29 Temmuz 2016 Cuma

Japonya’ya Ordusunu Yeniden Yapılandırmaya Hazırlanıyor / Japan Restructuring Its Army


Mehmet Özay                                                                                                                                                            21 Temmuz 2016

Japonya’da 10 Temmuz’da yapılan senato seçimlerinde iktidar partisi Liberal Demokrat Parti yüzde 2.6’lık artışla aldığı 33.5 oy oranıyla üçte ikilik çoğunluğu sağladı. Bu sonuç, ülke siyasal yaşamında mevcut iktidarın güç temerküzünün ötesinde, ülkenin orta ve uzun vadede geleceğini etkileyecek bir yasa değişikliğinin de kapısını aralıyor. Bu noktada ülke anayasasında Japon ordusunun ‘pasif’ kalmasını ön gören, yetmiş yıllık bir maddenin revizyonunu gündeme getiriyor. 2012 yılında iktidara gelen Liberal Demokratik Parti başkanı ve başbakan Şinzo Abe, ülke hassasiyeti, ulusal güvenlik, Çin’in giderek artan askeri yapılanması ile Doğu ve Güney Çin Denizi sınırlarını egemenlik sahası ilânı gibi faktörlerin etkisiyle Japonya savunma sanayi ve ordu yapılanmasını yeniden dizayn etme niyetini yüksek sesle dile getiriyor. Bu süreçte Başbakan Abe’nin hareket alanını kısıtlayan anayasadaki meşhur 9. Madde’nin değiştirilmesi konusunda bir süredir yaptığı çağrılar 10 Temmuz seçimlerinin ardından daha da güçlenerek çıkacaktır.

-Pasifik Savaşı ve 9. Madde
Asya-Pasifik bölgesinde Japonya’nın yayılmacı politikaları karşısında ABD öncülüğündeki ittifak güçlerinin verdiği karşılıkta belirleyici olan Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarıyla savaşın sona erdirilmesiydi. 2. Dünya Savaşı’nın ya da bölgedeki adıyla Pasifik Savaşı’nın ardından ABD yönetimi, Japon ordusunun teslim olmasını yeterli görmemiş ve 1947 yılında bu ülke anayasasına Japon ordusunun bir daha başka ülke topraklarında faaliyet göstermesini engelleyen bir madde dikte ettirdi. Bunun temel nedeni de, savaşın sonunda ‘eksen ülkeler’ adıyla anılan Almanya, İtalya gibi Japonya’nın da ‘fazişan’ eğilimlerine gem vurmak ve bir daha bu yönde bir ‘maceraya’ atılmasını önlemekti.

Anayasanın söz konusu 9. Maddesi, “Japon ulusunu, bir egemenlik hakkı olarak uluslararası anlaşmazlıklarda askeri tehdit ve güç kullanmaktan men etmekte ve bu çerçevede kara, deniz ve hava kuvvetlerininin varlığına son vererek ulusa savaş hakkı tanımamaktadır”. Bu madde, Japon ordusunun varlığını kendi topraklarında öz-savunma ile sınırlandırıyor. Kimi çevrelerde, dünya barışına bir katkı olarak değerlendirilen bu yasa çerçevesinde, o günden bu yana, ulusal ordu ‘pasifleştirilirken’, ülke savunması da ABD’ye teslim edildi. Daha doğrusu Japonya buna mahkum edildi. Bu süreç, sadece askeri alanda değil, anayasal bir ‘zorunluluk’ olarak Japonya’nın ABD’ye bağımlılığı belirleyici oldu. İşte bu madde, Japonya’nın yirmici yüzyıl boyunca savunma sanayi ve ordu yapısını sınırladı.

Japonya’nın savunma sanayi, ordu teşkilatı yapılanmasında bölge ülkeleriyle karşılaştırıldığında ‘geri’ kalmasına yol açan bu durum, aslında 20. yüzyıl ikinci yarısı boyunca Japonya’yı dünyanın üçüncü büyük ekonomi yapmasının da yolunu açıyordu. Enerjisini, ekonomisini yatırımlara, yenilikçi ve müteşebbisliğe konuşlandıran Japon hükümeti ve halkının bu süreçte karşısında ‘düşman’ telâkki edilebilecek bir güç olmaması kadar, savunma sürecini ABD’ye havale etmesinin getirdiği bir tür rahatlık söz konusuydu.

-Jeo-politik Sıçrama
Abe hükümeti, pasif bir konuma indirgenen Japon ordusunun uzun yirminci yüzyıl şartlarını geride bırakacağı ve askeri dengeleri değiştirmeye matuf bir icraata hazırlanıyor. Bu anlamda, söz konusu 9. Madde’nin değiştirilmesi, küresel kamuoyunun zihinlerine ‘Japon Harikası’ kavramıyla kazınmış olan ‘Japonya’nın üst düzey teknolojik gelişmişliğini askeri ve savunma teknolojilere nasıl yansıyacağı merak konusu. Ancak bu merakın ötesinde, Japonya’nın yeni bir ordu yapılanmasının sadece ülke içerisinde değil, bölgesel ve de küresel etkileri olacağına kuşku yok. Bu noktada Japonya hükümeti bugüne kadarki söylemlerine uygun bir şekilde, şayet bu maddeyi revize edebilirse yeni bir jeo-politik açılım gündeme gelecektir. Bu bir anlamda ABD’nin Obama yönetimiyle birlikte 21. Yüzyıl Asya Çağı konsepti içerisinde Asya-Pasifik yapılanmasına verdiği önem gibi, Japonya’nın, ordu yapılanmasının tesis edeceği yeni bir siyasi ‘kimlikle’ ortaya çıkması, kuşkusuz ki bölgede stakükonun değişeceği anlamı taşıyor. Öyle ki, Japon hükümetinin anayasanın 9. maddesine getireceği yeni yorumla ittifak güçleriyle “kollektif öz-savunma’ kavramına işlerlik kazandıracak.

-Çin Niçin Rahatsız?
Japon hükümetinin savunma ve ordu yapılaşmasının yeniden dizayn edilmesi yönündeki söyleminden en fazla rahatsız olan ülkenin Çin olduğu gözleniyor. 2010 yılı Ağustos ayında dünya ekonomisinde önemli bir gelişme yaşandı ve Çin, Japonya’nın dünyanın ikinci büyük ekonomisi ünvanını elinden aldı. Bu gelişme, aralarında tarihsel husümet bulunan iki ülkenin geldikleri bu noktada ekonomik kalkınma yarışı yapacakları, böylesi bir rekabete girişeceklerine işaret etmedi ve etmiyor açıkçası. Bir başka ifadeyle, küresel ekonominin saç ayağının ABD’den sonraki iki aktörünün liberal ekonomik değerlerle birbirlerine yakınlaşmasından değil, bu ekonomik varsıllığın getirdiği kazanımların askeri yapılaşma çerçevesinde çatışma potansiyeline zemin hazırlamalarından söz etmek mümkün.

Bunda hiç kuşku yok ki, tarihin değişik evrelerinde ortaya çıkan gelişmelerin eseri olan ‘eski korkuların’ depreşmesine yol açıyor. Bu noktada bir önceki süreç hatırlanacak olursa, uzun yıllar boyunca savunma sanayii  ve ordu yapılanmasını ABD’ye havale etmiş olan Japonya’nın tüm gelişmiş ekonomisine karşın Çin için bir tehdit unsuru taşımadı ve taşıması da mümkün değildi. Ancak Çin’in, özellikle 1970’lerin ortalarından itibaren başgösteren liberal ekonomi temelli modernleşmeci-kalkınmacı açılımlarına paralel olarak ordu ve savunma sanayiine yaptığı yatırımların ne anlam ifade ettiğini 2010’lu yıllarda sadece Japonya değil, bölge ülkeleri ve de daha geniş plânda küresel olarak daha net anlaşılmaya başlandı. Bunda hiç kuşku yok ki, iki ülke arasında Doğu Çin Denizi’ndeki Diaoyu/Senkaku Adaları konusundaki anlaşmazlığı pratik bir neden olarak öne çıkıyor.

Ekonomide liberal bir söylemi öncelleyen Çin yönetimi, siyasi ve toplumsal yapıda ‘liberal’ bir gelişme sergilemek, liberal ekonomiden hareketle liberal demokrasiye zemin hazırlayacak kanallar açmak yerine, zamanı geldiğinde tarihi de arkasına alarak milliyetçi vurgusunu başat bir şekilde öne çıkarmak suretiyle yeni bir toplumsal yapılaşmaya yol açtı. Bu noktada, batılı ekonomik değerleri benimsemiş, ancak sosyal ve siyasal değerlerine sınır çekmiş bir Çin yönetimi elinde şekillenen yeni bir Çin toplumu var. Bu noktada, özellikle güney ve doğu sahillerini çevreleyen post modern şehirlerdeki yeni orta sınıflarla, kırsaldaki geleneksel kesimin nefes alabileceği ortak toplumsal atmosfer işte bu milliyetçilik düzeninde ortaya çıkıyor.

Bu durumda, Çin komünist parti yönetimi, toplumsal dinamikler ile tarihsel bilincin kesişme noktasında bir hedef belirlemek gerektiğinde hemen yanı başındaki Japonya’yı buluyor. Bu anlamda, hem 19. yüzyıl sonu hem de Pasifik Savaşı öncesinde Japonya’nın istilasına maruz kalan Çin’in bu ‘acı geçmişi’ unutması söz konusu değil. Çin yönetimi nasıl ki, Güney Çin Denizi konusunda egemenlik iddiasını temellendirmek için en az beş yüz yıllık  bir geçmişe referans yapıyorsa, -yukarıda söylediğimiz nedenlerder ötürü- komşusu Japonya ile ilişkilerinde de ‘istilâ’ dönemlerini bugünkü ilişkilerde belirleyici kılıyor. Ve bunun pratikteki karşılığıysa, askeri yapılaşma ve bunun sağladığı itici güçle Doğu Çin Denizi’nde egemenlik iddiası yer alıyor. Bu anlamda iki ülke arasında bir ‘normalleşme’ süreci henüz ortada görülmüyor.

-Abe’den Tarihi Hamle
Aksine, Japonya açısından bugün gelinen noktada, Çin’in giderek artan bir tehdit unsuru haline gelmesi, Pasifik Savaşı sonrasında oluşan dengenin veya statükonun değişmesi yönünde bir potansiyeli içinde barındırıyor. Bunun somut dayanaklarıysa, Japonya ‘savunma ‘gücünün’ dış savaş kabiliyetinden yoksun olması; niceliksel olarak komşu ülkeler örneğin Güney Kore ordusunun üçte biri; Kuzey Kore ordusunun altıda biri; Çin’in ise onda biri büyüklükte olmasıdır. Bu bağlamda, bölgede Japonya ile ittifak halindeki bir ülke topraklarında veya ‘denizlerde’ ortaya çıkabilecek herhangi bir sıcak gelişmeye Japonya’nın ordusu ile destek vermesi mümkün değil. İşte bu nedenledir ki, bugün gelinen noktada, Japonya’da hükümeti ve de Başbakan Abe’nin mevcut iki mecliste de üçte ikilik çoğunluğu sağlaması, anayasada ilgili değişikleri yapabileceği anlamı taşıyor. Mevcut sistem gereği, bir sonraki dönem yapılacak seçimlerde artık Başbakan olamayacak Abe, 9 Madde üzerinde yeni bir tasarruf ile tarihe geçmeyi arzu ediyor.  Bu süreç, sadece Japonya ulusal meclis/leri ve halkının vereceği kararla değil, aynı zamanda ABD yönetiminin bu tarihi sürece ‘onayıyla’ da bağlantılı.

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Malay Dünyasında ‘Darbe’ ve Türkiye Algısı / Perception of the Coup and Turkey in Malay World


Mehmet Özay                                                                                                                      25.07.2016
Türkiye’de 15 Temmuz akşamı gerçekleşen darbe girişiminin dikkatle izlendiği ülkeler arasında Endonezya ve Malezya da bulunuyor. Güneydoğu Asya’da halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan bu iki ülkede Türkiye’ye karşı beslenen ilginin şu veya bu şekilde tarihi bir gerçekliğe oturduğu malum. Bunun modern dönemde, farklı boyutlarda gerçekleştirilmeye çalışılan bağlamlarıyla yeni bir rota çizilmekte olduğu çabası da gözlerden kaçmıyor. Öte yandan, Türkiye’nin son yıllarda gerçekleştirdiği siyasi ve ekonomik kalkınma çabasının da bölgede ‘heyecanla’ izlendiği gözleniyor. Bununla birlikte, son on gün içerisinde bölgede öne çıkan basın yayın organlarında Türkiye’deki gelişmeye dair doyurucu bir bilgilendirme ve analiz olduğunu söylemek mümkün değil.
Batı Medyası ve Yerli Algı
Bölge basınının gelişmeleri doğrudan Türkiye’den öğrenmek yerine, batılı basın yayın organlarından aktarma veya bu yayın organlarının Türkiye’deki temsilcilerince kaleme alınan haberler bağlamında bir değerlendirme çabası içerisinde oldukları dikkat çekiyor. Darbeyle ilgili haberlerin yanı sıra, bazı yazarların ve akademisyenlerin kaleme aldığı yazılarda güncelliği devam eden darbe süreciyle birlikte, Türkiye’nin son kırk yılını aynı anda değerlendirme çabası içine girmesi, genel okuyucu kitlesini bilgilendirme hedefini ne kadar gerçekleştirdiği konusunda şüphe uyandırıyor.
Bölge ülkelerindeki ulusal basında Türkiye devleti ve milletinin 15 Temmuz’da karşı karşıya kaldığı tehlike üzerinde durulmaz ve bu darbe gerçekleşseydi Türkiye devleti ve milletinin neyle karşı karşıya kalacağı dikkate alınmazken, batılı siyasetçilerin ‘darbeyle mücadelede’ Türkiye’ye demokrasi dersi verme çabasına dair yazılar sayfaları dolduruyor.
Gene benzer yazılarda, darbenin doğrudan hedefi konumundaki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, Batılı yayın organlarının söyleminin tekrarı olarak, son 13 yıllık iktidarında ‘dikkatöryal’ eğilimlere sahip olarak resmederken, aynı Erdoğan’ın darbenin fark edilmesiyle birlikte sosyal medya üzerinden Türk halkına ‘darbeye karşı durun’ çağrısına yüzbinlerin karşılık vermesini geniş okuyucu kitlesinin bir anlam çerçevesine oturtması mümkün gözükmüyor. Batılı yayın organlarının Türkiye devleti Cumhurbaşkanı’na biçilen ‘diktatör’ ve ‘İslamcı’ sıfatlarının nasıl örtüştürülebileceği konusunda da, İslami hassasiyete sahip olduğu görülen bu toplumlarda bir düşünce pratiği sadır olmuyor.
Terör ve Karizma
Söz konusu yazılar ‘darbe’/’ordu’, ‘hocaefendi’/’hizmet’, ‘Erdoğan-Gülen çatışması’, ‘Türk halkı’ gibi alt başlıklara ayrılıyor. Bu başlıklar bile, yazan kişinin konuya vukufiyeti, tarafgirliği, önyargıları üzerine oturuyor. Bu noktada temelde yaygın bilgi eksikliği kadar, FETÖ/PDY’nin bu bölgede yirmi yılı aşkın süren faaliyetlerinin bir sonucu olarak kurduğu ilişkiler çerçevesinde ‘basın sektörüne’ nüfuzunun da kayda değer bir payı var. Bu çerçevede yazarların, Türkiye’de bir geceye sığan vak’ıayı anlamlandırabilmek için peşpeşe dizdikleri bu ve benzeri başlıklar altındaki yazılarının sağlıklı bir zemine oturduğu söylenemez.
Hükümetle söz konusu grup arasında geçmişte yaşanan ilişkilere atfın yer aldığı bu yazılarda, darbe ve darbeye teşebbüsün arkasındaki söz konusu grubun nasıl bir dönüşüm geçirdiği ve Türk devleti tarafından niçin “FETÖ/PDY” olarak adlandırıldığı konusu dikkatlere sunulmuyor. Veya kendini ‘eğitime’ adamışlığıyla öne çıkartan bir grubun, nasıl olup da iktidar aygıtıyla yarış içine girdiği, bunu yaparken de genel geçer demokratik yol ve yöntemlere başvurmak yerine, gizli bir örgüte ve bu örgütün liderine yönelik ‘kutsal’ bağlılıkla hareket eden bir yapıya büründüğü üzerinde bir sorgulama gerçekleştirilmiyor. Eğitime adanmış bir ‘hareketin’, eğitim süreçlerinden geçen fertlerinin gün gelip yuvalandıkları resmi ve de özel kurumlardan çıkarak devleti ve milleti hedef alacak bir hedef birlikteliğiyle hareket etmelerinin nasıl bir rasyonalitesi olduğu hususu akıllara getirilmiyor. Üstüne üstlük, aynı yazılarda FETÖ/PDY liderinin, ‘hocaefendi, felsefeci, karizmatik alim’ gibi sıfatlarla zikredilmesi; Erdoğan’dan, söz konusu ‘alimin’ öğrencisi (murid) olduğu söylemi, dini hassasiyetleri olan Endonezya ve Malezya genel okuyucu kitlesinde Türkiye’de olan bitene dair kafa karışıklığının daha da artmasına neden oluyor.
Etkin Bilgi ve Proganda
Bunun temel nedeni, Güneydoğu Asya Malay toplumları olarak zikredilen Endonezya ve Malezya’da Türkiye’ye karşı bir ‘ilgi’ ve ‘muhabbet’ten bahsedilebilse de, bunun sağlam bilgi ve kaynaklar üzerinde inşa edildiğini söylemek oldukça güç. Tikel ilişkiler çerçevesinde o da sınırlı alanlarda oluşan etkileşimlerin Türkiye sosyolojisi, siyaseti, dini yapıları ve cemaatleri, sosyal değişimleri, darbeleri vb. anlamlandıracak bir donanım söz konusu değil. Bunun olmadığını da günlük gazete haftalık aylık dergi ve kitap okur yazarlığının oldukça düşük olmasından; gündelik yaşam içerisinde ve kampüs yaşamında öğretim görevlisi/öğrenci etkileşiminden hareketle sıklıkla karşı karşıya geldiğimiz kitleyle etkileşimimiz bize gösteriyor. Bu nedenledir ki, bu ana alanları temsil ettiğini söyleyebileceğimiz yukarıdaki alt başlıklar, okuyucular nezdinde bir anlamlı ilişkiler dizini olmaktan daha çok, daha çok kafa karışıklığına yol açıyor.
Aslında bu kafa karışıklığının ‘darbe’ ile başlayan süreçten çok daha öncesine dayanıyor. Dikkat çekici bir diğer husus, bölge halkı arasında, Türkiye Devleti ile Türk vatandaşlarının oluşturduğu sivil oluşumlar arasında bir ayrım gözetilmemesiyle ilişkili. Bu noktada, Türkiye’den çeşitli sivil oluşumlarının Türkiye devletine ve milletine bağlılığının ötesinde, bu bağlılığı zamanla aşarak veya istismar ederek kendini ‘devlet’ konumuna yerleştiren FETÖ/PDY’nin varlığı, Endonezya ve Malezya halkının ‘darbe’ sürecini anlama ve anlamlandırmasını zorlaştırıyor.
Türkiye devletinin ve de milletinin darbe girişiminden sorumlu tuttuğu ve bunu yaparken de  son derece güçlü kanıtlara dayandırmasına ve bu nedenle ortaya çıkan durumda -ki bu daha önceki süreçte belirginlik kazanmaya başlamıştı- sorumluları FETÖ/PDY şeklinde tanımlamasına rağmen, söz konusu medya organlarında terör başı Fethullah Gülen’i ‘hocaefendi’/’alim’ gibi sıfatlarla anmaya devam ediyor.

16 Temmuz 2016 Cumartesi

Malezya Siyasetinde PAS’ın Yeri / PAS in Malaysian Politics

Cihan Kurtaran                                                                                            17.07.2016

Malezya ya da tam adıyla ifade etmek gerekirse Malezya Federasyonu’nda siyasi yelpazede kendine özgü bir yeri olan Malezya İslam Partisi'nin (PAS), ülkede son dönemde yaşayan siyasi değişimler ve çalkantılar zincirinde nerede durduğu konusu önemli. Bir siyasi hareket olarak PAS, ülkenin kurucu siyasi yapısı kabul edilen Malezya Birleşik Ulusal Organizasyonu (UMNO) içinden doğmasıyla dikkat çeker. Öte yandan, derin köklerine gidilecek olursa, daha İngiliz sömürgeciliğinin sürdüğü yirminci yüzyılın ilk yarısında geleneksel eğitim kurumlarında yetişmiş ve bu kurumların yönetimini üstlenmiş ‘alimlerin’ öncülüğünde kurulan bir hareket olduğu görülür. Tabii bu yazı PAS’ın modern Malezya siyasetindeki yerini geniş anlamda ele almayı hedeflemediğinden, burada bu geçmişe değinmeyeceğim.
Ancak bir hususu başlangıç olarak ifade etmek gerekirse, PAS sadece Malay Yarımadası’ndaki Malay toplumunun İngiliz sömürgeciliğinden bağımsızlığını kazanmasını değil, bu bağımsızlığın getireceği yeni düzende temelleri İslam’la örtüşebilecek bir siyasi sistemi var etmeyi kendine hedef belirlemişti. Bugün partinin söylemine bakıldığında bu hedefte bir değişiklik olduğu söylenmeyebilir. Ancak Parti’nin, Malezya’nın 13 eyaletten müteşekkil federatif yapı ve çok etnikli/çok dinli toplumsal yapısı bağlamında bu hedefi nereye kadar taşıyabildiği önemli. Bu noktada, PAS’ın ülke genelinde nasıl bir toplumsal karşılığı olduğu önem arz ediyor.
Bunlardan ilki, bir İslamcı parti olarak hedef kitlesini doğal olarak Müslüman kitle ile sınırlandırması sebebiyle, ülkenin resmi istatistiki verilerinin ötesinde, reelde neredeyse yarı yarıya denilebilecek Müslüman nüfus ile ‘diğer’ kategorisi içinde ele alınabilecek bir nüfus yapısı karşısında hangi dengelerle hareket edebildiğiyle alakalıdır. Çünkü 13 Eyalet dağılımının bir başka kategoride, yani Batı Malezya-Doğu Malezya bağlamında değerlendirdiğimizde göz ardı edilemeyecek bir farklılaşmayla karşılaşılır. O da, Malay Müslüman çoğunluğun ülkenin batısında, bir başka deyişle Malay Yarımadası’nda yer alması; doğuda, yani Borneo Adası’ndaki Sabah ve Saravak Eyaletleri’n de ise bu oranın düşük olması kadar, ‘Malay etnik yapısının’ neye tekabül ettiğiyle alâkalı aidiyet noktasındaki tanımlamalardan neşet eden bir ‘dar alan kapsayıcılığı’ ortaya çıkar.
Bir diğer husus, ‘Malay’ ve ‘Malay olmayan’ Müslüman ayrımında da PAS’ın ‘arızalı’ denilebilecek bir duruşu olduğu görülür. Öyle ki, Malay-Müslümanlarla, sömürge döneminden başlayan zorunlu ve gönüllü göç hareketleri neticesinde ülkeye Arap Yarımadası, Sumatra ve Cava başta olmak üzere Takımadalar’dan, Hint Alt Kıtası’ndan gelen Müslüman gruplar ile sayısı görece az olmakla birlikte Hindu-Budist geçmişe sahip Hint ve Çin kökenli vatandaşlar arasında İslamla müşerref olanların oluşturduğu kitleler arasında siyasi bir kavrama dönüşmüş olan ‘bumiputra’, yani ‘toprağın gerçek sahipleri’ olgusu nedeniyle daha tanımlama sürecinde başlayan ayrım bugüne kadar varlığını sürdürüyor. Bu ayrım, ülkeyi yarım asrı aşkın bir süredir yöneten ‘Malay etnik partisi’ UMNO’nun ‘derin siyasetinin’ ürünü olurken, PAS’ın da bu ayrım üzerinden siyaset yaptığı parti sözcülerinin söylemlerinde kendini açık seçik ortaya koyuyor.
PAS’ın kuruluş aşamasında öne çıkan Eyalet ile (Kelantan), aradan geçen süreçte siyasi bir hareket olarak gene kendine merkez seçtiği Eyaletler noktasında da bir şeyler söylenmelidir. Bu husus, aslında en az yukarıdaki hususlar kadar önem taşır. Dün olduğu gibi bugün de Malezya toplumunda tarihi ve geleneksel olarak İslami eğitim, öğretim ve birikim noktasında Malay Yarımadası’nın doğusundaki Kelantan, Terenganu ve kuzeyindeki Kedah Eyaletleri başı çeker. Bu üç Eyalet, örneğin Cohor, Selangor, Penang, Perak gibi Yarımada’nın batı ve güneyindeki endüstriyel olarak gelişmiş, yoğun göçler nedeniyle çok kültürlü ve dinli bir toplum yapısının aksine, kendini sayılan bu eyaletlerden ziyade Malay-Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu ve  tarihte bölgesel rol oynamış Patani Sultanlığı’yla ilişkilendirir. Tarihsel süreçler noktasında belirginleşen bu keskin ayrıma rağmen, batı ve güneydeki eyaletlerde Malay Müslümanların varlığını göz ardı etmiyoruz. Kaldı ki, bu ayrışmada, sömürgecilik sürecini Penang ve Singapur Adaları’ndan başlatarak Yarımada’nın batı ve güneyinde ekonomik, siyasi ve de kültürel olarak var İngiliz varlığının belirleyiciliğinin de bir yere not edilmesi gerekir.
Yukarıda kısaca dile getirdiğimiz bu temel hususların ulusal siyaset içerisinde PAS’ı dar bir alana hapseden etkenler olarak ortaya çıktığını ileri sürebiliriz. Peki bu durum, bizi, PAS’ın ‘alimler’ kitlesinin kuruluşundan bu yana fark edemediği ya da etmek istemediği gibi bir sonuca mı vardırır? Şimdilik bunu bir soru olarak burada bırakalım.
Dün olduğu gibi bugün de PAS’ın seçmen kitlesi Kelantan, Terenganu ve Kedah’da yoğunlaşır. Selangor, Cohor, Negeri Sembilan, Perak ve Pahang’da kısmen bir karşılığı olsa da, Penang, Malaka, Sabah ve Saravak’da neredeyse yok hükmündedir. İşte bu nedenle PAS, söz konusu bu bölgesel dağılım gerçeği karşısında ulusal bir siyasi hareket olarak karşılığını dar bir alanda bulmaktadır. Yukarıda dile getirilen Eyaletler bazında karşımıza çıkan genel toplumsal yapının dini/etnik ayrımından neşet eden ‘siyasi alan daralması’nın, PAS’ın hem UMNO hem de 2000’li yılların başından itibaren giderek güçlenen Halkın Adaleti Partisi’yle (PKR) aynı dini/kültürel/toplumsal kitleye hitap etmesiyle derinleştiği görülür. Tam da bu noktada, rakip konumunda olan ve üçü de Malay–Müslüman kitleye ulaşmayı hedefleyen siyasi yapıların ‘çatışmacı’ kimi zaman da ‘uzlaşmacı’ siyasi formülasyonlarını görürüz. Burada, özellikle UMNO’nun siyasi geçmişinden neşet eden duruşunun güçlü bir ‘Malay milliyetçiliği’ damarına oturması, PAS’ı aynı hedef kitleye ulaşma siyasi yalpalamalara maruz kalmasına da yol açıyor.
Dikkatlerden uzak tutulmaması gereken husus, UMNO’nun kuruluş ilkeleri ve bugüne kadar temel politikaları dikkate alındığında, İslamcı bir hareket olmayıp, Malay milliyetçiliği temelli bir siyasi hareket oluşudur. Bu durum, UMNO içerisinde İslami yönelimleri olan ve bunun zaman zaman genel politikalara yansıyan yönü olmadığı anlamı taşımıyor. Kaldı ki, özellikle Dr. Mahathir Muhammed’in yirmi üç yıllık başbakanlığı döneminde ‘devlet eliyle’ bir tür İslamlaşma sürecinin yaşandığı da vakidir. Ancak bu süreç, daha çok pragmatizm üzerine oturan bir yapısal özellik arz eder. Bu pragmatizmin, bugün dahi bölgesel ve küresel çapta ses getiren başat kurumsal yapılaşması ‘İslami bankacılık’, ‘helâl gıda endüstrisi’ olmaktadır. Haddi zatında, bu ve benzeri yapılaşmalar, temelde bir ekonomik çıkarcılık ve bütünsellik içerisinde değerlendirilmeyi hak eder. Bu noktada, 1940’lı yılların ortalarında UMNO’nun kuruluşu sürecinde, PAS’ın henüz kendisi ortada olmamakla beraber, orijinini oluşturan siyasilerin partiden ayrışmaları da, UMNO ile PAS arasında bugüne kadar halledilememiş bir sorunu yani, ülkede İslami duruşu veya Müslüman kitleleri kimin temsil ettiğiyle alâkalıdır. Öyle ki, Dr. Mahathir dönemindeki PAS’ın UMNO’yu neredeyse tekfire kadar giden söylemiyle, UMNO çevrelerinin PAS’ın ‘gerçek bir İslamcı yönelim’ olmadığı yönlü sert eleştirilerini hatırlamak gerekir.
Bu süreçte PAS’ı giderek kendi kabuğuna çekilmeye iten ve daha çok Malay Yarımadası’nın kuzey ve doğusundaki üç eyalete ‘kapatan’ gelişme ise, üniversite yıllarında Müslüman gençliğin lideri olarak ortaya çıkan Enver İbrahim’in 1982 yılında Dr. Mahathir Muhammed tarafından göz ardı edilemeyecek bir ‘beyin’ olarak UMNO’ya kazandırılmasıyla gerçekleşti. O dönem, çeşitli iç yapısal sorunlarla boğuşan PAS’ın lideri olacağı konusunda görüşler serdedilen Enver İbrahim, Dr. Mahathir Muhammed tarafından UMNO’ya ‘transfer edildi’. Bu gelişme, Dr. Mahathir’in Enver İbrahim seçiminde yanılmadığını ortaya koyacak şekilde, Müslüman gençliğin liderinin zamanla UMNO içerisinde ve de tabii ki çeşitli hükümetlerde giderek artan etki ve konuma ulaşması ortaya koymuştur. Bununla birlikte, Dr. İsmail Faruki’nin arabulucuğuyla Dr. Mahathir’in Enver İbrahim’i partiye kazandırdığı, Enver İbrahim’in de ‘UMNO içinden İslamlaşma sürecini’ gerçekleştirmeyi hedeflediği de bilinen bir konudur.
Tarihin bir cilvesi olarak Enver İbrahim 1998 yılında UMNO ile ilişkisinin kesilmesiyle birlikte UMNO içerisinde ‘Enverci’ olarak addedilen politikacıların ve de halk katmanlarından üyelerin bir bölümünün PAS’a yönelmesi sonucunu doğurdu. Ancak Enver İbrahim hapsedilmesinin ardından eşinin gayretleriyle reform hareketi bir siyasi partiye (PKR) dönüşürken, PAS karşısında yeni bir rakip bulacaktır. Bu rekabet, Enver İbrahim’in PAS’la ayrışmayı değil, UMNO’nun ortak siyasi ‘rakibi’ konumunda görmesiyle, bir yerde PKR ile PAS’ın ittifakına yol açtı. PKR’in ikibinli yılların ortalarında reform hareketinin güçlenmesiyle toplumsal ve siyasal talepler noktasında yüksek öğrenimli, modern yaşam koşulları içerisinde var olan, şehirli Müslüman kitlenin sözcülüğüne soyunduğu yöneldiği bir siyasi platform olması kadar, kendini Çin ve Hint kökenli seçmenlere de açacak yapısal unsurlarla bezemesi, PAS’ın böyle bir yapıyla ‘ittifak’ içerisine girmesi, uzun bir aradan sonra ulusal siyasette yeniden güçlü bir duruş kazanmasına yol açtı. En azından böylesi bir imajın ortaya çıktığı konusunda şüphe yok. Buna ilâve olarak, 2008 ve 2013 seçimlerinde PKR, PAS ve kahir ekseriyeti Çin kökenlilerden oluşan Demokratik Eylem Partisi (DAP) ittifakıyla PAS hem geniş kitleler nezdinde meşru bir yere taşınırken, söylemlerinde de kapsayıcı bir sürece evrildi. Tabii bu noktada, PAS’ta siyaset yapan sadece ‘alimler’ grubunun değil, seküler eğitimli İslamcı kimliği taşıyan entellektüellerin de olduğunu hatırlamak gerekir.
Bu inişli çıkışlı tarihi süreçte bugün gelinen noktada PAS, 2013 seçimleri ardından önemli bir kırılma daha yaşadı. Bunda seçimlerin, muhalefet bloğu için oy oranı anlamında tatminkâr olsa da, reel bir başarı kazandırmamasının doğurduğu iç gerilimin etkisi var. Ancak nasıl ki, 1980’lerin başında Enver İbrahim’in UMNO’ya geçişi PAS’ın o dönemki yapılaşmasını etkilediyse, benzer şekilde Enver İbrahim’in hakkında açılan yeni bir davadan ötürü 2015 yılında hapsedilmesi de PAS’da bazı taşların yerinden oynamasında, en azından faktörlerden biri olarak etkin oldu. Parti kongresinde ‘alimler’ kesimiyle ‘entellektüeller’ arasındaki çatışma, ikinci grubun partiden ayrılması ve yeni bir siyasi parti kurmasına kadar gitti.
Böylece PAS ülke genelinde giderek temsili noktada kaybettiği prestijini, kendi ‘köklerine’ yani, özellikle de oldukça güçlü bir seçmen tabanına sahip olduğu ve yirmi yılı aşkın bir süredir yönettiği Kelantan Eyaleti’nde ‘had’ cezalarını uygulama talebini bir kez daha yüksek sesle dillendirerek kazanmaya çalıştı. Ancak tahmin edilebileceği üzere, dini/etnik ayrışmanın yoğun olarak yaşandığı Malezya’da, PAS’ın, bırakın ülke genelinde sadece Kelantan Eyaleti’n de dahi ‘had’ cezalarının uygulanması ısrarı bu siyasi partiyi daha da içe kapanmaya götürüyor.
Gelinen noktada PAS, çok etnikli ve çok dinli Malezya Federasyonu’nda geniş kitleleri kuşatıcı politikalar geliştiremedi. Oysa, kimi noktalarda aynı hedefleri güttüğü söylenebilecek UMNO gibi bir rejim partisi karşısında, sivil yanı ağır basan bir PAS, çok daha kapsayıcı siyasi söylemlerle sadece Malay-Müslümanları değil, Hint Alt Kıtası kökenli Müslümanlar ve ‘muallaflar’ kadar, Çin ve Hint kökenlileri de yanına alabilme potansiyeline sahipti. Bu potansiyel harekete geçirilemediği gibi, PAS, gerek iç çelişkiler gerekse dış zorlamalar ve müdahalelerle daralma sürecini sürdürüyor.

14 Temmuz 2016 Perşembe

Ramazan... Kütüphane... Kitap


Adil Yurtkuran                                                                                                                     14.07.2016
Ramazan bu ayda benim için bereketiyle geldi. Bir süredir bulunduğum Cakarta’da Milli Kütüphane’nin zengin kaynaklarına gark olmuştum. Başkent Cakarta’nın hengamesine, Ramazan ayında bir de iftar telaşı, ayın ortasından itibaren de alışveriş çılgınlığı eklenirken, kütüphane ortamı bir kurtuluş vesile gibi oluyor. Her ne kadar tüm kurumlar gibi kütüphaneler de öğleden sonra üçte kapatılsa da, Ramazan ayının rehaveti içerisinde burada geçirilen birkaç saat bile inanılmaz bir keyif ve kemmiyet arz ediyor. Kütüphanenin özellikle beşinci ve yedinci katlarındaki el yazma eserler, 19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren ve 20. yüzyıl başlarında yayınlanmış birincil kaynak niteliğindeki eserler, tozlu raflardan çalışma masalarının üzerine getiriliyor. Kimi el yazma eserlerin orijinallerinden ziyade Hollanda sömürge yönetiminin durmak bilmeyen ‘çalışma azmi ve ruhuna sahip’ memurlarınca transkripsiyonundan takip edilebiliyor. Aradan geçen bir yüzyıla rağmen, Latin alfabesiyle ve el yazısıyla yazılmış bölge tarihine ışık tutan eserler zaman tüneline taşıyor okuyucuyu... 
Bunun akabinde Ramazan Bayramı geçirmek üzere Banda Açe’deydim. Endonezya’da on milyonlarca insanın tatil için seferber olduğu Ramazan ayının son günlerine yakın ben de kalabalığa kalmadan Banda Açe’ye ulaştım. Bu kutsal ayın Açe’de kendine has atmosferini bir kez daha teneffüs etme imkânı bulurken, şehirdeki bazı eş dostu da memleketlerine kaçmadan önce ziyaret etme fırsatı elde ettim. Bunlar arasında Indra adlı dostumun Peunayong semtinde Metodist Kilise’nin arka sokağındaki eskici dükkânı uğrak yerlerimden biridir. Zaman zaman hoş sohbet ettiğim Indra, meşgul olduğu işiyle pek de ilintisiz kabul edilse de, sahip olduğu entellektüel kapasitesiyle her görüşmemizde gelişmelere dair görüşleri ve yorumlarıyla kayda değer bir dosttur. Bu seferki ziyaretimde de bir benzeri yaşandı...
Cuma namazının ardından yakıcı sıcağa aldırmadan Indra’nın eskici dükkânının yolunu tuttum. Ayak üstü sohbet ederken, birden heyecanla “Ben de seni bekliyordum. Dur sana bazı kitaplar göstereceğim.” diyerek eve girdi. Bir süre sonra elinde bir çanta dolusu kitapla çıkageldi. Çantayı açıp kitapları tek tek çıkartıp sandalyenin üzerine koymasıyla heyecanım depreşmeye başladı. Bu kitapların öyle sıradan addedilebilecek eserler olmaması, aksine Açe’nin ‘dününde’ iz bırakmış ve bölge tarihine de derinlemesine nüfuz eden yazarların çalışmaları olması heyecanımı artırırken, kitapların kurt yemiş ve küf düşmüş sayfaları “tarihi dokuyu” biraz daha derinleştiriyordu.  Dönüp Indra’ya “Nereden buldun bunları?” soruma “Şeriat Müdürlüğü’nden” (Dinas Syariah) şeklinde aldığım yanıt ise, dudak uçuklatacak cinstendi. Indra, “Bina yeni bir yere taşınıyormuş. Bu süreçte ellerindeki kitapları çıkartıyorlardı. Ben de ne varsa toplamaya çalıştım.” diye ekledi.
Pek de yabancısı olmadığım kitapları eksik sayfalarına küfüne aldırmadan birer birer kenara ayırırken, ilk etapta birincil ilgi alanıma dahil olmayanları da eledim. Eskicide karşıma çıkan eserlerden birkaçı şunlardı. Modern dönemde Açe toplumunun yetiştirdiği önde gelen sosyologlardan ve tsunamide hayatını kaybeden merhum Dr. M. İsa Süleyman’ın ‘Açe Tarihi’ (Sejarah Aceh) adlı eseri, Hollanda sömürgeciliğinin din/kültür politikalarının mimarı oryantalist Dr. Snouck Hurgronje’un artık bir klasik olan ‘De Atjehers’ isimli eserinin ‘Aceh: Rakyat dan Adat Istiadatnya’ başlığıyla Endonezyacaya yapılan kısmi çevirisi bulunuyor.
Açe’nin hatırı sayılır ilmi ve tecrübesi olan kampüs çevresinden şahıslarının yöneticilik yaptığı Şeriat Müdürlüğü’ndeki kitaplığı veya kütüphanesinden çıkan ve ‘çöpe’ atılan bu ve benzeri eserleri görmek en hafif ifadesiyle üzüntü verici. Eyalet’te istisnai bir yeri olduğuna kuşku olmayan böylesi bir kurumun, içinde nadir eserlerin de bulunduğu kütüphanesini bir yerden bir yere taşırken ki takındığı tutum üzerinde ciddiyetle durulmayı gerektiriyor. Eskici dükkanına ‘düşen’ eserler hali ise söz konusu kurumun sadece dünden kalan bir kayıtsızlık içerisinde olmadığını, kurtların yediği ve küflenmişlik halinden hareketle bu eserlerin bulunduğu birimin kendi haline terk edilmişliğinden bahsedilebilir. 
26 Aralık 2004’de dünya tarihinin bugüne kadar görüp göreceği en büyük afete düçâr olmuş ve o gün şehirdeki arşiv ve eyalet kütüphanesi ile Ali Haşimi özel kütüphanesi’nin önemli ölçüde hasar gördüğü ve iki üniversitenin kütüphanesinin de kısmen etkilendiği; bir öncesinde on yıllarca çatışma ortamına maruz kalmış; biraz daha geçmişinde epeyce uzun bir süre Hollanda sömürgeciliği zulmü altında inlemiş Açe’de kendi tarihine, kültürüne ait değerler olarak addedilebilecek ve bugün eliyle dünden yarına aktarılmasında ehemmiyet bulunan yazılı malzemelere hem de Şeriat Müdürlüğü tarafından ‘yol verilmesi’nin anlaşılır bir yanı bulunmuyor. Bu durumun olsa olsa, İslam coğrafyasının neredeyse tümünü saran geçmişe ve birikime yönelik ‘içtensizlik’ ve ‘kayıtsızlık’ türünden bir bakışla bağdaşır bir yanı var. Bu nedenle benzer örneklerini bildiğimizden pek de şaşırtıcı gelmedi açıkçası.
Çantadan çıkan kitaplar arasında şunlar bulunuyordu.
M. Isa Sulaiman. (1997). Sejarah Aceh: Sebuah Gugatan Terhadap Tradisi, Jakarta: Pustaka Sinar Harapan.
C. Snouck Hurgronje. (1986). Aceh: Rakyat dan Adat Istiadatnya, (Tr.: Sutan Maimoen), Seri INIS 28, Jakarta.
Kustiniyati Mochtar. (1992). Memoar Pejuang Republik Indonesia Seputar ‘Zaman Singapura’ 1945-1950, Jakarta: Gramedia Pustaka Utama.
Sömürge topraklarında Hollanda ordusunda sipahi birliklerinden tank birliklerine bir buçuk yüzyıla varan süreci konu alan çalışma: C.A.Heshusius. (). Knil-Cavalerie: 1814-1950, Geschiedenis van de Cavalerie en Pantsertroepen van het Koninkliik Nederlands–Indische Leger.
Arapça’dan Endonezyaca bir çeviri çalışması: Zaki Najim Mahmud. (1994). Obsesi Budayawan, (Tr. : Rusydi H. M. Ali Muhammad),
Bunlara ilâve olarak 195.’ci sayfasına kadar eksik olan ancak bu sayfadan sonra aşağıdaki makalelerin bulunduğu bir çalışma:
“In Memoriam John M. Echols -25th March 1913-16th June 1982”, (syf.: 195-246):
David S. Moyer. “Cultural Constraints on Marriage: Anti-Exchange Behaviour in Nineteenth Century South Sumatra”, (syf.: 247-259).
Niels Mulder. “Abangan Javanese Religious Thought and Pratice”, (syf.: 260-267).
M. C. Ricklefs. “The Crisis of 1740-41 In Jawa: The Javanese, Chinese, Madurese and Dutch and the Fall of the Court of Kartasura”, (syf.: 268-290).
S. O. Robson. “Kakawin Reconsidered: Toward A Theory of Old Javanese Poetics”, (syf.: 291-391).
C. Skinner. “Munshi Abdullah’s Horrible Murder: The Ceretera Darihal Haji Sabar Ali”, (syf.: 320-347).
Bu gelişme üzerine kendisini tanıdığım Şeriat Müdürü’ne bir mesaj göndermeyi gereksiz buldum. Indra’ya ise, “Şayet benzer bir durumla karşılaşırsan aman mümkün olduğunca kitapları kurtar.” diyerek ona söyleyebileceğim en iyi şeyi söyleyerek yanından ayrıldım.

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Güney Çin Denizi’nde Yeni Dönem / A New Era for the South China Sea


Mehmet Özay                                                                                                             13 Temmuz 2016

Uluslararası Tahkim Mahkemesi, Güney Çin Denizi egemenlik hakları konusunda uzun süredir beklenen kararını nihayet 12 Temmuz’da açıkladı. Filipinler’in girişimiyle, yaklaşık 3.5 milyon kilometrekarelik Güney Çin Denizi’nin yüzde doksanlık bölümünde hak iddia eden Çin’e karşı açılan dava, Çin’in aleyhine sonuçlandı. Mahkemenin verdiği kararın en dikkat çekici iki yönü, Çin’in bu denizlerde geçmişte hakimiyet kurduğu teziyle, bu denizde ‘hususi ekonomik bölge’ oluşumuna yol açacak adaların varlığı argümanını reddetmesiydi. Öteden beri Çin hükümetinin ne açılan davayı ne de mahkemenin vereceği kararı tanıyacağı yollu açıklamalara rağmen, karar gündeme damgasını vurdu. Çin yönetiminden gelen ilk açıklamalarda vurgu, kararın ‘asılsız’ temeller üzerine bina edildiği yönünde. Mahkemenin Çin’in geniş bir su havzasını  kaplayan egemenlik söylemini reddeden kararına rağmen, davacı ülke konumundaki Filipinler’de memnuniyetle karşılansa da bir bayram havasının estiğini söylemek mümkün değil. Hükümetin konuya temkinli yaklaştığı gözleniyor. Öte yandan, bu karar, öncelikle Filipinler ile Çin bağlamanın ötesinde bir anlam ifade ediyor. Bu anlamda, Güney Çin Denizi’ne komşu diğer dört ülke ile, bu su yolunun küresel ticaret, güvenlik ve jeo-stratejik öneminden ötürü, başta ABD olmak üzere Batı çıkarlarıyla hareket eden bölgedeki Avustralya, Japonya gibi diğer ülkeleri de konuyu yakından takip ediyor.

Sorunun Farklı Boyutları
Mahkeme sürecine konu olan Güney Çin Denizi anlaşmazlığının birkaç kayalık, adacıktan öte bir karşılığı var. Bu noktada Çin ile komşuları kadar ABD ve diğer ulusları bu anlaşmazlık hususunda söz söylemeye sevk eden unsurların tarihi, ekonomik, siyasi alanlarıyla öne çıkıyor ve bu bağlamda komplike bir durum arz ediyor. Bu komplike durumun neye tekabül ettiğini ana başlıklar halinde yazacak olursak şu hususları gündeme getirmek gekerir. Çin’in hak iddiasının temelinde yaklaşık beş yüz yıl, kimi açıklamalarda daha da geçmişe uzanan ‘tarih’ referans; 2. Dünya Savaşı sonrasının belirsizliklerle dolu küresel siyasetinde boşluktan istifadeyle oluşturduğu ‘teritoryal genişle/t/me stratejisi’ ve son otuz yılda sergilediği ekonomik kalkınmanın zorlamasıyla küresel güç unsuru olgusu ve bunun kaçınılmaz olarak bölgesel hegemonya çabaları bulunuyor. Buna ilâve olarak, 1970’li yıllardan bu yana bölgede deniz altı petrol v edoğal gaz rezervlerine dair bilgilerin gündeme gelmesi; on üye ülkeli ASEAN’ın ‘birlik’ ruhunun bölgesel ve küresel politikalara yön verebilecek bir siyasi oryantasyon sağlayamaması; 1982 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler Deniz Yasası Sözleşmesi (UNCLOS); ABD’nin 21. yüzyıl Asya Çağı projesi; küresel çapta dikkat çeken gelişmekte olan on üç ülkeden dokuzunun Doğu ve Güneydoğu Asya sınırlarında bulunuşu; Güney Çin Denizi’nin küresel ticaretin 5.3 trilyon gibi devasa bir ekonomik boyutuna konu olması. Mahkeme kararının tüm bu sorunları çözdüğünü söylemek mümkün değilse de, konuya taraf ülkelerin önüne uluslararası ilişkilerde yeni bir mecra ve dönem açıyor.

Bu süreçte, projeksiyonların Çin’e çevrilmesinde Çin’in konuya çelişkili yaklaşımının etkisi var. Örneğin, Çin yönetiminin teritoryal hak meselesinde en önemli argümanı ‘tarihe’ referans iken, aynı zamanda uluslararası yasa ve sözleşmeleri tanıyacağını açıklaması birbiriyle örtüşmediği aşikâr. Bu noktada, Çin yönetimi bir yandan ‘tarihi’ gerçekliği dikkat çekerken, öte yandan 1948 yılından bu yana geçerli olan ve hiç kuşku yok ki, önceki süreçlerle farklılaşan BM kararlarına gönderme yapıyor. Bir diğer husus, Çin bölgedeki adacıklar üzerine sivil ve askeri imkânlarını harekete geçirecek şekilde gerçekleştirdiği alt yapı yatırımlarına karşılık, bu yapılanmanın, deniz fenerleri bağlamında olduğu gibi, uluslararası denizcilik ve bölge ülkelerine faydasını vurgusudur.  

Bölgede Sınır Anlaşmazlıkları
Asya-Pasifik bölgesinde değişik ülkeler arasında ikili sınır anlaşmazlıklarının varlığı ve bundan mütevellit örneğin Tayland-Kamboçya arasında olduğu gibi zaman zaman yaşanan sınır çatışmaları veya Malezya-Tayland, Malezya-Singapur ve Endonezya-Doğu Timor arasında var olan anlaşmazlıklar öteden beri vakidir. Ancak özellikle son beş yılda, Güney Çin Denizi’ni çevreleyen altı ülkenin şu veya bu şekilde hak iddiasıyla bağlantılı durum gündeme damgasını vurmaya devam ediyor.

Filipinler’in 2013 yılına dayanan Uluslararası Tahkim Mahkemesi’ne başvurusu bölge denizlerinde anlaşmazlıkta bir ilk olma özelliği taşıyordu. Filipinler’in bu çıkışını sadece bu ülke yönetiminin bir girişimi olarak değil, bu sürece destek veren ABD ve AB gibi Batılı ülke ve kurumların da varlığıyla birlikte ele almak gerekir. Öte yandan, Filipinler’in yanı sıra, kendisi gibi diğer üç ülkenin de üyesi olduğu ASEAN’ın ortak bir politik duruş sergileyememesi bölge ülkelerinin hem kendi aralarında, hem Çin hem de Batı ile ilişki kombinezonlarını ortaya koyuyor. Güney Çin Denizi egemenlik iddialarında adı sıklıkla geçen Vietnam, Malezya, Bruney’nin yanı sıra, Natuna Adaları özelinde son dönemde yaşananlar dikkate alındığında Endonezya’yı da eklemek gerekir.

Karar Sonrası Olası Gelişmeler
Mahkeme kararının Çin’in ‘canını sıktığına’ ve psikolojik bir tepki olarak bu devasa denizde hak iddiasına sıkı sıkıya bağlanacağına kuşku yok. Bu durumda, başta Filipinler olmak üzere bölge ülkelerinde bir hassasiyet oluştuğu ve bu durumun bir ‘provokasyona’ yol açıp açmayacağı konusunda bir endişeden bahsedilebilirse de, şu anki durum itibarıyla ortada ‘kaynayan bir kazandan da’ söz etmek mümkün değil. Yaklaşık son altı yıldır giderek ivme kazanan Güney Çin Denizi sorununda, tüm handikaplarına rağmen, ilk defa uluslararası bir karar ortaya çıktı. Bu gelişme, taraflara içinde barışçıl sürecin de bulunduğu yeni ‘pozisyon/lar’ almaya zorlayacaktır. Bunun ipuçlarını geçen birkaç ay içerisinde görmeye başladık. Öncelikle, Filipinler’de henüz yeni göreve başlayan başkan ve hükümet çevrelerinin, mahkeme sürecini başlatan bir önceki dönemden farklı bir uslüp ve yöntemi benimsemiş olduklarına tanık olunuyor. Ülke iç politikasında ‘şahin’ bir duruş sergileyen yeni başkan Rodrigo Duterte, ilk kabine toplantısında ‘hiç kimseyle çatışmak istemediklerini’ açıklaması, Çin’le ilişkileri masa başında halletmek istedikleri yönünde daha önceki söylemin devamı mahiyetindeydi. Duterte, ayrıca ABD’nin bölgedeki ilişkilere nüfuzunu eleştirmesiyle Çin’in bir anlamda gönlünü çelmeye çalışıyor.

Bu noktada, Filipinler’in bir ön adım kabul edilebilecek bu siyasi söyleminin, diğer bölge ülkelerini de kapsayacak şekilde bir ‘Asyalılık ruhuyla’ istikrarlı bir şekilde sürdürülüp sürdürülebileceği veya Filipinler’in bu argümanın hem Çin hem bölge ülkeleri üzerinde yapıcı bir faktör olup olmayacağını zaman gösterecek. Anlaşmazlığın temel nedeni olan bu suların jeo-politik özelliği kadar, su altı ve deniz ürünleri gibi ekonomik değerleri önem arz ediyor. Bu noktada, Duterte konuyu pragmatik bir yaklaşımla ele alarak bu değerlerin Çin’le paylaşımını gündeme taşıyor. Filipinler’de geliştirilmekte olan bu yeni yaklaşım, Çin yönetiminin söz konusu anlaşmazlıkta hiçbir şekilde üçüncü tarafın yaptırımlarına boyun eğmeyeceği ve konunun ilgili ülkelerle ikili görüşmelerle çözüme kavuşturulması konusundaki görüşü dikkate alındığında kısmen Çin’in arzu ettiği bir durum olduğu söylenebilir.

Çin Komşularını İkna Etmesi Gerekiyor
Filipinlerin gerek uluslararası tahkim mahkemesine başvurusu gerekse de yeni başkan ve hükümetle birlikte yukarıda dile getirilen görüşüyle Çin’in bir adım önünde gözüküyor. Çin yönetimi bu aşamada tarihe atıf yapan retoriği ve büyük devlet imajınının ötesinde somut ve yapıcı adım atması gerekiyor. Bu bağlamda, bölge ülkeleriyle ekonomi alanında son derece önemli ilişkileri olan Çin’in Filipinler’den başlayarak komşularını teritoryal hak meselesinde ikna etmesi gerekiyor. Bu, büyük bir devlet olma iddiasındaki Çin için, aynı zamanda bir sorumluluk anlamı taşıyor.

Asya Kaplanları ile başlayan ve diğer ülkelerin de benzer yolu izleyerek istikrarlı ekonomik kalkınma sürecine konu olmaları Çin’den bağımsız bir gelişme değil. Bu noktada, Çin’in 2014 yılı Mayıs ayında dev petrol sondaj platformunu Vietnam açıklarına taşımasıyla başlayan ve Vietnam kamuoyunda Çin karşıtlığına dönüşerek bazı Çin vatandaşlarının hayatını kaybetmesine ve ülkedeki Çin yatırımlarına yönelik saldırılara ve maddi zarar görmesine neden olan gösterileri bölgedeki hiçbir ülke tekrarlanmasını istemeyecektir. Bu noktada, bölge halklarının olası ‘milliyetçilik’ temelli çıkışlarını doğru kanallara yönlendirebilmekse hükümetlerin becerisine kalmış.

http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/guney-cin-denizi-nde-yeni-donem-/606775                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                            

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Filipinler’de Duterte Dönemi / Duterte Era in the Philippines


Mehmet Özay                                                                                                                        11.07.2016

Filipinler’de yeni başkan 71 yaşındaki Rodrigo Duterte 30 Haziran’da yapılan törenle altı yıllık göreve sürecine başladı. 8 Mayıs başkanlık ve senato seçimleri sonrasında en yakın rakibi Manuel Roxas’u altı buçuk milyonu aşkın oyla geçen Duterte, Filipinler’in on altıncı devlet başkanı oldu. Avukatlık mesleğinden gelen Duterte, Başkanlık yarışındaki rakipleri gibi, ulusal siyaset üzerinde on yıllarca hegemonya kurmuş ve feodal ilişkilere konu olan ‘köklü ailelerden’ gelmese de, valilik ve belediye başkanlıkları yapan babası ve kuzeni örneğinde olduğu gibi bazı aile bireylerinin ülkenin güneyinde Mindanao ve Cebu Adası yerel yönetime nüfuzuyla dikkat çekiyor. Bu noktada, Filipinler gibi uzun süreli sömürgecilik dönemi tecrübesine sahip ve farklı etnik topluluklara ev sahipliği yapan bir ülkede geleneksel iktidar odakları ile modern demokratik yapılaşma arasındaki fark bağlamında Duterte, ‘yerelden ulusala’ giden süreçte verdiği mücadeleyle öne çıkıyor.

Yerel’den ulusal’a Duterte
İdeolojik temelli bir siyasi duruştan öte, kendine özgü yöntemlerle mağdur konumundaki geniş kitlelerin yaşamını yasadışı güç odaklarının etkisinden kurtarıcı bir politikayı tercih ediyor. Bu anlamda Duterte’nin en dikkat çeken ve ülkede ilk olma özelliği taşıyan politikalarından biri, Belediye başkanlığı döneminde Davao’da sivil yaşam üzerindeki baskıları sona erdirerek yeni düzenlemelerle bir model oluşturmasıdır.

Bunun yanı sıra, aralarında Moro Müslümanları da dahil olmak üzere çeşitli azınlıkların yerel yönetimde temsili konusunda belediye başkan yardımcılıklarıyla yerel politikada interaktif bir etkileşimi gündeme taşıdı. Yerel yönetim düzeyinde ortaya koyduğu bu ve benzeri uygulamalara karşın Duterte’nin Filipinler modern siyasal tarihi içerisinde yeni bir figür olarak ortaya çıkmasıyla birlikte bu dönemde ulusal ve uluslararası arenada nasıl bir karşılık bulacağı ise merak konusu.

Farkını fark ettiren bir başkan
Uzun yıllar Mindanao Adası’nda Davao şehri belediye başkanlığını yürüten Duterte, ülke siyasal tarihinde daha şimdiden kendine özgü nitelikleriyle dikkat çekiyor. Bunlar arasında geleneksel olarak ülkeye başkan kazandıran Luzon Adası dışında, Mindanao Adası’ndan gelişi, ülke siyasal yaşamına damgasını vuran ve feodal ilişkileriyle siyasal yaşamı şekillendiren köklü ailelere mensup olmaması, Mindanao gibi görece geri kalmış bir Ada’daki Davao şehrinde yedi dönem olmak üzere toplam 22 yılı aşkın bir süre belediye başkanlığı yapması, bu süreçte gösterdiği olağanüstü ‘başarılar’ neticesinde ulusal siyaset içerisinde yer alma yönünde yapılan tüm talepleri geri çevirmesi gibi özellikler sıralanabilir. Ancak Duterte’nin ulusal siyasetin merkezinin dışında olduğunu gösteren bu özelliklerin ötesinde onu ‘aykırı’ kılan husus, ülkenin modern toplumsal ve siyasal yaşamının kanıksanmış devasa sorunlarına çözüm olarak seçtiği yöntemlerde karşımıza çıkıyor.

Seçim öncesi adaylık yarışında pek öne çıkmayan Duterte, seçim kampanyasında özellikle ülke siyasal yaşamına damgasını vuran Aquino, Marcos gibi iktidar aygıtı üzerinde sürekli başat rol oynamış Ramos, Estrada, Marcos, Aquino gibi köklü ailelerin yeni nesil temsilcileri karşısında pek de şans tanınmayan bir adaydı. Ancak kampanya dönemi ilerledikçe kaybedecek bir şeyi olmayan bir aday görüntüsü içerisinde Duterte giderek ağırlığını koymaya başladı. Bu noktada onu öne çıkaran, özellikle ülkede geniş kitleleri etkileyen sosyal ve ekonomik sorunlara yönelik olağandışı çözüm yöntemleriyle kamuoyu üzerinde bir tür ‘şok terapi’ etkisi yapmasıydı.

Davao: Mafyanın tutunamadığı şehir
Seçim kampanyası sürecinde ülke gündeminde yer tutan ‘asayiş’ konusunda verdiği önemli mesajlarla birden popülaritesi artın Duterte, Filipinler için sıra dışı bir başkan olacağının ipuçlarını da böylece ortaya koyuyordu. Uzun bir dönem diktatoryal rejime konu olan Filipinler’de geniş halk kesimlerini bezdiren mafyavari örgütlenmeler nedeniyle toplumsal huzur ve güvenin yitirilmiş olması, halk nezdinde seçimlerde ‘radikal’ bir değişim talebi olarak yansıdı.

ABD’de Trump’ın Amerika’da muhafazakâr kitleye yönelik çıkışlarını andıran kampanya yürütmesi nedeniyle ‘Trumpvari’ politikacı özdeşleştirilmesine konu olan Duterte’nin bu tavrı, benzerlik konusunda doğruluk payı olmakla birlikte, aslında onun Belediye başkanlığı dönemindeki icraatlarına dayanıyor. Çeyrek yüzyıla varan Davao Belediye Başkanlığı döneminde şehirde istikrarın teminine yönelik icraatlarıyla halk nezdinde kazandığı itibar onun en büyük siyasi argümanı oldu. Bu noktada, Duterte ile birlikte Davao’da nelerin değiştiğine bakmak gerekir.

Ülkede asayişin en dibe vurduğu şehirlerden biri olarak bilinen Davao şehrini aradan geçen sürede anarşiden arındırıp, en güvenli şehir kılmakla kalmayan, şehir yönetimindeki kimi başarılarıyla peş peşe ulusal ve uluslararası ödüllere hak kazanan, kimi araştırma şirketlerinin çalışmalarına göre Güneydoğu Asya’nın en huzurlu şehri haline getiren Duterte’ydi. Duterte’nin seçim kampanyasında adi suçlar ve anarşi karşısında üstüne basa basa Davao’dakine benzer yöntemleri izleyeceğini ifade etmesinin geniş kamuoyu kesimlerinde karşılık bulması da böylesi bir somut gerçekliğe dayanıyor.

Yeni Başkan-Temiz Toplum
Seçim kampanyası sürecinde başkan adaylarının gündeminde ülkede geniş kesimleri ilgilendiren yoksulluk, mafyavari örgütlenmelerin halkı canından bezdiren yaygın ‘kötülük ağı’ öne çıkıyordu. 1986 yılında Marcos’un devrilmesinin ardından bölgedeki benzer ülkeler gibi 21. yüzyıla reform sloganıyla giren Filipinler yönetiminde söz konusu çabalar karşılığını makro ekonomik düzeyde bulsa da, izlenen liberal politikalar geniş halk kesimlerinin ekonomik dar boğazdan çıkmasının önünü açmadı. Üstüne üstlük halkın ‘demokratik’ bir yaşamın vazgeçilmez unsurlarından biri olan ‘güvenlikli toplum’ inşa süreciyle de tanış/a/maması üst üste gelen seçimlerde ülke siyasal hayatına damgasını vuran ailelerin birbirleriyle olan bir tür ‘klan savaşı’ şeklinde gerçekleşti.
Aslında bu süreç yeni başkan Duterte’nin nelerle mücadele edeceğini de ortaya koyuyor. Başkanlık yemininin yapıldığı günler ve hemen sonrasında sayısı yüzlerle ifade edilen uyuşturucu örgütlerine mensup kişilerin polise teslim olması Duterte’nin bu gruplara yönelik açacağını belirttiği savaşın ciddiye alındığının göstergesi kabul edilebilir. Ancak bu kişilerin mafya organizasyonlarının hangi boyutunda yer aldıkları da bir başka konu. Seçimlerin ardından Duterte’nin başkanlığı kesinleştiğinde, hapisteki ‘uyuşturucu lordları’ başkan Duterte’nin başına ödül koyduklarını açıklamaları ülkede önemli bir çatışmanın yaşanacağını ipuçlarını veriyordu. Bu noktada, polise teslim olanlar ile konunun öyle kolay kolay kapanmayacağı da bir gerçek. Ülkenin yakın geleceğinde geniş boyutlu toplumsal sorunların aşılmasında ‘Temiz Şehir Davao’ örnekliğinin ne kadar rasyonel bir çözüm olup olmayacağına tanık olunacak.

Duterte’yi bekleyen sorunlar
Seçim kampanyası ve sonrasında, mafyavari organizasyonlarla mücadele, bölgesel özerklik/federal sistem, ekonomik kalkınma başlıkları altında toplanabilecek iç gündemle ilgili konular öne çıkıyor. Duterte’nin kampanya dönemi ve sonrasında yaptığı acıkmalarla bu sorunlara meydan okuyan bir üslup kullandığı görüldü. Geçen çeyrek yüzyılda Belediye başkanı olarak tecrübesi bu sorunların üstesinden gelme hususunda uygulamaya koyduğu ‘yargısız infaz’ yollu yöntem onu kendinden emin kılarken, izleyeceği bu yöntemin ulusal ve uluslararası arenada nasıl karşılık bulacağı ise merak konusu. Yerel yönetici olarak söz konusu sorunları çözme noktasında uyguladığı ve yasalardan ziyade ‘mafyanın dilinden’ kabul edilen bir yöntemi kullanması hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hakları gibi kriterlerle gündeme taşınırken, suçlarla mücadelede Dutertevari yöntemin ulusal düzeyde uygulanmasının yeni bir anarşi ve kaos ortamına yol açacağı yönünde endişelere işaret ediyor. Bu anlamda, Duterte’nin halk kesimlerini arkasına alırken, ulusal siyasette güç merkezleri, 1986’dan bu yana yaşanan demokratikleşme ve özellikle makro ekonomik kalkınma süreci nedeniyle ilgisine mazhar olduğu uluslararası çevreleri de ikna etmek durumunda.

Bölgesel sorunlar noktasında en önemli konu ise hiç kuşku yok ki, Çin’le yaşanan Güney Çin Denizi’nde egemenlik sorunu. İki grup halinde ele alınabilecek bu iki görünür sorunun doğrudan veya dolaylı yansıması ise, Filipinler yönetiminin ‘toplumsal adalet’ duygusunu incitebilecek icraatları karşısında, başta ABD olmak üzere Batının insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi belirli yapısal hususlardaki eleştirilerinin artması olacaktır. İlgili ülkelerce bunun ilk sinyalleri de, seçimden hemen sonra Duterte’nin daha da kendinden emin açıklamaları sonrasında gündeme getirilmişti.

ASEAN içerisinde mevcut liderlerle karşılaştırıldığında ‘agresif’ duruşuyla gündeme gelecek olan Duterte’nin, Birlik içerisinde çeşitli alanlardaki işbirliklerini, görüş ayrılıkları ve ittifakları noktasında nasıl algılanacağı ise şimdilik belirsiz. Liderlik krizinin derinlemesine yaşandığı ASEAN’da Duterte bir rol üstlenebilir mi sorusu gündeme getirilebilir. Bu noktada, Birliğin başta Güney Çin Denizi konusu olmak üzere, ASEAN Ekonomik Birliği, göçmen/insan kaçakçılığı gibi konularda acil ciddi yapılanmalara ihtiyaç duyduğu da bir gerçek. Tabii, Duterte’nin ulusal politika kadar uluslararası politika için de yeni bir ‘yüz’ olduğu hatırlandığında, böylesi bir önemli temsil güçlü bir uzman kadrosuyla hareket etmesi gerekiyor.

Güney Çin Denizi Sorunu ve Güçler Dengesi
ASEAN ülkeleri arasında Çin’le Güney Çin Denizi’nde egemenlik hakkı bağlamında en çok cedelleşen ülke Filipinler olarak ortaya çıktı. Bir önceki yönetim, yani Benigno Aquino döneminde, 2014 yılında Uluslararası Tahkim Mahkemesi’ne açılan dava, açıkçası sadece Filipinler için değil, bölge için bir dönüm noktası hükmündeydi. Kararın 12 Temmuz’da açıklanacağının ilan edilmesiyle daha işin başından bu yana söz konusu mahkemenin kararını tanımayacağını açıklayan Çin yönetimi, bir siyasi hamleyle Filipinlerin de mahkeme kararına itibar etmemesi şartıyla ikili görüşmelerle sorunun çözümüne gidilebileceği açıklaması yaptı.

1970’li yıllardan bu yana çözümü ileri bir tarihe ertelenen Güney Çin Denizi egemenlik hakkı konusunda Çin ve Filipinler yönetimlerinin nasıl bir yöntem belirleyecekleri merak konusu. Konunun sadece bu iki ülke ile sınırlı olmadığı biliniyor. Bu çerçevede, bölgedeki diğer beş ülkenin de şu veya bu şekilde konuya doğrudan taraf olması kadar, ABD başta olmak üzere Batılı ülkeler ve bölgedeki Japonya, Avustralya gibi müttefiklerinin konuyu küresel ticaret ve kıta sahanlıkları anlaşmaları noktasında ele almaları da bu su yolunun önemini ortaya koyuyor. Duterte’nin bu sorunu ‘ABD’nin eğilimlerinin’ dışında Filipinler olarak ele alabilecekleri yönündeki açıklamasıyla anlaşmazlığa konu olan bölgede, tıpkı 1990’lı yıllarda Malezya ve Tayland arasında varılan anlaşmada olduğu üzere, ortak ekonomik yatırımlarla sorunun barışçıl bir evreye evrilebileceği ihtimali de gözlerden uzak tutulmamalı. Bu noktada, Çin’in askeri varlığının başat bir görünüm almayacağı yeni bir yapılanmanın, ABD tarafından da kabule şayan olacağı düşünülebilirse de, bu ekonomik yapının ABD için neye tekabül ettiği de bir başka husus olarak ortaya çıkacaktır. Bölge ülkelerinin ABD-Çin arasındaki geleneksel güç dengeleme siyasetinin bir örneğine, Filipinler’de yeni yönetiminde de tanık olunacaktır.

Çözüm ve Çözümsüzlük Arasında Moro Sorunu
Duterte yönetiminin ilk günden itibaren çözmekle yükümlü olduğu ulusal sorunların başında Moro-Mindanao Müslümanlarıyla yapılan barışın yürürlüğe girmesi oluşturuyor. Yukarıda kısmen değinildiği üzere, Duterte gibi ‘kendine özgü yöntemleri’ icraata dökmekte mahir bir yerel politikacının sadece ulusal değil, uluslararası boyuta da evrilebilecek Moro sorununda nasıl bir yaklaşım ortaya koyacağı merak konusu.

Bir önceki yani Benigno Aquino iktidarının, bölge ülkeleri ve uluslararası düzeyde memnuniyetle karşılanan en önemli girişimi ülkenin güneyinde Müslüman azınlığı temsil eden Moro İslami Kurtuluş Cephesi’yle (MILF) barış anlaşmasını sağlıklı bir şekilde sürdürmesiydi. Bölgedeki diğer benzerleri gibi yirminci yüzyılın büyük bir bölümünde çatışma ve savaş ortamına neden olan Mindanao Adası ve çevresindeki Müslüman azınlığa haklarının verilmemesi, bölgesel ve küresel şartların zorlamasıyla barış sürecinde kararlılığı ortaya çıkardı. Uzun ve kapsamlı görüşmelerde son noktayı koyması beklenen senato onayının bir türlü çıkmaması, merkez yani Manila ve çevre yani Mindanao’da Müslüman çevrede kaygıların artmasına yol açtı.

Bu noktada, Bangsamoro Temel Yasası’nın (BTY) üzerine bina edildiği Çerçeve Anlaşması’nın Duterte yönetimi kadar, Senato ve Anayasaya Mahkemesi’nce herhangi bir engellemeye maruz kalmadan uluslararası çevrelerce de tanındığı haliyle sürecin devam ettirilmesi önem taşıyor. Bununla birlikte, Duterte’nin ülke çapında yönetim reformu şeklinde gündeme getirmeye çalıştığı Federal Yönetim bağlamında BTY’yi ‘asli’ yapısından uzaklaştırmaya matuf bir çabası da gözlerden kaçmıyor.