18 Nisan 2024 Perşembe

Enver İbrahim’in ziyareti ve Malezya-Almanya ilişkilerinde yeni dönem / Enver Ibrahim's visit and a new era in Malaysia-Germany relations

Mehmet Özay                                                                                                                            19.04.2024

Malezya Başbakanı Enver İbrahim’in, 10-15 Mart günlerinde Almanya’ya yaptığı resmi ziyaret, Avrupa’nın öncü ekonomi gücü Almanya’nın önümüzdeki dönemde Malezya’ya yapacağı potansiyel ekonomik yatırımlar bağlamında büyük önem taşıyor.

Malezya başbakanı Enver İbrahim’in resmi ziyaret çerçevesinde, Alman Cumhurbaşkanı Frank Walter Steinmeier ve Alman şansölyesi Olaf Scholz ile ayrı ayrı görüşmesi ve heyetler arasındaki toplantılar, iki ülke arasındaki ilişkilerin yeni bir ivme kazanacağının işareti olarak değerlendirilmelidir.

Liderler arası üst düzey görüşmeler, Malezya başbakanına siyasi destek olarak yorumlanıyor...

Bu destek, hiç kuşku yok ki, başta Avrupa olmak üzere uluslararası çevrelerin ekonomik ve ticari işbirliklerinde siyasi istikrar arayışlarının temel bir parametre olmasından kaynaklanıyor.

Siyasi istikrar

Malezya’da 2022 yılı sonlarında yapılan seçimlerin ardından, Birlik Hükümeti başbakanı olarak ülkeyi yönetmeye başlayan Enver İbrahim’in karizmatik ve entellektüel kişiliğinin de, hem Doğu ve hem Batı ülkelerinde olumlu yankı bulduğunu söylemek yerinde olur.

Enver İbrahim’in, Almanya ziyareti sürecinde devlet ve hükümet yetkilileri kadar, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları ile görüşmeleri ve bu toplantılarda yaptığı konuşmalarla aslında, entellektüel duruşun ve bu çevreler nezdinde ne denli kabul gördüğünün bir ifadesidir.

Malezya başbakanı, hükümet ve özel sektör temsilcileriyle yaptığı görüşmelerde ana vurgusu siyasi istikrar ve sürdürülebilir ekonomik kalkınmaydı.

Bu anlamda, Enver İbrahim’in Malezya’da 2022 seçimleri ardından oluşan siyasal istikrarın varlığına, ülkenin neredeyse her bölgesinde dikkat çeken zengin alt yapısına, Güneydoğu Asya’nın küresel ekonominin dinamosu olması ile bu sürecin, önümüzdeki dönemde de devam edeceğine dair vurgusu, sadece Alman iş çevrelerinin değil, aslında küresel iş çevrelerinin de duymak istedikleri konulardır. 

Enver İbrahim’in, konuşmalarında sadece Malezya’ya değil, Güneydoğu Asya Ülkeleri İşbirliği’ne de (ASEAN) vurgu yapması dikkat çekiciydi.

ASEAN’ın üzerinde yükseldiği coğrafyanın Doğu ve Batı ülkeleri için ekonomik yatırımlar ve ticaret bağlamında cazibe merkezi olması, bölgenin jeo-politik ve jeo-ekonomik önemine dayanıyor.

Enver İbrahim’in, bu anlamda Batı’dan  ABD’nin ve Doğu’dan Çin, Japonya ve Güney Kore’nin bölge ülkelerindeki ekonomik ve ticari işbirliklerindeki rolüne dikkat çekmesi, ASEAN’ın gizli/açık bir bölgesel güç olduğunun ifadesidir.

Bu durumun, hiç kuşku yok ki, bölge ülkeleri kadar Malezya’nın da küresel yatırımcılar nezdinde, cazibe merkezi olduğu şeklinde yorumlamak gerçekçi bir görüş olacaktır.

Yeni yatırımlar

Malezya başbakanının Alman devleti üst düzey yöneticileri ve iş çevreleriyle yaptığı toplantılar, Almanya’nın Güneydoğu Asya’nın alt yapısı ve işgücü kapasitesi gelişmiş ülkesi Malezya’ya yeni yatırımları gündeme getirmesi anlamına geliyor.

Enver İbrahim’in bu ziyareti, 2000’lerin başından bu yana, Malezya’nın Avrupa Birliği içinde birinci ticaret ortağı olan Almanya ile işbirliğini pekiştirmesi ve geliştirmesi olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır.

İki ülke arasındaki geçen yılkı verilere göre, ekonomik ve ticari ilişkilere göz atıldığında, Malezya’nın Almanya ile olan toplam ticareti 13.9 milyar Dolar’a ulaştı.

Geçtiğimiz ay gerçekleşen ziyaretin ardından özellikle, palmiye yağı, yarı iletken gibi oldukça stratejik ve küresel planda ses getiren alanlarda yapılacak yatırımlarla ticaret hacminin artması bekleniyor.

İstikrar ve güven

Enver İbrahim’in beş gün süren ve devlet, hükümet ve özel sektörle gerçekleştirilen üst düzey görüşmeleri, Malezya’da siyasi istikrarın bir yansıması olarak değerlendiriliyor.

Alman tarafının bu konuda özellikle, Enver İbrahim’e desteğinin olması, aynı zamanda iş çevrelerinin de, bu Güneydoğu Asya ülkesine yatırımlara ağırlık vermesindeki en önemli neden olarak görülmelidir.

Bu çerçevede, söz konusu bu ziyaretin somut sonucu olarak Alman iş çevrelerinden Malezya’ya toplam 9 milyar Dolar yatırım imkânı doğmuş gözüküyor.

Bu yatırım süreci, halen Malezya’da faaliyet gösteren 700 civarındaki Alman şirketinin varlığının pekişmesi ve artması hiç kuşku yok ki, ülkede yeni istihdam ve ülke ekonomisinin prestiji açısından gayet önemli.

Köklü eğitim-kültür işbirliği

Almanya hükümet ve iş çevrelerinin önümüzdeki dönemde Malezya ile ilişkilerde özellikle, eğitim ve çevre gibi konularda işbirliği geliştirilmesi öngörülürken özellikle, son dönemde Avrupa’nın bir tür ambargosuna konu olan palmiye yağı başta olmak üzere yarı iletken, hava taşımacılığı, sürdürülebilir enerji, tıbbi cihazlar ve kimsayallar gibi sektörlerde de işbirliğinin gündeme gelmesi Malezya açısından gayet olumlu olarak değerlendirmek gerekiyor.

Almanya’da öğrenim gören 1500 civranıdaki Malezya öğrencinin varlığı hiç kuşku yok ki, ilerleyen yıllarda iki ülke ilişkilerinde eğitimle sınırlı olmayacak yakınlaşmalar olarak anlamak gerekiyor. Almanya’nın önce kültür kuruluşu Goethe Enstitüsü’nün 1952 yılından bu yana Kuala Lumpur’da faaliyet göstermesi aslında, iki ülke eğitim ve kültür ilişkilerinin varlığının gayet köklü olduğunun kanıtı hükmündedir.

Alman şirketlerinin Malezya’ya yatırımlarının bir diğer getirisi ise hiç kuşku yok ki, teknoloji transferine olanak tanımasıdır.

Enver İbrahim’in Almanya ziyareti, ülkede siyasi istikrarın bir göstergesi olurken, ABD ve Çin’in dışında, Avrupa Birliği üyesi ülkeler ile de yeni ekonomi ve yatırım işbirliklerine kapı aralamada başarılı olduğuna işaret ediyor.

İki ülke arasındaki ekonomik ve ticari işbirliğinin gelişmesinde, 1991 yılında kurulan Malezya-Almanya Ticaret ve Endüstri Odası’nın kayda değer bir rolü bulunuyor.

Malezya’nın seçimler sonrasında siyasi istikrarın sağlanmasında katettiği aşama, hem ASEAN içerisinde hem de küresel yatırım çevreleri için cazip bir yatırım bölgesi olmasında önemli pay sahibi.

Bunun yanı sıra, ülkenin nitelikli alt yapısı ve bunun ülkenin farklı bölgelerine yayılmış olmasının getirdiği bir avantajdan da söz etmek mümkün.

Çin, Hindistan gibi geleneksel olarak bölgeyle ilişkileri olan ülkelerin yanı sıra, Japonya, Güney Kore, ABD ve Avustralya gibi ülkelerin yanı sıra Avrupa Birliği’nden Almanya’nın da bu süreçte önemli bir rol sahibi olduğu gözlemleniyor. 

Enver İbrahim’in geçen ay Almanya’ya yaptığı resmi ziyaret çerçevesinde gerçekleştirilen görüşmeler Alman iş çevrelerinin yeni yatırım sürecinde Malezya’yı öncelleyeceklerine dair güçlü işaretler veriyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/enver-ibrahimin-ziyareti-ve-malezya-almanya-iliskilerinde-yeni-donem-enver-ibrahims-visit-and-a-new-era-in-malaysia-germany-relations/

16 Nisan 2024 Salı

Singapur’da Lee Hsien dönemi biterken / As the Lee Hsien era ends in Singapore

Mehmet Özay                                                                                                                            17.04.2024

Singapur’da 2004 yılından bu yana başbakanlık koltuğunda oturan Lee Hsien Lhoong, görevini 15 Mayıs’ta yardımcısı Lawrence Wong’a bırakacak…

Kamu idaresi ve ekonomi alanında uzman olan ve uzun yıllar hem, kamu sektöründe hem de, DAP hükümetlerinde yer alan 51 yaşındaki Wong, Singapur’da yeni lider profili olarak dikkat çekiyor.

Söz konusu bu siyasi karar, Ada ülkesi Singapur’da herhangi bir seçim sonucu ortaya çıkmış değil…

Aksine, 2022’den bu yana gündemde olan başbakanlık değişiminde karar, bizzat Lee Hsien’den geldi.

Sürpriz değil

2005 yılında, Lee Hsien’in başbakanlığının daha ilk yılında yanındaki en yakın isim olan Wong’un bugün başbakan olarak Singapur’u yönetmeye hazırlanması bir sürpriz değil…

Uzun yıllar Ada ülkesi yönetiminde bakan ve ardından, Ada ülkesinin üçüncü başbakanı olarak görev yapan Lee Hsien, uzun yılların getirdiği yorgunluğun yanı sıra, sağlık sorunları nedeniyle de görevi bırakacağını birkaç yıl öncesinden gündeme getirmişti.

 

Başbakanlık değişimi, Ada’nın bağımsızlığını kazandığı 1965 yılından itibaren ülkeyi yöneten

Demokratik Eylem Partisi’nin (Democratic Action Party-DAP) Kasım ayında kuruluşunun 70. yılı kutlamalarından önceye denk gelmesi de önemli.

Ada’da bir dönem bitiyor

Lee Hsien’ın böylesine önemli bir dönemde kendi arzusuyla, başbakanlık koltuğunu terk etmesi, Ada’da bir dönemin kapanması anlamı taşıyor.

Kurucu başbakan Lee Kuan Yew (1965-1990) ile ikinci başbakan Goh Chok Thon’un (1990-2004) 2. Dünya Savaşı dönemi siyasetçileri olmaları ve oğul Lee Hsien’ın 20. yüzyıl’ın ikinci yarısındaki tüm sorunlarına tanık olmuş bir siyasetçiydi.

Lawrenge Wong ise, bu yüzyılın ürünü ve yeni bir yüz olarak Ada siyaset arenasında yer alacak.

Bununla birlikte, yine Ada siyasal geleneğinde gözlemlendiği üzere başbakanlıktan ayrılan siyasetçi kabinede ‘olağanüstü bakan’ sıfatıyla yer alarak devlet bilgi ve tecrübesini hükümet üyeleriyle paylaşmaya devam ediyor.

Ada’nın güçlü siyaseti

Güneydoğu Asya’nın en küçük ancak, neredeyse her açıdan en gelişmiş Ada ülkesi Singapur’da böylece, bir dönem geri kalmış olacak.

Bu gelişme, Singapur iç siyaseti dışında özellikle, ASEAN açısından önemli bir dönemin başlaması anlamına gelecek.

Lee Kuan Yew gibi kendine özgü nitelikleriyle dünya siyaset tarihinde yer etmiş bir siyasetçinin ardından, Lee Hsien kararlılığı ve istikrara dayalı politik yaklaşımlarıyla ASEAN içerisinde önemli bir rol oynadı.

Özellikle, yüzyılın başından bu yana giderek artan ABD-Çin kutuplaşmasında, bölgesel bir birlik olarak ASEAN’ı iki kutuptan birine güçlü eğilimi olmaktan kurtaran politikaların ardında, hiç kuşku yok ki, Singapur siyaset liderlerinin önemli bir payı var.

Ada’da seçim

Kimi gözlemciler, başbakanlıkta yapılacak bu değişimden amacın, yakında yapılması beklenen genel seçimlerde DAP’ın, yeni yüzlerle seçmen karşısına çıkmayı arzu ettiğine dikkat çekiyor.

Bununla birlikte, Ada siyasal geleneğinde bu tür ‘yenilikçi’ isimler pek fazla siyasal gündemi belirlemediği dikkate alındığında, yukarıda dikkat çektiğim üzere, Lee Hsien’ın yılların verdiği yorgunluk ve sağlık sorunlarının öne çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bunun yanı sıra, her ne kadar, başbakan yardımcısı ve maliye bakanı görevini yürütse de, Lawrence Wong’un karizmatik bir lider olduğunu söylenemez. İşini bilen, işini yapan bir siyasetçi o kadar…

Başbakanlık gibi önemli bir makamda yapılacak değişikliğin, kovid-19 sonrasında, özellikle son bir yılda yaşanan bazı olumlu değişimlere karşın ekonomideki durgunluk ve özellikle, küresel belirsizlik ve bunu tetikleyen Avrupa ve Ortadoğu’daki savaş atmosferi karşısında, ne tür bir tepki üreteceğini şimdiden söylemek güç.

Böylesine kritik bir süreçte, başbakan değişikliğinin yapılıyor olmasının getireceği bazı riskler olduğunu da söylemek gerekiyor.

Başbakanlıkta yumuşak geçişler

Lee Hsien, Ada’nın kurucu başbakanı ve babası olan Lee Kuan Yew’un ardından, başbakanlık koltuğuna oturan Goh Chok Tong’dan sonra Ada yönetiminde söz sahibi olmuştu.

Başbakanlığı öncesinde, her iki dönemde de, bakanlık görevlerinde bulunan Lee Hsien’i hem, babası hem de, kurucu başbakan sıfatını taşıyan Lee Kuan Yew’un ideallerini Ada siyasetinde devam ettiren isim olarak zikretmek yanlış olmayacaktır.

Lee Hsien, başbakanlığı bırakacak olsa da, şimdiden Wong kabinesinde ‘olağanüstü bakan’ sıfatıyla yer alacağı kesinleşmiş durumda.

Ada’nın, 1965’den bu yana olan siyasal tarihine bakıldığında uzun dönemli DAP’ın eğemenliğinde bir siyasal yaşamın yanı sıra, uzun dönemli başbakanlıklarla istikrarlı bir gelişme kaydedildiğini söylemek mümkün.

20. yüzyıl ikinci yarısında, Batı’nın demokrasi ve demokratikleşme söylemleri karşısında, “Asyalılık değerleri” kavramıyla gündemi belirleyen, Malezya’da başbakan Dr. Mahathir Muhammed’le birlikte, Batı siyasal çevreleri ve akademi dünyasına ‘ders veren’ Lee Kuan Yew’un, uzun dönemli siyasal yaşamlarını istikrarlı süreçler olarak ortaya koymaları, hiç kuşku yok ki, bu ideolojik tutumlarının en önemli dayanağını teşkil ediyordu.

Singapur’da Mayıs ayı ortasında gerçekleşecek başbakanlık değişimi, Ada iç siyasetinde DAP’ın Lawrence Wong ile siyaset dünyasında var olmaya devam edeceği anlamı taşıyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/singapurda-lee-hsien-donemi-biterken-as-the-lee-hsien-era-ends-in-singapore/

14 Nisan 2024 Pazar

Reform ve dirilişçilik çabası ile kalkınmacılık üzerine / On developmentalism with the effort of reform and revivalism

Mehmet Özay                                                                                                                            14.04.2024

Müslüman toplumların geri kalmışlığı meselesinde ‘reform’ (reform) ve ‘kalkınma’ (development), iki temel parametre olarak karşımızda duruyor.

Özellikle, ‘İslami kalkınma’ denildiğinde akla, hiç kuşku yok ki, ekonomik kalkınma geliyor.

Bununla birlikte, bugünkü koşullarda, ekonominin hangi alanındaki faaliyetlerle kalkınmanın gerçekleştirileceği sorusuna cevabın, oldukça sınırlı bir şekilde ‘İslam ekonomisi’ başlığı altında yer alan, bankacılık ve finans sektörüyle sınırlandırıldığı bir noktaya gelindiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Reform ve kalkınma

İlk duruma yani, reform olgusuna bakacak olursak, -önceki yüzyıllar bir yana-, bu süreç, 19. yüzyıl şartlarında adına, reform/asyon (reform/ation) denilen ve daha çok dini yani, İslamı içerden değiştirme, dönüştürme ve var olan Batılı standartlar ölçeğinde adapte etme vb. çabası olarak görülebilecek bir duruma tekabül ediyordu.

Bu sürecin belirleyici olan aktörleri, hiç kuşku yok ki, alimler ve düşünürlerdi.

20. yüzyıl ikinci yarısında, adına ‘yeniden dirilişçilik’ veya ‘dirilişçilik’ (revivalism) denilebilecek bir olgunun ortaya çıkması bir anlamda, önceki yüzyılın reform çabalarının devamı niteliğindeydi.

En azından böylesi bir intiba uyandırıyordu.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, 19. yüzyıl bağlamındaki ‘reform’ çabası, yeni durumda, akademi ve düşünce merkezleri olarak adlandırılabilecek yüksek öğretim ile çokça, edebiyat ve düşünce çevrelerinde yani, sivil oluşumun ağırlığını üzerinde taşıyan çevrelerce devam ettiriliyordu.

Islami/ekonomik kalkınma!

20. yüzyıl ikinci yarısında gündeme gelen ve gizli/açık, “İslami kalkınma” da olarak adlandırılabilecek olgu, ulus-devletlerin varlığına paralel olduğu gibi, genel itibarıyla “ekonomik kalkınmacılık” teması ve de vurgusu bağlamında ortaya çıkıyordu.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, 20. yüzyılda, Müslümanların kahir ekseriyetini teşkil ettiği, tek tek ulus devletlerin ortaya çıkması, kalkınma konusunda yeni söylemlerin gündeme gelmesine yok açtı.

Bu noktada, sürecin, ulus-devlet merkezli (nation-state-centric) bir bağlama oturmasıyla, önemli ölçüde belirleyicilik, devlet mekanizmasi veya bürokrasisi elinde somutlaşmaya ve gelişmeye başladığını söylemekte yarar var.

‘İslami’ kavramı özellikle ve de ısrarla kullanılmasa da, halkın kahir ekseriyetinin Müslüman olduğu toplumlarda ortaya konulan kalkınma hamlelerinin, gizli/açık Müslüman toplumu var olduğu ekonominin alt skalalarından kurtaracak bir fenomenle ilişkililiği belirgindir.

“Ağır sanayi” teması

Gündeme getirilen kavramlar arasında, kalkınma başat ve üzerinde konsensuse varılmış bir olgu olarak dikkat çekerken, belirleyici odak, “ağır sanayi hamlesi” vurgusuyla ortaya konuyordu.

1970’lerin “ağır sanayi hamlesi” söylemiyle akıllarda yer eden süreç sadece, birkaç ülkede değil, aksine halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan neredeyse, tüm toplumların hedefleri arasındaydı.

Bu gelişme yani, Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu Fas’tan Endonezya’ya değin ulus-devletlerin, ağır sanayiye ulaşma hedefleri, Müslüman toplumların ekonomik geri kalmışlığının doğrudan bir yansımasıydı.

Bunun gayet ve basit ve anlaşılabilir bir nedeni bulunuyor...

O da, söz konusu bu toplumları geri bıraktıran olgunun bir başka ifadeyle “ağır sanayi” hamlesinin kendini sanayi devrimiyle birlikte ortaya koymuş olmasıdır.

Gerek, sanayi hamlesine giden süreç ve gerekse de, bu sanayi hamlesini sürdürülebilir kılan süreç her halükârda, kahir ekseriyeti Müslüman olan topraklar üzerinde gerçekleştirilen sömürgecilik süreçleriyle doğrudan bağlantılıdır.

Bu nedenledir ki, “ağır sanayi hamlesi” söyleminin sadece birkaç ülkede değil, Fas’dan Endonezya’ya kadar ilgili tüm ülkelerde sanayi yatırımlarının gündeme getirilmesi ve plânlama süreçlerinde öncelikli yer verilmesi buna dayanmaktadır.

Kalkınma olgusunun, “ağır sanayiye” ulaşma hedeflerinin dışında ve ötesinde, 1970’lerden itibaren petrol gibi küresel öneme sahip bir kaynakla bağlantısı, bu sürecin sınırlı, bölgesel ve sadece, Müslümanları ilgilendiren bir boyutunun ötesine taşmasındaki en önemli faktörlerden biriydi.

Söz konusu ağır sanayi kavramını dile getiren liderlerin, petrol rezervleri zengin ülkelere mensup olmadığı da, bir detay olarak kenara not edilmelidir.

İki aşamalı dönüşüm

Giriş’te dikkat çekmeye çalıştığın iki temel parametre arasında yaşanan dönüşümde iki basamak göze çarpıyor...

İlki, reform olgusundan kalkınma olgusuna doğru olan dönüşümdü.

İkincisi ise, reform olgusunun taşıyıcıları olan alimler çevresi, düşünürler ve entellektüellerden kalkınmayı öncelleyen ve bunu, plânlamadan uygulamaya değin yönetimi elinde tutmayı hedefleyen ve bu anlamda, bir tekel oluşturan bürokrasiye kaymasıydı.

Dini ve düşünce boyutundaki reformdan, Müslüman toplumların dönüşüm sürecini ekonomik kaynaklar üzerinden değişime sevk eden süreç, aslında bir paradigma değişimine işaret ediyordu.

Yerelden küresele

19. yüzyıl çerçevesinde her ne kadar, adına reform denilen süreçlerin lokomotifi olan isimlerin, bugünden bakıldığında küresel bir etkiye sahip olduklarını iddiası olsa da, temel dinamikler noktasında, yerel ve bölgesel kaldıklarını söylemek yanlış olmayacaktır.

Öte yandan, 20. yüzyıl ikinci yarısında gündeme gelen şu veya bu şekilde, İslami kalkınma eksenli söylem ve bunun düşünce, yasal, teknokratik ve bürokratik süreçleri ulus-devlet sınırlarına hapsedilmişliğiyle dikkat çekiyordu.

Bu yeni dönemde, İslami veya İslamcı kalkınma perspektiflerinin, tüm sosyolojik kurumlar ekseninde bütüncül bir kalkınmacılıkla ilişkilendirilmesinden ve bu yönde politikalar geliştirilmesinden ziyade, bu süreçte önemli bir kayma daha yaşandı.

O da, Ortadoğu eksenli petrol zenginliğinin gündeme gelmeye başladığı, 1970’li yıllardan bu yana gelişmesi ve İslami kalkınmacılık olgusunun, İslam ekonomisi olgusuyla sınırlandırılması olmuştur.

Müslüman toplumu dönüştürmenin formülü olarak, ağır sanayi hamlesi ve İslami kalkınma kavramları yerini, ‘İslam ekonomisi’ne bıraktı. Bu değişim ve dönüşümün sağlık dereceği üzerinde ciddiyetle durulmaya değerdir.

Bu durumda, bazı çevreler, “ekonomik kalkınma öncellenerek, diğer sosyolojik kurumlar üzerinden genel toplumsal dönüşümlere yol bulunabilecek tezini” ileri sürebilirler.

Ancak, var olan değişim süreçlerine bugünden baktığımızda, arzu edilen değişim ve dönüşümlerin Müslüman toplumların ‘rayından çıkmışlıkları’ karşısında geçerliliği sınanmış ve başarısız olmuş tezler kategorisi içerisinde sayabiliriz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/reform-ve-diriliscilik-cabasi-ile-kalkinmacilik-uzerine-on-developmentalism-with-the-effort-of-reform-and-revivalism/

Çin büyük olmanın bedelini ödeyebilecek mi? / Can China pay the price of being great?

Mehmet Özay                                                                                                                            12.04.2024


Çin’in son dönemde, Güney Çin Denizi sorununda Filipinler’le somut olarak karşı karşıya gelmesi, bir süredir küresel savaş senaryolarında yeri olan bir bölgede, “amaca yaklaşılıyor mu?” sorusunu sormayı gerektiriyor.

Bu durum, bölgedeki ilgili ülkelerin sıradan bir kıta sahanlığı ihlâliyle ilişkilendirilmelerinin ötesinde boyutlar içeriyor...  

Ayrıca, böylesi bir “küresel” boyutta seyredecek olası gelişmelerin, Çin’le ve Doğu ve Güneydoğu Asya sınırlarının ötesinde bir rasyonaliteye sahip olduğunu da gizli açık ortaya koyuyor.

Bu noktada sorulması gereken soru, Çin’in büyük olmanın bedelini küresel plânda ödemeye hazır olup olmadığıdır.

Çin’in gelişimi sorunu

Çin’in özellikle, 2013’den bu yana, Güney Çin Denizi (South China Sea) üzerinde çizdiği haritayı -öncelikle bölge ülkeleri nezdinde- dikte etmekle kalmadığı aksine, pratikte kendi ulusal güvenliği bağlamında güvenlik zincirinin halkalarını ‘istikrarlı bir şekilde’, tek tek örmekle meşgul olduğu bir sürece tanıklık ediyoruz.

Soruna, pek de dikkate alınmayan bir boyutuyla bakalım önce...

Küresel ekonominin iki numarası haline gelmiş ve bu ekonomik gelişmişliğinde, örneğin, Singapur, Tayvan, Japonya ve Güney Kore gibi Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinin know-how, teknoloji ve insan kaynakları tranfseri, eğitim vb. gibi alanlarda azımsanmayacak katkısı ve desteğini bulmuş olan Çin’in niçin, bugüne kadar kendi bölgesinde ortak bir güvenlik teşkil ettiremediği sorusu gayet önemlidir.

Ekonomi yeter neden (mi?)

Çin’in son yarım yüzyıla yayılan ekonomik gelişmişliğinin bugün geldiği nokta sadece, bu ekonomi olgusuyla açıklanamayacak boyutlar içeriyor.

Temelde, Çin’de ulusal güvenlik çerçevesine oturtulmuş askeri yapılanmanın rolü özellikle, son yirmi yıldaki gelişmelerle gözler önündedir.

Çin sadece, küresel üretim merkezi haline gelmekle kalmamış, elde ettiği ekonomik kazanımlarını kendini içinde bulduğunu varsaydığı güvenlik iklimini şekillendirecek bir askeri yapılanmaya yönelmiştir.

Bu durumda, daha geniş bir bağlamda, Çin’in ekonomik gelişmişliği ve bunun, askeri yapılanmasını tetiklemesiyle oluşan duruma dair, mantıklı bir bakış açısı geliştirmemiz gerekiyor.

Naif bir yaklaşıma, askeri yapılanmayı ekonomik gelişmişlik veya varsıllığı korumanın yolu olarak kabul edip, burada cümleye son noktayı koymak mümkün.

Ancak, bu durum, bize Çin’in benimsediği veya Çin’e benimsetilmiş olan bir eko-politiğin detaylarını gözmezden gelmemize yol açması gibi bir sorunu da beraberinde getirecektir.

Batı eko-politik zorunluluğu

Çin’in ekonomik büyümesinin ardından neşet eden, söz konusu askeri yapılanmasının neye tekabül ettiğini sadece, Çin’in kendi iç bünyesine, örneğin, son yarım yüzyıldır Çin’i yöneten siyasi elitin ya da bu siyasi elitin kendilerine referans olarak belirledikleri bazı tarihi vakalara bakarak anlamak mümkün değildir.

Nihayetinde, Çin’in ekonomik gelişmişliğine yol açan dinamiklerin, Çin’i böylesi bir büyümeye davet edenin, Batı düşünce sistemi -bir başka ifadeyle Batı eko-politiği- olduğunu unutmamak gerekir.

Bu durum, bize, Batı eko-politiğinde ekonomik kalkınmanın, ulusal güvenlik gibi bir ölçüde sıradan ve alelade ancak, askeri yapılanma ve bunun dışa açık yüzüyle, gayet kışkırtıcı bir boyutunun olduğunu fark etmemizi gerektiriyor.

En azından, 19. yüzyıldan itibaren kendini küresele yayarak ortaya koyan Batı Avrupa ekonomik kalkışmışlığı bir yandan, bunu ‘yüksek sömürgecilik’ süreciyle devam ettirme arzusuyla depreşirken öte yandan, bu ekonomik gelişmişliğini kanıtlama iddiasını askeri boyutlarıyla ortaya koymuştur.

Askeri güç pekişmesi

Bu açıdan bakıldığında, Çin’in, gecikmiş bir ekonomik kalkınmışlık sürecinde bugün geldiği nokta, temelde, Batı Avrupa’nın ve akabinde, Kuzey Amerika’nın tetiklediği ve sürdürdüğü ekonomik kalkınma sonrasında gelen askeri güç pekişmesidir.

Çin’de, bugün hasıl olan söz konusu bu askeri güç pekişmesini, en azından iki bağlamda ele almak mümkün.

İlki, 1991’den itibaren Amerika Birleşik Devletleri’ni “tek güç” haline getiren Soğuk Savaş (Cold War) sonrası yapılanma karşısında, “Hayır, artık dünya ‘tek güç’le idare edilemiyor” noktasına gelindiğinde, Çin’in ekonomik büyümesinin ardından, askeri güç pekişmesinin de buna doğrudan ilâve edilmesiyle, yeni bir küresel güç doğurarak böylece, bir “çift kutuplu” dünya yaratılmış olacaktır.

Bu durumda, tek kutupluluğun (uni-polarity) doğurduğu sorunlar ortadan kalkabilecek ya da en azından, naif bir ifadeyle, sorunlar rutin bir mahiyet arz edecek ancak, bu sorunlar nihai bir tehdid ortamına var/dırıl/madan sürdürülebilecektir.

İkinci durumda, Çin siyasi elitinin -bir tür inkitamcı bir ruhla- tarihe referansla kendini mevcut güç merkezleri karşısında konumlandırırken, yegâne güç olma vasfını giderek kendinde toplaması çabasıdır.

Aslında, tam da bu, Çin’in son yirmi yılda agresif olarak askeri yapılanmasının ardındaki gerçek...

Bu durum, ortada bir denge durumdan değil, Çin’e avantaj kazandırmış ya da kazandıracağı varsayılan bir dengesizlik halinden bahsetmeyi gerektirecektir.

Çin’in böylesi bir seçeği gündeme getirirken, başvurabileceği -orta ve yakın vade- tarihsel nedenleri biliyoruz.

Yani, 19. yüzyıldaki İngilizler marifetiyle maruz kaldığı Afyon Savaşları ile 20. yüzyıl’da 1930’lardaki Japon işgali süreci...

Rakip ABD

Bu her iki somut, tarihi gelişmenin aktörlerinin dışında ve ötesinde, Çin’in hedef alabileceği gücün, bugün tam da karşısında rakibi olarak yer alan ABD olduğu kesindir.

Bazı zorlamalar dışında, teritoryal ortaklığı bulunmayan bu iki ülkeyi karşı karşıya getirebilecek maddi nedenleri bölgesel ittifak güçleri bağlamında bulmak mümkündür.

Öyle ki, bu noktada, “ABD ve ABD’nin Asya-Pasifik’teki en güçlü temsilcisi Japonya ve bir ölçüde Avustralya karşısında, dengeyi kendi lehine çevirebilecek bir askeri güce ulaşmak Çin için vazgeçilmez bir öneme sahiptir” cümlesini kurmamız, en azından son on, on beş yıllık süreçte yaşanan gelişmeler açısından pek de mahzurlu gözükmüyor.

Bunun ötesinde, Güney Çin Denizi bağlamında Japonya ve Avustralya’nın doğrudan herhangi bir denklemde yer almaması, başka aktörlerin veya nedenlerin varlığını gerektiriyor.

Bu durumda, Giriş’te dikkat çektiğim üzere, Çin’in karşısına, bölgedeki dengeler içerisinde görece orta-ölçekli ülkeler sıralamasında yeri olan Filipinler’in çıkması, bu ülkenin kendi ulusal güvenliğini koruma gibi rasyonel çıkışlarının ötesinde bir bağlamı var.

Çin’in, bugüne kadar kendi bölgesinde ortak bir güvenlik sahası teşkil etmek yerine, askeri gücünü test edebileceği bir düzeye gelme çabası, temelde ekonomik kalkınmasının doğrudan bir yansımasıdır.

Nihai noktada, Çin’in bu ekonomik kalkınmasını askeri yapılanmaya dönüştürmesi içinde yer almayı tercih ettiği ya da davet edildiği eko-politik sistemin zorunlu bir sonucu olduğunu görmek gerekiyor. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/cin-buyuk-olmanin-bedelini-odeyebilecek-mi-can-china-pay-the-price-of-being-great/

11 Nisan 2024 Perşembe

Bayramınız mübârek olsun... Ama... / Happy Eid... But...

Mehmet Özay                                                                                                                            10.04.2024

Bayramınız mübârek olsun... Arakan’da müslümanlar ana vatanlarından kovuldukları, sürgün edildikleri gibi, gittikleri komşu ülkelerde en olumsuz koşullarda yaşam sürmeye devam ediyorlar. Bu ortamdan kurtulmak isteyenler ve örneğin, bölgedeki diğer bazı ülkelerde yakınları olanlar, mevcut maddi imkânlarını biriktirip, -insan kaçakçılarının da kayda değer yardımıyla!- derme çatma takalara atlayıp, Okyanus’da umut bulmaya çıkmaya devam ediyorlar.

Bayramınız mübârek olsun... Büyük Keşmir bölgesinin Hindistan’a bağlı olan Jammu-Keşmir’de, Delhi yönetiminin sıkı askeri politikaları nedeniyle, yaşam onulmaz bir şekilde devam ediyor. Bu kıstırılmışlık hali ve zülum yetmezmiş gibi, Keşmirlilerin kendi içlerindeki fraksiyonlar, cemaatler -Hindistan rejimi karşısında güç birliği etmek yerine-, birbirleri arasında gizli/açık sürtüşme ve kavga sürerken, bundan zihni ve ruhu yorulanlar, bir an önce Keşmir’in dışına atmaya bakıyor kendilerini.

Bayramınız mübârek olsun... Biri, 2014’de merkezi hükümetle barış anlaşması yapmış Moro-Mindanao’da diğeri, merkezi hükümetle barış sürecini uzun zamandır yürütmekte olan Patani’de Müslüman toplumun talepleri, arzuları, kendini görmek istediği yer, tarihinden ve kültüründen esinlenmeleri, bölgedeki diğer Müslüman toplumlarla geçmişte kurduğu ilişkilerin varlığı ve bütünlüğünden haberdar mıyız? Gayet önemli geçiş dönemlerine konu olan ve bu anlamda, dini-kültürel ve sosyolojik olarak varoluş sorunlarıyla karşı karşıya bulunan bu toplumlar bizim için ne anlam ifade ediyor? Bu toplumları ikincil bir konumda görme, gizli-açık aşağılamacı bir yaklaşıma tabi tutma, bu toplumlar karşısında üstünlük taslayıcı bir tutumu kendimizde bir hak olarak nasıl telâkki edebiliyoruz?.. aksine, bu toplumlardan daha çok öğreneceklerimiz var.... En azından bari bunu hakkıyla yapmaya çalışayım. 

Bayramınız mübârek olsun... Müslüman toplumların yaşadığı bölgelerde, bırakın İslami değerler ve hassasiyetlerle toplumsal yaşamı düzenlemeyi ve ortalığı derleyip toparlamayı ve hâl yoluna koymayı, Birleşmiş Milletler’in tastamam seküler bağlamıyla gündeme getirilen meşhur 17 alanla sınırlandırılmış “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” (Sustainable Development Goals-SDGs) çerçevesin de dahi adım atıldığına rastlamak pek güç. Eğitim, sağlık, istihdam, kalkınma vb. gibi hayati öneme sahip ve Müslüman toplumların bireyinden toplumsal yapının geneline kadar etkisi olması beklenen sağlıklı politikalar, incelikle pratiklere rastlanmıyor. Suya-ekmeğe muhtaç olan; eğitime, istihdama muhtaç olan; temiz havaya-parka muhtaç olan -ötekilerin yanı sıra, gayet önemli sayıda Müslümanlar... Tarihsel olarak bölgenin en zengin alt yapı kaynaklarına ev sahipliği yapan toplumlar maaselef, bizzat birbirlerinin gözlerinin içine baka baka yolsuzluk ve yoksunluğun kurbanı olmaya devam ediyorlar.

Bayramınız mübârek olsun...  Filistin’de insanlık dramı yaşanırken, gönüller kararır veya yakarırken, hükümetlerin politikaları kadar geniş toplum kesimlerinin gündelik pratiklerin de pek bir değişikliğe rastlamak mümkün değil. Her ne kadar bazı ülkelerde, Ekim sonrası başgösteren meydan gösterileri olsa da, artık bunlara da pek rastlanmıyor. Batılı başkentlerde ‘humanizmin’ eseri gösterileri izlemek daha ekonomik geliyor! Üstüne üstlük, camilerde Cuma hutbelerinde, “Filistin’e dualar” bile artık duyulmuyor... Pasif ve kimi ölçülerde etkin olduğu düşünülebilecek çeşitli ürünlere yönelik boykotlar şu veya bu şekilde devam ediyor. Bu kahveci, o tatlıcı, şu burgerci derken, ‘katliam’ öncesi herkesin cebindekini servis ettiği bu şirketler, -şayet İsrail’e yardım ediyorlarsa- çoktan o yardımın sonuçlarını gördük-, boykotların ne tür bir etkisi olacağını da yakında görebileceğiz herhalde. Filistin’de yaşanan bir ilk de değil... Öyle değil mi? Filistin, diğer Müslüman toplumların sorunlarından ayırmadan anlamak varken, Filistin’i bile bölerek gelişmeyi ‘Gazze’ ile sınırlandırmak da herhalde, gizli açık  İsrail politikalarına destekten başka bir anlamı olmasa gerek.

Bayramınız mübârek olsun... İslam toplumlarının ve genel itibarıyla, dünya toplumlarının az gelişmişlik, yoksulluk, yoksunluk, yolsuzluk süreçlerinin giderek daha çok göze battığı günümüz koşullarında, Allah’ın adının yazılı olduğu bayraklarını “futbol ilâhlarının” stadyumlarında sergileyenlerin üstüne üstlük Batı’nın ürettiği futbol mabedlerinin sahipliğini üstlenenlerin ve dönüp Batılı toplumlara “Biz de sizin mabedlerinizde varız” diyenlerin insanlığa verebileceği ne tür bir değer var diye sorası geliyor kaçınılmaz olarak. Haşa, Allah’ın adını, bu seküler ilâhlarla yarıştırma davasına çıkıldığı izlenimi veren bu görüntülerin, pespaye bir anlayışın ürünü olduğunu, bu toplumlar içinde söylebilecek inanç erlerine ihtiyaç olduğu kuşku götürmüyor...

Bayramınız mübârek olsun... Gündelik yaşamın pratikleri içerisinde, İslami onurla hareket etme bilincini geliştirmek ve bunu erdemli kılmak adına, toplumsal yapıların her birinde uygulama yolları aramak yerine, eğiş bücüş, sonradan görme fikirlerle akademik alan içerisinde dans ederek ‘ben profesörüm’, ‘ben merkez müdürüyüm’, ‘ben rektörüm’ diyen, üstüne üstlük bunlara bir de manevi alan üstünlüğünü ekleme çabasıyla, ‘ben şeyhim’ diyerek her yaptığının ardında, ‘hikmet aranması’ gerektiğini salık verenlerin, acaba Müslüman toplumların önünü tıkayanların en başında geldiğinin farkında mıyız? İnancın en ulvi yapısıyla ve bu inancın düşünceyi, mantığı, ahlâkı, öğrenmeyi, sorgulamayı vb. öncelleyen evrensel boyutunu, kendi süfli ve de hatta gizli-açık dini araçsallaştırarak oluşturdukları manipülatif zihniyetleriyle tutsak edenlerin, Müslüman toplumları nereye sürüklediklerini görebiliyor muyuz?

Bayramınız mübârek olsun... Modern dünyanın hengâmesi, açmazları, tutarsızlıkları içerisinde dini bir bütün yaşama iddiasının ve de “çok şükür bu yılda orucumuzu tuttuk, ibadetlerimizi yaptık” düşüncesini ne denli haklı çıkartacağının hesabını yapmadan bayram yapıyoruz. Ve gayet büyük bir rahatlık içerisindeyiz, Bayramı ne kadar hak edip etmediğimizi düşünmeden... Bedeni terbiye etmenin kayda değer bir şekilde içe dönüş boyutu olduğu kadar, gündelik yaşamın her anına sirayet etmesi beklenen ve yanı başımızdaki, her bir bireye ve içinde bulunduğumuz her bir kuruma dokunması gereken boyutu olduğunu es geçerek oruçlarımızı tutuyoruz. Dini alanı ve dini etkiyi “sınırlar içerisinde tutarak”, sınırları bizzat kendimiz oluşturarak oruç tuttuğumuz düşüncesini kendimize inandırmaya çalışıyoruz.

Bayramınız mübârek olsun... Ama bu koşullarda neyin bayramını, hangi bayramı ve niçin bayram yaptığımızı bir kez daha düşünerek...

https://guneydoguasyacalismalari.com/bayraminiz-mubarek-olsun-ama-happy-eid-but/

8 Nisan 2024 Pazartesi

Osmanlı Devleti’nde gerilemede deşvirme bürokrasisinin rolü / The role of the desvirme bureaucracy in the decline of the Ottoman State

Mehmet Özay                                                                                                                            08.04.2024

Osmanlı Devleti’nde siyasal yapının teşkilinin temelde, hanedanlık ailesi ve bu ailenin ürettiği ‘devşirme’ sistemi ile oluşturulan sivil ve askeri bürokrasinin belirleyiciliği olduğu konusunda bir konsensustan bahsedebiliriz.

Şimdilik, bu sistemi destekleyen veya bu sistem karşısında kendini ‘alternatif’ olarak belirlemeyen bir ilmi sınıf ile halk tabakasının varlığının da, devlet sistemi içerisinde bir karşılığının olduğunu söylemekle yetinelim.

Burada temel yaklaşım, devşirme sisteminde yer alan unsurların Osmanlı’nın gelişme sürecindeki rolü kadar, duraklama ve gerilemesindeki rolünün olup olmadığını kısaca irdelemektir.

Devşirme sistemi

Devşirmeler yani, Hıristiyan genç çocukların çeşitli kriterlere bağlı olarak savaş esiri olarak alınması ve yine belirli kriterler üzerinden, ‘saraylı eğitimi’ olarak da adlandırılabilecek olan ‘Enderun’da eğitime tabi tutulmalarının ürettiği, yeni bir tür yönetici elit sınıfın varlığıyla oluşturduğu sistemik yapı, Osmanlı Devleti’nde uzun süre uygulanmıştır.

Bunun yanı sıra, bu sistemin Osmanlı’nın ilerleme/yükselme dönemleri kadar, duraklama ve gerileme dönemlerindeki rolünün ne olduğu konusu da, hiç kuşku yok ki, bir o kadar önemlidir.

Nihayetinde, Osmanlı’nın gelişme dönemini ve görkemli on yılları yaşatmasına neden olan devşirme sisteminin varlığının, aynı Osmanlı’nın önce duraklama ve ardından, gerileme ve çöküş süreçlerine etkisinin olmadığını iddia etmek, siyasal yapı karakteristikleri bağlamında mümkün değildir.

Bu anlamda, devşirme sisteminin bozulması kadar, bu sistemin aktörleri olan ve zamanla, kendi aralarında bir ‘sınıf’ yaratmış olan, -ancak içe kapalı yani, toplumla bağı olmayan veya sınırlı olan- sivil ve askeri bürokratik elitin, Osmanlı Devleti’nin duraklama ve gerilemesinden söz edilebilir.

Örneğin, 3. Ahmet’in tahta çıktığı dönemde maliyeden sorumlu Sarı Mehmet Paşa’nın kaleme aldığı eserde dile getirdiği hususlar ile bu eser üzerine tetkiklerden hareketle şunu söylemekte yarar var.

Devşirme sisteminin ürettiği paşaların zamanla “gerekli, gereksiz atamalarının bürokraside doğurduğu gevşeklik ile atamaların gerçekleştiği kırsalda, tarım toplumunun yani, köylülerin karşı karşıya bırakıldıkları zorluklar merkezden kırsala doğru sistemin kurumsal yozlaşmasına dair bir örnek teşkil etmektedir.[1]

Bu durum, İbn Haldun’un ileri sürdüğü gibi dışardan gelenlerin yıktığı bir sistem değil, içerden çürümeye yol açan bir yozlaşmanın neden olduğu bir süreçle karşı karşıya olduğumuza işaret ediyor.

Sarı Mehmed Paşa’nın, devşirme sistemi ürünü olan bürokrasi çevrelerinde yozlaşmaya yaptığı vurgunun yanı sıra, devşirme sisteminin içe kapanık yapısının yani, geniş toplum kesimlerine ulaşmayan varlığının aynı zamanda, devletin -zamanla ihtiyaç duyduğu değişim süreçlerini ortaya koyma ve yönetme becerisi sergilemekten uzak olduğunu ileri sürebiliriz.

Sarı Mehmed Paşa’nın sistemin bir anlamda tıkanması olarak gizli/açık ortaya koyduğu değerlendirmelerin, temelde devşirme sınıfı dediğimiz varlığın, kendi içinde yenileş/e/meme kadar, siyasal ve toplumsal değişimleri öngörüp hayata geçirilmesi noktasındaki kayıtsızlığının  zamanla gerileme sürecini yıkıma sürüklemedeki önemine vurgu yapılmalıdır.

Değiş/e/meme

Osmanlı’da süreç içerisinde yapısallaştırılan devşirme sisteminin ki, gizli/açık bir ‘köleci’ veya kölemen sistemin olduğu bir siyasi yapıdır, Batı Asya hanedanlık sistemlerinin bir devamı olarak görmek mümkün.

Öyle ki, bu sistemin veya sistemi oluşturan devşirme sınıfının, devlet ve toplum nizamına rengini veren ‘İslam hukuku’ kurallarının dışında, bizatihi Osmanlı padişahlarına doğrudan bağlı ve onun ‘kul’u addedilen, öte yandan devşirmeler nezdinden bakıldığında, Osmanlı padişahlarının ‘efendi’ addedildiği bir sistem söz konusudur.

Devşirmeye -tabiri caizse- hayat bahşeden ve bu bahşedilen hayatı elinden alan yegâne güç ve otorite padişahın bizatihi kendisidir.[2]

Hanedanlıkta devamlılık

Burada bir parantez açarak, Osmanlı devleti kurucu iradesinin bir yandan, Pers/İran öte yandan, bu Pers siyasal kültürünü içselleştirmiş birbiri ardı sıra gelen, Abbasi, Büyük Selçuklu ve Mısır Memlüklü geleneklerini kendinde mündemiç kıldığı bir devamlılık olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Dönemi itibarıyla, Batı Asya’da hakim olan bu siyasal sistemin meşruluğu ve bu -İslami siyasal yapı bağlamında meşruluğu gerçekleştiren bir adalet sisteminin varlığı üzerine, Osmanlı siyasal eliti ve zamanla oluşan düşünürleri veya düşünce ekolleri bağlamında, bir düşünce sistemi geliştirilip geliştirilmediği ise araştırmaya aday bir konudur.

Bununla söylemek istediğimiz husus, Osmanlı siyasi elitinin kendisinden önce var olan hanedanlık sistemlerinin gerilemesi ve çözülmesine tanıklığı ile bu süreçler hakkında, dönemin birikimsel olarak oluşmuş bilgisi çerçevesinde edindiği siyasi bilinç çerçevesinde, herhangi bir alternatif süreç ortaya koyma iradesi sergileyip sergilemediğidir.

Tarihsel sürekliliğin bize gösterdiği o ki, ‘hanedanlık’ olgusunda bir devamlılık olduğunu dikkate aldığımızda, bu noktada, Osmanlı’nın herhangi bir alternatif yapı ortaya koymamıştır.

Bürokraside ‘insan kaynağı’ yeniliği

Bununla birlikte, bürokrasiye insan kaynağı temini noktasında Abbasi örneğinde, Selçuklu askeri komutanlarının askeri bürokrasideki yerlerinin, Osmanlı sisteminde kısmen bir devamlılık olarak kabul edebiliriz.

Bununla birlikte, önceki siyasi hanedanlık sistemlerinden farklı olarak, Osmanlı’nın bürokrasinin oluşturulmasında bütüncül bir yaklaşım olarak devşirme sistemini bir yenilik olarak gündeme getirdiğini söylemek de yanlış olmayacaktır.

Hanedanlıkta bir devamlılık varken, bürokrasinin insan kaynağı teşkilinde devşirme sistemiyle bir yenileşme söz konusudur.

Devşirme sistemine dönecek olursak....

Osmanlı özelinde bu devşirme sisteminin, ülkenin hemen kuruluşunun ardından gündeme gelen ve Paul Wittek’le başlayan ve Halil İnalcık’la devam eden kavramsallaştırma olarak, adına ‘gaza ideolojisi’ denilen yapının ürettiği teritoryal yayılmacılığın bir sonucudur diye biliriz.

Devşirmelerin devletin sadece, siyasal ve özellikle idari yapılaşması üzerinde belirleyici olmadığı bunun dışında, toplumsal yapının gerek içerden ve gerekse, -özellikle-, dışardan gelen değişim süreçlerinin yapılaşması veya yapılaşmamasında da, kayda değer bir yeri ve önemi olduğunu belirtmek gerekir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/osmanli-devletinde-gerilemede-desvirme-burokrasisinin-rolu-the-role-of-the-desvirme-bureaucracy-in-the-decline-of-the-ottoman-state/



[1] Walter Livingston Wright. (1935). “Introduction”, Ottoman Statecraft: The Book of Counsel for Vezirs and Governors, (Nesaih al-wuzera-i wa’l umara), Sarı Mehmed Pasha, Turkish Text with Introduction, Translation and Notes, Princeton: Princeton University Press, s. 50. (1-60).

[2]  Walter Livingston Wright. (1935). s. 22.