzyıl başlarına kadar devam etmiştir.

Bu bağlamda, bölgedeki İslami eğitim kadim bir geleneğe tekabül ettiğini ifade etmek gerekmektedir. Bu gelenek bir yanıyla Arabistan, Hindistan üzerinden gerçekleşen çeşitli seyahatler ve göçlerle Açe topraklarına ulaşan ilim erbabı, mutasavvıf gibi birincil kaynaklar ile denizci ve tüccarlar gibi ikincil kaynaklardan beslenirken, zamanla bu toprakların kendi insanının yetişmesiyle giderek zenginleşen ve derinleşen bir İslami eğitim süreçlerine konu olmuştur.

İslami eğitim kurumları, özellikle fıkıh, tefsir, hadis, tasavvuf gibi alanlarda gelişirken, Hicaz ve Hindistan üzerinden gelen etkileşimlerle bir kitabi geleneğin var olduğu da görülmektedir. Dini ilimlerde yetkin hocalar, bir yandan saray ve çevresi için meşruiyet zemini olurken, öte yandan toplumun varoluşsal dayanak noktası olarak işlevsel bir yönelim göstermişlerdir. Bu bağlamda, oluşturulan dini eğitim merkezleri tarihsel sürekliliğin sergilendiği mekânlar olarak dikkat çekmektedir.

Sömürge yönetimi ve eğitim konusu
Son dönemde, yani sömürgeciliğin emperyalizme evrildiği 19. yüzyıl son çeyreğinde 1873 yılında Açe topraklarında gerçekleşen Hollanda Savaşı’nın 1903 veya 1911’de sona ermesiyle, Hollanda yönetimi sivil sömürge idaresine geçiş yapmıştır. Bu süreç, bir yandan Açe topraklarını ele geçirme nedeni olan ekonomik sömürgeciliğin alabildiğine arttığı bir dönem olurken, aynı zamanda kültürel ve zihinsel sömürgeciliğe yol açacak şekilde eğitim kurumları üzerinden varlığını sürdürmeye başlamıştır.

Hollanda Savaşı, yukarıda verilen tarihler dikkate alındığında otuz veya kırk yıl gibi aktif bir savaş ortamı anlamına gelirken, bu süreç aynı zamanda Açe toplumunun klasik sultanlık dönemindeki insan kaynağının tükenmesi anlamına da geliyordu. Eğitimli kadrolar, sadece bizzat savaşa iştirak etmelerinin yanı sıra, savaşın doğal akışı içerisinde de hayatlarını kaybetmişlerdir. Bu noktada, söz konusu bu toplumsal kesim Açe tarihsel, toplumsal ve dini hafızasının taşıyıcısı olmaları nedeniyle hiç kuşku yok ki, Hollanda sömürge ordusunun birincil hedefi konumunda olmuşlardır.

Bu bağlamda, sömürge ordusu Açe topraklarını fiziki olarak ele geçirme politikalarının yanı sıra, bir yandan da bu sürece karşı koyan Açelilere yönelik yok etme politikası, Açe topraklarında geleneksel dini eğitim kurumlarının da maddi ve manevi kayıplara maruz kalmasına yönelik bir süreci içermektedir. Savaşın yoğunlaştığı veya Açe toplumu için mücadele verme yönünde umutların giderek tükendiği dönemlerde dini eğitim almak veya hoca olarak eğitim-öğretim faaliyetlerini devam ettirmek amacıyla geleneksel eğitim kurumlarına mensup çevrelerin -en azından bir bölümünün- Malaya topraklarına geçtikleri bilinmektedir.

Alternatif arayışlar ve yeni yapılaşmalar
Bu süreçte Açe’deki bazı dini-toplumsal liderlerin çabalarıyla sömürge dönemi yıkımının üstesinden gelinmesi amacıyla eğitim konusu gündeme gelmiştir. Sömürge sivil yönetiminin 1910’lu yıllardan itibaren giderek toplumsal yapının tüm dinamiklerine yönelik belirleyici politikalarına karşılık, Açe’li siyasi ve dini elit, Hollanda sömürgeci uygulamalarına yönelik salt bir tepkisellikle ifade edilemeyecek bir süreci başlatmışlardır.

Geleneksel İslami eğitim kurumlarının yeniden yapılanması yönünde yapılan bu türden çabalar, sömürge savaşı sırasında kaybedilen eğitimli insanın telafisine yönelik bir alanı içinde barındırmaktadır. Bu durum, bize toplumsal hafızasında İslamiyetin ve de pratiklerinin önemli bir yer tuttuğuna ve bunun fiziki bağlamda Açe toplumunda yeniden yeşertilme çabası olduğuna işaret etmektedir.

Dönemin hocaları ve entellektüelleri bu çabalarını birkaç perspektifte değerlendirmek mümkün. Bunların başında, kısmen sömürge okullarında okuyup, aynı zamanda geleneksel eğitimini aile çevreleri ve yakın toplumsal çevre vasıtasıyla edinenler; ikincisi, Açeli gençlerin, Açe’yle tarihsel bağları olan Padang ve kısmen de Kuzey Sumatra bölgesindeki eğitim kurumlarında öğrenim görmesi; üçüncüsü, Batı Sumatra ve Cava Adası merkezli İslami eğitim kurumlarının ve de bireylerin Açe’de benzer faaliyetlere başlamalarıdır.

Ancak bu süreçte, geçmişte Açe’de üretilen ve pratiğe geçirilen İslami eğitim anlayışının hakim bir form olarak ortaya çıkması konusunda bir irade sergilendiği görülmektedir. Bu değişim, ‘reform’ kavramıyla adlandırılabilirse de, bunun tümüyle geleneksel düşünce kodlarından uzaklaşıldığını söylemek de pek mümkün gözükmemektedir.

Örneğin, Cava merkezli gelişme gösteren Sarekat Islam ve Muhammediyye gibi ekollerin Açe topraklarındaki eğitim yapılaşmaları kısmen etkili olmuştur. Bu durum, Açe’de geleneksel İslami eğitimi yeniden yapılandırmaya matuf girişimleri sergileyen hocalar ve entellektüellerin üzerinde yaşadıkları coğrafyada tarihsel bilgi birikimi ve tecrübesinden hareket ettiklerini ileri sürebiliriz.


26 Nisan 2018 Perşembe

Dr. Mahathir Muhammad ve Malezya politikasının yeniden inşası / Dr. Mahathir Muhammad and a reconstruction of Malaysian politics (1)

Mehmet Özay                                                                                                                         26.04.2018

9 Mayıs’ta 14. Genel seçimlerin yapılacağı Malezya, önemli bir siyasi değişim ve dönüşüme konu oluyor. Ve bu sürecin son dönemde ortaya çıkan baş aktörlüğünü ise, “emekli siyasetçi” olarak bilinen Dr. Mahathir Muhammed üstlenmiş durumda.

‘93’lük lider yine sahnede
Kimi aydınların 1980’ler ve 1990’lar küresel politikalarına dair geriye doğru yeniden bakışlarında isimlerini zikrettikleri liderler arasında yer alan Dr. Mahathir, öyle ki, yine bu kesimler tarafından artık hayattan elini etiğini çekmekle kalmamış, hatta vefat ettiğine bile düşünülen bir ‘lider’. Bunun anlaşılabilir kılınacak bir yanı varsa o da Dr. Mahathir’in 93 yaşında olmasıdır.

Ancak bu Türkiye’de rastladığımız bu aydın kesiminin 93 yaşındaki Dr. Mahathir’in bugün yeniden Malezye siyasetini yeniden yapılandırmakta olduğunu görememeleri ise, gözlerin tamamıyla Avrupa eksenli politikalara ve dönüşümlere ayarlı olmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Tabii bu bu husus bir başka yazının konusu olması dolayısıyla üzerinde durmayacağız.

1996 ekonomi krizi ve Malezya siyaseti
Dr. Mahathir’in bir yüzyıla varan yaşamında halen aktif olarak politikada yer alması kadar, bu politakanın ‘yeniden’ en yapıcı ve dönüştürücü aktörü olmasıyla akademik çalışmalara konu olmayı hak ediyor. Yeniden diyoruz, çünkü 1996 yılında Güneydoğu Asya Ülkeler Topluluğu yani ASEAN’da yaşanan ekonomik krizin ardından, ülkede yaşananlar düne yani, 2015 yılı sonu ve 2016 yılı başlarına kadar ülkenin siyasi yüzünde dönüştürücü aktörlük olgusunun Enver İbrahim’le özdeşleştirilmesine yol açmıştı. O günlerde neler olduğuna kısaca değinmekte fayda var…

1996 yılı ASEAN krizinin, bölge ülkeleri gibi ASEAN’ın üçüncü büyük ekonomisi konumundaki Malezya’yı da vurmuştu. Bu süreçte, yüzyıllık iktidar olarak adlandırmayı uygun bulduğum ‘Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu’nun (UMNO) omurgasını oluşturduğu Ulusal İttifak hükümetinin başbakanı, yani Dr. Mahathir ile başbakan yardımcısı ve Maliye bakanı Enver İbrahim’in alınacak mali tedbirler konusunda görüş ayrılığı yaşadılar. Enver İbrahim, İslamcı bir kimlikle öne çıkmasına rağmen, tedbirler konusunda adresi IMF olarak gösterirken, Dr. Mahathir buna karşı çıkan bir lider konumunda yer alıyordu. Bu ayrışma, sadece ekonomi alanında alınacak tedbirlerle sınırlı kalmadı.

UMNO’da derin güçler var (mı?)
Mahathir sonrası dönemin UMNO lideri ve başbakanı olacağına kuşku duyulmayan Enver İbrahim, bir anda ‘kara keçi’ ilân edilirken, ekonomi tedbirlerinin ötesinde bir ‘livatalık’ suçlamasıyla siyasal yaşamdan el çektirilmesi süreci devreye girdi. Dr. Mahathir’in bu süreçte birincil konumda olmadığı, kaleme aldığı eserlerinde konuyla ilgili açıklamalarından edinmek mümkün. 

Kendisine, Enver İbrahim hakkında yapılan “birkaç seferlik” çıkarmalar sonunda ipin kesileceği kesinleşirken, bunun için iki yol ortaya konuluyordu. İlki, her daim bir ‘siyasal ve toplumsal’ sorun olarak ortada mevcut olan ‘yolsuzluk’ suçlamasıydı. İkincisi ise ve de bugün çok daha net anlaşıldığı üzere, İslamcı bir lider hüviyetine sahip Enver İbrahim’i Müslüman Malay kitleler nezdinde gözden düşerecek ‘livatalık’ suçlaması üzerinden yürütülmesiydi.

Bu süreçte, ülke ekonomisinin düzlüğe çıkartılmasında karar farklılaşması anlaşılabilir bir neden olabilir. Ancak özellikle livatalık suçlamasıyla gelen ‘hapis ve politikadan belli süreliğine men’ cezasının neye tekabül ettiğini bir kez daha düşünmek gerekir. Çünkü bu husus, bugün 93. yaşındaki Dr. Mahathir’in o dönem 70’li yaşlarının henüz başındaki Dr. Mahathir’inden farklı bir siyasi duruş içerisinde olduğu yakinen gözlemlenmektedir. 

1990’ların sonlarında yaşananlar, UMNO içerisinde “Enversiz bir Malezya politikası” düşüncesini güden çevrenin, -kimi eleştirilere rağmen-, İslamcı bir çizgide, hassasiyette olduğu kabul edilebilecek Enver İbrahim’in şahsında bir siyasi manipülasyonlar parti içi güç süreçlerine müdahaleleri söz konusudur.

1998 yılında partiden ihracı, hapis cezası ve politikadan men edilmesinin ardından, Enver İbrahim’in sadece Müslüman kitleler için değil, ülke genelinde sömürgeci güç İngiltere’nin bıraktığı siyasi ve toplumsal çizgileri ortadan kaldıracak bir siyaset modeline doğru yönelmesi bile son derece anlamlı bir gelişmedir. Ve bu husus, kendi başına bir araştırma konusu olmakla öne çıkmaktadır.

“Dr.” Mahathir teşhisi yeniliyor
Ancak burada, Dr. Mahathir’in Malezya politikasını yeniden yapılaştırıcı bir aktör haline geldiğini ileri sürmem, bu ustanın yani Dr. Mahathir’in çırağı Enver İbrahim’le yeniden benzer bir siyaset kulvarı üzerinde ittifak etmiş olmasına dayanmaktadır. 2016 yılında usta ile çırağın, Enver İbrahim’in çokça çıktığı bir mahkeme duruşması arasında görüşmesiyle başlayan bir süreçten bahsediyoruz. Öyle ki, bu ayaküstü görüşme, 18 yılın ardından gerçekleşmesiyle, sembolik bir önem taşımanın ötesinde, Malezya politikasının yeniden yapılandırılmakta olduğuyla ve bu zemini oluşturmasıyla yakından alâkalıdır.

Dr. Mahathir’in bugün Malezya siyasetini yeniden yapılandırmakta olduğunu ileri sürerken, “yeniden” kelimesine başvurmak onun daha genç bir “doktor” olarak UMNO saflarında siyasete başlamasından itibaren yapıp ettiklerini mercek altına almakla bağlantılıdır.

Bu konuya devam edeceğiz…


22 Nisan 2018 Pazar

“İngiliz Uluslar Topluluğu” Londra’da toplandı / Commonwealth meeting held in London

Mehmet Özay                                                                                                                         22.04.0218

16-20 Nisan günleri arasında Londra’da, ‘Commonwealth’ yani, “İngiliz Uluslar Topluluğu”na mensup ülkeler biraraya geldi. İki yılda bir yapılan birlik toplantılarının önceki ev sahibi Malta’ydı. 2020 yılına kadar yeni dönem başkanı ise hafta içinde yapılan toplantılarda alınan kararla Birleşik Krallık iki yıllığına dönem başkanlığına getirildi. Birleşik Krallık diyoruz da, ‘coğrafi’ daraltmaya rağmen, daha yaygın adıyla söylemek gerekirse bu süreci üstlenen İngiltere’dir.

İngiltere’nin eski sömürgeleri, yeni ‘bağımsız’ devletleri ile ilişkilerin sürdürülmesi amacıyla kurulan birlik, beş kıtaya yayılmış 53 devletin üyeliğiyle dikkat çekiyor. Üye ülkelerin 39’u ‘küçük’ ülkeler kategorisinde olmakla birlikte, birliğin nüfusu dünya nüfusunun 2.4 milyarına tekabül ediyor. Bunun bir milyarını ise genç nüfus oluşturuyor. Bu rakamlar, “İngiliz uluslar topluluğu”nun dünya nüfusunun üçte birini ve genç nüfusun ise yüzde 40’ını barındırdığını ortaya koyuyor.

Dünyanın dört bir yanına yayılmış ve sadece sayısal değil, etnik çeşitlilik bağlamında da önemli bir yoğunluğa ev sahipliği yapan bu birlik, küresel olarak karşı karşıya kalınan sorunlar ile çözüm yolları noktasında dünya siyasetinde kayda değer bir ağırlığa da tekabül ediyor olmalı. Bu coğrafi ve sayısal değerler içerisine hiç de azımsanmayacak Müslüman kitlenin olduğunu da eklemek gerekir.

Tabii burada bu kitleyi eleştirme gibi bir amacımız yok. Kaldı ki, zaten Commonwealth üyesi olmayan ve Müslüman kitlelere ev sahipliği yapan ülkelerde Anglo-Sakson dünyanın toplum ve kültür ikliminde yaşamaya can atan epeyce bir güruhtan da söz etmek mümkün. Bunları, velev ki ‘dün’ sömürgecilik süreçlerine konu olmasalar da, bugünün koşullarında bilfiil-kendinde-içten ve de gönüllü sömürgecilik yanlısı tavırlarıyla olağanüstü bir kategoride değerlendirmek gerekir.

Dünün sömürge valilerinden bugünün ‘Anaç’ tavırlı Kraliçesine
Hafta içerisinde yapılan toplantılarda üye ülkelerin hükümet başkanları bir araya geldi. Londra ile Windsor’da gerçekleştirilen toplantıların içeriklerine dair yapılan açıklamada, küresel sorunlar karşısında ‘ortak’ kararlar alınması ve ‘daha iyi bir gelecek’ inşası için biraraya gelindiği belirtiliyordu.

Birliğin uzun süredir başkanlığını yürüten Kraliçe Elizabeth’in yerine bu toplantılarda alınan kararla artık oğlu Charles almış oldu. Charles, annesinin ilerlemiş yaşına rağmen, aktif olarak kraliçelik makamında bulunması karşısında yakın geçmişte, mizahi bir şekilde artık Birleşik Krallığı’n resmen başında olma konusunda umutlarının yitmekte olduğunu söylese de, alınan bu kararla hiç değilse “Commonwealth”ın başına geçmiş oldu.

Bu bağlamda, kraliçenin birliğin gelişmesi konusunda sergilediği çabalar da bu toplantılarda dile getirilmiş oldu. Bu çerçevede, kraliçe seçildiği 21 yaşında yaptığı radyo konuşması gündeme getirilerek, “…Hayatı boyunca birlik içerisindeki halkların refahı için çalışacağı…” yönündeki vurgusuna dikkat çekildi. Kraliçe’nin daha genç yaşında ‘anaç’ bir tavırla bir dönem -ki uzunca bir dönem demek gerekir burada- kadim sömürge topraklarını yöneten sömürge memurlarının “yerlilere” yönelik olarak söyledikleri, “… Sizler geliştirilmeye muhtaç insanlarsınız. Biz de sizleri geliştiriyoruz…” minvalli yaklaşımının içerik olarak pek de farkı olmayan bir yaklaşım sergilediğini söyleyebiliriz.

Yukarıda dikkat çekilen iyi bir gelecek inşası, demokrasi, insan hakları vs. konularında Commonwealth’ın son dönemde yaptığı “icraatlara” örnek olarak, Güney Afrika’da “apartheid”ın sonlandırılması, Pakistan’da pek de uzak olmayan bir geçmişte yani 2007 yılında şiddet olaylarına son verilmesi gibi gelişmeler de sıralanıyor. Demek ki, Güney Afrika’da Nelson Mandela ve çevresinin, Pakistan gibi epeyce bir İslamcı hususiyetleriyle öne çıkan ülkede de Müslüman dini ve toplum liderlerinin yerine iş görecek bir İngiliz aklı hâlâ varlığını sürdürüyor.

İngilizlerle ortak paylaşımı!
“Commonwealth” kelimesi, ‘ulus’ karşılığında kullanılmakla birlikte, literal olarak ‘ortak refah’ anlamına geliyor. Bu kavramın, ‘İngiliz uluslar topluluğu’na karşılık gelecek şekilde kullanılması bile, sömürge dönemindeki siyasi, toplumsal ve ekonomik ilişkilerin sömürge sonrası küresel yapılaşmada ne şekilde devam ettirildiğine dair bir fikir veriyor.

Dünyanın neredeyse dört bir köşesine yayılan başta İngiliz sömürgeciliği olmak üzere Batı Avrupa merkezli sömürge yönetimleri, öncelikle hedefleri ticari yaşamı tekellerine alma gayesi olsa da, görece kısa bir süre sonra ilgili coğrafyalardaki toplumsal kurumların tamamına nüfuz edecek şekilde “yerli toplumları”, bireyinden kurumlarına kadar yeniden tasarımlama süreçlerini hayata geçirdiler.

2. Dünya Savaşı sonrasında, neredeyse yine bu aynı sömürgeci ülkelerin kampüslerinden çıkan -adları doğulu olan bazı isimler de olsa- akademik dünyanın “post-kolonyalizm”, yani “sömürge-sonrası” adını verdikleri ve temelde sömürge dönemine yönelik eleştirileri içeren süreç ortaya çıkması bir başka çelişkiye işaret ediyor. Birilerince pohpohlonan bu “post-kolonyalist” eleştiricilerin nerede nasıl durdukları ya da nasıl olup da bu Batı kampüslerinde bu kadar rahat Batı’yı eleştirmeye imkân tanındıklarına bakmaksızın!

Ancak burada, konumuzla bağlantılı olarak dikkat çeken nokta, İngiltere’nin eski sömürge topraklarını, hiç de öyle geride, arkada bırakılmış bir dönem, olarak görmediği, aksine bu eski sömürge topraklarını bu sefer “ortak koşullarda” yeniden yönetme çabasının bir sonucu olarak Commonwealth’i hayata geçirmiş olmasıdır.

“Refah”ın olmadığı “Commonwealth”
Bu çerçevede, ‘Commonwealth’ denilince aklıma Dr. Mahathir Muhammed’in bu isme ve de ‘çerçevesine’ dair bir anı kitabında dikkat çektiği husus geliyor. Dr. Mahathir, başbakan olduğu dönemde, İngiltere’de düzenlenen ve kraliçe’nin de hazır bulunduğu böylesi bir toplantıda, kelimenin yukarıda yüklenen anlamından ziyade, literal anlamını ‘parçalayıcı’ bir yaklaşımla  “’Common’ olmasına ‘common’ız, ancak “refah” konusunda öyle değiliz” diyerek birliğin ekonomik ve de tabii ki siyasi yapılaşmasına yönelik eleştirisini gündeme getiriyordu.

Bir başka deyişle, Dr. Mahathir, dünün İngiliz sömürge yönetiminin “post-sömürgecilik” sonrasında yine kadim toprakları bünyesinde barındırmanın adına “refahın paylaşımı” adını verse de, kül yutmazlığını ortaya koyarak işin pek de öyle olmadığına vurgu yapıyordu. Hem de, “Aman Kraliçe gelecek, sakın öyle sert eleştirilerde falan da bulunma” uyarıları yapılmasına rağmen…

2. Dünya Savaşı’nda sonra bir şey olmadı!
2. Dünya Savaşı sonunda oluşan ‘yeni dünya’ düzeninde -ki eski düzenin yeni bir formda kendini ortaya koymasından başka bir anlama gelip gelmediği üzerinde epeyce kafa patlatmak gerekiyor- eski sömürge topraklarına yer olmadığı konusu bir sabite olarak gündeme getirilir. Bu yeni düzenin artık sömürgeci güçlerin altından kalkamayacakları bir ‘yük’ haline gelmesinden ve bu ‘yükten’ kurtulma adına sömürgeleştirilmiş topraklarda yetiştirilen ‘seçilmiş’ siyasi ve toplum elitleri üzerinden bağımsızlıkların birbiri ardına verildiği söylenegelir.

Bununla birlikte, konunun detaylarına inildiğinde pek de öyle olmadığı, örneğin hem Malaya hem Takımadalar coğrafyasını paylaşmış İngilizler ve Hollandalıların bağımsızlık yanlısı hareketler karşısında takındıkları tavırlarda görmek mümkündür.

1. Dünya Savaşı’nın galiplerinden sayılan ve güneş batmayan imparatorluk adıyla anılan İngiltere eski gücünden çok şey yitirir ve birkaç yüzyıldır farklı bağlamlarda egemen olduğu sömürge topraklarını birer birer elinden çıkartırken, sömürge topraklarından bazılarında ise 2. Dünya Savaşı sonrasının şartlarında dahi sömürgeciliği devam ettirecek formülleri aramaktan da geri kalmıyordu. Öyle ki, daha 2. Dünya Savaşı’nın sürdüğü 1943 yılından itibaren sömürge bakanlığı marifetiyle kadim Malaya topraklarını elinden çıkarmayı ise hiç ama hiç düşünmüyordu.

Dr. Mahathir’in yukarıda dikkat çekilen çıkışını herhalde bu minvalde değerlendirmek gerekir. Kurt politikacı Mahathir, Malaya topraklarına “bağımsızlığı” bile isteye verenin İngiliz sömürge yönetimi olmadığı ya da ardından kurulan Commonwealth’de “refah” dağılımını yine bu yönetimin sağlamadığından bihaber olduğu söylenebilir mi?


19 Nisan 2018 Perşembe

Malezya’da seçimler ve Monarşi / Elections and Monarchy in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                        19.04.2018
Malezya’da 9 Mayıs’ta yapılacak 14. genel seçimlerde iktidarını yenilemek isteyen ‘ulusal ittifak’ ile iktidarı elde etme arzusunu bu kez gerçekleştirme çabası sergileyen ‘umut ittifakı’ arasında siyasi mücadele ağırlığını hissettiriyor. Bu süreçte, kadim ittifakların yenileriyle yer değiştirdiği, etnik yapılaşmanın siyasete vurduğu damganın yerini ise, şu veya bu şekilde ülke ekonomisinin içinde bulunduğu durumun aldığı bir görünüm dikkat çekiyor.

Bununla birlikte, ülke siyasetinde sadece son derece parçalı ve etnik temelli parçalı bir yapı sunan siyaset dünyası değil, bu dünyanın ‘üzerinde’ bir yapı olan Monarşi’nin de bu süreçte nasıl bir yönelim sergilediği de dikkate alınması gereken bir husus. Bu noktada, bağımsızlıktan bu yana iktidarı elinde tutan siyasi güç ile monarşi arasındaki ‘bağ’, bugün giderek keskin bir ayrıma oturan siyaset dünyası üzerinde nüfuz ve etkileşimlerde bulunma çabasıyla birlikte gündeme geliyor.

Cohor Prensi ve Dr. Mahathir
Bu noktada, ülkedeki diğer sekiz sultanlık bir yana, ‘cesur’ çıkışlarıyla dikkat çeken Cohor Sultanı İbrahim’in yerine bu kez oğlu ‘prens’ İsmail siyaset dünyasındaki gelişmelere dair açıklamasıyla gündeme geldi. Prens İsmail, iktidar ve muhalefet ayrımı yapmaksızın siyasetçilerin ‘ajandalarını’ bildiklerini, ancak kendilerinin de bir ‘ajandalarını olduğuna dikkat çekiyordu. Prens bu bağlamda tıpkı babası gibi ‘ajandalarında’ genel anlamda Malezya toplumunun değil, Cohor eyaleti halkının refahı olduğuna değinmesi açıkçası şaşılacak bir durum değil. Bir sultanın, bir başka eyaletteki sultan adına görüş beyan etmesi ‘protokole’ uygun olmayacağı malum.

Ancak Prensin açıklamasının devamında 62 yıldır ülkeyi yöneten Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu’nun (UMNO) Cohor’da kurulmuş olmasını bir siyasi taraf olarak gündeme getirip getirmediği tartışılırsa da, -bu hususa ‘işin en başında neler olmuştu’ bağlamında aşağıda değineceğim-, ülkeyi 22 yıl başbakan olarak yönetmiş olan Dr. Mahathir Muhammed’in UMNO’ya meydan okuyan çıkışlarının ‘Prensi’ rahatsız ettiği anlaşılıyor. Dr. Mahathir’in UMNO’dan niçin ayrıldığı, ‘kanlı bıçaklı’ olduğu muhalefetle niçin biraraya geldiği sıradan bir hadise değil.

Bunun da ötesinde, 92 yaşına gelmiş duayen bir siyasetçinin yaşadığı tüm tecrübelerden hareketle bugün, belki de günün getirdiği siyasi anlayışı benimsemesiyle bir çığır açtığını söylemek bile mümkün. Bu husus, bugünkü şartlarda henüz bu şekilde okunamasa da bile, hiç kuşku yok ki bu dönemin tarihi yazılırken, bu konu çokça tartışmalarda yer alacaktır.  

Tabii, Prens İsmail’in Dr. Mahathir’i hedef alırken seçtiği alanlar örneğin, toplumsal ve ekonomik bir hastalık olarak kronizm ve yolsuzlukların başlatıcısı olması gibi, muhalefet çevrelerinin zaten uzunca bir süredir gündeme getirdikleri hususlardı. Ancak, Dr. Mahathir, daha 2013 yılı seçimlerinin ardından başlattığ eleştirilerini 2016 yılında partiyle bağlarını koparmak suretiyle, kendini UMNO yapısının geldiği noktadan ayrıştırmıştı. Öte yandan, Prensin çıkışını dikkate aldığımızda ne onun ne de temsilcisi olduğu monarşinin muhalefet ile aynı siyasi cenahta görünmek veya nötr kalmak gibi bir eğilim sergilemediğine tanık olunuyor.

Bunun aksine, Prens’in Dr. Mahathir’e yönelik eleştirilerinde, 1980’li yıllarda sultanların güçlerini sınırlandırma yönünde karar almasının başat bir rol oynuyor. Bu noktada Cohor monarşisinin Dr. Mahathir’e ve de dolayısıyla muhalefeti hedef alan bu çıkışını, Cohor eyaletinin ‘egemenliğinin’ tesisine bağlantılandırmaları kadar, ulusal siyaset üzerinde de bir etki oluşturmaya matuf bir yönü bulunuyor.

Seçimler öncesinde monarşi ile sivil siyaset arasında yaşanan bu gerilime karşılık acaba dün ne olmuştu sorusunu sorarak bazı hadiseleri hatırlatmakta fayda var…

‘Çoğul Monarşiler’
1786 yılında başlayan İngiliz sömürgeciliği, sadece ticaret ve ekonomi dünyasını ve bunun alt yapısını oluşturan üretim araç ve yöntemlerini üretmekle kalmamış, aynı zamanda ve ötesinde idari ve siyasi yapının dönüşümü ve yeniden yapısallaştırılmasında da rol oynamıştı. Bu bağlamda, 30 Ağustos 1957 tarihinde İngilizlerin bahşettiği bağımsızlık sonrasında köklü monarşik yapıya ne olduğu sorusu kadar bugün bu monarşik yapının nerede durduğuyla da alâkalıdır.

Tabii sayısı dokuzu bulan ve günümüzde her biri bir eyaleti temsil eden klasik sultanlıkların aynı ve benzer siyasi duruşlar sergilediklerini söylemek açıkça mümkün gözükmeyebilir. Ancak, dünyada kendine özgü yapısıyla Malezya Federasyonu’nundaki ‘çoğul monarşilerin’ varlığının, bağımsızlık sürecinde aktör olan UMNO ve bu siyasi yapının 62 yıllık iktidarıyla özdeş olduğu söylenebilir. Bu noktada, bölge tarihine göz atıldığında daha çok öne çıkan Cohor Sultanlığı, bugün Cohor Eyaleti sınırları içerisinde varlığını sürdürürken, ulusal siyasete zaman zaman müdahil olma yaklaşımını da tanık olunmaktadır.

Cohor Sultanı İbrahim’in zaman zaman açık/gizli siyasi söylemlerle gündeme gelmesi ve bugün bu sürece oğlu Prens İsmail’in de katılmış olması, sadece atalarının bir geleneğini sürdürmesinden kaynaklanmıyor. Bunu da içine alacak şekilde Cohor eyaletinin, tıpkı dün olduğu gibi bugün de -ilk sırada olmasa bile, ülkenin önde gelen bir ekonomik üretim kapasitesine sahip bölgesi ve bunun sürdürülebilir bir nitelik kazanması arzusundan kaynaklanıyor. Öte yandan, Cohor’un iktidardaki ‘ulusal ittifak’ın omurgası olan UMNO’nun kurulduğu ve gelişme gösterdiği yer olmasıyla da monarşi ailesi kendini bu yapıyla aynı yere konumlandırmaktadır.

Değişim ve Durhaka
Burada hatırlanması gereken önemli husus, Malay milliyetçiliği köklerine sahip olan UMNO 1946 yılında kuruluşu sırasında, Cohor Sarayı önünde dönemine göre dev bir göstergi yaparak, Malay tarihinde belki de ilk defa sultanlara yeni dönem siyasetinde nerede durmaları konusunda ‘yüce otoriteye’ rehberlik etmesidir. Henüz yeni bir inisiyatif olmasına karşılık, UMNO’nun kısa sürede Yarımada’da halk arasında önemli bir destek bulması ve bunun ‘yüce otorite’ önünde bir tür isyan hareketine yönelmesi, aslında devrim niteliğinde kabul edilebilecek bir gelişmeydi.

Ancak bu yönelmenin devrimle tamamlanamamış yani, monarşinin ortadan kaldırılması gibi bir sürece evrilmemesi de, Yarımada’daki Malay toplumunun sultanlarıyla İslam öncesi dönemden başlayan varoluşsal ilişkiye dayanmaktadır. Öyle ki, UMNO’nun Cohor sultanlığı sarayı önünde gerçekleştirdiği gösteri de, kadim metinlerde ve sözlü kültürde ‘kral/sultan–halk’ arasındaki ilişkiyi belirleyen hiyerarşik otorite düzeneğinin ihlâli (durhaka) haline tekabül etmektedir.

İngilizlerin 2. Dünya Savaşı sonrasının siyasi şartlarında Malaya topraklarından ayrılmak bir yana, o güne değin bir şekilde sembolik de olsa ‘siyasi güç’ mekanizmasında yer verdikleri sultanları neredeyse bir ‘müftü’ konumuna indirgemek suretiyle siyasetin dışına itme kararlılığı karşısında, geniş Malay toplumunun temsilcisi olarak ortaya çıkan UMNO’nun Sultanları atılan imzaları geri çekmeleri konusundaki uyarısı sonuç getirmişti. Bu süreçle, monarşi sembolik de olsa varlığını sürdürürken, hiç kuşku yok ki, iktidar çevreleriyle ilişkileri de devam etmişti.

Bugün bir siyasi değişim arefesinde olduğu gözlemlenen ülkede, olası bir değişimin monarşi tarafından nasıl algılanacağı meselesi de önem arz ediyor. Bu noktada, monarşinin olası bir değişim süreci karşısında nötr bir tavır mı takınacağı, yoksa statükonun değişmemesi yönünde tercihte mi bulunacağı sorusu sorulmayı hak ediyor.


12 Nisan 2018 Perşembe

Malezya 9 Mayıs’ta seçime gidiyor / 9 May Polling Day in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                        12.04.2018

Malezya’da nihayet seçim takvimi işlemeye başladı. Bir hafta önce, yani 6 Nisan Cuma günü Başbakan Necib bin Rezzak’ın meclisi lağv etmesinin ardından, seçim komisyonu Malezya’da 14. Seçimlerin 9 Mayıs’ta yapılacağını duyurdu. Seçimde, kayıtlı seçmen sayısı yaklaşık 14.9 milyon olarak açıklandı.

Ülke nüfusunun otuz milyona yaklaştığı dikkate alındığında, nüfusun yarısının en azından potansiyel olarak oy kullanacağı bekleniyor. Seçimlerde genel itibarıyla iki bölge üzerinde derin bir farklılaşma göze çarpıyor. İlki Malay Yarımadası’ndaki 11 eyalet, ikincisi ise Kalimantan (Borneo) Adası’ndaki Sabah ve Sarawak Eyaletleri. 220 sandalyeli federal meclisin yanı sıra, doğu ve batı Malezya’da toplam 13 eyalet meclisi de belirlenecek.

İktidar’ın “bir kez daha”, muhalefetin “ilk defa” dediği seçim
60 yılı aşkın bir süredir iktidarda bulunan Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu’nun (UMNO) ana yapısını oluşturduğu ‘ulusal ittifak’, iktidarını bir beş yıl daha ileriye taşıma amacı ile seçime giriyor. ‘Umut muhalefeti’ adıyla biraraya gelen muhalefet partileri ise, iktidarı ilk kez ele geçirerek tarihi bir değişime imza atmak istiyor.

Bu noktada, muhalefetin 2008 ve 2013 seçimlerinde mecliste ulusal ittifakın üçte ikilik çoğunluğu kırmış olması, bu zafere ramak kaldığının bir işareti olarak okunuyor. Ya da muhalefet böylesi bir umudu son anına kadar koruyarak, geniş kitlelerin beklentisi olduğuna kuşku olmayan siyasi değişimde son noktayı koymaya hazırlanıyor. Neredeyse bir yılı aşkın bir süredir seçim atmosferine girilmesi nedeniyle siyasi partilerin başlattıkları çalışmalar, geçen hafta seçim tarihinin verilmesiyle birlikte ülkenin çeşitli bölgelerindeki seçim faaliyetleri yoğunlaşıyor.

Seçimler öncesinde resmi kampanya süresinin ise on bir gün ile sınırlandırılmış olması, muhalefet tarafından eleştirilmekle birlikte, ülkenin her yönüyle bu seçime kilitlendiğine şüphe yok. Muhalefet, iktidar gücünün sınırlı kampanya süresi gibi benzer ‘seçim politikalarına’ daha önceki seçimlerden alışkın olduğuna zaten alışık. Öyle ki, muhalefet çevrelerinin bu ve benzeri süreçler nedeniyle kitlesel gösteriler düzenlemesine rağmen, bugüne kadar bir değişimin olmadığı da bugünkü durumda açıkça ortaya konmuş oluyor.

“Çok etnik partili” siyasi yapılar ve kökenleri
Çok etnikli, çok dinli bir toplum olmanın getirdiği bazı ‘avantajlar’ kadar, ‘dezavantajlar’ da Malezya siyasal yaşamında kendini ortaya koyuyor. Aynı siyasi bloğun, yani ulusal ittifak’ın, ülkenin bağımsızlığından bu yana iktidar gücünü elinde tutmasına rağmen, aynı zamanda çok partili bir yapının olduğunu unutmamak gerekir.

Söz konusu bu çok partili siyasi ortamda, yukarıda vurgulanan ‘çok etniklilik’ özelliğiyle bağlantılı olarak, örneğin Sabah ve Sarawak bölgesindeki etnik unsurları temsil eden bölgesel siyasi hareketler ve partiler de bulunuyor. Buna, en azından bir dönem Kelantan ve Terengganu ile kısmen Kedah Eyaleti ile sınırlı bir yapılaşma sergileyen ve ardından çeşitli siyasi güçlerin harekete geçmesiyle birlikte ulusal bir nitelik arz eden Kelantan merkezli Malezya İslam Partisi’ni de (PAS) saymak gerekir.

“Bağımsızlığın” belirlediği ‘UMNO’ omurgalı ittifak yapısı
Malay Yarımadası’ndaki diğer etnik partiler ki, -başta Malay Çin Birliği Partisi (MCA) ile Malay Hint Kongresi Partisi (MIC) geliyor- ve diğer bazı görece küçük siyasi partilerin geçen altmış yıllık sürede UMNO ile ittifak kurduklarına tanık olunuyor. Bağımsızlık kökenli bu çok partili siyasi/iktidar ittifak yapısı içerisinde, Sabah ve Sarawak Eyaletleri’nde eyalet temelli siyaset yapan etnik partileri göz ardı edilemeyecek önemde.

Bununla birlikte, Sabah ve Sarawak ile Malay Yarımadası’ndaki etnik partilerin kökenleri ve anlamlarının da farklı olduğuna dikkat çekmek gerekir. Öyle ki, İngiliz sömürge yönetiminin 1957 yılı 30 Ağustos’unda bahşedilen bağımsızlığın şartı olarak üç etnik yapının yani Malay, Çinli ve Hint kökenli siyasi partilerin koalisyonunu zorunlu kılıyordu. Bu önem, bir anlamda ülkenin niçin altmış yılı aşkın bir süredir aynı ‘koalisyon’ bloğu tarafından idare edilmekte olduğuna da ışık tutuyor.

Bu sürecin devamında, Sabah ve Sarawak kökenli etnik partilerin varlığı daha sonraki döneme yani 1963 yılına dayanıyor. Dönemin yani, Soğuk Savaş koşullarının itici ve zorlayıcı bir faktör olarak ortaya çıkmasıyla, Anglo-Sakson dünyanın bölge dizaynındaki belirleyiciliği Kalimantan’daki etnik yapıları Malay Yarımadası’ndaki siyasi yapıya yani, Malezya’ya bağlamasının sonuçlandı. Bu sürecin devamı olarak ise yerli etnik partiler, ‘doğal’ olarak UMNO ile ittifakta yer almakta bugüne kadar devamlılık gösterdi.

Etnik partilerden ulusalcı parti denemelerine
Muhalefet bloğunun da iktidar bloğundakine benzer bir ittifak yapısı sergiliyor. Ancak burada kayda değer bir farkın olduğuna vurgu yapılmalıdır. 2. Dünya Savaşı sonrasında, İngiliz sömürge yönetimi merkezli gelişen ve ülkede bağımsızlığın ardından iktidarı ilk elden belirleyici olacak şekilde etnik yapılar arası koalisyona karşılık, muhalefetin bu yüzyılın başında ortaya koyduğu siyasi yapılaşma örneği ‘kendindelik’ ve ‘sivillik’ çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Bu anlamda, farklı etnik yapıların temsilcisi konumundaki siyasi hareketlerin bir ittifak bloğu oluşturmaları, görece yakın bir döneme dayanıyor. Bu noktada, ülkede etnik temelli parti mücadelelerinin aşılma noktası kabul edilen ve Enver İbrahim ile çevresindeki kadrolar tarafından 2000 yılında başlatılan reform hareketinin, bugüne kadar verdiği mücadele dikkat çekicidir.

Bu süreç, Enver İbrahim üzerinden gündeme taşınan eşcinsel suçlamalar ve hapis cezalarıyla karalanmaya çalışılsa da, hiç kuşku yok ki, ülke modern siyasi tarihi içerisinde önemli bir döneme işaret ediyor. Bununla birlikte, artık bu kadroların biyolojik ömürlerini tamamlamak üzere oluşları, 9 Mayıs’ta yapılacak 14. genel seçimlerin bir anlamda var/yok mücadelesi şeklinde değerlendirilmesine de yol açıyor.

Alternatif siyasal yapılaşma iktidar olacak (mı?)
Bu muhalefet yapısının bir yanda Çin etnik yapısı, öte yanda PAS gibi Malay Müslümanlarını temsil ettiği iddiasındaki yapıyı bir araya getirerek ürettiği ‘Halk Muhalefeti’, siyasal yaşamda sadece sözde veya masada kalan bir çaba olarak gerçekleşmedi. Aksine, 2008 ve 2013 seçimlerinde ülke siyasal tarihinde ilk kez, iktidarın meclistesi üçte iki çoğunluğunu bozan bir siyasi başarı sergiledi.

Bu siyasi başarının, ülkede ‘ulusalcı siyaset’in izleği olabilecek veya bunun sonucu olarak değerlendirilebilecek şekilde, belki de bir araya gelmesi muhtemel görülmeyen kesimlerin birarada nasıl siyaset yapabileceklerini ve birbirleriyle ne denli yakın temas kurabileceklerini ortaya koymasıyla da önem taşıyor.  

Bu bağlamda, 9 Mayıs seçimleri sonuçları ne olursa olsun beş yılda yapılan bir seçim olmanın ötesinde, Malezya’da kökenleri 2. Dünya Savaşı sonrasına uzanan bir dönemin ürünü olan sürecin ne yöne evrilebileceğini göstermesi açısından da önem taşıyor.


10 Nisan 2018 Salı

Açe’li T. Ali Basyah Talsya vefat etti / T. Ali Basyah Talsya passed away in Aceh

Mehmet Özay                                                                                                                       10.04.2018

Bundan on yılı aşkın süre önce yayınlanan bir çalışmada, “Açe’li dev adam Talsha” diye bir başlık atmıştım. Ancak ‘vefat etti’ ifadesi olmadan. Dün, “Açe’li Dev Adam” Teuku Ali Basyah Talsya, dün akşam saatlerinde vefat etti. Bu sabah bu kıymetli insanın vefat haberini aldığımda elbette ki üzüntüm büyüktü. Kendisini en son 2016 yılı başlarında, birkaç kıymetli dostla birlikte ziyaret etmiştim. Ayağa kalkamayacak denli rahatsızdı. Bu nedenle konuşmamız mümkün olmamıştı…

Üzüntüm kendisiyle zaman zaman görüştüğüm, sohbet etmek imkânı yakaladığım ve Açe’ye her gidişimde sürekli ziyaret etmek istediğim bir kişiyi bir daha görememekle sınırlı değil. Bunun yanı sıra, Açe’nin üç önemli dönemine tanıklık etmiş bir insanı, Açe toplumunun anlayamamış olması ve hayattayken layık olduğu değeri pek de verememiş olmasıdır. 20. yüzyıl başlarında dünyaya gelen Talsya, Açe topraklarını saran Hollanda sömürgeciliği, 1942-1945 yıllarında Japonya’nın varlığı ve ardından bağımsızlık sürecini yakinen tecrübe etmiş, bilfiil iştirak etmiş bir kişiydi.

Talsya, sömürge süreçlerinde Açe topraklarının özgürlük ve bağımsızlığa inanan bir kişi olarak yaşam sürdür. Bu süreçte, dinine ve vatanına bağlılığını duygu yönünün yanı sıra, düşünce ve eylemleriyle ortaya koymasıyla dikkat çeken bir isimdi. Bu duruşunu yaşamının her döneminde ortaya koyarken, adeta bu özellikler onun ayrılmaz bir parçası olmuştu. Kendisini ilk ziyaret ettiğim 2005 yılı Sonbaharı’nda, Açe’deki din ve vatan mücadelesinden bahsederken ki ışıltıları hala capcanlı gözümün önünde.

Talsya, Açe toplumunun belki de tarih boyunca karşı karşıya kaldığı en zor dönemler arasında sayılacak 20. yüzyıl ilk yarısı gibi meşakkatli bir dönemde tıpkı yakın arkadaşları gibi, Açe toplumunun bağımsızlığı ve özgürlüğü duygusunu her an yaşarken, bu duruşunu bir sorumluluk olarak addettiğinin ifadesi olarak bir gazeteci ve yazar olarak siyasal ve toplumsal süreçlere katkıda bulundu.

Açe topraklarının 400 yılı bulan ve bölgedeki devlet yapılanmaları içerisinde bu anlamda yegâne bir yeri bulunan bölgenin sömürgecilik sürecine konu olmasına rağmen, bu sürecin sonlandırılması konusunda verilen mücadelenin içinde yer aldı. Açe topraklarının 17 Ağustos 1945 yılında ilân edilen Endonezya Cumhuriyeti sınırları içerisinde yer almasıyla birlikte, bu sürece giden mücadeleyi ve sonrasını kaleme aldığı yazılarıyla bir anlamda dönemine ışık tuttu.

Talsya bu dönemde, aynı zamanda Açe topraklarının tarihi, dini-kültürel ve toplumsal yapılaşmasına bağlılığını, örneğin,  “Iskandar Muda: Negarawan dan Pahlawan Besar”, (Sinar Darussalam, 1969, No. 15, Djuli, Banda Atjeh) gibi söz konusu bu dönemlerin ortaya çıkmasında rol alan sultanları ve siyasi liderleri konu alan çalışmalarıyla ortaya koymuştur. Öyle ki, bu çalışmalar, uzun Hollanda Savaşı’nın (1873-1911) Açe toplumunda yarattığı travmayı giderecek ve bu sürecin neden olduğu tarihi ve entelektüel yıkımı tedavi edecek bir çaba olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir.

Talsya, sömürge mücadelesinin ardından gelen bağımsızlık ortamında çalışmalarını Sinar Darussalam başta olmak üzere Merdeka, Pahlawan, Soeloeh gibi döneminin önemli yayın organlarında yayınladı. Toplumsal tarih içerikli gazete ve dergi yazılarının yanı sıra, Aceh dan Pahang, (Medan: Prakarsa Abadi Press, 1989); Batu Karang ditengah Lautan (Perjuangan Kemerdekaan Di Aceh: 1945-1946); 10 Tahun Daerah Istimewa AcehSejarah Dokumen-Dokumen Pemberontakan di Atjeh, (Jakarta: Kesuma); Atjeh Jang Kaja Budaja, (Banda Atjeh: Pustaka Meutia, 1972) gibi eserlere imza attı.
Talsha Bey’in zengin ve derin hafızasının kayıtlara geçmesi en büyük dileğimdi. Ancak bu yapılamadı… Şimdi ardında bıraktığı ve en azından şimdiye kadar ulaşabildiğim yukarıda zikrettiğim eserlerin yeni nesle ışık tutmasını diliyorum. Bu çerçevede, başta Açe’deki akademi dünyası olmak üzere Endonezya’daki araştırmacıların bu eserler üzerinden Açe ve Endonezya toplumunun yakın geçmişini anlama uğraşlarında bazı eserlere başvurmaları hiç kuşku yok ki önemli katkılar sağlayacaktır.

Talsya Bey’e Allah’tan rahmet diliyorum.


3 Nisan 2018 Salı

Arakan’a bahar ne zaman gelecek? / When spring comes to Arakan?

Mehmet Özay                                                                                                                        03.04.2018

Geçen Ağustos ayında bir grubun ülkenin batısındaki Arakan Eyaleti’nin kuzeyinde, birkaç güvenlik noktasına yaptığı saldırı sonrasında Myanmar ordusunun Arakanlı Müslümanların yaşadığı bölgelerde estirdiği terör, 2012 yılı Haziran ayından bu yana yaşananların bir devam niteliği olmakla önem taşıyor.

En son açıklanan rakamlarla sayıları yedi yüz bini bulan Arakanlı’nın etnik soykırım tehdidi altında kurtuluş umuduyla Bangladeş sınırını geçmesiyle son dönemlerin en önemli sığınmacı akınına tanık olunmuştu. Bangladeş’e yönelik bu akın ilk defa gerçekleşmemesine rağmen, Myanmar ordusunun Müslümanlara yönelik saldırısının boyutları ve sınırı geçen sığınmacıların sayının çokluğu küresel gündemde yer etmişti. Kendi iç toplumsal ve ekonomik sorunlarıyla boğuşan Bangladeş yönetiminin, bu kadar çok sayıda sığınmacıya kol kanat geremeyeceği aşikârdı.

Ayrıca, küresel ilginin ortaya çıkmasının da verdiği bir itici güçle Bangladeş yönetimi, belki pek de beklenmedik bir şekilde, çeşitli kamplara yerleştirilen Arakanlılara yönelik uluslararası yardımları kabul etmeye başladı. Ardından geçen Kasım ayının sonlarına doğru Bangladeş ve Myanmar hükümetleri arasında imzalanan bir ‘ön’ anlaşma ile Arakanlı sığınmacıların ‘ülkelerine’ gönderileceği haberi bir ‘bahar’ havasının doğmasına neden oldu. O dönem yazdığımız yazılarda bu ‘ön’ anlaşmanın temkinli karşılanması gerektiğini belirtmiştik.

O günden bu yana, bölgeyi izleyenler tarafından bu kamplardaki en azından bir bölüm Arakanlının, yine derme çatma teknelerle okyanus sularına açılması ihtimali olabileceği gündeme getirilmişti. Ancak dün, Bangkok merkezli Fortify Right’ın açıkladığı basın açıklamasının ardından ve bugün bölge basınındaki haberlere göre, sadece bir iki teknenin bölgeye ulaşma çabası içerisinde olması, akıllara temelde iki hususu getiriyordu. İlki, teknelerin birincil hedefi olan Tayland ve Malezya yönetimlerinin deniz sınırları boyunca gerekli tedbirleri aldıklarıydı. İkincisi ise insan trafiğini yöneten uluslararası çetelerin Güneydoğu Asya ülkeleri sahilleri yerine, yeni rotalar ve güzergâhları gündeme aldıkları yönündeydi.

Geçen hafta sonu Tayland makamlarının, içinde 56 kişinin bulunduğu bir teknenin karaya yanaşmasına izin vermemesi ve Krabi eyaleti sahillerinden denize geri çevirmesi üzerine konu bir kez daha gündeme geliyor. Bunun ardından tekne Malezya’nın kuzeyindeki Langkawi Adası açıklarında Malezya sahil güvenlik birimlerince belirlenmesi üzerine daha güneye, örneğin Kedah veya Perak bölgesine inmesine izin verilmeden karaya çekilerek ilgili birimlere teslim edildiler. Malezya sahil güvenlik birimleri, teknedekilerin insani nedenlerle karaya çıkmalarına izin verildiğini açıkladı. Malezya makamlarından şu ana kadar detaylı açıklama gelmese de bu ‘insani’ olgunun neye tekabül ettiği ve bunun söz konusu Arakanlıların neyle karşılaşacaklarını şimdilik belirsiz kılıyor.

Bu iki gelişmeyi burada kısaca üç açıdan değerlendirmek mümkün. İlki, Bangladeş ve Myanmar hükümetleri arasında yapılan ve sığınmacıların ‘ülkelerine’ dönmesini öngören anlaşmada gelinen nokta. Söz konusu anlaşmanın ardından teknik çalışmalarla varılan sonuç 15 Mart’ta basına taşınmış ve yedi yüz bini bulan Arakanlı sığınmacıdan sadece 374’ünün Myanmar makamlarınca geri alınacağı belirtilmişti. Myanmar dışişleri bakanlığı Bangladeş hükümetince kendilerine ulunan 8032 Arakanlının belgelerinin incelenmesinin ardından sadece 374’ünün geri dönüşüne izin verileceğini açıkladı. Gerek anlaşma şartları gerekse süreçte yaşananlar her iki ülkenin bu soruna yaklaşımlarındaki farkları, belirsizlikleri ve ciddiyetsizliklerini ortaya koyması bakımından dikkat çekici.

İkinci husus, sığınmacıların hedef ülkesi olduğu görülen Malezya ve Tayland’ın bugüne kadar Arakanlı sığınmacılar konusunda sergilediği tavır, birbirinden bağımsız olmadığı gibi, sadece bu iki ülke ile de sınırlı değil. Genel itibarıyla bakıldığında, bölge ülkelerinin siyasi eğilimlerden bağımsız bir yönü olduğu da söylenemez. Sadece Myanmar’ın değil, temelde Güney ve Güneydoğu Asya ülkelerini içine alan bir sığınmacı sorunu yaşanıyor. Bu durum, bölge ülkelerinde kökleri 2. Dünya Savaşı sonrasına dayanan ve özellikle, 1990’lardan itibaren başat bir gelişmeye konu olan kalkınmacı ekonomilerin bölge ülkelerinde demokratikleşmeye ve bu siyasi rejimin temelleri olan insan hakları, özgürlükler kadar çatışma bölgeleri, sığınmacılar vb. konularında olumlu açılımları beraberinde getireceği yönündeki öngörülerin -en azından- şu ana kadar gerçekleşmediğini ortaya koyuyor.

Bunda, bölge ülkelerinin 2. Dünya Savaşı öncesinde konu oldukları sömürge dönemlerinden bugüne sarkan ve bu anlamda gerek sömürgeci güçlerin gerekse kendi iç toplumsal sorunlarının katmerleşerek büyümesinin önemli bir rolü bulunuyor. Oysa, sadece ekonomik kalkınma bağlamında değil, eğitim, kültür, medeniyet gibi alanlarda da ilk öğretim kurumlarından yüksek öğretime; siyasi partilerden sivil oluşumlara ve geniş toplum kesimlerine yönelen ‘insani kalkınmacı’ bir anlayışın hakim olması beklenirdi. Ancak bu süreçlerin bırakın ilgili ülkelerin kendi halkları arasında birliği tesisi, hakların korunması ve gözetilmesini öncelemek değil, aksine çatışmacı bir ortamı körüklediğine tanık olunuyor.

Bu süreçte atılamayan adımlarla ilgili en açık örnek, soruna kaynaklık teşkil eden ülke yani Myanmar’dır. Demokratikleşme sorununun olup olmaması bir yana, Arakanlı Müslümanlara yönelik etnik soykırım kavramının ortaya çıktığı sürecin, Nobel Barış Ödülü’ne sahip ve gölge devlet başkanı statüsündeki, Dışişleri Bakanı ve devlet başkanlığından sorumlu bakan Suu Kyi’nin bulunduğu bir hükümet döneminde olması manidar. Sözde ‘Myanmar sosyalizmi’ adı verilen bir ‘deneysel bir siyasi rejimin’ diktatoryal bir uygulamanın aracı kılındığı ve on yıllarca süren pratikleri sonunda, 2010 yılı Kasım ayında yapılan seçimlerinin ardından, yarı-demokratik yötenime geçen ve ardından 2015 yılında yine Kasım ayında yapılan seçimlerle on yıllarca demokrasinin sözcüsü kabul edilen Ulusal Demokrasi Birliği Partisi’nin (NLD), yani tamamen sivil bir siyasi hareketin ülkeyi demokrasi şölenine dönüştüreceğini elbette kimse beklemiyordu.

Ancak, Suu Kyi’nin öncülüğünde NLD’nin ülkede ekonomik, kültürel hakların önünü açacak kararlar alması en beklenir gelişmelerden biri olabilirdi. Burada yine tekrarlamakta fayda var ki, o da Myanmar’ın sorununun, sadece Arakan Müslümanları ile sınırlı olmadığıdır. Böylesi bir algının oluşturulması yine Myanmar denilen ülkeyi oluşturan tarihsel ve toplumsal gerçeklerden bağımsız hareket edilmesini yani gerçek dışı mitolojik bir yaklaşımın bilerek veya bilmeyerek ortaya konulması anlamı taşımaktadır.

Üçüncü husus Müslüman toplumlarla ilintilidir… Bir an için bölgedeki Budist toplumlar bir yana bırakıldığında, geri kalan Müslüman toplumların Arakan sorununa gerek siyasi yapılar gerekse STK’lar marifetiyle nasıl yaklaştıkları da bir sorun yumağı olarak önümüzde duruyor. Öyle ki, okyanus sularında kaderlerine terk edilmiş binlerce sığınmacıyı takip ve izleme yeteneğine dahi sahip bulunmayan bölgedeki yapıların korku ile karışık içe kapanmacı bir ruh hali sergilediklerini söyleyebiliriz. Siyasi yapılar bağlamında ‘ulusal güvenlik’ sorunu gibi son dönemde popülarize edilen bir olgu olarak kabul edilerek sergilenen bu ‘psikolojiyi’ meşrulaştırmak mümkün. STK’lar nezdinde ise, işin çokça dillendirilen profesyonellik olgusu bir yana, bilgi ve analiz süreçlerinden yoksunluğunun öne çıktığına ise şüphe yok.

Bu son olayda da görüldüğü üzere, Tayland makamlarının bir yılı aşkın süre zarfında ilk defa gerçekleştiğini ileri sürdükleri sığınmacı vak’asının, aslında ikincisi olduğunu belirten faaliyetlerini Bangkok merkezli olarak yürüten ‘yabancı’ bir STK. Bu yapı/lar/ın bu yöndeki çalışmalarını, sadece sahip oldukları insan ve maddi kaynaklarla açıklamak mümkün değil. Aksine, bu yapısal gelişmeyi ortaya koymada birincil önem arz eden bilgi ve donanım konusunda sahip oldukları özelliklerdir.

Bu gelişmeler Arakan’da tarihin tekerrür etmekte olduğunu ortaya koyuyor. Sınırı geçen yüzbinlerce Arakanlı, tıpkı 1980’li ve 1990’lı yıllardakine benzer şekilde bu ülkede ‘yerleşik’ hale gelmeye aday konumundalar. Cunta rejimlerine konu olan dönemlerde yaşanan ve yine yüzbinlerce insanın evini barkını terk etmek zorunda kaldığı gibi bugün de ‘demokratikleşmekte’ olduğu belirtilen Myanmar’da Nobel Barış Ödüllü Suu Kyi hükümetinde yine yüzbinler benzer bir sürecin eşiğinde. Bu sürecin Arakanlılara yönelik ‘etnik soykırımın’ bir parçası olduğuna şüphe yok. Her seferinde yapılan çıkışlarla Arakanlılara vaat edilen ‘baharın’ gelip gelmeyeceği ise belirsizliğini koruyor.