21 Şubat 2013 Perşembe

Açe’nin Yaşayan Tarihi İbrahim Abdullah


Mehmet Özay                                                                                                                 19 Şubat 2013
Cakarta’ya birkaç günlük ziyaretim, bu kadim sömürge başkentinin büyük bir bölümünün sel sularıyla kaplandığı zamana denk geldi. Yola niyetlenenin dönmemesi prensibinden hareketle ‘Ya Allah!’ deyip Cakarta yollarına düşmüştüm. Elbette uçaktan inerken güneşli bir öğleden sonrası beklemiyordum. Ancak koyu bir griliğin hakim olduğu bir atmosferle karşılaşmak içimi ürpetmedi değil. Daha şehir merkezine gitmeye başlamışken, taksicilerden ‘şehirde sel’ anlatılarını havalimanında duymaya başladım. Öyle ki, havalimanını şehre bağlayan otobanda ilerledikçe, selin izleri de yavaş yavaş belirmeye başladı.

Bu iç burkan Cakarta atmosferinde, neşemi yerine getiren güzel bir davet aldım. Açe’nin son dönemde yetiştirdiği önemli akademisyen ve mimar kıymetli Dr. Kemal Arif’le görüşme çabam, onun “Niçin yarın Ulusal Üniversite’ye gelmiyorsun. Hem orada görüşürüz hem de amcamın yeni kitabının tanıtımına katılırsın” mesajı Cakarta günlerimi anlamlandırmaya yetecek boyuttaydı. Bu öyle güzel bir karşılaşmaydı ki, bir gün önce Cakarta Ulusal Arşiv’inde Dr. Kemal’in ‘al-marhum’ babasının kaleme aldığı iki esere ulaşmıştım. Ardından amcasıyla tanışmak ve eserini okuma imkânı bulacaktım.

Güneşin uzunca bir aradan sonra yüzünü yeniden gösterdiği bir sabah erken saatte Pejaten ilçesindeki Ulusal Üniversite’nin (UNAS) kampüsüne yollandım. Doğrusunu söylemek gerekirse, büyük bir etkinlik değildi. Ancak önemine diyecek yoktu. Cakarta’da konuşlanmış kadınlı erkekli Açeli entellektüel, akademisyen ve siyasetçilerin davet edildiği bu etkinlik bir anlamda başkentte Açe havasını teneffüs etmeye yeterince el veriyordu. UNAS’ın seçilmesinin nedeni de Profesör İbrahim’in 1980’li yılların ilk yarısından itibaren bu üniversitenin Sosyal Bilimler ve Siyaset Bilimi Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışması, bir anlamda yuvası oluşuydu…

Bir binanın üçüncü katındaki salona yaklaştığımda tanıdık bir sesi işittim. Bu ‘Rafli’ydi… Açe’nin etnik müzik alanındaki meşhur duayeni dersem hata etmiş olmam… çatışma döneminde yazıp söylediği sosyal içerikli parçaları ile Açelilerin gönlünde taht kurmuş olan Rafli tsunami sonrasında da ‘görevini hakkıyla’ icra etmişti. Salonda, şimdi adını hatırlayamadığım güzel parçalarından biri çalıyordu. Bence oldukça güzel bir seçimdi…  Salona girdiğimde karşılayan Dr. Kemal oldu. Hemen birkaç sandalye ötede oturan 80’inde olmasına rağmen, dinç mi dinç amcası İbrahim Abdullah’la tanıştırdı. Bu birkaç dakikalık tanışma faslını uzatmak istememe rağmen, birbiri ardı sıra gelen misafirlerin varlığı karşısında bu isteğimi ertelemek zorunda kaldım. Ardından, bir sıra ötede, 1990’lı yılların ikinci yarısında Açe’de valilik yapmış Prof. Dr. Shamsuddin Mahmud’la ve siyaset bilimci Prof. Dr. Nazaruddin Şemsuddin ile merhabalaştık. Salon yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Gelenler arasında Endonezya Millet Meclisi Başkan Yardımcısı Pidie’li (Kuzey Açe’de bir şehir) Farhan Hamid, PKS’den Nasır Cemil de bulunuyordu.

Prof. İbrahim’i yakinen tanıyan üç akademisyenin kitap ve daha doğrusu Profesörün hayatı hakkındaki keyifli sohbet dinleyicilerin soruları ile daha da bir önem kazanıyordu… Bir ara kulağıma inanamayarak yanımda oturan bayana yüzümde belirdiğini hissettiğim büyük bir şaşkınlıkla “Gerçekten sekiz kez evlenmiş mi?” diye sorduğumda “Evet” cevabını almak kadar, bu bayanın Profesörün kızı olduğunu da öğrenmiş oldum! Aslında işim “gender studies” konularına girmek değil… bugünün tek evliliğin altından kalkamayan nesli karşısında hayatının değişik evrelerinde sekiz kez evlenme cesaretini gösterdiği için Profesörü kutlamak gerekir herhalde. Hiç kuşkum yok ki, seksen yılın özeti mahiyetindeki eserinin her sayfasına işlemiş olan kaderin ona çizdiği rengarenk yaşamında ortaya koyduğu farkındalığın bir bölümü de bu evlilikleriyle ilgili olsa gerek.

Seksenine başmış olan Prof. İbrahim, kaleme aldığı biyografisinin başlığını da bu seksen yıllık ömürde verdiği ‘uzun mücadeleyi’ konu alıyor. Biyografiler aslında yazarın kendisiyle kurduğu iç diyalog, muhasebe mesabesinde… Sigli yakınlarındaki ‘Blang Anoe’ adlı köyden başlayan serüven onu Hollanda yönetiminin hakimiyetinde o zamanlar adı Kota Raja olan bugünkü Banda Açe’ye, kısa süreliğine de olsa Penang Adası’na, oradan Cava Adası’nda öğretim merkezi Cogcakarta ve Cakarta’ya taşıyor. Hayatının erken dönemlerinde Malay Adaları arasındaki bu geçişkenlikten sonra, erken gençlik yıllarında yüksek öğrenim amacıyla yolu Filipinlerin başkenti Manila’ya ve oradan da Yeni Dünya’nın başkent konumundaki New York’a düşüyor. Bu kadar seyahat, öğrenim vs. derken Prof. İbrahim’in atadan babadan zengin olduğu akla gelebilir. Aslında pek de öyle değil. Orta halli bir ailenin çocuğu… Ancak kaderin kendisine çizdiği yol öylesine inişli çıkışlı ve sürekli genişleyerek devam eden bir ‘iç’ ve ‘dış’ yolculuk ki, eserini okumaya başladığım ilk andan itibaren “bu çalışma bir filme konu olur düşüncemi” hiç yitirmedim.

İsim kısaltmalarının yaygın olduğu Açe’de İbrahim Abdullah’ın lâkabı ‘Utoh Him’, yani “Mühendis İbrahim”… ‘Utoh’, Açece bir kelime, ‘Him’ de adının son hecesi… Bu coğrafyada bu tür lakaplar, yakıştırmalar, sadece sıradan halk arasında değil, sosyal statüsü ‘yüksek’ çevrelerde de çokça kullanılıyor…
“Nyak Beurahim Utoh Perjuangan Panjang: Aneukmiet Gampong 80 tahun Ibrahim Abdullah” başlığını taşıyan ve siyah beyaz fotoğraflarla bezenmiş 388 sayfalık eser bir Açeli gencin, eğitim serüveni çerçevesinde erken yaşlardan başlayan köy okulundan New York Üniversitesi’ne kadar uzanan, oradan bürokrasi ve meslek yaşamına uzanan derin bir eser. Çalışmayı bir Açe hikâyesi olarak da değerlendirebilirim. Bunun birkaç nedeni var. İlki Profesörün, köyünden çıktıktan sonra en verimli çağında yani orta yaşlarda dönüp dolaşıp geldiği mekânın Açe olması… Bir diğer husus, daha çocukluk yıllarında yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarından bugüne kadar Açe siyasi yaşamına ‘renk katmış’ şahsiyetlerle ilişkisi…. Kimler yok ki, Tgk. Daud Beureuh, Tgk. Hasan di Tiro, Prof. Dr. Ali Hasjmy, Mustafa Abubakar, Teuku İskender vd… Öte yandan, Cava’nın yetiştirdiği büyük orator Sukarno, onun halefi Suharto, kıymetli bir sosyal bilimci, kültürolog Prof. Dr. Takdir Alisyahbana vd…
Hayatın her alanını kuşatan bu tanışıklıklar eserin her bir sayfasını çevirişimde bir bir karşıma diziliyordu… Sukarno’nun Açe’ye yaptığı’zorunlu’ ziyaret, Bireun’da Tgk. Daud Beureuh’le olan ve Endonezya Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı meşhur görüşme; ‘Abi’ (abang) dediği Hasan di Tiro ile Manhattan/New York’da buluşma ve Tiro’nun Endonezya ordusunun Açe’de gerçekleştirdiği soykırım sonrasında Endonezya’nın Amerika Büyükelçiliği’nde konsolosluk görevinden istifası vs. vs.

‘Utoh Him’ mühendislik eğiminin yanı sıra, iktisat konusunda ve sosyal bilimlerde de kendini yetiştirmiş bir akademisyen. Aynı zamanda bir bürokrat. Daha New York’dan yeni dönmüşken, dönemin Açe Valisi, sadece Valisi değil her şeyi desem yeridir- Prof. Dr. Ali Hasjmy ya da geleneksel tabirle Tgk. Ali Hasjmy’nin davetiyle Açe’de Endüstri Müdürlüğü’nün başına getirilir. Bu süreçte henüz yeni kurulmuş Şah Kuala Üniversitesi Ekonomi Fakültesi’nde dersler veren; Sabang Teknoloji Enstitüsü’nü kuran ve akabinde Sabang’ın serbest bölge statüsü alması konusunda tüm teknik çalışmaları bizzat yürüten ve bunu dönemin Devlet Başkanı Suharto’ya sunan; Banda Açe-Sigli karayolunu bugünkü haline getiren ilk adımları atan da yine Prof. İbrahim’dir.

Bu çalışma son derece önemli. Çünkü sözlü kültürün son derece güçlü olmasına rağmen, kayda geçirme geleneğinin pek de yerleşmediği bu tip toplumlarda geçmişe dair tanıklıklar büyük önem taşıyor. Bu tanıklıklar hem geçmişte neler olup bittiğine dair resmi söylemden farklı olarak alternatif bakış açıları  sunarken, aynı zamanda bugünkü yaşayan nesle geçmişte vatanlarının nasıl bir yer olduğu, insan kaynakları ve bunların çevre ve merkezle komplike ilişkilerinden hareketle bugünü anlamayı ve geleceği kurgulamaya olanak tanıyacak zenginlikte. Yukarıda bu eserin beyaz perdeye aktarılmasına vurgu yapmanın nedeni, eserde verilen mesajın Açe halkına ve gençliğine kolay ulaşması amacıylaydı. Bu tip eserler edebiyatçısından, antropologuna, din bilimcisinden, iktisatçısına değin pek çok alanda çalışan araştırmacı ve akademya için de kaynak niteliğinde.

Tabii yeri gelmişken şunu söylemeden de geçmeleyim. Bu eserin yerliler, yani Açeliler için önemli bir kaynak eser olduğuna kuşku yok. Aynı zamanda, bu çalışma, tsunamiden sonra bu toprakları keşfedenler arasında Açe vatanını ve halkını yoksullukla, yoksunlukla, geri kalmışlıkla, yetimle yaftalamayı sürekli öncelleyen ve bunu maharet sayarak kendi pörtföylerinde sürekli ön planda olmayı yarışı veren dışarlıklılar tarafından da dikkate alınmasında fayda var. Bu çevrelerin Açe’nin tarihini öğrenme gibi bir ilgileri yoksa, bari hiç değilse yakın geçmişini anlamak için çaba sarf etmeleri kendilerine -maddi olmasa bile- zenginlik kazandıracaktır. Böylece, okumuşundan okumamışına kadar genel itibarıyla “Ya burası da ne böyle. Bizim 60’lardaki, 70’lerdeki halimiz” diyenlerin de Prof. İbrahim’in yaşam hikâyesinden öğrenecekleri çok şey var…

Bir Postmodern Çıkarma: Sulu Sultanlığı ve Teritoryal Haklar


Mehmet Özay                                                                                                                  18 Şubat 2013
Perşembe günü Malezya’nın Çin denizi ötesindeki Borneo/Kalimantan Adası’ndaki Sabah Eyaleti’nin doğu sahilleri yaklaşık son bir haftadır ilginç bir gelişmeye konu oluyor. Sulu Sultanlık Ordusu mensubu olduklarını iddia eden tanıtan grup ana vatanları olduğu iddiasıyla tabiri caizse Sabah’a ‘çıkarma bastılar’. İlk gelen haberlerde, neredeyse yüz yılı aşkın bir süre sonunda ortaya çıkıveren ve kendilerini Sulu Sultanlığı’nın fertleri olduğunu iddia eden yüz kişilik silahlı grup ‘tempel’ ve ‘jampiras’ adı verilen geleneksel botlarla Sabah Eyaleti’nin doğu sahillerindeki köylere çıktıkları belirtiliyordu. Ardından sayının üç yüz ilâ beş yüzü bulduğu belirtilen grubun liderleri ile bölgedeki Malezya güvenlik güçleri arasında diyaloga başlandığı haberi geldi.

Aslında Mindanao’nun güneyiyle Sabah Eyaleti’nin uç bölgeleri arasında sürekli bir ticaret akışı sürüp gidiyor. Söz konusu bu grubun bölgeye çıkışının ilk etapta kimse tarafından şüpheyle karşılanmaması da buna dayanıyor. Kaldı ki, ‘çıkarmaya’ konu olan toprakların aidiyeti konusunda yüz yıl öncesine dayanan tarihi bir anlaşmanın varlığı da bilinmiyor değil. Üstüne üstlük Malezya hükümetinin Sulu kökenlilere yıllık bir ödenek (kira) verdiği de malum... Öte yandan Borneo/Kalimantan’da yaşanan bu sıcak gelişme, 1962-66 yılları arasında Endonezya Devlet Başkanı Sukarno’nun Malezya Federasyonu’nun kurulmasına karşı çıkmasıyla başgösteren ve bir anlamda ‘Malay Soğuk Savaşı’ olarak adlandırabileceğim dönemi hatırlatıyor. O dönemde, Filipinler yönetiminin de Federasyon’un Sabah’ı da içine alacak şekilde genişlemesine sıcak bakmasa da, sesi en gür çıkan ve neredeyse savaşın eşiğine gelen gerilim karizmatik lider Sukarno’nun girişimleriyle o yıllarda yer etmişti.

Çıktıkları sahil köylerindeki insanların akrabaları olması aslında Mindanao ile Kuzey Borneo/Kalimantan arasındaki tarihsel ilişkileri açıkça ortaya koyuyor. Bu çerçevede, Sulu adı bölgeyi tanıyanlar için hiç de yabancı değil. Öyle ki, bugün dahi bölgedeki Takımadalar Sulu adıyla anılıyor. Yakın geçmişte Sulu Sultanlığı adı 2011 yılı Haziran ayında Bandung’da yapılan bir toplantıda zikredilmişti. Bölge tarihinde yer tutmuş sultanlık/krallıklara mensup temsilcilerin biraraya geldiği bu toplantıda Sulu Sultanlığı’na mensup temsilcilerin de yer aldığı belirtilmişti.

Kimilerince istihzayla karşılansa da, kimliklerine ve atalarının yaşadığı topraklara sadakatları çerçevesinde dikkate alınacak bir hadise olarak da değerlendirmek mümkün. Ellerindeki silahlarla Malezya Monarşisi’ne karşı koyabilecekleri tahmin edilmiyor elbette. Ancak bir şeyi hatırlatması dolayısıyla önemli bir gelişme. Bir tarafında Çin öte yanında Japonya’nın birkaç Ada etrafında gündeme getirdikleri egemenlik hakları dünyada yankı bulurken, bu coğrafyanın bir diğer ucunda yüzyıllar öncesinde Batılı sömürgecilerin gelip dayandığı ve ardından bugüne pek de bir şeyin kalmadığı Sulu Sultanlığı’na aidiyetleri ile birden beliriveren grup tarihte neler olup bittiğinin hesabını soruyor aslında. Sayısal olarak hiçbir kıymeti harbiyesi olmasa da, taşıdıkları değerler adına bugünkü siyasi/teritoryal yapılanmaların temellerini sorgulama adına kayda değer bir gelişme. Hangi toprak parçasının kimden ne şartlarla alınıp ya da gaspedilip, kime ne şartlarda verildiği bugünkü özellikle de sömürge dönemini tecrübe etmiş Güneydoğu Asya halklarının tarihe, vatana bakışlarına dair bir ipucu veriyor.

Öncelikle bu “siyasi girişimin” niçin bugün ortaya çıktığı üzerinde birşeyler söylemek gerekir. Her ne kadar kendilerini Bangsamoro’da daha düne kadar devam etmiş özgürlük hakeretine bağlıolmadıklarını ileri sürseler de, bu grubun, teritoryal hak iddiasını gündeme getirmesi Bangsamoro-Filipinler Merkezi Hükümeti arasındaki Barış anlaşması sonrasına rastlıyor.

Sabah’ta neler olup bittiğine dair birkaç gündür ortalıkta dolaşan gelişmelere dair bugün daha net bilgiler gelmeye başladı. Mindanao Adası’ndaki Alabang bölgesinde bulunan ve adının Jamalul Kiram adında bir kişi Sulu sultanlığı hanedanlığına mensup olduğunu ifade ederek, Sabah’a ‘çıkartma yapan’ yüzlerce bağlısının Sabah’tan ayrılmayacaklarını açıkladı. İçlerinde genç kardeşi, beş yüz akrabasının ve yirmi silahlı adamının bulunduğunu söyleyen Kiram amaçlarının şiddet çıkartmak olmadığını ifade etti. Bununla birlikte, buradan ayrılmayacaklarına kararlı bir şekilde vurgu yapan Kiram’ın bu çıkışı bölgede güvenlik olmasa da, sömürge dönemi ve sonrasındaki siyasi gelişmelerin ve ortaya konan ‘meşru’ yapıları yeni bir boyutta ele alınacağı tartışmaları gündeme getirecektir.

Peki bu süreçte kendi topraklarına nüfuz eden bu gruba karşı Malezya nasıl bir tavır alıyor? Açıkçası bir şaşkınlığın olduğu aşikâr. Örneğin, Malezya yönetimi, Filipin Hükümetini “egemenlik hakkımızı ihlâl ediyorsunuz” diye bir çıkışı olmadı. Özellikle Bangsamoro Barış Anlaşması’ndan sonra Sabah’ta yaşayan ve sayıları seksen bini bulan Bangsamorolu’nun vatanlarına geri dönüp dönmeyecekleri gündemde yer işgal ederken, bir anda Mindanao’dan çıkıp gelen hanedanlık mensuplarının varlığı Malezya idaresinde bir ikilemi ortaya koyuyor. Her ne kadar ordu tarafından bölge kontrol altında tutulurken, herhangi bir saldırı yaşanmazken, Kuala Lumpur’dan yapılan açıklamalarda grubun Mindanao’ya geri gitmesi çağrısı yapıldı. Bugüne kadar herhangi bir çatışmanın yaşanmamış olması da bu insanların -yukarıda değindiğimiz üzere- bölgede yaşayanlarla akrabalık bağlarının olmasının yetkililerce dikkate alındığını da ortaya koyuyor.

Malezyalı yetkililerin geri gönderme talebine karşı koyamacaklarsa bile, anlaşılan o ki, grup siyasi egemenlik ve teritoryal haklarını farklı kanallardan gündeme getirmeye devam edecek.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Sebuah Otobiograf


Mehmet Özay                                                                                                              17 Februari 2013
Ketika saya mengunjungi Jakarta untuk beberapa hari, tanpa disangka saya melewati Jakarta yang banjir. Meskipun cuaca beratmosfer murung plus dengan penderitaan korban banjir, saya mendapat undangan dari seorang akademisi senior Aceh untuk menghadiri peluncuran sebuah buku di Universitas Nasional (UNAS) yang terletak di Pejaten, Jakarta. Untuk memenuhi undangan tersebut, Saya datang lebih awal ke lokasi kampus untuk sekedar penyegaran sambil minum kopi meskipun bukan kopi Aceh.

Sebelum bertatap muka secara langsung dengan pengarang buku, saya melihat figurnya yang terpampang dalam sebuah banner di sekitar lokasi. Dalam banner itu tertulis “Nyak Beurahim Utoh Perjuangan Panjang: Aneukmiet Gampong 80 tahun Ibrahim Abdullah”. Saya mengerti nantinya kalimat ‘perjunagan panjang’ setelah saya mulai membaca buku tersebut yang totalnya berhalaman 388 beserta gambar. Buku ini dipenuhi dengan catatan memori dari gampong Blang Anoe ke Kuta Radja selama masa penjajahan Belanda. Kemudian menapaki perjalanan ke Jakarta, Manila, dan New York yang kemudian diakhiri dengan balik ke gampong halaman. Inilah perjuangan yang ril jika ditilik dari umurnya yang sangat belia ketika memulai perjalananya yang penuh dengan kebetulan-kebetulan manis dan pahit dan keyakinan yang diberikan oleh Allah kepadanya.

Prof. Ibrahim Abdullah merupakan sosok yang tidak berbeda dengan abangnya Abdullah Arif, yang namanya menyertai halaman-halaman sejarah Aceh pada awal abad ke-20. Meskipun tidak meninggalkan karya tertulis yang dominan, Ibrahim Abdullah telah menancapkan kesan perjuangan praktikal yang begitu mendalam yang ia tuang dalam buku otobiografinya tersebut. Sebelum mengenal Ibrahim, saya telah terlebih dahulu bersinggungan dengan karya karya Abdullah Arif baik secara sengaja diperpustakaan-perpustkaan ataupun secara kebetulan seperti buku-buku pantunnya yang diserahkan oleh puterinya Dr. Salmawaty.

Sebagaiman tertera dalam undangan saya tiba dengan tepat waktu di gedung yang dijanjikan. Ketika memasuki ruangan, secara simbolik saya terperanjat mendengar lantunan yang familiar, suara Rafli. Saya tidak ingat judul lagu yang dibawakannya tapi apapun itu, mendengar dendangan Rafli saya seakan sedang berada di Aceh. Diantara para hadirin yang menarik perhartian saya adalah sederetan senior elit Aceh yang cukup dikenal duduk sedia dalam ruangan. Meskipun saat itu hari Sabtu mereka tidak meninggalkan Prof. Ibrahim sendirian dan menghadiri acara tersebut secara tulus jika dilihat dari konsentrasi mereka yang tidak teralihkan.

Orang pertama yang saya jumpai adalah Dr. Kamal Arif yang sedang duduk di bangku depan. Kemudian dia memperkenalkan saya pada pamannya, sang pengarang buku yang usianya telah beranjak 80 tahun. Dia memiliki Kharisma yang kuat. Dengan usianya yang lanjut, kesegaran jiwa dan kesadaran ucapannya masih tergolong sangat muda, ditambah lagi dengan senyuman yang terus menyertai wajahnya. Perawakannya sedang, berkacamata, berambut kelabu yang dikuncir dibagian belakang kepalanya. Dia berpakaian jaket kotak kotak hitam putih blaze dengan syal yang melingkar disekeliling lehernya.

Setelah pengenalan singkat saya meninggalkannya meskipun dalam hati kecil saya ingin menjalani percakapan yang panjang. Niat itu tak terlanjutkan karena kedatangan beberapa orang Aceh senior yang menghampiri untuk menyapanya. Selain Dr. Kamal Arif, dalam ruangan tersebut juga terlihat Prof. Dr. Syamsuddin Mahmud, Prof. Dr. Nazaruddin Syamsuddin, Farhan Hamid dll. Tentu mereka adalah orang orang yang dikenali dengan mudah.

Acara ini dimulai dengan diskusi antara dua orang dari UNAS dan seorang perempuan yang menjadi moderator. Dari awal acara saya mendengar panggilan “Utoh” yang ditujukan untuk Ibrahim. Saya bertanya dengan seorang perempuan yang duduk disamping saya -kemudian saya ketahui adalah salah satu puteri kandungnya- tentang arti dari Utoh. Dia menjelaskan Utoh berarti insinyur. Kemudian, dalam bahasa Aceh sebagaimana yang tertulis pada halaman XX buku tersebut, Utoh berarti Tukang. Mereka memananggilnya “Utoh Him” yang kemudian lebih sering dipakai sebagai pangganti panggilan insinyur Ibrahim. Selama masa percakapan dengan wanita tersebut, saya mengetahui bahwa Utoh telah melalui 8 kali pernikahan dalam hidupnya. Tentu siapapun akan tersenyum melihat wajah terkejut saya. Dia menganjurkan untuk membaca buku tersebut. Maaf, bukan maksud saya mendiskusikan persoalan gender disini tapi hanya sekedar penambahan gambaran dari karakter seorang Ibrahim yang luarbiasa. 

Ibrahim telah menyelesaikan program insinyur dan ekonominya dan sempat menjabat sebagai sekretari Fakultas Ekonomi Unsyiah pada tahun 1960an. Ia kemudian melanjutkan pendidikan multidisiplin dan menjadi dosen tetap di Fakultas Ilmu Sosial dan Ilmu Politik UNAS Jakarta yang sudah dimulai pada tahun 1982. 
Diantara sederetan catatan karirnya, terdapat beberapa posisi penting yang berkaitan dengan perkembangan Aceh. Ia misalnya sempat menjadi pimpinan pelabuhan bebas Sabang atau KP4BPS (komando pelaksanaan pembangunan proyek pelabuhan bebas sabang) atas undangan Prof. Ali Hasjmy yang saat itu menjabat sebagi Gubernur Aceh. Ia juga Mendirikan Institut Teknologi Sabang dan menjadi Kepala Dinas Perindustrian pada tahun 1960an. Saat itu, ia telah bekerja dalam koordinasi yang mapan dengan gubernur Aceh. Ibrahim juga menyumbang kontribusi yang signifikan dalam pembangunan jalan raya dari Banda Aceh ke Sigli dan lain sebaginya.

Yang menyenangkan dari buku ini adalah, diantara gambaran-gambaran pejuangan politik sosial Aceh dan  Java yang telah saya baca dan dengar selama berada di Aceh, dia merupakan salah satu tokoh yang berada ditengah tengah setiap peristiwa di Aceh. Seperti aliran-aliran peristiowa yang menyertai Daud Beureueh, Soekarno, Ali Hasjmy, Mustafa Abubakar, Takdir Alisyahbana, dan Hasan Muhammad Di Tiro...

Dia merupakan seorang sejarah yang hidup dan aktif. Bukunya meskipun hampir 400 halaman, wajib dibaca oleh anak-anak Aceh, baik tingkat menengah dan atas, intelektual, birokrat, dan alumni-alumni dayah dan pesantren. Tidak hanya membaca sebagian sejarah dalam mata seorang Utoh tapi juga belajar dari perjuangan hidupnya dan menjadi pelaku utama dalam menentang kesulitan hidup.

Dalam persoalan pembanguan Aceh, beliau mengucapkan bahwa pembangunan tidak mungkin terjadi tanpa adanya pertumbuhan plus perubahan dan perubahan itu sangat jarang terjadi tanpa adanya protes (hal. xxxi).
Sebagai seorang non-Aceh, saya mendukung ucapan Dr. Kamal Arif dalam pengenalan yang ditulisnya dalam buku tersebut “The man with confidence in himself gained the confidence of others (Lelaki yang percaya terhadap dirinya memperoleh kepercayaan dari yang lain)”. Merupakan hal yang bermanfaat jika ia dapat diundang untuk berdialog seputar perjuangan hidupnya selama 80 tahun terutama dikalangan pemuda-pemudi Aceh dan intelektual.

Beberapa poin yang saya ingat dari bacaan saya tentang buku ini, salah satunya adalah kedatangan bung Karno dalam rangka rapat dengan Abu Daud Beureueh di pendopo kewedanan Bireuen. Hal lainnya adalah pertemuan dia dengan Hasan Di Tiro yang ia sapa Cutbang. Hubungan mereka terjalain tidak hanya karena saboh gampong tapi juga berlanjut selama keberadaannya di Amerika.

Hal menarik lainnya adalah catatan beliau mengenai Hasan Di Tiro. Sebelum Ibrahim berangkat ke New York, dia mendapatkan surat pernyataan penerimaan dari Universitas New York melalui Abang Hasan Muhammad Di Tiro yang sedang bertugas sebagai konsulat Jendral RI disana. Setelah berlayar dengan kapal, dia langsung mengunjungi rumah Hasan Di Tiro di Manhattan. Secara jelas, dikarenakan hubungan yang dekat dengan Hasan Di Tiro. Dia menjadi salah satu saksi utama perjuangan beliau dalam meneriakkan hak-hak kemanusiaan Aceh, sejak insident tahun 1954 yang berakhir dengan pencabutan Hasan Di Tiro dari posisinya sebagai Konsulat Jendral RI. Sebelum pencabutan itu, Ibrahim telah mengingatkan Wali konsekuensi dari aksi tersebut yang dijawab oleh Hasan Di Tiro dengan tekad yang bulat: ”Itu adalah resiko perjuangan adoe meutuah (hal. 58)”.

Saya tidak akan menceritakan seluruh pengalaman yang dialami oleh Ibrahim dalam bukunya. Namun bacaan ini merupakan hal yang sangat efektif jika dilihat dari perspektif pengarang, seakan menyaksikan sebuah teater hidup dari cerita tentang seorang Aneukmiet dari Gampong Blang menuju timur dan barat. Saya percaya buku ini akan menjadi sesi pembelajaran dan kesadaran yang baik bagi setiap kalangan Aceh.

http://aceh.tribunnews.com/2013/02/17/ibrahim-abdullah

Patani’de Acil Barış Çağrısı

Mehmet Özay                                                                                                                    5 Şubat 2012
Daha geçen hafta Patani’de Barış ihtimali üzerinde durmuştuk. Sorunun temelinde farklı ırk, din, kültüre mensup iki milletin birlikte olup ol/a/mama olgusu yer alıyor. Bu iki milletten biri Budist çoğunluğu oluşturan Thai asıllılar ile ülkenin güneyinde Malay Müslümanlar... Ve demiştik ki, azınlık konumundaki Malayların etnik kimlik, din, dil haklarının tanınıncaya kadar çözüm mümkün değil. Elbette etnik kimlik ve bunun olmazsa olması din ve dil kadar, Malay toplumunun kendi kendisini yönetecek bir siyasi çözüm kadar da doğal bir sürecin olmayacağını hatırlatalım.

Çarşamba sabahı erken saatlerde gerçekleştirilen, tıpkı 4 Ocak 2004’dekini andıran büyük bir saldırı haberi geldi bölgeden. Değişik kaynaklarda sayıları 50 ilâ 100 kişi olduğu belirtilen bir grubun Narathiwat’ya bağlı Bacho bölgesindeki askeri üsse saldırısında gruptan 17 kişinin vurulduğu, asker ve polisten herhangi bir zayiat olmadığı belirtildi. Ordu sözcüsü yaptığı açıklamada saldırı haberinin önceden kendilerine ‘ulaştırıldığını’, bu nedenle tedbirli olduklarını ifade ettiler.

Bu saldırının başkent Bangkok’ta büyük bir şaşkınlık yarattığına kuşku yok. Öyle ki, kimi gözlemciler 2004’den sonra bölgede giderek artan askeri baskılara rağmen, hareket mensuplarının vur-kaç taktiği ötesinde bir askeri noktaya grup saldırısı düzenleyebilmelerine dikkat çekiyorlar. Bu benzerlikten hareket edilirse, tıpkı 2004 saldırısı sonrasında giderek artan şiddete benzer gelişmeler yaşanabilir. Bu noktada başta Başkent ve Patani’deki Güney Sınır Eyaletleri Yönetim Merkezi’nin (SBPAC) yaklaşımları büyük önem taşıyor.

Bugün Bangkok hükümetinin içinde yer aldığı siyasi hareket, 2001 yılı başından 2006’ya kadar ülkeyi yönetmiş ve bu süreçte merkezdeki köklü krallık ve bu geleneksel kurumun siyasi uzantılarıyla olan tüm siyasi hesaplaşmasını Patani üzerinden yürütmekte ısrarcı olmuş Thaksin’in kurduğu Thai Tak Thai (TRT) partisinin uzantısı konumunda ve üstüne üstlük Başbakan Yingluck Shinawatra da kızkardeşi. Ülke iç siyasetinde Thaksin’den ilham almakla kalmayıp, ‘akıl aldığı’ da açık olan Yingluck’ın Patani konusunda söz de dahi olsa seçim öncesindeki ‘barış’ konusundaki çabasını bugüne kadar ortaya koymamış olması aslında pek de kimseyi şaşırtmıyor. Aksine, özellikle 21. yüzyıl başından itibaren Patani halkı üzerinde devam eden baskı ve zulüm şu veya bu şekilde varlığını sürdürüyor.

Bir önceki yazıda, “Bangkok yönetiminin Patani sorununa kapsamlı siyasi bir planla yaklaşabilecek ‘siyasi beceriye’ sahip olup olmadığını” gündeme getirmiştik. Geçen günkü saldırı bu siyasi becerinin ortaya kon/a/madığının en önemli belgesi olduğu kadar, saldırı ardından Yingluck’ın yardımcısı Chalerm Yubamrung, 15 Şubat Cuma günü toplanacak Bakanlar Kurulu toplantısında ‘sıkıyönetim’ tavsiyesinde bulunacağının gündeme getirmesi Bangkok’un sorunu hâlâ askeri temelde ele almaktan vazgeçmediğini ortaya koyuyor. Patani bölgesi özel yönetiminin başındaki isim de olan Chalerm’in çözüm diye öne sürdüğü şey, tastamam Thaksinvari bir politikadan başka bir şey değil. Uluslararası Kriz Grubu sözcüsünün Narathiwat’daki vakıadan sonra yaptığı açıklamada üzerinde durduğu üzere, bu saldırı ve akabindeki tepkilerin Bangkok hükümetlerinin sorunu sürüncemede bırakan yaklaşımlarının devam ettiğini gösteriyor.

Teklif düzeyinde de olsa bu görüşe Patani’deki önemli sivil toplum sözcüleri konumundaki din adamlarından, akademi çevrelerinden ve muhalefetteki Demokrat Parti tarafından tepki gelmekte gecikmedi. Bu tepkinin temelinde, ordunun ve polisin Patani bölgesindeki varlığının güvenlikten öte Müslüman Malay halkının gündelik yaşamında ciddi baskısı, Merkez’in etnik aidiyet, dil ve din özgürlüğünü gündeme getirmemesi yatıyor kuşkusuz. Üstüne üstlük sıkıyönetim gibi askeri çözümlerin bugüne kadar işe yaramadığının bizzat yaşayarak farkında olan bu çevreler önümüzdeki günlerde ivme kazanacak gelişmelerden de kaygılarını ortaya koyuyorlar.

Thaksin Başbakanlığı döneminde bölge liderliğine oynama stratejisini Patani politikası nedeniyle kaybetmişti. Bugün her ne kadar özellikle Malezya, Bangkok-Patani barış hattının örülmesinde niyetli olsa da, adımı atacak ilk tarafın Bangkok olması konusunda hiç kimsenin şüphesi yok. Çünkü bu noktada, Açe ve Bangsamoro’da elde edilen barış, Bangkok’un Patani’deki savaşı sürdürmede elini güçlendiren değil, aksine bölgesel ve uluslararası çevrelerde zora sokan bir unsur. Bangkok bu süreçte niyetini samimi bir şekilde ortaya koymadıkça, Yingluck’ın akibetinin abisi Thaksin gibi olacağını tahmin etmek güç değil. Bu noktada Patanilelere ne olacağı da bizim derdimiz olmalı.

İçinde İslam isminin de geçtiği uluslararası kuruluşun bir süre önce bölgeye gönderdiği heyetin sözde barış çabasında Patani adına bir samimiyet ortada gözükmediğine göre bu kurumdan bir ümit beklemek beyhude. Peki bu noktada Türkiye bir girişimde bulunabilir mi sorusu, bazı çevrelerin beklentisi şeklinde de olmak üzere, ortaya atılabilir. Türkiye’nin Ortadoğu’daki karmaşada karşı karşıya kaldığı durum, Arakan bağlamında başkent Nyapyidaw’ın engellemelerine takılan girişimleri, Bengaldeş hükümetince ‘iç işlerime müdahele ediyorsun’ terslemesi öyle gözüküyor ki, bölgede henüz Türkiye’nin doğrudan bir müdahalesine el verdiğini söylemek güç. Bununla birlikte, Türkiye’nin Endonezya Büyükelçisi ve aynı zamanda ASEAN nezdinde elçilik görevini de üstlenmiş olan Zekeriya Akçam Bey’in bölge ülkelerini harekete geçirecek bir dizi girişimleri söz konusu olabilir. Bu noktada bölge ülkelerinde, Patani sorununa vakıf kimi sivil kuruluşlarla temasın da yadsınamayacak bir öneminin olduğuna kuşku yok.


15 Şubat 2013 Cuma

Çin Yılan Yılı ve Uluslararası Beklentiler


Mehmet Özay                                                                                                                 11 Şubat 2012

Sadece Çin ana kara parçasında değil, başta Güneydoğu Asya olmak üzere Çin/Budist azınlığın yaşadığı tüm coğrafyalarda yeni yıl Cumartesi akşamından başlayarak bir hafta sürecek kutlamalarla karşılanıyor. ‘Yılan Yılı’ adıyla anılan bu yeni dönemi belirleyici kılan sıradan bir takvim üzerindeki rakamsal değişikliği değil. Bunun ötesinde etkileri Çin toplumunun her kesimine nüfuz eden bir inanca tekabül etmesiyle önem taşıyor. Genel itibarıyla, yılan’ın insanlar üzerinde doğurduğu hoş olmayan bir gerçekliğe ve imgeye karşılık geldiği bilinir. Çin inanışında da böyle olmakla birlikte, yılan’a atfedilen özelliklere bakıldığında farklı algılamaların da ortaya çıktığı görülüyor.

Yeni yıla girildiği şu birkaç günlük süreç, dünya ekonomisinin ikinci sırasındaki Çin’de ‘kepenklerin kapanması’ anlamına geldiği gibi, ASEAN ülkelerinde ekonomi treninin lokomotifi konumundaki Çinli azınlıkların da bir haftayı bulacak ‘tatil modunda’ bir süreci yaşadıkları anlamına geliyor. Bölgenin ekonomi hayatında başat rol oynayan Singapur, Malezya, Endonezya, Tayland başta olmak üzere tüm ülkelerinde ekonomi sektöründeki kısa bir durgunluk söz konusu. Ayrıca,özellikle Müslüman unsurların da çok dinli/kültürlü toplumun bir özelliği olarak Çin geleneğini dolaylı olarak teneffüs ettiklerini söylemeliyiz.

Bu yıl Çin’deki kutlamaların bir tür siyasi müdahaleye maruz kaldığı dikkat çekiyor. Başkan değişiminin toplumsal yansımasının ilk meyvesini bu vesileyle vermiş oluyor. Havai fişek kullanımından, devlet teşekküllerinin vereceği gösterişli yemekli kutlamalara, restoranlardaki menü boyutlarına kadar bir tür kısıtlama gündemde yer etti. Çin bürokrasininden başlayarak toplumun derinlerine kadar nüfuz etmeye başlamış olan yolsuzluk geleneğinin önünü alma çabası olarak değerlendirilen bu ‘yaptırımın’, şu veya bu şekilde dini içeriği de bulunan bolluk, refah, mutluluk gibi olguların yeni bir tür anlayışa evrileceğini akla getiriyor. Yeni yılın daha ilk günü ‘şansı’ kapısında bulacağını düşünen otel ve eğlence sektörü patronları yılan’ın zehirli ucunun kendilerine doğru gelmekte olduğundan habersiz değiller elbette.

Dini bütün Çinliler Cumartesi gününü tapınaklarında geçirmeyi yeğlerken, herhalde çok daha geniş kitlelerse beş yıldızlı otellerden geniş aile boyutunda düzenlenen yeni yıl partilerine kadar değişik mekânlarda geçirmeyi yeğliyor. Çin topluluğu içerisinde aile bağının şu veya bu şekilde halen güçlü olduğu gözleminin yapılabileceği en önemli gösterge yılbaşındaki bu birliktelikler oluşturuyor. Dini törenlerde, cemaat mensupları tütsü çubuklarını ya da mumlarını yakıp, Sam Kwi Kiu Gauw adı verilen bir tür secdeye kapanarak Thian Kong denilen Tanrı’yı kutsuyorlar. Tabii bulunduğunuz coğrafyaya, mensubu olduğunuz sekte göre Tanrıların isimleri, işlevleri de değişebiliyor. Ancak es geçilmeyen husus ‘maddi zenginliğin, refahın’ öncelikli talepler arasında yer alması. Bu süreç, adaklar ve toplu yemek geleneğiyle sürüyor.

Adı bir tür dini referansa dayansa da günümüz ‘dini kutlamaların’ kapitalizmin tüketim nesnesi kılacağı cazip olanakları oluşturmasıyla da dikkat çekiyor. Haftalar neredeyse aylar öncesinde bu tüketimci hazzı gündeme taşıyan yerlisiyle uluslararasıyla neredeyse irili ufaklı tüm şirketlerin bu icraatlarını alış-veriş merkezlerinde istisnasız her nesnenin ‘kırmızıya allanmış pullanmışlığı’ sembolik olarak ortaya koyuyor. Bu sürecin en vazgeçilmezi ise oval kırmızı fenerler...

Yeni yıl Beijing’den Cakarta’ya uzanan hat boyunca Çin asıllıları ‘heyecana’ sevk eden, her ne kadar ‘Yılan’la özdeşleştirilse de, yeni bir yılın doğuracağı imkânları ‘şans’ faktörüne bağlamaları sohbetlerde, yazı-çizilerde kendini gösteriyor. Şans iyi ‘ruhların’ kötü ruhlara ‘galebe’ çaldığı ve sizin yanınızda olduğu anlamı taşıyor. Bu bağlamda, kutlamalardaki gösterge düzeyi yüksek havai fişeklerin renkli cümbüşü yanında, coğrafyayı adeta simulatif bir savaş alanına çeviren gürültüsü eğlencenin ötesinde ‘kötü ruhları’ kovmanın bir aracı olduğu hatırlandığında, daha ‘şans’ olgusunun yeni yıl denilen zaman diliminin ilk saniyelerinde ıskalanmadan gerçekleştirilmesi gereken temel bir ritüel olduğu hatırlanmalı.   

Bu nedenle yeni yıl karşılamalarında dikkat çeken en önemli sözcük ‘şans’ (luck) olmasına ve bunun da salt ekonomik zengilikle özdeşleştirilmesine şaşırmamalı. Bu noktada iş, orada burada cirit atan Feng Shui ‘uzmanlarına’ müracaat etmekte kalıyor. Söz konusu bu ‘uzmanlarca’ tüm yılın nasıl geçeceğine dair ihtimaller ‘Yılan figürü’nün hareketleriyle, örneğin, ‘hızlı’, ‘saldırgan’, ‘keskin’ ve ‘kurnaz’gibi sıfatlarla koordineli olarak açımlanıyor. Bu bağlamda, uzmanın ne tür bir yılanla ‘temasa’ geçtiği de önemli. Genel kanı yılan’dan sakınılmasını öngörür ve bunun için yılanla baş edebilen bir hayvan olmasından hareketle maymun figürü taşıyan kolyelerin takılmasını salık verirken, kimi uzmanlarsa bu yılki yılanın mülayim özellikler taşıyan su yılanı olduğunu hatırlatarak bir tür sempati geliştirilmesini öneriyor.

Bu mitolojik/spiritüel kültürün sadece Çin halk kitleleri üzerinde etkisi olduğunu düşünmek yanlış olur. Tıpkı Sukarno’nun Suharto’nun doğduğu yetiştiği ve ait olduğu Doğu Cava kültürünün izlerinin Endonezya siyasi geleneğinde azınsanmayacak etkisi gibi, Çin/Budist inancının uzantılarının siyasete şekil vereceği düşünmek yanıltıcı olmayacaktır. Aslında bu tür mitolojik/spritüel ilişkileri sadece Doğu kültürleri ile sınırlamak da yanlış olur. Daha birkaç on yıl öncesinde ABD Başkanlarından Ronald Regean’ın önemli kararlar arefesinde yanı başındaki ‘büyücülerin’ görüşlerine başvurduğunu hatırlayabiliriz.

Yeni yıl, yılan olunca geçmişte bu sembole tekabül eden yıllarda neler olmuş diye de bakmakta fayda var. 20. yüzyıldaki ‘Kara Yılan Yılları’na tekabül eden tarihlerde Kara Pazartesi olarak da anılan 1929 yılındaki New York Borsası’nın çöküşü; Japonların Pearl Harbour saldırısı; 1989’daki Tiananmen Meydanı vak’ası; 9/11 saldırısı ilk hatırlanan ‘kara yıllar’ sıralamasında başı çekiyor. Hani bu kara tabloyu görünce, yakın geçmişte popülarite kazanan Mayaların ‘dünyanın sonu’ inancı akla gelmiyor değil. Çinlilerin bu inanışı öyle böyle değil, cahili okumuşu fark etmeden genel bir kabul görüyor. Kimi basın yayın organlarının çeşitli toplum katmanlarından bireylerle yaptıkları mülâkatlara bakınca işin ‘antropoloji müzesinde’ yerini aldığı düşünülebilecek küçük bir kitleden mütevellit Mayalar karşısında milyarı bulan nüfusuyla Çinlilerin en azından azımsanmayacak bir bölümünce bu türden ‘hurafelere’ eğilim gösterenler az değil.

Geçmişteki bu ‘badireler’e dikkat çekildiğinde, önümüzdeki yılın ‘garantiye’ almak için de tedbirler elden bırakılmayacaktır. Kimi feng shui uzmanlarının ABD ekonomisini şekillendirmesinde Obama’ya akıl verecek boyuttaki yorumları bu anlamda uluslararası politika açısından da ilginç bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Ayrıca, Singapur’lu bir astrologun Mayıs ortasında Avrupa Birliği’nin dağılacağı ve Hong Konglu bir diğerinin aynı dönemde bir Çin-Japon savaşı öngörülerini de yabana atmamak gerekir.

Çin’in bir yandan Japonya  ve ASEAN ülkeleri, öte yandan ABD ile dolaylı ve doğrudan etkileşiminin yılan yılına dair öngörüler ve beklentilerin ABD/Batı siyasi kurumlarınca da dikkate alınacağına kuşku yok.

11 Şubat 2013 Pazartesi

Patani’de Barış Mümkün Mü?


Mehmet Özay                                                                                                                   8 Şubat 2013  

Patani adı Güneydoğu Asya topraklarında bağımsızlık çabalarının sergilendiği coğrafyalarından biri olarak bilinir. Patani bağımsızlık talebi, Budist çoğunluğun ve bu çoğunluğun destek verdiği geleneksel Siam/Tay Krallığı ile modern/seküler siyasi yapının hakim olduğu bir çevreye karşı hayata geçirilmesi bu Patani Malay Müslümanlarını diğer bölgelerdeki özgürlükçü hareketlerden ayıran temel bir nokta. Bir diğer farkı ise, yanı başında komşu ülke mahiyetindeki Malezya'nın bulunuyor oluşu. Uluslararası anlaşmalara konu olan bir sınırdan söz edilse de, tarihsel, dini, kültürel ve akrabalık bağları noktasında Patani Malayları ile Malezya'nın kuzeyindeki Kelantan, Kedah, Terengganu'ya kadar uzanabilecek coğrafyada köklü etkileşimler bugün dahi varlığını sürdürmektedir. Öyle ki, anne babası Malezya Eyaletleri'nden göç etmiş, kendini Patanili olarak tanımlayan ve aynı zamanda, resim olarak Tayland vatandaşı olanlara rastlamak zor değil.

Bugün Patani'de barışa doğru bir çabanın varlığından yeniden söz ediliyor. Bugün ne olup bittiğine bakmadan önce kısaca, yakın geçmişi hatırlamakta fayda var. Aslında 21. yüzyılın başından bu yana, özellikle Malezya'nın bazı girişimleri olduğu biliniyor. Bu girişimlerin bugüne kadar arzu edilen neticeyi vermemesinin ardında kimi iç ve dış faktörlerin olduğu gözlemleniyor. Örneğin bunların başında Tayland siyasetinin askeri cunta rejimleri ile olan içli dışlı yapısı, Budist-Tay milliyetçiliğinin etnik unsurları, özellikle de güneydeki Patani bölgesindeki başat Malay Müslüman etnik yapısını ülke bütünlüğü için tehdit kabul etmesinin rolü yadsınamaz. Üstüne üstlük, son dokuz yılda yedi hükümet altı başbakan değiştirmiş Bangkok yönetiminin Patani sorununa kapsamlı siyasi bir plânla yaklaşabilecek 'siyasi beceriye' sahip olup olmadığı sorusunu sordurtuyor. Zaten bugüne kadar ki gelişmeler de, Tayland iç siyasetindeki yönetim krizi nedeniyle, Bangkok Hükümetleri'nin ülkenin güneyine çözüm bulma konusunda pek de istikrarlı bir yaklaşım sunamadıklarını ortaya koyuyor.

2000'li yılların başında Thaksin'in Başbakanlığı sürecinde yaşananlar özellikle de Narativa'da yüzlerce kişinin hunharca katli, Patani şehir merkezindeki tarihi Kresik Camii'ne düzenlenen saldırı vb. unutulmuş değil. Akabinde 2006 yılında ordunun gerçekleştirdiği darbeden sonra Başbakanlığa getirilen Surayud Chulanont'un barış mesajlarının bir türlü somut karşılığını bulmaması, Güney'deki huzursuzluğu daha da artıran nedenler arasındaydı. Demokrat Parti lideri Abhisit Vejjajiva'nın başbakanlığı döneminde ise eğitim reformunun bölgedeki soruna çözüm olacağı varsayılmıştı. Buna ilâve olarak Thaksin döneminde lağvedilen "Güney Sınır Eyaletleri Yönetim Merkezi"ni yeniden hayata geçirmesi Patani halkının güvenini kazanmaya yönelik adımlardı. Başbakan Yingluck'ın, daha seçimler öncesinde Patani'ye 'otonom bölge' statüsü vereceği vaadinden bugüne kadar bir ses çıkmaması, o dönem kimi Patanililere dayanarak aktardığımız 'Bu bir oy vaadi!' görüşünün doğrulandığını ortaya koyuyor.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen, bugün Patani'de barışa doğru yeniden yol alınabileceğine dair çabaların yeniden ortaya çıkmasında önce Açe'de ardından Moro/Mindanao'da hayata geçirilen barış anlaşmalarının önemi yadsınamaz. Haddi zatında, bundan yaklaşık 10 yıl önce, bölgedeki özgürlükçü hareketlerin meşruiyetlerinin sorgulandığı bir dönem yaşanmıştı. Bu hareketlerin varlık nedenlerini ortaya koyan siyasi argümanlar, bir anda 9/11 vakasının akabinde uluslararası medyanın desteğiyle dünya kamuoyuna taşınmasında farklı boyutlar gündeme gelmişti. Ve bu boyut bugüne kadar da etkisini pek fazla kaybetmiş değil. Bangsamoro-Mindanao görüşmelerindeki rolüyle öne çıkan Malezya, bir süredir Patani konusunda da girişimleri ile gündemde. Öyle ki, birkaç hafta önce Patani'den bazı önemli grupların katılımıyla Kuala Lumpur'da bir günlük konferans tertip edilmesi, barış talebinin bizzat kimi Patanili gruplarca Malezya başkentinde yüksek sesle dillendirilmesi anlamı taşıyordu. Bu anlamda, konferansta Başbakan Necib'den, Mindanao benzeri bir çabayı ortaya koyması talebinin de gelmesi, Patani'deki kimi oluşumlar vesilesiyle Kuala Lumpur-Bangkok arasında bir tür inisiyatifin geliştirilebileceğine işaret ediyor. Ancak burada sorun olarak dikkat çeken husus, söz konusu 'Patanili grupların' tüm Patani'yi temsil kabiliyetinde olup olmadıkları. Bununla birlikte, kimi gözlemciler, bugünkü Bangkok hükümetinin büyük bir cesaretle Patani'deki sivil toplum çevreleri kadar, sahada çatışma ortamındaki Patanili grupların liderleriyle doğrudan görüşmelere kapı aralamasına vurgu yapıyorlar. Barış umutlarının yeşertilmesi çabasında bir diğer güçlü argüman, ASEAN içerisindeki ekonomi, siyasi birliktelik kadar, ASEANlılık denilebilecek bir aidiyetin geliştirilme çabaları. ASEAN olgusu sadece çatışma bölgelerine konu olan ülkeleri değil, bir bütün olarak birliği ilgilendiren boyutlara sahip.

Malezya'da sorunun ekonomik boyutlarının hallinin siyasi sorunu da beraberinde getireceği tezini önceleyenlerin bir çabası olarak Başbakan Necib'in birkaç ay önce Tayland Başbakanı Yingluck'la yaptığı görüşmeyi hatırlatmakta fayda var. Başbakan Necib, bu görüşmede, iki ülke sınır bölgesinde kurulacak kapsamlı bir endüstri tesisi inşasının Patani sorununa ekonomik anlamda dolaylı bir çözüm olacağı düşünülen önemli bir projeyi gündeme getirmişti. Bugüne kadar bu projeden henüz yapıcı mahiyette bir gelişmenin ortaya çıkmadığını belirtelim. Ancak, Bangkok'un Patani Malay dini ve kültürünü tanıyacağını ilân etmeden bölgede ciddi bir barış girişimin en azından kimi gruplarca kabul edilmeyeceği ortada. Malayca yayın yapamayan, okullarında yaygın Malay kültür ve tarihini öğrenemeyen Patanililerin Bangkok-eksenli barış görüşmelerine mesafeli duracakları düşünülebilir. Zaten son dönemde okullara yönelik ve öğretmenleri hedef alan saldırıların arkasında da böylesi bir 'kültürel dejenerasyonuna' tepki olduğunu akla getiriyor.

Önümüzdeki süreçte barış çabaları devam ederken, Bangkok yönetiminin atması gereken bazı önemli adımlar şöyle sıralanabilir: Dini/kültürel/etnik aidiyetin tanınması ve bunun Budist Tay toplumunun kabul edeceği şekilde medya, sivil toplum vb. yapılarda 'propagandasının' yapılması; Patani'de sadece kimi elit ve sivil çevreler değil, halkın genel taleplerini ele alacak ve aynı zamanda, silahlı hareket/ler/in liderleriyle masaya oturma cesaretinin gösterilmesi. Bangkok'u bu yönde bir siyasi irade sergilemesine destek verecek olan Malezya ve ASEAN faktörünün dikkate değer olacağına kuşku yok.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=246471

8 Şubat 2013 Cuma

Japonya’da Revizyonist Dönem


Mehmet Özay                                                                                                                 4 Şubat 2013

“Japonya’da Liberal Demokratların iktidara gelmesiyle dış politika, özellikle de Çin’le olan Adalar krizi ve bunun ötesinde genel anlamıyla askeri güvenlik ve stratejisi önemli gelişmelere gebe.”

Japonya’da geçen Aralık ayı ortalarında yapılan genel seçimler sonrası yeniden ekonomik yapılanma, güvenlik ve dış politika konuları ülkenin öncelikleri olarak beliriyor. ‘Şahin’ lakaplı Başbakan Shinzo Abe’nin özellikle güvenlik ve dış politika konusundaki görüşleri dikkat çekiyor. 2007’den bu yana altı başbakanın değiştiği Japonya’da halkın Liberal Demokratlara verdiği önemli destek, ülkede istikrar arayışının bir ifadesi olarak okunurken, Başbakan Abe’nin aktif dış politika girişimi ülke seçmenine verilen bir sözün yanı sıra, önemli bir değişim anlamı da taşıyor. Bu çerçevede yeni hükümet, ekonomi alanında yaşanan sıkıntılardan kurtulma arzusunu dillendirirken, bunu, Çin gibi yanı başında büyümeye devam eden bir deve karşı kendi bölgesinden başlayarak ekonomi ve siyasi alanda çeperi giderek genişleyen bir ilgi alanı oluşturarak kanıtlama çabasında. Bu değişimin ipuçlarını daha seçim arefesinde vermeye başlayan Başbakan Abe aradan geçen kısa süreye rağmen, ekonomi, dış politika ve güvenlik meselelerinde adım atmaya başladı.

İkinci kez Başbakanlık koltuğuna oturan Abe, dış politikada neyi hedefliyor önce bunun üzerinde duralım... Abe, bölgede Çin ‘tehdidi’ karşısında ülke egemenlik sahasını koruma rasyoneli kadar, bu yönde bölge ülkelerini de peşine katacak bir politika peşinde. Bizzat kendisinin gerçekleştirdiği Endonezya, Tayland ve Vietnam gezilerinin yanı sıra, Dış İşleri Bakanı Fumio Kishida’yı Filipinler, Singapur, Brunei ve Avustralya’ya yollaması işi daha baştan sıkı tuttuğunun göstergesi.

Abe, seçim zaferinden birkaç gün sonra “Senkaku Adaları Bizim’dir” mesajını yüksek sesle dillendirerek, bu konuda Çin’le hiçbir şekilde uzlaşmaya girme niyetinde olmadığını ilân etti. Akabinde bu söylemini eyleme dökmekte de gecikmedi ve geçenlerde mülkiyet tartışmalarına konu olan ‘Adalar’ bölgesine bir ziyaret gerçekleştirdi. Ancak bundan sıradan bir gezi anlamı çıkarmak hatalı olur. Çin’in provakatif çıkışları karşısında, cesur bir eylem tarzı olarak da değerlendirilebilecek şekilde Okinawa Adaları’ndaki Naha Deniz Üssü’ndeki birliklere yaptığı konuşmada Japon egemenliğini ve haklarını koruma adına herşeyi yapacağını açıkladı. Bu söylemin somut göstergesi olarak da, Japon savunma harcamalarında son on yılın en yüksek bütçeli kararının altına imza attı. Aslında Abe’nin ülke savunmasında bu kararının ardında Çin’in bir türlü bitmek bilmeyen Adaları ilhak söylemleri kadar, bugüne kadar Japonya’yı yörüngesinde tutan ABD’nin ya da daha doğrusu ‘yorgun’ Pentagon’un Çin’le ‘bizi savaşa çekmeyin’ nazik uyarılarının da etkisi olduğu yadsınamaz. 

Abe’nin bu ‘şahin’ girişimini, iktidarın küçük ortağı New Komeito Partisi’nin lideri Natsuo Yamaguchi’yi Çin’e göndermesi izledi. Bu ziyaret, Abe’nin Çin’i hedef alan meydan okuma söylemiyle, gene bu güce karşı “ortak çıkarlar” doğrultusunda birlikte hareket etmeyi içeren ‘barış’ çağrısının devamı mahiyetindeydi. Abe, kendi siyasi tarzı olarak meydan okumayı seçerken, Çin’e elçi olarak ılımlı yaklaşımlarıyla tanınan Yamaguchi’yi seçmesi de elinde bulundurduğu alternatif kartları oynama olarak yorumlanıyor. Çin’in yeni Devlet Başkanı Xi Jinping’e Abe’nin özel mektubunu ileten özel elçinin Çin tarafınca sıcak karşılanması, yeni Çin yönetiminden beklenmeyen bir yaklaşım değildi açıkçası.

Bu çerçevede, ikili zirve görüşlerinin olumlu yankı bulması, 1972’den bu yana iki ülke arasında en gerilimli anların yaşandığı birkaç yıllık süreçte belki de ilk önemli adım niteliğinde. Böylece 1978 yılında imzalanan “Çin-Japon Barış ve Dostluk Anlaşması”nda dile getirilen “Adalar sorununun görüşmeler yoluyla halledilmesi” maddesinin nihayet hayata geçirilebileceği ihtimalini ortaya koyuyor. Bu gelişmeler zinciri bize bir yanda ‘şahin’ bakışlar, öte yanda ‘barış güvercini’ yan yana olduğunu gösteriyor. Abe’nin özellikle geçmişle şu veya bu şekilde ilintilendirilerek öne çıkan/çıkartılan savunma stratejisinde “dizginleri ele alma” çabası bir Japon öz güveni olarak anlaşılabilir. Bunun ötesinde, henüz bölge ülkeleri ciddi bir tepki vermemiş olsa da, aslında bir dizi kaygıyı beraberinde de getirmiyor değil. Yani, Abe’nin daha seçim kampanyaları sırasında dillendirdiği Anayasa değişikliği ile ülkenin askeri savunma olgusunu yeniden tanımlayacak ciddi bir girişim söz konusu.

Başbakan Abe liderliğinde Japonya’nın savunma kurgusundaki bu paradigma değişimi kimilerince bir ‘revizyon’ olarak adlandırılıyor. Bununla birlikte, 21. yüzyılın gelişen koşullarında Japonya’nın bölgesinde etkin bir güç olmak ya da olmamak gibi ciddi bir ayrımın eşiğine geldiği ve bu nedenle, bölge dengelerini sarsacak bir devrim niteliğinde olduğu bile ileri sürülebilir. ‘Şahin’ Abe’nin, II. Dünya Savaşı ya da bölgedeki adıyla Pasifik Savaşı’nda Japon yayılmacılığından ötürü bölge halklarına yönelik “özür dileyici” bir yaklaşımı benimsemediği de göz önünde bulundurulacak olursa, bu hususların önümüzdeki dönem çokça tartışılacağına hiç kuşku yok.

Abe’nin daha Dışişleri Bakanlığı döneminden başlayarak 2006-2007’deki Başbakanlığında devam eden Çin’le “iyi ilişkiler kurma” geleneğinin yukarıda dile getirilen “şahinvari” duruşuyla çelişip çelişmediğini ise zaman gösterecek. Bununla birlikte, Abe’nin agresif dış politika gütmesinin ardında, önümüzdeki yaz aylarında yapılacak ‘üst meclis’ seçimlerinde de çoğunluğu elde etme amacını bir kenara not edilmeli. Bu koşullarda Çin’in duruşunun da belirleyici olacağı hesaba katılmalı.

Japonya’nın yukarıda ele alınan diş politika niyetlerinin bölge üzerindeki etkileri üzerinde kısaca duralım. Aslında, Başbakan Abe koltuğa oturur oturmaz soluğu ABD’de almaktı. Ancak Obama’nın gündeminin uyuşmaması nedeniyle rotayı Güneydoğu Asya ülkelerine çevirdi. Bu gezi programı, Japonya’nın sadece bölgeye yakın bir konumda olmasından kaynaklanmıyor elbette.

Abe’nin Endonezya, Tayland ve Vietnam’ı kapsayan ziyaretinin temel amacı, hem bölge ülkeleri içerisinde ekonomi alanında liderliğe oynayabilecek bir güç edinimi, hem de Güney Çin Denizi’nde Adalar sorunu konusunda gelişmelerde destek arayışıydı. Bu her iki alan da, Japonya’nın son yıllarda pasif konumunu yeniden harekete geçirmeyi hedefliyor. Bölgede bir tür inisiyatif alma adına, örneğin Vietnam’a yapılan alt yapı yardımlarında artışın öngörülmesi ciddi bir adım. Vietnam’ın seçilmesinin nedenlerinin başında, geçmişten bu yana -tıpkı Adalar krizinde olduğu gibi- Çin-Vietnam arasındaki çekişmenin Japonya adına bir avantaj olduğu aşikâr. Uzun süredir konuşulan Vietnam’da nükleer santral inşaatına bu süreçte vize çıkartma çabası da unutulmamalı.

Güneydoğu Asya’nın hızla gelişen ekonomilerinin ‘know-how’, sermaye ve teknoloji’ ihtiyaçları dikkate alındığında Japon yatırım/desteği hiç de azımsanamaz. Bunun elbette Japonya’ya geri dönüşümünün bölgenin Japon ürünleri için önemli bir Pazar olmasında zuhur edecektir. Her halükârda, bu girişim, Japon ekonomisinin ihtiyaç duyduğu acil çözümün bir parçası olacaktır. Zaten bir şekilde bölgede var olan Japon firmaları, yeni hükümetin vizyonu ile de birleşerek bölgede yeni bir soluk olmaya aday. Çin’de önemli yatırımları bulunan Japon şirketlerinin iki ülke arasındaki siyasi istikrarsızlığın negatif etkilerinden kurtulma adına ‘Çin’den çıkış arayışları sürecinde yeni adres Tayland ve Endonezya. Sadece neden bu değil elbette. Çin’in yabancı yatırımcılar için giderek ‘maliyetleri yüksek’ olmaya başlaması ve “yatırım alanlarının çeşitlendirilmesi de” kapitalist üretim sisteminin yeni alternatifler peşinde koşmasında başat bir faktör. Abe’nin, Endonezya’nın önde gelen basın organlarından Kompas’a verdiği mülâkatta, 2015 yılında ASEAN bağlamında yürürlüğe girecek serbest ticaret anlaşmasına vurgu yapması şaşırtıcı değildi. 2006 yılında varılan ‘stratejik işbirliği’ anlaşmasına vurgusu da, özelde Endonezya’nın bu bağlamdaki yerine gönderme yapıyordu. Söylem ve eylemleriyle ikinci Başbakanlık sürecine hızlı başlayan Abe’nin girişimlerinin giderek daha fazla ses getireceğine kuşku yok.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=245821

5 Şubat 2013 Salı

Patani Deklarasyonu Yayınlandı


Mehmet Özay                                                                                                                   4 Şubat 2013

Tayland Prince Songkla Üniversitesi’ne bağlı Pattani İslami Çalışmalar Enstitüsü'nce 14-16 Ocak tarihleri arasında ikincisi gerçekleştirilen uluslararası konferansa dair bir süre önce, Patanili bazı dostlarla yaptığım görüşmeleri ve gözlemleri aktarmıştım. Bu yazıda, konferans içeriğine dair bir şeyler söylemenin faydalı olacağına inanıyorum.

Öncelikle, konferansa kimler iştirak ettiğine kısaca bir bakalım. Çeşitli oturumlarda makalelerini paylaşan akademisyen ve araştırmacıların sayısındaki sınırlılığa rağmen, konferansı takip eden yabancı davetlilerin sayısı dikkat çekiciydi. Söz konusu bu ülkeler arasında, Malezya, Endonezya, Singapur gibi bölge ülkelerinin yanı sıra, Pakistan, Hindistan, Suudi Arabistan, Filistin, Türkiye, Katar ve Mısır yer alıyordu. Bu vesile ile Türkiye’den Fırat Üniversitesi uluslararası ilişkilerden sorumlu Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Deniz Şen’in, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı, Prof. Dr. Şinasi Gündüz’ün de hazır bulunduğunu ifade edeyim.

Fırat Üniversitesi ile Prince Songkla Üniversitesi arasındaki işbirliği çabalarını olduğunu görmekten ayrıca memnuniyet duyduğumu belirtmek isterim. İki yüksek öğretim kurumu arasında geliştirilmesi öngörülen ilişkinin, sadece ‘İlahiyat’ alanında değil, Pattani bölgesinin ekonomik kalkınma projeksiyonunu ortaya koyacak bir fizibilite ve akabinde pratikte Patani Eyalet yönetimi ve özellikle de halkıyla işbirliğini geliştirmeye yönelik olarak üretim odaklı saha çalışmaların hayata geçirilmesinin önemi kaçınılmaz. Fırat Üniversitesi’nin kapasitesinin buna elverdiğini düşünmek kadar, Fırat Üniversitesi aracılığıyla Türkiye’nin Patani Eyaleti’nin ihtiyaçlarını dikkate alarak Türkiye’deki ilgili kurum ve kuruluşların teknik, insan kaynakları ve maddi destekleri ile bölgede önemli bir girişimin kapısı aralanabilir. Yüksek öğretim kurumları arasındaki ilişkinin geliştirilmesi aynı zamanda, Dışişleri Bakanlığı’nın bölge üzerindeki ‘niyetine’ de uygun düşeceği muhakkaktır. İlgililerin bu hususu dikkate alacaklarını umuyorum.

Şimdi, söz konusu bu konferanstan ne anlamamız gerektiğine dair bir şeyler söylemekte fayda var. Sunumlar ve özellikle Patani Deklarasyonu adıyla ortaya konan kapanış bildirgesi çerçevesinde, uzun yıllar Güneydoğu Asya İslamlaşmasında öncü bölgelerarasında yer almış ve bugün halen bir çatışma bölgesi olan Patani’de mevcut İslami eğitimin kökenlerinde reformcu hareketin belirleyicilik rolü oynamaya çalıştığı gibi bir sonuca ulaşmak zor değil. Haddi zatında bu durum, Patani özelinde yeni bir sürece işaret etmesiyle dikkat çekiyor. 19. yüzyıl ikinci yarısından başlayan süreç, ulus/devletlere eklemlendirilen ve bu yapı içerisinde varlık sürmek durumunda bırakılan ümmetin, sadece batının bilimsel ve kültürel devrimleriyle değil, aynı zamanda bunun ürettiği ulus devletler içerisinde de var olma mücadelesi üst üste gelen meydan okumalar şeklinde değerlendirilebilir. Aradan geçen on yıllar boyunca, İslam eğitimi alanında yaşanan yenilikçi atılımlar karşılığını nerede bulduğu eleştirel bir yaklaşımı gerektiriyor. Geri kalmışlığı ileri sürülerek, İslam toplumlarının yeniden diriltilmesi çabasını eğitime endeksleyen yaklaşımın çeşitli ülkelerdeki gösterimleri birbiriyle ilişkili veya ilişkisiz olmakla birlikte, birleştikleri ortak nokta Batılı eğitim kurumlarının geçirdiği süreçlerin İslami eğitim kurumlarının yenilenmesinde hedef kılmakta olduğu dikkat çeker. Bu hususun, tastamam Patani’de de gündeme getiriliyor oluşu bu konferansın gayesini oluşturuyordu.

Amacın Batılı toplumların gelişmişlik düzeyini yakalamak olduğu ileri sürülen bu atılımlar zincirinin toplumsal yansıması, sadece ‘eğitimin’ rasyonelleştirilmesiyle kalmamakta, aynı zamanda belki bundan çok daha kapsamlı bir şekilde Müslüman toplumlarının Batılılaşmasına yol açmaktadır. Eğitimli kesimlerin talepleri, istekleri ekonomik ve sosyal gerçekliğini üretmekte gecikmemiştir. Temelde ekonomik verilere dayalı olarak gelişmiş veya gelişmekte olan şeklinde sınıflandırılan Müslüman kitlelerin çoğunluğunu teşkil ettiği devletlere bakıldığında eğitim alanında varsayılan gelişmelerin yeterli olmadığı ortak bir kanaati oluşturmaktadır. Reformcu düşünce yanlılarının ‘aradaki büyük açığı’ kapatma yolundaki çabaları devam ederken, bu çabanın ‘öte boyutları’ da dikkat çekiyor.

İslam Koleji’nin gelenekselleştirmeyi arzu ettiği konferansın akademik disiplin kadar, konferansın son günü açıklanan ‘Patani Deklarasyon’ Patani toplumu ve ilgili çevrelere mesaj niteliği taşıyan bir sivil inisiyatif rolünü de üstlendiği izlenimini edinmek güç değildi. Ancak gerek 2010, gerekse katılımcısı olduğumuz ikinci konferans sonunda ilân edilen bildirgelerdeki benzer bazı maddeler üzerinde iki açıdan durulması gerekiyor. İlk husus, söz konusu konferansın Patani sosyal yaşamını şekillendiren dini eğitim kurumlarının tümünü kapsamadığını, örneğin bölgenin hem İslamlaşma süreçlerine hem de İslam bilim ve kültür geleneğinin teşkilindeki rolüyle hiç de göz ardı edilemeyecek olan pondok adı verilen kurumların temsilcilerinin yer almadığı, sadece modern eğitim kurumu olarak dikkat çeken İslam Koleji ve Yala İslam Üniversitesi’nin öncü isimlerinin ve de diğer ülkelerden gelen bazı şahsiyetlerin görüşleri çerçevesinde şekillendirildiğidir. 

Patani’de köklü geleneksel İslami eğitim kurumlarının ve bu kurumların öncü isimlerinin böylesi bir deklarasyonda imzalarının olmaması, alınan kararların Patani toplum ve siyasi yapısını ne kadar bağlayıcı kıldığı, en azından bölgede İslami ilim çevrelerinin aralarında ‘ittifak’ oluşturamadığı konusunda birtakım haklı şüphelerin nüksetmesine neden oluyor. Bunun ötesinde, zaten bir şekilde var olan gelenekselci/modernist uyuşmazlığının bir süre sonra istenmeyen düzeylerde sosyal çatışmalara yön verebileceği ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Öte yandan, hâlâ sıcak çatışmalara konu olan bölgede Müslüman Malayların lideri konumundaki hem akademi hem de pondok çevresinin bu ittifaka kayıtsızlığı, ortak hedef belirlenememesi nedeniyle toplumda yüce idealler çerçevesinde hedef ve amaç birliği teşekkül ettirilememesi gibi bir arızaya neden olacaktır.

İkinci husus, deklarasyonun kimi maddeleriyle ilgili. Bu ilgili maddeleri dikkate almamızın temel nedeni, bu deklarasyonun ilân edildiği toprak parçasının siyasi, kültürel ve dini yapısıyla ilgili olmasıyla yakından alâkalı. Örneğin, ‘İslami çalışmaların sadece Müslümanlar arasında değil, aynı zamanda bütün insanlık için barış ve ahenk (harmony) içerisinde yaşama değerlerine vurgu yapması...’. Bu maddenin içeriği kadar, nerede söylendiği de önemli. Barış ve ahengi bozan unsurların neler olduğunu Patani ve uluslararası topluma açıklanmasında fayda var. Yüzyılı aşkın bir süredir Budist/seküler ulus-devlet sınırlamalarına maruz kalan Müslüman Patani halkı Güneydoğu Asya Müslüman azınlık toplumlarının karşı karşıya kaldığı sorunların benzerleriyle karşı karşıyadır. Bugün Patanililer kendi dillerinde basın-yayın faaliyeti yapamamakta; ne bir günlük gazete çıkartmaya ne bir kitap yayımına cesaret edebilmektedirler. Patanili entellektüellerinin, din alimlerinin ve sivil toplum kesimlerinin bu sorun üzerinde belirleyici bir düşünce ve eylem plânı geliştirmeleri Patani halkının yararına olacaktır. Şayet ‘İslami çalışmaların’ toplumda Müslim ve gayri Müslim toplumlarda ahenk ve barışı öncelleyecek girişimlerinin bölge halkının tarihi, kültür ve dini birikimlerini yok sayacak bir yapılanmayı hedefliyorsa, bunu zaten Bangkok merkezi hükümeti uzun süredir gerçekleştirmek için elinden geleni yapıyor. Bu noktada, ekstra bir sürece veya yapılanmaya gerek yok zaten.

Dikkat çekilmesi gereken bir diğer madde ise şudur: “İslami çalışmalar toplumda ve toplumlar arasında barış ve ahengin tesisi; büyüme, kalkınma ve sosyal adaletin başarıyla gerçekleştirilmesi için bilim ve teknolojinin geliştirilmesinin önemine vurgu yapmalıdır.” Bu madde, adına modern denilen dönemin başlangıcından bugüne değin, yer kürenin batısından doğusuna zorunlu veya gönüllü olarak transfer edilen bilim ve teknolojinin temelleri, hedefleri konusunda çaplı araştırmalar yapmak yerine, söz konusu bu iki olgunun Müslüman toplumlarda daha da başat hale gelmesine aracılık edecek bir sürece işaret edilmesinin ne kadar hayra yorulabileceği sorusunu akla getiriyor. Günümüz koşullarında, aslında uzunca bir süredir, bilim ve teknolojinin nihai plânda kapitalizm gibi gündelik üretim/tüketim diyalojik ilişkisine yol açan bir tür materyalizme endekslendiği  dikkate alındığında, böylesi bir yönelimin haddi zatında Müslüman toplumlara neler bahşedebileceği konusunda ciddi kaygılar söz konusu. 

Yukarıda zikredilen maddenin hedefi de Batılı bilim ve teknolojinin geliştirilmesinde İslami bilimlerin veya İslami bilimlerden şu veya bu şekilde beslenen çalışmaların aracı kılınması gibi bir tehlikeyi açığa vurmuyor değil. Maddede zikredilmese de, bilim ve teknolojinin tüketime dönüştürülebilirliğine dikkat kesildiğimizde, Müslüman kitlelerin gündelik yaşamdaki hazcı tüketim davranış biçimleri edinme gibi bir yönelime sürüklenecekleri üzerinde pek de durulmuyor. Aslında İslami bilimlerin hangi bilim ve teknolojinin geliştirilmesi üzerinde durulması gerekirken, kopyala/yapıştır yöntemiyle bir tür manipülasyonun ortaya çıkma tehlikesi seziliyor. Patani gibi, geleneksel değerlere sahip ve uzun süredir Budist Tay yönetiminin askeri baskısına maruz kalan bir toplumda, İslami bilimlerin ne olup olmadığı, neye hizmet edip etmeyeceği, şayet ortada bir maddi ‘geri kalmışlık’tan söz edilecekse, bunun geri ‘bırakılmışlık’la ilişkisi gibi hususların sadece ‘dışarlıklıların desteğini’ alarak Patani toplumuna ‘dayatmacı’ bir yönelimi andıran yaklaşımı izlemekle değil de, bizatihi Patanililerin tüm kültürel parametreleriyle birbirleriyle ve ‘dışarlıklılarla’ ciddi bir etkileşim içine girmelerinin çok daha verimli olacağına kuşku yok.

http://www.dunyabizim.com/Manset/12347/patanide-din-egitim-ve-calismalar-konusuldu.html