24 Kasım 2015 Salı

ASEAN’da Yeni Bir Dönem / A New Era for ASEAN

Mehmet Özay                                                                                                       24 Kasım 2015

27. ASEAN Genel Kurul toplantısı, dönem başkanı Malezya’nın ev sahipliğinde hafta sonunda başkent Kuala Lumpur’da gerçekleştirildi. Toplantıların odağında, 2016 yılı itibarıyla hayata geçirilmesi plânlanan ASEAN “Ekonomi Birliği Deklarasyonu” imzalandı. Böylece, 2003 yılında gündeme getirilen Ekonomik Birlik olgusu, aradan geçen on iki yıllık süre sonunda imzalanmış oldu. Söz konusu bu toplantı çerçevesinde, ASEAN’la stratejik ortaklığı bulunan sekiz ülke devlet ve başbakanlarının varlığı toplantıları daha da önemli kılan bir unsurdu.  ASEAN ile stratejik ortaklar arasındaki görüşmeler de, ASEAN Ekonomik Birliği toplantıları kadar önem arz ediyordu.

Malezya hükümetinin toplantılara “Halkımız, Toplumumuz ve Vizyonumuz” başlığını belirlemiş olması, Başbakan Necib bin Razak’ın, yaklaşık bir yıl önce ASEAN’ın ‘insan merkezli’ bir birlik olarak gördüklerini açıklamasının bir sonucu. Toplantıların bir yanında da, bu insan merkezli duruşa atıf olarak değerlendirilebilecek örneğin, insan kaçakçılığı, giderek yaşlanan nüfus, kadın ve çocuklara yönelik şiddet gibi bazı çalışmalar ve anlaşmalar gündeme geldi. Bununla birlikte, insan merkezlilik konusunda bölge ülkelerinin ne denli bir ‘merkezi’ konum aldıkları veya ilgili konular üzerinde ne denli ciddi bir şekilde durdukları hususu da, özellikle sivil toplum ve akademi çevrelerinde tartışılmaya devam ediyor. Bu çerçevede, bölgenin değişik bölgelerinde sonlandırılmış veya halen devam eden çatışmalardan doğrudan veya dolaylı olarak etkilenmiş kitlelerin hak mücadelelerine ulusal hükümetlerin ve de bölgesel organizasyonların sonuç almaya matuf bir yaklaşım sergilememeleri, herhalde insani duruşdaki yoksunluğun ne anlama geldiğini göstermektedir.

Bunun yanı sıra, nadir de olsa bazı siyasilerin de öne çıkıp eleştirel yaklaşımlarına tanık olunuyor. Singapur Başbakanı Lee Hsien Lhoong imza töreni akabinde yaptığı açıkmalarda bu hususa dikkat çekti. Lee, bölge ülkeleri vatandaşlarının ASEAN’lılık aidiyetindeki zaaflarının, aslında ülkelerin yönetimleri arasında ekonomi dahil olmak üzere işbirliklerinin de istenen hızda ilerlemesi önündeki nedeni oluşturuyor. Bölge ülkelerin halkları, özellikle ekonomik koşutlanmışlıkla üretim araçları sürecinde birer ‘atıl’ figür rolü oynamanın dışındaki etkinliklerine olanak tanınmamasıyla dikkat çekiyor. Bunu belki de en çok, görece ekonomisi gelişmiş ülkelerin diğer bölge ülkelerinden insane göçünü konu edinmeleri oluşturuyor. Bu husus bile tek başına, insane kaçakçılığı gibi bölgenin en önemli ‘insani’ sorunlarının ortaya çıkmasındaki başat nedeni oluşturuyor.

Bu noktada, durup acaba Myanmar’dan başlayıp, Endonezya Takımadaları’nın en ucuna kadar uzanan toprakların dini-kültürel ve sosyal gerçekliklerinin birbirleriye teması, birbirlerini anlama ve tamamlama süreçlerine tabii olup olmadıkları yüksek sesle dillendirilmeyi hak ediyor. Bir yanıyla Budist çoğunluğun egemen olduğu bölgeler, öte yanıyla Malay ırkının kahir ekseriyetini oluşturan İslamiyetin varlığı, şu veya bu şekilde Çin gibi kadim bir medeniyet mensubiyetiyle öne çıkan Çin diasporası bir zenginlik unsur kadar, aynı zamanda toplumsal dışlanmışlıkların da sebebi olabiliyor. Ve bu noktada kat edilmesi gereken epeyce bir yol var.

Bugün, bölge ülkeleri arasında Ekonomi Birliği’nin gündeme gelmesi bir tesadüf eseri değil. ASEAN’ın 1967 yılındaki kuruluşundan bu yana, siyasi ve kültürel ilişkilerden ziyade, bölge ülkeleri arasında ekonomi temelli bir yaklaşım olmasına rağmen, bunun kurumsal bir yapılaşma çerçevesinde ekonomik birlik sürecinin yakalanması için uzun yıllar geçmesi gerekti. Bu bağlamda, ASEAN’ın Avrupa Birliği’ni model aldığı biliniyor. Pazar günü imzalanan deklarasyon ile 2003 yılında karar verilen süreç sonuca ulaşmış gözüküyor. Ancak, Singapur Başbakanı Lee Hsien Lhoong’nun imza sonrasında yaptığı açıklamada ortaya koyduğu üzere, anlaşmanın pratikte bir karşılığının olabilmesi için yapılması gereken işler o kadar da azımsanacak kadar değil. Bu noktada, ortak pazar, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı, üretim süreçlerinde standardizasyon vb. gibi konularda bitirilmesi gereken süreçler bulunuyor. Yapılan açıklamalarda anlaşmaya konu olan hususların %80’inin bitirilebildiği belirtiliyor. Zaten bu nedenledir ki, aynı günlerde ASEAN 2025 Deklarasyonu’n imzalanması ASEAN içinde ekonomik yapılaşmanın daha uzun sürece yayıldığının ip uçlarını veriyor.

Söz konusu ekonomi birliğinin ve 2025 Deklarasyonu’nun imzalanması, bölge ülkeleri arasında yakınlaşmayı tetikleyeceğine kuşku yok. ASEAN’ın kuruluşundan bu yana adım adım ‘nitelikli’ bir birlik haline gelmesinin önündeki zorlukların başında yaşanan ic savaşlar, askeri rejimlerin rolü son derece büyük. Bu etkinin bugün en azından bölgedeki kimi sivil yönetimler bağlamında tam anlamıyla ortadan kalktığını düşünmek de yanlış. Bunun en son örneği kuşku yok ki, Myanmar. Myanmar demişken, akla 2. Dünya Savaşı sonrasının gelecek vaad eden Güneydoğu Asya’nın ‘parlayan yıldızı’ Myanmar geliyor. Bugün de, Ekonomi İşbirliği Anlaşması imzalanmasıyla en azından orta vadede geleceğe umutla bakan bir ASEAN doğduğuna dikkat çekmek gerekir. Bu umut vaat eden geleceğin bir yanında Myanmar’ın bir sıçrama yaparak, bundan yaklaşık 80 yıl önce kendisine biçilen rolü yerine getirip getirmeyeceği de Birlik içerisinde önem taşıyor.

Bu noktada ABD, Çin, Japonya, Hindistan, Güney Kore, Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada gibi dünyanın endüstrileşmiş ülkelerinden oluşan stratejik ortakların birbirlerine yakınlığı kadar rekabetleri de ASEAN ile ilişkilerde belirleyici bir unsur. Bu ortakların siyasi ve ekonomik yapılarına geniş bir perspektiften bakıldığında Çin ve Hindistan hariç tutulduğunda, diğerlerinin benzer bir platformda yer aldıkları görülecektir. ASEAN’ın stratejik partnerlerle ilişkisinde ilgili ülkelerin küresel eko-politik stratejileri belirleyici olmaktadır. Bu noktada, Doğu ve Güney Çin Denizi, Malaka Boğazı ve Hint Okyanusu gibi son derece önemli su yolları ve dünya ticaret ağının vaz geçilmez ülkeleri ve siyasi bloglarının varlığı akla güvenlik unsurunu getiriyor. Bu nedenledir ki, ana toplantılara eklemlenmiş olarak gerçekleştirilen ikili görüşmelerde ekonomik işbirlikleri, ticaret ve yatırım olanakları kadar, güvenlik konusu da kayda değer bir şekilde yer aldı. Özellikle, son dönemde Avrupa’ya kadar uzanan terör saldırıları, bölge ülkelerinde de hassasiyet oluşturuyor.

Kuala Lumpur’daki Zirve, aynı zamanda 2016 yılı dönem başkanı Laos’a görev teslimi anlamı taşıyordu. Önümüzdeki yıl, ASEAN toplantılarının, dünyada pek de fazla tanınmayan Laos’da gerçekleştirilecek olması bölgenin bu küçük ülkesi için kuşkusuz ki bazı avantajlar anlamı taşıyor.


17 Kasım 2015 Salı

Myanmar’da Yüzyılın Sonu / The End of the Century in Myanmar

Mehmet Özay                                                                                                        17 Kasım 2015

Myanmar’da 8 Kasım’da yapılan seçim sonuçlarının açıklanmasıyla birlikte, başta ülke içerisinde olmak üzere, ASEAN’da ve Batılı ülkelerde geleceğe dair iyimserlik havası iyice kendini hissettiriyor. Ülkenin modern tarihinde yaşanan üçüncü ‘demokratik’ seçim ‘Ulusal Demokrasi Birliği’nin (NLD) başarı ile sonuçlanırken, ordu ve ordunun sivil uzantısı Birleşik Dayanışma ve Kalkınma Parti’si (USDP) sözcülerince, muhalefetin gösterdiği başarı karşısında yenilginin kabul edildiği açıklamaları yapıldı. NLD, henüz kesinleşmemiş sonuçlara göre, 664 üyeli iki meclisli temsili yapıda 329 sandalye kazanarak tek başına başkan adayı çıkarma şansı elde etti. Bu sonuca rağmen, halen yürürlükte olan bir yasa gereği Suu Kyi, başkan adayı olamayacak. Ancak NLD içinden çıkacak bir başkanın Suu Kyi’nin “kontrolünde” olacağını seçim öncesi yapılan açıklamalardan biliyoruz.

NLD’nin bu başarısına rağmen, mecliste ordunun %25’lik kontenjanı, “işte bu da Asya tarzı bir demokrasi” dedirtiyor. Bir tür handikap olmakla birlikte, Suu Kyi’nin başkan olmasının yolunu açacak süreçte de aslında burada başlıyor. Mecliste NLD ve ordu kontenjanından milletvekilleri arasında yapılacak ittifaklar öncelikle mevcut yasanın değiştirilmesini ve böylece Suu Kyi’nin başkan olmasını sağlayacaktır. Seçim sonuçları hakkında, -en azından şu ana kadar- kabullenmiş bir tavır içerisindeki ordunun, yeni yılla birlikte açılacak meclisteki tavrının da uzlaşıcı bir yönelim sergileyebilir. Bu gelişme, kuşkusuz ki, ülkede toplumsal barışın tesisi noktasında olumlu bir gelişme kabul edilecektir.

Bu seçim ve NLD’nin elde ettiği başarı Myanmar’ın uzun 20. yüzyılının bitmesi anlamı taşıyor. 1948 yılında gelen bağımsızlığın ardından dönem dönem sivillerin öncülüğündeki siyasi yönetim, bir türlü kendine olumlu mecra bulamadı. Ülkeyi önce İngiliz ve ardından Japon işgalinden kurtarmada oynadığı rol ile ordu, diğer bölge ülkeleri gibi siyasi ve toplumsal yaşamın belirleyici unsuru oldu. 8 Kasım’daki seçimin ardından ordunun rolünün ne kadar gerilediğini ise şimdilik söylemek zor.

Seçimin galibi NLD olması kuşkusuz ki, 1990 yılında yapılan seçimlerin bir rövanşı olarak nitelenmeyi hak ediyor. Yirmi beş yıl sonra gelen bu başarının, aslında Myanmar halkının cunta rejimi karşısında sergilediği sabrın bir sonucu olduğunu da söyleyebiliriz. Bu gelişmelere rağmen, seçimin ardından ortaya çıkan tablonun kısa bir süre sonra nereye evrilebileceğini de şimdiden düşünmeye sevk ediyor. Bu bağlamda, bazı hususları gündeme taşımakta fayda var. Ancak bu gelişme bile, girişte belirttiğim üzere, örneğin Kamboçya gibi bölge ülkesinde muhalefet tarafından demokratik seçimlere barışcıl  geçişin işareti ve ilhamı olarak algılanıyor.

Artık sorulan soru ‘Myanmar nereye gidecek?’ olacak. Bunların başında hiç kuşku yok ki, NLD adı, Suu Kyi ile birlikte anılması söz konusu siyasi hareketin geleceği için bir sıkıntı kaynağıdır. 1987 yılında başlayan siyasi yaşamı boyunca uzun yıllar ev hapsinde tutulan Suu Kyi, bugün yetmiş yaşında. Yani normal şartlarda biyolojik ömrünün sona yaklaşmış olmasının getirdiği bir ‘sınırlayıcılık’  var. Bu sınırlayıcılığı aşacak şekilde genç nesil politikacıların ne şekilde yeni politik arenada yer bulacağı ise muamma. Bu noktada “Niçin Suu Kyi?” sorusuna verilebilecek yanıtların biri belki de, onun giderek ilgi odağı olmasında geçmişte sergilediği sivil itaatsizlik kadar, Batı hükümetlerinden ve medyasından aldığı desteğin önemli bir rolüdür.

Bu liderin, babasından tevarüs ettiği politik zekâ ve eylem tarzı kuşkusuz ki, kayda değer. Ancak Myanmar gibi çok etnikli bir toplum yapısına sahip bir ülkede Suu Kyi ile başlayan siyasi muhalefetin geldiği noktayı da gözlerden uzak tutmamak gerekir. Nedir geldiği nokta? Bugün Suu Kyi ve partisi NLD’yi siyasi zafere taşıyan, ağırlıklı olarak Barma Budist etnik yapısından aldığı oylardır. Oysa, yıllar önce, ülkenin dört bir yanındaki etnik unsurlar için de bir ‘umut kaynağı’ydı.

Özellikle 2012 yılından itibaren ülkede Müslümanlara yönelik baskı ve saldırılar karşısında sesini çıkartamayan Suu Kyi, diğer etnik azınlıkların haklarını da açık, sarih ve de istikrarlı bir şekilde gündeme getirdiği söylenemez. Bunun sonucu olarak, ne Arakanlı Müslüman kitleler ne de savaş ortamının şu veya bu şekilde devam ettiği Kaçin ve Şhan gibi eyaletlerdeki etnik unsurlar bu seçimde oy kullanabildi. Söz konusu temsiliyet yoksunluğunun ülkenin yakın geleceğinde ne gibi yansımaları olacağı birlikte göreceğiz.
Burada Müslüman Arakanlıların konumuna yeniden değinelim. Her halükârda seçim öncesindeki tüm propaganda sürecinde, Müslümanların kurdukları partilerin ve milletvekili adaylarının seçime katılımının engellenmesi de dikkat çekici. Aslında burada genel anlamıyla Myanmar Müslümanlarının ortak bir kader birliği içinde olup olmadıkları, önümüzeki süreçte ülkedeki varlıklarının neye tekabül edeceği de üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. Bugüne kadar, Arakanlı Müslümanlara yönelik ‘ilginin’, aslında Myanmar’daki tüm Müslüman grupları kapsayacak şekilde genişletilmesi gerekiyor. Bugüne kadar gündeme getirilen konular bize, Myanmar’da Müslümanların geniş toplum içerisindeki yerlerinin pek de bilinmediğini gösteriyor. Bu noktada söz konusu bu kitlenin kendi içinde ne gibi siyasi, entellektüel, kültürel işbirlikleri veya parçalanmaları yaşadıklarının ortaya konmasında fayda var.

Dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus Rakidal Budist grupların varlığı. 1987-98 ve 2007 yıllarında yapılan dev kitlesel gösterilerde sivil kesimlere desteğiyle dikkat çeken Budist rahipler, 2011 yılından itibaren giderek ‘radikalleşme’ eğilimi sergiliyor. Grubun radikalleşmesinde ise, Arakan Eyaleti’nde yaşayan Müslüman Arakanlılara yönelik olarak ortaya çıkıyor.
Bu Budist grubunun ülke genelinde yaygın olan rahiplerin kaçta kaçını oluşturduğu noktasında kesin bir tahmin yürütülmemekle birlikte, kendini sosyal medya ve sokak gösterilerinde ortaya koyan bu grubun cunta rejimi ve uzantılarıyla olan yakın işbirliği. Seçim öncesi propaganda döneminde de önemli bir baskı unsuru olan bu radikal Budist grup, başta NLD olmak üzere, Müslüman milletvekili adayların çeşitli partileren aday olmalarını engellemede başarılı oldu. Bu gruba yönelik olarak ülkede ne kadar sorunlu olsa da, mevcut yasaların bile uygulanamıyor oluşu, Rahiplerin tek başlarına hareket etmediklerini ve devlet içerisindeki yapılanmalarla dirsek temasına işaret ediyor. Tabii bu noktada, Tayland gibi Budizm’in güçlü bir toplumsal ve kültürel etkisi olduğunu ve sosyal yapının her noktasına nüfuz kabiliyeti bu kitleye karşı çıkışın önünde manevi bir ‘baraj’ oluşturuyor.

Uzun süredir değişimi arzulayan Myanmar toplumu bunun sembolik ifadesini seçimsonuçlarıyla almış gözüküyor. Şimdi sıra icraatta. Ülkenin devasa sorunlarının nasıl ve hangi yöntemlerle aşılacağı konusu önümüzdeki dönemde tartışmaların odağında yer alacak.

14 Kasım 2015 Cumartesi

Malay Dünyası ve Osmanlı Çalışmaları Merkezi (II) / Towards The Center for Malay World and Ottoman Studies (II)

Mehmet Özay                                                                                                       13 Kasım 2015

İstanbul’da Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi ve Kuala Lumpur’da Uluslarrası Malezya İslam Üniversitesi bünyesinde kurulan “Malay Dünyası ve Osmanlı Çalışmaları Merkezi”ne dair bazı düşünceleri paylaşmaya devam ediyorum. Önceki yazıda, bazı Türk akademisyenlerinin Malezya’daki tecrübesine değinmiştim. Bu yazıda ise, daha çok Osmanlı’nın son döneminden başlayarak Cumhuriyet yılları, yani erken döneminden geç döneme kadar Malay dünyasını konu alan bazı çalışmaları gündeme getireceğim.

19. yüzyılda yayın noktasında neler var diye baktığımızda, ilk aklıma gelen ‘Basiret Gazetesi’nde ‘Hollanda Savaşı’ dolayısıyla Açe’yi konu alan haberleri oluyor. Bu haberler, editoryal yazılar, gönderilen mektuplar, savaşla ilgili Avrupa basınından alıntılar ve Açe elçisi Habib Abdurrahman ez-Zahir’in İstanbul ziyaretinde yaptığı görüşmeler dikkat çekiyor. İstanbul ve Kahire’de yayınlanan Basiret, dönemin ses getiren yayın organlarından biri olarak biliniyor. Oldukça sınırlı bir dönemde göz atma fırsatı bulduğum “Servet“gazetesinde ise, Açe toplumunun çeşitli kesimlerine mensup kişilerin fotoğraflarına yer verilir. Bu fotoğraflar, Açe toplumununa dair ilk fotoğraflar diyebileceğimiz Snouck Hurgronje çalışmasından olması muhtemel. Hurgronje, bu fotoğrafları “The Acehnese” adlı eserinin yanı sıra, “Mekka” adlı çalışmasında da kullandığını biliyoruz.    

Şu ana kadar tespit edebildiğim kadarıyla, kitap boyutunda ilk eser denilebilecek Mehmed Ziya Bey’in kaleme aldığı “Alem-i İslamiyet Açe Tarihi”[1] çalışması (H. 1316). Sosyal antropolojik özelliklere yer vermesiyle dikkat çeken bu çalışma, otantik bir araştırma verilerine dayanmıyor, aksine tercüme bir eser. Özellikle kullanılan görsel malzeme ve içerik dikkate alındığında, yazarın Açe üzerine bugüne kadar halen alanında birincil kaynak olma özelliği gösteren Dr. Snouck Hurgronje’un yukarıda zikrettiğim The Acehnese eserinden yararlandığı düşünüyorum.

1940’lı yıllarda, ‘Sebilürreşad’da İslam dünyasından haberler bağlamında, özellikle Endonezya’da bağımsızlık dönemine dair bazı yazılar kaleme alındı. Bağımsızlığa giden süreçte, ‘Dokuzlar Meclisi’ gibi komisyonlarda ne türden önemli tartışmaların yaşandığına değinilmediği görülen bu metinler aslında, Türkiye’den Malay dünyasına bakışın sınırlılığını ortaya koyuyor. Örneğin, bağımsızlığın hemen akabinde yayınlanan bir yazı, adına Endonezya Cumhuriyeti denilen ülkenin sosyo-politik ve kültürel gerçekliğine dair bir araştırmadan hareketle kaleme alınmış değil. Son dönem sömürgecilik, milliyetçilik hareketleri, bağımsızlık süreci gibi dönemleri es geçerek, duygusal yönelimi ağır basan bir çalışma olduğu görülür. 1950’li yıllarda ‘Tarih Hazinesi” adlı mecmuada, Osmanlı-Malay dünyası ilişkisine dair bazı metinleri bulmak mümkün.



Bazı Türk tarihçileri, genel Türk tarihi ve Osmanlı’nın Hint Okyanusu politikaları ve icraatları bağlamında kaleme aldıkları çeşitli eserlerde, Türk-Malay ilişkileri sınırlarına dahil edilebilecek bazı alt bölümlere ve atıflara yer verdikleri görülür. Buna ilâve olarak iki millet arasındaki ilişkileri hususi olarak ele alan yayınların da gündeme geldiğine tanık olunuyor. Bu bağlamda, bugüne kadar dikkat çeken çalışmaların bazılarını hatırlatmakta fayda var. Cumhuriyet dönemiyle birlikte, Osmanlı tarihini ele alan eserlerde Hindistan, Hint Okyanusu gibi konu başlıkları altında Malay dünyası ile etkileşim de gündeme getirilir. Bu anlamda, Salih Özbaran (1978, 1985, 1993), Cengiz Orhonlu (2002), Rızaulhak Şah (1967), Ahmet Asrar (1972), Halil İnalcık (2000, Turgut Işıksal (1969), Şehabeddin Cansever (1969) Yılmaz Öztuna (1983), Cezmi Eraslan (1992), İsmail Hakkı Göksoy’u (1994; 2004) sayabiliriz. Bu listeyi uzatmak mümkün…

1980’li yılların ortalarından itibaren, Türkiye’de ANAP hükümetlerinin neo-liberal ekonomiyle birlikte, sosyo-kültürel anlamda da dünyaya açılma dönemi olduğu söylenebilir. Doğrudan hükümetin bir çabası olmakla sınırlandırılamayacak olan bu dönem, diğer İslam coğrafyaları gibi Türkiye’de de yayın basın faaliyetleri bağlamında ortaya çıktığı üzere, iletişim araçları ve ulaşım gibi alt yapı hizmetlerinin gelişmesi, şehirli okumuş yazmış Müslümanların sayısında ve niteliğindeki artış İslam dünyasına yönelik bir ilgiyi de doğurmuştur. Bu dönemde “İslam Dergisi” gibi önemli bir aylık yayın organında İslam dünyasındaki gelişmelerin süreklilik arz edecek şekilde ele alınması buna örnek gösterilebilir.

Bu dönemde, söz konusu Dergi’de Malay dünyasındaki örneğin, Mindanao ve Açe gibi ‘özgürlük’ hareketlerine dair haberler dikkat çekiyor. Endonezya Cumhuriyeti kahir ekseriyeti Müslüman bir toplum özelliği sergilemekle birlikte, bu ülke sınırları içerisinde “Açe Özgürlük Hareketi”yle (Gerakan Aceh Merdeka-GAM) birlikte gündeme bağımsızlık hareketi Türkiye’de yankı buldu. Endonezya Cumhuriyeti’nin yukarıda zikredilen özelliğine karşın, Açe üzerine kaleme alınan yazıların dayanak noktasını kuşkusuz ki, Endonezya Cumhuriyeti’nin sekülerlik üzerine inşa edilmiş bir devlet olmasının önemi göz ardı edilemez. Bunda özellikle Suhartolu yılların diktatöryal yapılaşması ve özellikle Açe gibi kendi geçmişiyle barışık ve o geçmişe özlem duyan bir etnik yapı üzerindeki zorba uygulamalarının Türkiye’de algılanış biçimi de önemliydi.

Bu çerçevede, 1984-85 yıllarında iki dizi halinde “Açe Özgürlük Hareketi” lideri merhum Hasan di Tiro ile yapılan mülâkatın yayınlanması, Türkiye’nin Güneydoğu Asya coğrafyasıyla en önemli tarihi etkileşimini hatırlatma bağlamında önem taşır. Bu ve benzeri konular aslında İslam coğrafyasının doğusunda kalan Malay dünyasında neler olup bittiğini anlama konusunda bir kapı aralıyordu. Ancak söz konusu çatışmaların, savaşların, diaspora yaşamlarının vb. tüm boyutlarıyla Türk araştırma ve akademyasının gündemine girdiğini söylemekse zor. Bu durum, çok açık bir şekilde bir tür ‘kardeşlik sendromu’ olarak adlandırdığım psikolojik donmuşlukla malûl olarak da değerlendirilebilir.

Bu mülâkattan yaklaşık bir yıl sonra, Mehmed Kurtulmuş tarafından ‘Açe-Sumatra Dosyası’ adlı kitap yayınlandı. Bu ‘Dosya’, sadece Açe topraklarında değil, geniş Malay coğrafyasının en önemli siyasi yapılaşması olan “Açe Darüsselam Sultanlığı” hanedanlığına ve dolayısıyla devletin yapılaşmasına, yerine getirdiği işleve vb. yer vererek bu siyasi yapıyı Türk okuruna tanıtmasıyla dikkat çeker. Eseri önemli kılan hususiyetlerden biri Mehmed Ziya Bey’in eserinden uzunsa bir süre sonra yayınlanan ‘Açe’ konulu ilk eser olmasıdır. Eser, tıpkı 19. yüzyılda Mehmed Ziya’nın kaleme aldığı çalışmaya benzer şekilde, bazı çalışmalardan tercüme olarak gündeme geldiğini düşünüyorum. Bu anlamda, kendi alanında bir ilk olma özelliğini taşıdığını da belirtelim.

Akabinde Hasan di Tiro’nun, Açe-Sumatra Bağımsızlık Bildirgesi’ni ilân ettiği 4 Aralık 1976 tarihinden itibaren Halimon Dağı’nda geçirdiği birkaç yıllık süreçte tuttuğu günlüklerinden oluşan çalışması “Özgürlüğün Bedeli: Bitmemiş Savaş Günlükleri” başlığıyla çevrilmesi (1989) Açe’ye dair oluşan bir ilginin kanıtıdır.[2]

1980’li yıllarda Kıbrıs Türklerinden iktisatçı Prof. Dr. Ozay Mehmet (söz konusu akademisyen kendisini bu şekilde tanıttığını ve eserlerinde ismini bu şekilde yazdığını belirtmek isterim-dipnot), sosyo-ekonomi alanındaki araştırmalarıyla öne çıktığı görülür. Bu çerçevede, Ozay Mehmet’in üretken bir akademisyen olduğu, kaleme aldığı makale ve telif eserlerle ortadadır. Ayrıca, Mustafa Kemal Atatürk ve Dr. Mahathir Muhammed karşılaştırmasına yer verdiği eser örneğinde olduğu gibi, Malay-Türk bağlamlarına yönelik makale ve kitap çalışmaları vardır. Güneydoğu Asya çalışmaları çerçevesinde ilgili kesimlerce eserleri bilinen “Ozay Mehmet”in çalışmalarının Türkiye’de karşılık bulmamasının temel nedeni eserlerini İngilizce yazması olduğunu düşünülebilir. Bununla birlikte, 80’li ve 90’lı yıllarda yurt dışına gönderilen binlerce yüksek lisans ve doktora öğrencisinin İngilizce’ye hakimiyetlerini de burada hatırlatmakta ve Ozay Mehmet başta olmak üzere Malay dünyası bağlamındaki eserlere eğinilinmemesini başka nedenlere bağlanması gerektiğini söylemek isterim.

Burada küçük bir hatırlatma yapmak istiyorum. ‘Ozay Mehmet’, Kıbrıs kökenli olup İktisat alanında ihtisas sahibidir. Hocamız 80’li yılların ortalarından itibaren Malezya’da bulunmuş ve önemli çalışmalara imza atmıştır. Bölgede ilgili akademisyenlerce adı ve çalışmaları bilinmektedir. Bir küçük notta benimle ilgili. Hocamız, adını “Ozay Mehmet” olarak kullansa da adımım Mehmet Özay olması kimi zaman bazı karışılıklıklar meydan verebiliyor. Benim adım ise bildiğiniz şekilde yazılıyor. Artık karıştırmazsınız sanırım... Malezyalı dostlara ve bazı büyükelçilerimize de ‘senior’ Mehmet Ozay, ‘junior’ Mehmet Özay diyerek açıklama getiriyorum.

Burada, acaba Malezya’da doksanlı yıllarda bulunmuş misafir öğretim görevlilerinin herhangi bir eser kaleme alıp almadıkları sorusunu sormak istiyorum. Bu anlamda, Malezya yüksek öğretim kurumlarında son dönemde, yüksek öğretim politikalarında agresif bir yönelim olarak gündeme gelen ‘araştırma üniversitesi’ kavramı ve de oluşturduğu fonlar, o zamanlar henüz gündemde olmadığından yola çıkarak söylersek, Türk akademisyenlerin Malay dünyasına dair saha araştırmasına yönelebildiklerini söylemek güç. Bu elbette ki şahsi gözlemim. Ayrıca, daha sonra, bu gruba mensup önde gelen birkaç akademisyenle yaptığım görüşmelerde, çeşitli sebeplerle, Türk-Malay ilişkilerine dair araştırmaların yapılmadığı ifade edildi. Buna sebep olarak da, hocaların kendi ilmi alanlarına ve öğretim işine konuşlanmalarıydı. Tabii yukarıda dile getirdiğim ‘araştırma üniversitesi’ formatının henüz o yıllarda olmayışı da bir faktör olarak değerlendirilebilir.

Yukarıda dile getirdiğim ve maalesef yapılamadığına yaptığım vurgu kuşkusuz ki Malay dünyasının kültür ve medeniyet, sosyoloji ve tarih, arkeoloji ve siyaset bilimi gibi alanlarıyla ilgili araştırma temelli çalışmalar. Yoksa,  benim ulaşamadığım ve bazı gazete veya dergi yazıları yayınlanmış olabilir. Bu anlamda tevafuken tanık olduğum bir tanesine değinebilirim. Söz konusu hocalardan birinin kaleme aldığı, yanılmıyorsam bir gazete veya dergide yayınlanan kısa bir yazıydı. Hocamız yazısının başında, kendisinden Malezya’da o kadar kaldınız, bölge hakkında birşeylerden bahsedermisiniz türünden bir taleple gelindiğini belirtir ve “Malayların halim selim insanlar olduklarından, kadınlarının uzun entariler giydiğinden, Müslümanlaşmadan vs. bağlamlardan hareketle bize Malezya’yı okurlarına tanıtmaya çalışır!

Bu yazının birinci bölümünde dile getirdiğim ve Malezya’da bulunmuş Prof. Dr. Teoman Durali’nin bir eserine atıfta bulunmak istiyorum. “Sorun Nedir?” (Dergâh Yayınları, 2006, I. Baskı) adlı çalışması, bölgede bulunduğu dönemde Sumatra Adası’nda yaptığı seyahat ve Açe’deki gözlemlerinden en azından bir bölümüne yer vermesiyle önem taşır. Tabii ki, bu çalışma bütünüyle bir Malay dünyası çalışması değil. Ancak Durali Bey’in Sumatra ve Borneo Adaları’ndaki kısa gezilerinden sadır olan izlenimleri, bize bölgenin ne kadar yabancı olduğu kadar, ne kadar da zengin bir araştırma malzemesi sunduğunu ortaya koyması açısından dikkat çekici.

Söz konusu öğretim üyelerinden bağımsız olarak, süreçte ortaya konan bazı akademik çalışmalar bulunuyor. Burada, kısaca bu Türk akademisyen ve araştırmacısının Malay dünyasına dair kaleme aldığı bazı çalışmalara hatırlatma babında değinmek istiyorum.

1990’lı yılların dikkat çeken çalışması kuşkusuz ki İsmail Hakkı Göksoy’un “Güneydoğu Asya’da Osmanlı-Türk Tesirleri” (1994) adlı çalışmasıdır. Göksoy Hoca’nın, Doktora çalışması ve akabindeki bugüne kadar devam eden, özellikle makale çalışmaları bize, sadece Osmanlı-Açe ilişkilerine değil, bunun ötesine taşıyacak bir içeriğe sahiptir. Sayın Göksoy Hoca’yla tanışmam da zaten ‘Açe’ bağlamında gerçekleşti. Açe ziyaretimin akabinde kendisiyle 2006 yılı başlarındaki haberleşmiş ve sonrasında yüz yüze gelmemiz ise Türkiye’de değil, 2007 yılında Banda Açe’de “Uluslararası Açe ve Hint Okyanusu Çalışmaları Merkezi”nce (ICAIOS) düzenlenen uluslararası konferansta olmuştu.

Doç. Dr. Ali Caksu’nun 2000 yılında tercüme ettiği ‘Malay Dünyası’nda İslam Medeniyeti’ (Islamic Civilization in the Malay World, 1997) adlı çalışma, alanında önemli bir derleme eser. Mohammed Taib Osman’ın konuyla ilgili çeşitli yazarların makalelerinden derlediği bu çalışmanın Türkçeye kazandırılması önemlidir. Adından da anlaşılacağı üzere, bu çalışma, İslamiyetin hangi toplumsal süreçlerle Malay toplumlarına ulaştığına dair giriş mahiyetinde kabul edilebilir. 




[1]http://www.dunyabizim.com/index.php?aType=haber&ArticleID=11489&q=Mehmet+%C3%96zay
[2]http://www.nadirkitap.com/ozgurlugun-bedeli-bitmemis-savas-gunlukleri-kitap2692138.html

10 Kasım 2015 Salı

Çin-Tayvan Yakınlaşması ve Bölge Barışı / Convergence of China and Taiwan and Regional Peace

Mehmet Özay                                                                                                 10 Kasım 2015
Çin Devlet Başkanı Xi Chinping Tayvan Devlet Başkanı Ma Ma Ying-jeou ile Singapur’da biraraya gelmesi, Doğu Asya siyasi tarihinde 66 yıl sonra önemli bir gelişme olarak yankı buldu. Bu buluşma, iki siyasi yapıya bölünmüş Çin toplumu arasında uzun süren Soğuk Savaş’ın sona ermesi olarak yorumlanıyor. Öte yandan, iki liderin Çin İmparatorluğu’nun ‘kutsal’ rengi kabul edilen sarı renkli panelin önünde kameralara poz vermeleri uzun ve derin bir geçmişe gönderme yapıyor. Çin imparatorluğuna yapılan bu göndermeyle, seküler yapılarıyla öne çıkan iki ülke halklarını ortak bir noktaya taşımanın hedeflendiğini söyleyebiliriz.
Hiç kuşku yok ki, iki Başkan’ın buluşması, Çin’in Tayvan Adası’nı bünyesine katmak için askeri çözümden siyasi çözüme kaydığı 1979 yılından sonra gelinen en önemli aşama kabul ediliyor. İki farklı ve birbirine rakip devletin liderleri arasında, Cumartesi günü yapılan görüşme ikinci dünya savaşından sonra bölgedeki geniş Çin toplumunun ‘İki devletli’ bölünmüşlüğünü uluslararası kamuoyu önünde açık seçik ortaya koyarken, bir yandan da olası bir siyasi birleşmenin kapısını aralama niyeti taşıyordu. Pek çok yönüyle ele alınmayı hak eden bu görüşme hiç kuşku yok ki, Doğu ve Güneydoğu Asya’da son dönemde esen siyasi anlaşmazlıkların tam da ortasında gerçekleşmesiyle dikkat çekiyor. Bu ‘son’ gelişme bile, bölgenin ne kadar dinamik ve her gün yeni bir politikanın veya gelişmenin zuhur edebileceğini ortaya koyuyor.
Görüşmenin Singapur’da gerçekleşmesi de, aslında Doğu ve Güneydoğu Asya’nın siyasi ve ekonomik yakınlığının bir göstergesidir. Ayrıca, Çin etnik çoğunluğunun hakimiyetindeki Singapur, her daim sürdürdüğü ekonomi öncelikli politikaları sayesinde bölgenin diğer ülkeleriyle olduğu gibi, Çin ve Tayvan’la olan ilişkileri, düne kadar biraraya gel/e/meyen bu iki ülkenin buluşabileceği ideal bir mekân olduğunu kanıtladı. Aslında Singapur bu rolü ilk defa da oynamıyor. İki ülke yetkilileri arasında 1993 yılında başlatılan alt düzeyli toplantıların merkezi de Singapur’du. Son dönemde görüşmelerin sonuç verir bir hale gelmesinde, 2008 yılında Tayvan seçimlerini, “birleşmeye” sıcak bakan Ma’nın kazanması oldu. O yıldan itibaren özellikle ticari alanda 23 anlaşmaya imza atılması geçen günkü toplantının birer adım niteliğindeydi.
Bu toplantının, Çin’de ve Tayvan’da dikkatle izlenirken, bölge ve uluslararası camiada da kayda değer bir ilgi vardı. Neredeyse bölgenin önde gelen tüm medya organlarında haber dışında analiz yazıları gelişmeyi detaylı bir şekilde ortaya koyuyordu. Belki öncelikle şunu hatırlatmakta fayda var. Var olan bölünmüşlüğün, sömürgecilik dönemine kadar uzanan bir geçmişi olsa da, uzakdoğunun çekik gözlü ve etnik kökenli Çinlilerinin, Çin ve Tayvan gibi iki farklı ülkede bağımsızlık sürdüğü pek de yaygın bir şekilde bilindiği söylenemez.
Yirminci yüzyıl başlarında milliyetçilik ile Çin’de yankı bulan komünist ideolojinin yapılaşmasının 2. Dünya Savaşı’nın akabindeki iç mücadelesi sivil savaşın ardından kopuşu ve rakip iki farklı siyasi yapıyı doğurdu. Milliyetçi Çin hareketinin mücadeleyi kaybetmesiyle Tayvan Adası’na göç eden önemli bir nüfus yapısı yeni bir devletin nüvelerini oluşturuyordu. Bu bölünme kendi haline bırakılacak bir siyasi çekişme değildi. Doğu Asya’nın önemli ülkesi Japonya ile, bölgede küresel siyasi ve de ekonomik hegemonyasını sürdürmede kararlı ABD’nin destek verdiği Tayvan, Birleşmiş Milletler’e kabulü Çin’e siyasi olarak atılacak çelmelerden biriydi. Diğer ülkeler de Çin’le geliştirdikleri ilişkilerde “Tayvan” bir sorun olarak nüksedebiliyordu.
Çin’deki hikâye ise malum…  2. Dünya Savaşı sonrasında ülkenin hangi siyasi akımın izinde yol alacağına verilecek karar sivil savaşla belirlenmiş ve komünist Çin yanlılarıyla milliyetçi Çin arasında yaşanan mücadelede kazanan ilki olmuştu. 1949 yılında Mao Zedong’un liderliğinde komünizme merhaba diyen Çin, o günden bu yana Çin Halk Cumhuriyeti adıyla komünist tek parti rejimiyle yönetiliyor.
Şi Cinping’in, Ma ile buluşması Tayvan’da Ocak ayında yapılacak seçimler öncesine gelmesi iki ülke arasında buzların eritilmesiyle kalmayıp, önümüzdeki dönemde birleşmenin yolunu açmaya matuf bir girişimdi. İki ülkede birleşmenin ne zaman gerçekletirileceği senaryoları ve yöntemleri zaten bir süredir gündemdeydi.
Bununla birlikte, bu görüşmeye tepkilerden de söz etmek gerekir. Bu çerçevede Çin’de şahinler askeri çözümü göz ardı etmezken, Tayvan’da da dünden bugüne kazanılan demokratik değerlerden feda edilmeyeceğine vurgu dikkat çekiyor. Tayvan kamuoyu ve siyasileri nezdinde Çin’le birleşme ihtimalleri Çin’in Hong Kong politikasıyla birlikte ele alınıyor. Hong Kong’un 1997 yılında İngiltere’den Çin’e devrinden bu yana yaşananlar Tayvan Adası’nda yakinen izleniyor. Özellikle, Hong Kong’daki “demokratik yapıya” Pekin yönetimince yapılan müdahale ve özellikle Hong Kong özel yasasının önemil maddelerinin işletilememesi nedeniyle, Ada’da gerçekleşen gösteriler Tayvan kamuoyunda, Çin’le birleşme konusundaki kaygıları artırıyordu. Öyle ki, 23 milyonu aşkın nüfusa sahip Ada’da Çin’le birleşmeye dair olumsuz bir yönelimden bahsediliyor. Bu kaygının giderilmesi mevcut şartlarda Çin yönetiminin elinde. Çünkü ortada Hong Kong gibi bir örnek halen cap canlı ortada duruyor.
Toplantı sonrasında Şi Cinping’in yaptığı açıklamada “Bizler bugün tarihimizdeki trajedilerin tekrarlanmaması için buradayız” açıklaması önemliydi. Şi Cinping’in bu açıklaması, sadece Tayvan’la olan tarihi ayrışmaya dair değil, geniş anlamıyla Doğu ve Güneydoğu Asya ülkeleriyle yaşanan adalar krizi bağlamında bölge ülkelerine dolaylı da olsa pozitif bir mesaj olarak okunmaya elveriyor. Şi Cinping “tarihi trajedinin tekrarlanmasını” dile getirirken, bundan, biraz da iyimser bir bakışla, rahatlıkla adalar krizi bağlamında farklı, ancak bölgesel bir trajediye kapı aralamayacağı anlamı çıkartılabilir. Batı nezdinde de önem taşıyan tek ulus, iki ülke ayrışmasının bugüne kadar görece arka plânda kalmasına sebep, Çin ana kara parçası ile Tayvan Adası’nın birbirinden sadece 160 km mesafede bulunması. Yani, Tayvan Boğazı olarak adlandırılan deniz yolu, örneğin Güney Çin Denizi’ndeki kayalıklar/suni adalar gibi uluslararası deniz ticaretinin merkezini oluşturmuyor.
Öte yandan, yeni yılın hemen başında Tayvan’da yapılacak seçimlerde bağımsızlık yanlısı söylemi ile dikkat çeken muhalefetteki “Demokratik İlerlemeci Parti” (DPP) lideri ve başkan adayı, Tsai Ing-wen, Şi Cinping ve Ma görüşmesini eleştiriyor. Bunun nedeni ise, Kuomintang Partisi Başkanı ve bugünkü Devlet Başkanı Ma’nın Çin’le yakınlaşmaya yeşil ışık yakması. Tayvan başkanlık seçimlerini kazanma ihtimali yüksek olan Tsai, Çin ve Tayvan’ı büyük Çin toplumunun iki yapısı olarak adlandıran “92 Konsensüsü” olarak adlandırılan her iki ülke arasında birleşmeye öngören metni tanımadığını açıkladı. Tayvan’daki iki önemli partinin Tayvan’ın ulusal duruşuna dair geliştirdikleri bu farklılık bile, 1949 yılından bu yana Tayvan’da ne gibi değişiklikler olduğunu ortaya koyuyor.
Bununla birlikte, ikili görüşmede herhangi bir belgeye imza atılmamış olması, buluşmayı nabız yoklama ve iki ülke kamuoyunu önümüzdeki dönemdeki olası toplantılara hazırlama gayesi taşıdığı şeklinde yorumlanabilir. Tayvan’ı Çin önünde rahat bir konumda olmaya sevk eden ise, ekonomik olarak kalkınmış, kendine özgü bir demokratikleşme sürecini uygulamaya geçirmiş olmasında yatıyor. Ancak Tayvan bu değerlerini uluslararası kamuoyu ile paylaşma noktasında yaşadığı sınırlılıkları Çin’le belirli ölçülerde anlaşma yaparak giderme arzusu, Çin’in ‘büyük Çin toplumunun yegâne temsilcisi benim’ duruşuyla çelişiyor. Kuşku yok ki, önümüzdeki süreçte iki hükümet arasında yapılacak doğrudan görüşmeleri, doğrudan bir siyasi birleşmeden ziyade, Tayvan’ın söz konusu bu taleplerine Çin’in ne şekilde karşılık vereceği şekillendirecek.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/345723/cin-tayvan-yakinlasmasi-ve-bolge-barisi


8 Kasım 2015 Pazar

Menelisik Akar Ideologi Kesejarahan

Menelisik Akar Ideologi Kesejarahan[1]

Mehmet Ozay                                                                                                                Nov 2015

Jika kita amati, kapanpun ketika sejarah Aceh mewarnai percakapan-percakapan di warung kopi dengan teman-teman, reaksi yang kita lihat dari orang Aceh adalah sikap yang defensif, terumana dalah mempertahankan argumen bahwa Aceh dulunya adalah bangsa yang sukses. Meskipun dalam satu sisi kenyataan bahwa sejarah Aceh adalah persoalan yang sangat penting dan diminati oleh banyak peneliti dan ahli-ahli internasional adalah hal yang tak perlu diragukan.

Aspek yang diminati oleh peneliti dan ahli-ahli tersebut adalah meyangkut persepsi sejarah Aceh dengan kolonialisme, dan dampaknya terhadap Aceh. Jika dikaji kembali, ini merupakan ruang lingkup yang sangat berkurangan yang belum secara extensive dipelajari dan diteliti oleh ahli-ahli dari pihak lokal sendiri. Dan kekurangan tersebut, saya pikir, didominasi oleh kealpaan perspektif sosiologi (ilmu masyarakat) dalam menilai kekuatan-kekuatan penjajahan. 

Hal yang wajar ditanyakan apakah orang Aceh telah memahami ideologi bangsa-bangsa penjajah. Pada titik ini, dengan jelas saya ingin menonjolkan bahwa para intelektual dan tokoh-tokoh Aceh- baik sekuler maupun tradisional belum menyentuh isu tersebut. Misanya, Portugis dan secara prinsip, Belanda. Namun ada potensi besar untuk penelitian tentang mengapa negara-negara Barat ‘mengunjungi’ teritori Aceh dalam beberapa periode secara terus menerus. Ini mungkin bukan tugas yang mudah. Pertama-tama, tugas ini membutuhkan analisa terhadapa fase perkembangan modernitas dalam negara-negara Barat yang melingkupi periode sebelum  ditemukannya dan selama masa modern.

Pada hakikatnya, kekuatan periode awal kolonialisme dan periode akhir imperialisme menerjang Aceh dalam bidang politik dan budaya. Dikarenakan hal ini, konteks Aceh dalam setiap aspek sosial masih dipermasalahkan. Dan sangat disayangkan bahwa orang Aceh masih sedang mencoba untuk memahami dengan kacamata orang luar, maksud peneliti-peneliti non Aceh, kolonialis dan imperialis. Ketika orang Aceh mulai meneliti bagaimana memahami esensi para kolonialis dan imperialis, maka kita bisa berbicara tentang kemungkinan untuk memahami Aceh itu sendiri.

Pada pembahasan ini, yang perlu diingat bahkan dalam satu kalimatpun, bahwa pihak-pihak luar yag tersebut diatas perlu dipertimbangkan tidak sebagai pendatang-pendatang dengan meriam-meriamnya, perdagangan dan misionaris tapi lebih dari ini, bahwa mereka juga perwakilan dari sebuah dunia dengan kelas ideologi kapitalisme baik sebagai bapak pencipta ataupun sebagai partisipan penuh. Inilah keadaan stagnan dalam ruang lingkup akademia.  Untuk lebih memahami apa yang saya maksudnya, biarlah saya beri satu contoh. Hal yang mencerahkan jika kita bertanya mengapa kelompok komunis atau orang-orang yang diklaim sebagai pengikut komunis dihantui tidak hanya oleh aparat-aparat keamanan negara tapi juga oleh komunitas Muslim yang seringnya dimobilisasikan oleh pihak pertama untuk menghancurkan kelompok-kelompok tersebut di Indonesia atau ditempat lain di berbagai kawasan pada era pertengahan abad ke-20. Pertanyaanya disini adalah, mengapa kalangan Muslim tidak berusaha mengkritik aparat-aparat yang berideologi kapitalist. Tapi sebaliknya ideologi ini telah menemukan tempatnya diantara masyarakat Muslim. Yah, pada akhirnya, kedua ideologi ini adalah produk modernisasi Barat yang telah dimulai pada akhir abad ke 15 dan 16. Dan seharusnya kita melihat bahwa ada sesuatu yang salah dengan pendekatan yang diberikan Muslim.

Saya ingat tulisan Muhammad Nur Djuli yang terkini yang terbit beberapa saat yang lalu setelah konferensi internasional yang diatur untuk peringatan proses damai Aceh yang dimuat oleh The Jakarta Post (24 Agustus 2015). Pak Nur Djuli menggambarkan masyrakat Aceh dengan memberikan beberapa contoh yang menunjukkan perjalanan transformasi Aceh dalam 10 tahun belakangan. Tapi kemungkinan besar, tidak banyak pembaca-pembaca yang memperhatikan, tapi bagi saya hal yang paling penting dalam poin-poin tersebut adalah ‘mall-mall baru yang penuh sesak’ yang baru baru ini dibangun untuk ‘mengenyangkan’ pelanggan-pelanggan Aceh yang ‘kelaparan’ dengan cita rasa global. Lagi-lagi secara kontrast orang-orang mungkin bertanya “apa yang salah dengan berbelanja di mall?”. Itu adalah poin baru yang perlu dilakukan untuk sebuah kajian dan bahan- bahan diskusi umum. 

Mari kita kembali ke isu utama mengenai sejarah. Almarhum Ali Hasjmy yang tanpa diragukan diakui oleh keseluruhan masyrakat Aceh, merujuk dengan bangga pada ‘sebuah kalimat’ dari Wilfred Cantwell Smith, penulis Islam dalam sejarah Modern (Islam in Modern History). Smith menulis “...Muslim-muslim pada masa ini ( Abad ke-16) merupakan partisipan dalam sejarah perluasan dan penuh dengan kesuksesan.” (1957: 38). Ia melanjutkan dalam paragraph kedua dengan memberikan informasi pasti tentang 5 nama georgrafi Islam terkemuka, termasuk Aceh. Ya, Anda mungkin tidak akan menemukan ekxpresi yang sama dalam tulisan ahli-ahli sejarah yang lain namun ada rekaman yang tidak menampik hal itu. Tentunya menyenangkan dan begitu memuaskan emosi yang membuat kita mengulang-ulang terus pernyataan ini dalam percakapan-percakapan dimana saja. Akan tetapi, pembincangan seperti ini hanya menghabiskan waktu sia sia secara disengaja ataupun tidak, jika kita memikirkan bagian utama lain dari sejarah Aceh dalam artian diskusi seputar ‘sejarah Portugis, Belanda, dan mungkin Inggris yang memiliki cukup petualangan dengan Aceh dan orang Aceh secara khusus atau orang Melayu secara umumnya.

Namun kita tidak dapat membaca lebih banyak dalam tulisan Ali Hasjmy tentang hal-hal yang sangat kritis diucapkan oleh Wilfred dalam halaman yang sama. Wilfred mengatakan “ fakta yang lebih jauh adalah kesuksesan ini tidak bertahan lama... berhidup pendek..dan menjelang abad ke-18 merosot dengan serius”. Apa yang ingin ditekankan Wilfred terlihat dalam kutipan berikut:”upaya-upaya intelektual terhenti. Sebuah dekade melelahkan yang menginfeksi seni. Vitalitas agama surut.”

Ya, tidak diragukan realita memang perlu diketahui dan direnungkan. Tapi itu tidak cukup. Sebaliknya perlu ada upaya untuk memahami alasan-alasan yang disebabkan oleh faktor internal dan eksternal dalam abad-abad tersebut sebelumnya dalam sejarah Aceh akan mejadi hal yang lebih efektif.  Dalam hal ini, secara umum, proses modernisasi yang diamati sejak abakd ke 15 dan 16 di Eropa Barat adalah titik yang cukup problematik.

Saya katakan dengan sesungguhnya, Saya tidak berharap banyak dari Melayu ‘lainnya’ tapi setidaknya saya ingin berharap bahwa beberapa dari orang Aceh dapat menemukan jalan untuk mencoba memahami isu yang saya sorot diatas.

Jika proses modernisasi ini lahir dari suatu tempat didunia dan pengaruhnya menyebar dengan begitu kuat maka itu layak untuk dikaji. Proyek modernisasi adalah produk Eropa Barat. Dan sekarang meskipun Amerika tampaknya paling unggul, ia berhutang pada fundamentalisme, filosofi, dan praktek-praktek inisial dari negara-negara Eropa seperti Prancis, Jerman, Inggris, Portugis, dan Belanda.

Intisarinya, saya ingin mengatakan bahwa memahami kebalikannya, katakanlah disini, fundamental ideologi penjajah Belanda dalam skala lebih besar akan menuntun kita pada pandangan baru dalam sejarah Aceh.



[1]Khazanah Pesantren, Badan Pembinaan dan Pendidikan Dayah, Edisi 2, Tahun 2015, Banda Aceh, hlm. 60-1.

6 Kasım 2015 Cuma

Myanmar’da Seçim Virajı

Mehmet Özay                                                                                                         6 Kasım 2015

Myanmar’da Pazar günü genel seçimler var. Bu seçimler sadece 55 milyonluk Myanmarın geleceğini belirleme bağlamında önem taşımıyor. Bunun ötesinde bölgesel barış ve güvenlik ile küresel ekonomik yapılaşma açısından da oldukça kayda değer bir olay. Onyıllarca süren askeri rejimler ve uzantıları yarı sivil görünümlü yönetimler sonrasında bugün Myanmar önemli bir dönemeçte. 1998’de kaybedilen şans bu sefer Myanmar’a gülecek mi? Bu anlamda Pazar günkü seçimler geniş kitleler için yirmi beş yıl öncesinin rövanşı anlamı taşıyor. Mücadele, iktidardaki Birleşik Dayanışma ve Kalkınma Partisi (USDP) ile bir umut olarak görülen Ulusal Demokrasi Birliği (NLD) arasında geçecek. Tabii, ülkenin dört bir yanındaki çeşitli etnik yapılar da eyalet parlamentolarında kendilerini temsil etmelerini sağlayacak partileriyle yarışta yerini alıyor. Batılı ülkelerin destek verdiklerini gizlemedikleri Suu Kyi, yeni bir zafere hazırlanıyor. Her ne kadar, ülkedeki yasaların yabancı biriyle evli bir Myanmar vatandaşının başkan olamayacağı maddesi halen yürürlükte olması nedeniyle olası zafer sonrası başkanlık koltuğuna oturamasa da, hükümeti parti başkanı olarak yöneteceğini ilân etti bile. Muhtemelen Pazartesi günü 70 yaşındaki Suu Kyi, Myanmar’ın yeni lideri olarak dünya demokrasi sahnesinde yerini alacak. İşler bu yönde giderse, Myanmar’da 1948 yılında başlayan çok uzun bir dönem kapanmış olacak. Tabii bu dönemin kapanması demek her şeyin güllük gülistanlık olacağı anlamı da taşımıyor. Anayasa değişikliği, etnik yapılarla siyasi ve kültürel ilişkiler, ekonomik geri kalmışlık, eğitim-sağlık- vb. çok temel alt yapı sorunları, komşularla ilişkiler gibi pek çok sorun kapıda bekliyor. Myanmar için bu konular birer sorun teşkil ettiği kadar, yanı başındaki Çin’den Pasifik’in öte yakasındaki ABD’ye kadar pek çok ülke için de fırsatlar anlamına geliyor. 70’indeki Suu Kyi tüm bu sorunlara çare olacak mı hep birlikte göreceğiz. Ancak NLD’nin kazanmasının ardından parlamentoda %25’lik ordu kontenjanından devşirilecek birkaç oyla onun başkanlık yapmasının önünü tıkayan yasanın değiştirilmesi ilk adım olacağına kuşku yok.

Myanmar seçimleri bölgesel güvenlik bağlamında da önem taşıyor. 55 milyonluk ülkede çok çeşitli etnik yapıların ulusal hükümet çatısı altında birleşmesi ihtimali kadar seçim sonrası gelişmeler, Myanmar’I Güney Çin Denizi özelinde ortaya çıkan bölgesel güvenlik sorununun çözümü kadar, bölgesel konulara şu veya bu şekilde katkı sağlayabileceğini akla getiriyor. ASEAN’ın kurulmasından çok önce, bölgenin umut vaad eden ülkesi görünümündeki Myanmar, bugüne kadar bölgede ekonomi, güvenlik vb. alanlarda inisiyatif alabilmiş değil. Aksine, on yıllarca askeri rejim ve uzantılarına konu olan ülke kendi iç sorunlarını şu veya bu şekilde ASEAN’a taşımakla ASEAN’ı sınırlandırdığını söylemek bile mümkün. Bölgesel güvenliğin önemli bir ayağını ise, ticari, ekonomik ve yatırım işbirlikleri alıyor. Singapur ve Malezya’nın bir ölçüde Myanmar’a yatırımları mevcut.

Öte yandan, Çin, Japonya, Güney Kore gibi diğer bölge ülkelerinin de yatırımlar noktasında Myanmar’a çok yakın durdukları ve belli ölçülerde bu alanda yer aldıkları biliniyor. Seçimlerin sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesi, sivil bir hükümetin ardından sivil anayasa çalışmaları, etnik yapılarla haklar ve sorumluluklar noktasında etkileşimler Myanmar’ı bölgede giderek öne çıkartacak bir süreç anlamı taşıyor. Myanmar’da bugüne kadarki siyasi yapıya bakıldığında, tüm bunların boş bir umut olduğu da ileri sürülebilir. Ancak Myanmar’ın giderek küresel önemi ortaya çıkan bir bölgede artık kendi içine kapalı kalabileceğini düşünmek biraz güç. Bu bağlamda, seçim süreci ya içerden ya da dışardan veya her iki sürecin etkileşimi ile Myanmar’ın önünü açacak bir gelişmeye matuf olacak.

Myanmar’da barış ve güvenin hakim olması ne anlama gelir sorusuna cevap olarak şunları söyleyebiliriz. Öncelikle Çin’in sınır komşusu olması, Çin’in Hint Okyanusu’na inme amacına matuf olarak kara ve demir yolu bağlantısı gündeme getiriyor. Karadan Okyanus’a ulaşmada Çin’i daha da agresif kılan bir diğer husus Myanmar’ın Batı eyaleti Arakan açıklarında önemli petrol ve doğal gaz rezervlerinin bulunması. Çin’in burada liman inşaatı dahil olmak üzere önemli yatırımları gündemde. Kaldı ki, Çin’in Güney Eyaleti Yunan’ın başkenti Kunming’i merkez alacak şekilde Singapur’a ve diğer ASEAN başkentlerine bağlayacak dev demiryolu ağının Myanmar ayağını unutmamak gerekir. Çin Myanmar’ın batısındaki petrol rezervleri üzerinde çalışırken, elbette Bengal Körfezi’nde deniz ticaret ve güvenliğini de gündemine alacaktır. Myanmar-Çin sınır güvenliğinin tesisi noktasında iki ülke ordusunun işbirliği, Çin’i bir şekilde Myanmar ordusu ile ilişkilerinin devamı anlamı taşıyacaktır.

Myanmar’ın dışa kapalı olduğu yıllarda Çin öncelikli işbirlikçisi konumundaydı. Ancak, 2010 yılındaki seçimin ardından görece dünyaya açılma adımları atan Myanmar’ın aradan geçen dört yılda da tanık olunduğu üzere -yukarıda değinilen Çin açılımına rağmen- artık Çin’e bağımlılığı azalmış durumda. Bu süreç biraz da Myanmar yönetiminin birbiriyle rekabet halindeki bölge ve küresel güçler arasında nasıl bir denge izleyeceğiyle de ilgili. Ya da bu rekabeti kendi hanesine daha çok kazanım olarak yazdırabilecek politikalara imza atabilecek mi bunu zamanla göreceğiz. Bu anlamda, seçimin olası galibi gözüken Ulusal Demokrasi Birliği (NLD) lideri Suu Kyi, uzun yıllar sonra biten ev hapsinden kurtulmasıyla tek tek batı başkentlerini ziyaret ederken, seçimlere aylar kala geçen Haziran ayında Çin’i ziyaretiyle bu yönde bir açılımın ipuçlarını da veriyordu. Ancak yukarıda bahsi geçen Çin’in Myanmar’daki yatırımları hiç kuşku yok ki, ABD ve Hindistan başta olmak üzere bu denize komşu Tayland-Malezya gibi ülkeleri de alternatifler aramaya sevk edeceğini düşünebiliriz.

Pek çok çevre tarafından en adil en serbest seçimler gözüyle bakılan Pazar günkü seçim Müslümanlar için pek de bir anlam ifade etmiyor. Daha da ötesi, bugüne kadar uğradıkları en zorba ve baskı ile karşı karşıyalar. Bir zamanlar Bengal Körfezi’ne açılan ülkenin Batısındaki Arakan Eyaleti’nde önemli bir demografi sahip ve coğrafi alana hükmeden Müslüman Arakan toplumu bugün eyaletin neredeyse üçte birlik bölümüne sıkıştırılmış durumda. Kuzeybatı’daki Bangladeş eyaletine yakın bölgelerde kümeleşen Arakanlıların kendi aralarında birlikten bahsetmek mümkün değil. Bir tür kırsal sosyal bağlılık ile birbirine kenetlenen küçük grupları büyük bir siyasi ve sosyal hareket içerisinde eritecek lider veya ideoloji ortada yok ve pek de görünürde olacağına dair emarelerde bulunmuyor.

Bu parçalanmışlık haliyle Arakanlı Müslümanlar, bir de merkezde siyasi yapıya hakim Burma Budist milliyetçileri ile Arakan Eyaleti’ndeki Budist Arakanlıların siyasi ve toplumsal baskılarıyla karşı karşıya kalmaya devam ediyorlar. “Ma Ba Tha” adlı radikal Budist milliyetçi grub ve lideri Ashin Wirathu, ülkede sadece sosyo-dini harekete öncülük etmekle kalmıyor, siyasi bir hareket ederek siyasi partileri yönlendirici açıklama ve eylemlerde bulunuyor. ‘Bu ultra radikal Budist çıkış nedir?’ diye sorulduğunda, ilginç bir şekilde Batılı ülkelerdeki İslamifobia’nın doğululaşmış halini görüyoruz. Yani ülkede Müslümanlar ülke güvenliği ve Budist değerleri önünde en büyük tehlike addediliyor. Ancak bugüne kadar ülkede Müslümanların kime ne şekilde zarar verdiğine dair ortada hiçbir delil bulunmuyor. Kaldı ki, yüzyıllarca bu bölgede yaşamış bu insanların nasıl bir tehlike unsuru olduklarına dair ne Myanmar hükümeti veya araştırma kurumları ne de uluslararası bağımsız araştırmacıların ortada koydukları bir veriden söz etmek mümkün. Bu noktada vehimler üzerine inşa edilmiş ve bu vehimleri gerçek kılmakta ısrarcı kör bir bakışın hakim olduğuna tanık olunuyor.

Ülkeye, Suu Kyi eliyle demokrasi gelecek söyleminin dışında Myanmar toplumunun kırsalından şehrine, Karenlisinden Chanlısına, Monlusundan, Arakanlısına nasıl bir ulusal bütünlük ve birlik tesis edilecek bir cümle duyabilmiş değiliz. Suu Kyi’nin ev hapsine son vermekle, birkaç siyasi partiye mensup onlarca veya yüzlerce mahkumu hapishaneden salıvermekle tüm ülkenin bir anda demokrasi cennetine dönüştürülüğü imajı çok kolaycı ve o denli de gerçek dışı. Elbette son yetmiş yılını askeri rejimlerle geçiren bir ülkenin bir anda değişimini ön görmek sosyal gerçekliklerle bağdaşmıyor. Ancak bu sürece matuf  bir yapılanmanın hakiki adımlarına da tanık olunamıyor. Bakalım Pazar günkü seçim sonunda sadece Myanmar toplumuna değil, dünya kamuoyuna nasıl bir mesaj çıkacak.

Bunun önümüzdeki Pazar günkü seçime yansıyan boyutu ise ülkede sadece Arakanlı Müslümanlara değil, neredeyse tüm Müslüman azınlıklara yönelik bir baskı ve ayrımcılık ortamının doruğa çıkması şeklinde zuhur ediyor. İktidardaki Birleşik Dayanışma ve Kalkınma Partisi (USDP) ile seçimlerin muhtemel galibi olarak görülen Ulusal Demokrasi Birliği (NLD)’nin milletvekili adayları arasında Müslüman isimlere yer vermemeleri şeklinde tezahür etti.

Bu durum, sadece bugüne kadar dünya gündemine giren Arakanlı Müslümanların durumunu değil, ülkedeki tüm  Müslümanları kapsayan ultra milliyetçiliğin kurbanı olduklarını ortaya koyuyor. Bu anlamda, seçime giderken, her toplumsal kesim ve etnik yapı kendi geleceğini belirleme plânları yaparken, Müslüman kitleler seçim sonrasında neyle karşılaşabileceklerini bilemememin şaşkınlığı içerisindeler. Aylar öncesinden merkezi hükümetin nüfus yasasını gündeme getirerek vatandaşlık haklarını reddettiğini açıkladığı Arakanlıların seçme ve seçilme hakkının olmadığı artık ortada. Batılı ülke ve STK’larından onca eleştiriye ve rapora rağmen merkezi hükümetin geri adım atmaması da, ülkenin 2011’den bu yana konu olduğu reformun, Müslüman kitlere yönelik ayrımcılık ve dışlayıcılık politikalarının ötesine geçemediğinin kanıtı olarak, ortada duruyor. Arakanlı Müslümanların başkenti olarak bilinen Sittwe’de bugün -o da insanlığa yakışmayan koşullarda yaşam sürmeye zorlanan, yaklaşık beş bin kişilik bir grubun kalmış olması. Ne hareket serbestiyeti, ne dini ibadetlerini özgürce ve rahatça yerine getirebilme ne de iş ve eğitim olanaklarından faydalanabilme imkân ve ihtimali var. Son günlerde Yale Hukuk Okulu Uluslararası İnsan Hakları Kliniği ile Matthew Smith’in başında olduğu Fortify Rights adlı kuruluşun ortak çalışması sonucu Arakanlı Müslümanların maruz kaldıkları zulüm kayıtlara geçti. Raporu tek cümleyle özetlemek gerekirse Müslümanların ‘var olup olmama aşamasına kadar getirmiş bir tehdit altında olduklarıdır’.


Arakan Eyaleti’ndeki Müslümanların bunca zulme maruz kalmaları Burma etnik çoğunluğu yönetimindeki merkezi hükümetle, Arakan Budist yönetiminin hakimiyetindeki Arakan Eyalet yönetiminin ortak çıkar ve hedeflerde buluşmasıdır. Diğer etnik yapılar gibi düne kadar merkezi hükümetle çatışma süreçleri yaşayan Arakanlı Budist toplum, 2010’dan itibaren değişen ulusal yönetimin sağladığı imkânları Müslümanları köşeye sıkıştırma ve tedrici olarak bölgeden çıkarma projesinde piyon rolü oynuyor. Ev hapsinin sona ermesiyle birlikte küresel demokrasi ikonu olarak sahneye çıkan Suu Kyi de zaman içerisinde kendini Müslüman kitlelerin maruz kaldıkları zulme sessiz ve seyirci kalma pozisyonunda direnmenin dışında bir eylemi olmadı. Öyle ki, daha bugün “Arakanlı Müslümanların içinde bulundukları durum abartılmamalı” anlamına gelecek bir açıklama yapması sözün bittiği noktayı işaret ediyordu. Kimileri için umut, kimileri için kahrın devamı anlamına gelen seçimleri izlemeye devam edeceğiz.

3 Kasım 2015 Salı

Güney Çin Denizi Yeni Gelişmeler Gebe / South China Sea Conceives New Developments

Mehmet Özay                                                                                                          3 Kasım 2015

Güney Çin Denizi hiç olmadığı kadar küresel müdahaleye konu oluyor. Düne kadar Çin’in söz konusu denizdeki kayalıklar ve çevresiyle ilgili teritoryal hak iddiaları gündemde yer işgal ediyordu. Çin hükümeti bir sonraki aşamada bu iddiasını pekiştirme ve herkese kanıtlamak istercesine kayalıklar üzerine suni adalar inşa etmeye girişti ki, bu bölge günümüzde yedi küçük adadan oluşan Spartly Adaları olarak tanınıyor.

Bugün ise, söz konusu kayalıklar birkaç yıl içerisinde suni adalara dönüştürülerek, bir anlamda Çin’in teritoryal hak iddialarının somutlaşmış hali oldu. Çin yönetimi, kayalıkları adalara dönüştürmedeki alt yapı kabiliyeti ve teknolojik gelişmişliğinin bir göstergesi olarak neler yapabileceğini ortaya koyarken, akabinde donanmasına bağlı gemilerini Endonezya Takımadaları’na kadar ulaşacak şekilde seferlere çıkarmasıyla bir başka ilke imza atıyordu. Bu girişimlerin bir başka ayağını ise, hatırlanacağı üzere Vietnam sınırlarına kadar inerek açık denizde faaliyet gösteren dev bir platformla giriştiği deniz altı sondaj çalışması olmuştu. Bu teşebbüs, Çin’in hedefinde sadece teritoryal hakimiyet değil, bu hakimiyetin ana nedenlerinden birini oluşturan unsurların başında gelen denizaltı petrol rezervlerine ulaşmak olduğunu ortaya koymuştu.

Çin’in son birkaç yıl içerisinde pratiğe döktüğü bu gişimler, sadece aynı bölgede benzer iddialara sahip ülkeler Brunei, Vietnam, Filipinler ve Malezya’yı değil, Japonya, Güney Kore ve Tayvan gibi Doğu Asya ülkelerinin de tepkisini çekecek bir yönelim gösterdi. Bu anlamda, bölge ülkelerinin ABD’yi askeri bir ittifak olarak yeniden bölgeye daveti ve buna ABD’nin küresel bir politika değişikliğiyle örtüşecek şekilde verdiği karşılık, bugün bu iki gücü yani, ABD ve Çin’i karşı karşıya getirmiş durumda.

27 Ekim’de ABD Deniz Kuvvetleri’ne bağlı ‘Lassen’ adlı gemi Çin’in söz konusu Spartly Adaları’nın 12 mil çevresindeki teritoryal hak iddialarına meydan okurcasına devriye gezmeye başlaması yeni bir başka anlam taşıyor. ABD’nin Pasifik Donanması’nın bu girişimi bölgede tesadüfi bir girişim olarak yorumlanamaz elbette. Aksine, donanmadan yapılan açıklamada, bu gemiye diğer bazı gemilerin yanı sıra, donanmanın hava kuvvetleri kanadından P-8A ve P-3 türü gözlem uçaklarının eşlik edeceği açıklanması, ABD’nin girişiminin plânlı gelişeceğinin habercisiydi. Lassen’in devriyesine karşılık, Çin bölgeye gönderdiği kendi savaş gemileriye tepkisini ortaya koydu. Bir anda bölgede iki küresel gücün askeri varlığının karşı karşıya gelmesi tahmin edileceği arzu edilir olmamakla birlikte kaçınılmazlığıyla dikkat çekiyor.

ABD’nin bu girişiminin niçin bugünlerde ortaya çıktığını sormakta fayda var. Akla ilk gelen neden, 5 Ekim’de imzalanan Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) oluyor. İmzalar atılmasına rağmen, pratiğe dökülmesi için daha zamana ihtiyaç var. Bu süre zarfında ABD’nin dünyanın en önemli ticaret bloğu haline gelen TPPA’nın işleyişine engel teşkil etmeyecek şekilde Doğu ve Güney Çin Denizleri ile Malaka Boğazı gibi bölgenin önemli su yollarının güvenliğini Çin’in inisiyatifine bırakmayacağını göstermiş oldu.

Tabii, savaş gemilerinin karşılaşması, sadece gelişmeleri izleyen gözlemciler tarafından olası bir askeri çatışma riski olarak yorumlanmakla kalmadı. Üstüne üstlük, bu durum, 29 Ekim’de yapılan tele konferans sırasında Çin deniz kuvvetleri komutanınca bir ciddi olasılık olarak gündeme gelebileceği dile getirildi. Çin komutanı, gelişmeyi ‘provakatif’ olarak değerlendirerek, ABD’nin gemileri çekmemesi halinde yaşanacak küçük bir çatışmanın savaşa sebebiyet vereceğini son derece açık bir dille karşı tarafa iletmesi, ortada hafife alınamayacak bir duruma işaret ediyor.

ABD yetkilileri, bölgede devriye görevine devam edeceklerini ve önümüzdeki günlerde başka gemi ve hava kuvvetlerinin de katılacağını açıkladı. Açık denizde bu gelişmeler yaşanırken, her iki ülke başkentlerinde farklı politikaların hayata geçirilmesi konusunda inisiyatifin devam ettirildiğine dair işaretler veriliyordu. Bu anlamda, ABD ve Çin donanmasına bağlı gemilerin daha önceden planlanan liman ziyaretleri ile ABD Donanması yetkililerinin Çin ziyaretleri takviminde bir değişiklik olmadığı açıklandı.. Her iki donanma komutanının görüşmede Denizlerde Ani Karşılaşmalarda izlenecek bir protokol konusunda anlaşmaya vardıkları belirtiliyor. Bu protokol ile olası bir çatışmanın önüne geçilmesi hedefleniyor. Ancak bu protokolün şartları henüz açıklanmadığına göre, Çin’in öylesi bir protokolü imzalamaya evet demesi ile, bugüne kadar ısrarlı güttüğü teritoryal hak iddialarından ferâgat edip etmeyeceği merak konusu.

Çin-ABD arasında artan bu etkileşim kuşkusuz ki, soruna taraf olan ülkelerce de yakından izleniyor. Örneğin Filipinler Devlet Başkanı Benigno Aquino, ABD’nin bu girişiminden memnuniyetini açıklamaktan çekinmedi. Aquino’yu memnun eden bir diğer gelişme ise, Hollanda’daki BM Uluslararası Mahkemesi’nin, Filipinler’in 2013 yılında Güney Çin Denizi’nde yaşanan teritoryal hak arayışları çerçevesinde yaptığı başvurunun görüşülmesine karar vermesiydi. Filipinler hükümetinin bu mahkemeye başvurması, BM Uluslararası Deniz Yasası Sözleşmesi’ne Çin’in de taraf olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla bu sözleşmenin referans alınması yönündeki talebi oldukça rasyonel bir gerekçe oluşturuyor. Hiç kuşku yok ki, Mahkeme’nin geçen haftaki toplantısında söz konusu başvurunun görüşülmesi kararı alması önemli bir gelişme olarak yorumlanıyor. Çin hükümeti ise, mahkemeyi ve kararını tanımayacağını daha önce açıklamış olsa da, bir yandan ABD’nin bölgeye aktif müdahalesi, öte yandan BM Mahkemesi’nin kararı Çin’i uluslararası arenada zor durumda bırakabilir.

Örneğin, Çin hükümeti bu kararla, ilk kez uluslararası bir mahkeme kararına konu olması bile başlı başlına bir konu olarak ele alınmayı hak ediyor. Dikkat çekilen hususların başında ise, BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan Çin’in, BM’nin bir başka sözleşmesini tanımamasının Çin Hükümetini uluslararası arenada zor durumda bırakacağı konusu geliyor. Geçen ay başında imzalanan TPPA, akabinde ABD’nin savaş gemileriyle bölgede boy göstermesi, Filipinlerin başvurusuyla BM uluslararası mahkemesinin Çin’in teritoryal hak iddilarının görüşülmesini kabul etmesi Çin’in önümüzdeki süreçte yeni politikalarıyla gündeme geleceğini gösteriyor.