27 Ekim 2014 Pazartesi

Bir İslamcı Entellektüelden Reform Hareketi Liderine: Enver İbrahim /From An Islamic Intellectual to A Reform Movement Leader: Anwar Ibrahim

Mehmet Özay                                                                                                                  27 Ekim 2014

Enver İbrahim, hayatında ikinci kez ‘livatalık’ suçlamasıyla 28 Ekim yani yarın Malezya’nın yönetim merkezi Putrajaya’da yargıç önüne çıkacak. 29 Ekim günü hakkında karar verilecek. Yargıçların suçlamaları kabul etmesi halinde Enver İbrahim beş yıl hapis cezasına çarptırılacak. Sadece Malezya’da değil, Malay dünyasında ve Güneydoğu Asya’dan başlayarak Japonya’ya, İngiltere, Avustralya ve ABD’ye kadar ses getiren bir siyasi lider olması hasebiyle Enver İbrahim’in siyasi yaşamına kısaca değinen bir yazı almakta fayda var. Bu yazının akabinde, Enver İbrahim’le yargılanmasından bir gün önce, yani bugün yaptığım röportajı en kısa sürede okuyucularla paylaşacağımı umuyorum.

Enver İbrahim, kimilerinin gözünde bir öncü lider, kimilerinin gözünde bir şarlatan. Kişiler yaşadıkları dönemin ürünüdür sözünün Malezya ortamında karşılık geldiği bir siyasi figür. 1960lı yılların Milliyetçilik-İslamcılık ekseninde süren yoğun tartışmaları ortamında kendini ‘Malezya’ gibi bir ülkede bulan Enver İbrahim, lise yıllarından başlayarak sosyal/siyasi ve dini meselelerle haşır neşir oldu. Bu dönem, bir yanda, Hindistan ve Çin, öte yanda Endonezya gibi Malezya’yı çevreleyen sosyo-kültürel ve siyasi atmosferin karşılığı olarak açıkçası oldukça renkli bir sivil tartışma ortamına zemin hazırladığı söylenebilir. İngiliz sömürgeciliğinden miras kalan ve de modern dönemde kimi ‘Malay’ liderlerin tekrarladığı ‘tembel Malaylar’ tabirinin pek de üzerine yakışmadığı bir genç olarak dönemin ilgi alanlarının tümü içinde yerini aldı Enver İbrahim.

Önce, Kuala Kangsar Malay Koleji -ki ülkenin saray çevresinin çocukları için açılan ve ardından toplumun görece alt tabakalarına mensup ailelerin çocuklarının da alındığı meşhur okulda öğrenim gördü. Üniversite yılları kökleri gene sömürge dönemi Singapur’una dayanan ‘University Malaya’da (UM) geçti. Bu, üniversitenin ‘Malezya’ topraklarında kendi ayakları üzerinde yükseldiği bir döneme tekabül eder. ‘Malaylılık’ olgusunun siyasi, sosyal boyutlarının yanı sıra eğitimde de kendini ortaya koyma, bir anlamda kanıtlama çabası ‘UM’de kendini bulur. Malezya Çalışmaları bölümünde öğrenim gören Enver İbrahim, bireysel kimliğini tesisin yanı sıra, ülkenin doğuşundan itibaren var olan toplumsal gerçekliği olan Malay-Çin-Hint kökenlilerin yani çok etnikli/çok dinli sosyal gerçekliğinden neşet eden sorunları anlama, anlamlandırma sürecine tanıklık etti. Üniversite yıllarında Malay-Müslüman kimliğinin inşasında hiç kuşku yok ki, o dönem üniversitede Dekanlık yapan Prof. Dr. Naqib Al-Attas’ın ‘sohbet halkalarında’ yer alması göz ardı edilemez. Bu süreç aynı zamanda örgütlü yapı içerisinde yer aldığı ve bugüne kadar devam edecek liderlik vasfının öne çıktığı yıllardır. 1960 yılında kurulan, ‘Malezya Müslüman Öğrenci Ulusal Birliği’ (Persatuan Kebangsaan Pelajar-Pelajar Islam Malaysia) ve ‘Malaya Üniversitesi Malay Dil Topluluğu’ (Persatuan Bahasa Melayu Universiti Malaya)’ya eklemlenişi işte böylesi bir döneme tekabül eder.

Enver İbrahim’i ulusal düzeyden uluslararası İslami hareketler zinciri içerisinde kayda değer bir lider olarak anılmasına neden olan ise yukarıda zikredilen iki öğrenci birliğinde birlikte hareket ettiği isimlerle 1969 yılında kurduğu Malezya Müslüman Gençlik Hareketi’dir (Angkatan Belia Islam Malaysia-ABIM). Bugün adları siyaset ve akademi çevrelerinde önemle zikredilen isimler o dönem Enver İbrahim’le yanyana hareket ederek bugüne kadar varlığını sürdürmüş olan hareketin bel kemiğini oluşturuyordu.

Enver İbrahim sosyo-dini hareket içerisinde kendine önemli bir alan kazanırken, dönemin İslamlaşma hareketlerinin tamamında gözleneceği üzere, giderek artan bir şekilde hükümet politikalarına karşı da eleştirel bir tavır geliştirmeye başladı. Ağırlıklı olarak kırsal kesimde yaşam süren Malay Müslüman kitlelerin sosyal ve ekonomik geri kalmışlığına hükümet kimi çözümler ararken, Enver İbrahim ve çevresi hem bu çevreyi ‘aydınlatma’ hem de içinde bulundukları koşullara birinci elden tanık olma adına kırsal bölgelerde eğitim faaliyetleri organize ettiler. Bu süreç, Enver İbrahim’in kampüsten-kırsala yani halka yönelişi olarak yorumlanması yanlış olmayacaktır.

Enver İbrahim, o günlerde hükümetin eğitim politikaları nedeniyle yurt dışında eğitim imkanı bulan yakın çevresindeki arkadaşlarının aksine bu imkandan yararlanmamıştır. Öyle ki, bir gençlik hareketi lideri olarak forumlarda, meydanlarda boy göstermesi dönemin başbakanı Razak bin Hussein (bugünkü Başbakan Necib bin Razak’ın babası) tarafından keşfedilmesine ve yurt dışında ‘Hukuk’ eğitimi alması önerisine neden oldu. Tabii Enver İbrahim’in İngilizce eğitim veren Kuala Kangsar Malay Koleji’ndeki öğrenimi onu ‘sömürge diline’ hakim kılması o dönem uluslararası arenada söz sahibi Müslüman entellektüel ve akademisyenlerin eserlerine ulaşma olanağı tanıyordu. Bu tanışıklığı sağlamlaştıran bir diğer faktör ise, yurt dışında eğitim imkanı bulan yandaşlarıyla yazışmaları, sohbetleri ile bu çevrelerin düşünce iklimine nüfuzuna imkan sağlıyordu. Kimd ibu isimler diye sorulduğunda aslında hiç de yabancı değil: Fazlur Rahman, Muhammed Iqbal, Seyyid Kutup, Hasan el-Benna, Ismail al-Faruqi. Tabii bu ve benzeri isimleri okuma, anlama süreci ‘yerli bir süzgeçten’ yani Naqib Al Attas’ın felsefi/dini bağlamından geçtiğini görmek gerekir. Bu anlamıyla, Enver İbrahim, yaşıtları gibi tabiri caizse doğu ve batı düşünce ikliminde yetişmiş Müslüman entellektüel çevreyi yerli bir solukla, sürekli dile getirdiğim üzere son yüzyılın en önemli Malay sosyal bilimcisi Naqib Al-Attas’ın yorumları ve katkılarıyla içselleştirdiğini söyleyebilirim.

Enver İbrahim’i 1982 yılında dünün ve bugünün ülkedeki yegane ‘hükmeden’ siyasi organı “Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu”na (UMNO) taşınmasında işte bu birikimi yegane nedendir. 1981 yılında Başbakanlık koltuğuna oturan Dr. Mahathir Muhammed, genç liderler arasından Enver İbrahim’i seçmekte zorlanmayacaktır. Liderlik vasfı, entellektüel kapasitesi, halkla iç içe oluşu gibi özelliklerinin yanı sıra, o dönem tüm dünyada etkisini hissettirdiği gibi Malezya toplum şartlarında da karşılık bulan İslamcılık olgusunun somut temsilcisi konumundaki Enver İbrahim, UMNO gibi seküler bir yapılanma olması, Çin ve Hint kökenli azınlıklara yaslanan siyasi varlığı gibi özellikleriyle ‘karizmatik’ bir Malay lider/ler arayışını en azından Dr. Mahathir gibi pragmatik bir lider elinde kaçırmamıştır.

Sorumluluk üstlendiği çeşitli bakanlıklar sürecinde gençlik yıllarının idealistliğini pratiğe geçirme imkanı bulmuştur. Ardından, Başbakan Yardımcılığına kadar yükselen Enver İbrahim, 1998 yılında siyasi hayatı akamete uğradı. O dönemde neler olduğu konusunda pek çok yazar görüş beyan etmiştir. Kimileri UMNO içerisinde güç kavgası, kimileri 1997-8 Güneydoğu Asya ekonomi krizi gibi sebepler ileri sürmüşlerdir. Ancak nihayetinde Enver İbrahim’in bireysel hayatında ve siyasi yaşamında yeni bir dönemin başlangıcı olduğuna kuşku yok.  1998 yılında olanları bir de UMNO’nun kuruluşundan kısa bir süre sonra başgösteren parti içi siyasi fraksiyonların mücadelesinden bağımsız değerlendirmek te hata olur. Öyle ki, Enver İbrahim’in Başbakan yardımcılığı görevinden alınmasında ve ardından yargılama süreçlerinde en önemli ‘organ’ olarak hareket eden Dr. Mahathir Muhammed’in kendi bireysel siyasi tarihinde UMNO’dan ‘tard edildiği’, 1980’li yılların ikinci yarısında, yardımcılarıyla anlaşmazlığı, ‘şeffaflık izlerinin’ kaybolduğu parti içi seçimlerini hatırlamak yeterlidir.

Enver İbrahim’in Başbakan yardımcılığı, ardından partiden ihracı yolsuzluk suçlaması kadar, sadece onun bireysel benliğini değil, neredeyse ülkedeki tüm Malay Müslümanların sosyal benliğini zedeleyen bir ‘suçlama’ ile karşı karşıya kaldı. Hakimler önce yolsuzluk suçlamasına altı yıl hapis cezası verdi. 2000 yılında görülen mahkemede ‘livatalık’ suçlaması ile dokuz yıl hapsi istendi. Ancak livatalık suçlaması bir süre sonra kanıtların yetersizliğine hükmedilerek bozuldu. Altı yılın sonunda 2004 yılında Enver İbrahim yeniden özgürlüğe kavuştuğunda çektiği tüm acılara ve işkencelere rağmen, güçlü bir siyasi lider olarak sadece Malezya’da değil, Güneydoğu Asya’da tanınan bir kişilik oldu.

Kendisine yöneltilen suçlamaların ardından hapse girmesi kesinleşince, toplumda ortaya çıkan tepkiler siyasi bir hareket yani ‘reformasi’ olarak karşılığını buldu. Bu oluşum, ülkede o güne kadar görülmemiş bir toplumsal/siyasi hareket olarak ortaya çıktı ve bugüne kadar varlığını sürdürüyor. Enver İbrahim’in hapiste geçirdiği yıllarda ‘reform hareketi’nin şekillendirmeye başladığı ‘muhalefet’ oluşumunda liderlik eşi Azize tarafından yürütüldü. Bu hareket, karşılığını “Halkın Adaleti Partisi”nin (PKR) 2003’de kuruluşu ve bu partinin Çin etnik azınlığının partisi kabul edilen ve “Demokratik Eylem Partisi” (DAP) ile 1950’li yılların başında UMNO’dan ayrılan dini eğilimleriyle öne çıkan “Malezya İslam Partisi” (PAS)’ı masa etrafında biraraya getirdi. Burada şunu söylemekte fayda var.

PKR, ülke siyasi partilerinde hakim olan ‘etnik’ temelli parti değil, aksine her etnik yapıdan üyeleriyle dikkat çeken kendine has özellikler taşıyan bir siyasi harekettir. Bu noktadan hareket ederek, yaklaşık yarım asır önce 1940’ların sonunda ülke toplumsal yapısının gereklerinden hareket ederek ‘etnik parti’ oluşumuna karşı çıkan ve buna alternatif olarak ‘UMNO’ya diğer etnik unsurlardan üyelerin alınması görüşünü ortaya atan Dato Onn bin Cafer’in siyasi mirasını taşıdığını söyleyebilirim.

Öte yandan bu süreç, Enver İbrahim’in gençlik ve üniversite yıllarında sergilediği liderlik vasfının, hükümette yer aldığı ve ara dönem kabul edilecek 1982-1998 yıllarının ardından yeniden gündeme gelmesi şeklinde tezahür etti. Sadece bir lider değil, ülkedeki muhalefeti temsil eder diğer önemli siyasi oluşumları biraraya getirme başarısı ile ülke modern tarihinde önemli bir siyasi başarıya imza attı. Tabii bu noktada pek çok şey söylemek mümkün. Ancak bu oluşumun ‘hak’, ‘adalet’, ‘demokrasi’ gibi sadece Batı siyasi terminolojisine hasredilemeyecek değerlerin Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu, ancak farklı dini/etnik yapıların da ‘yaşam ortamı’ bulmayı hedeflediği Malezya gibi bir toplum için önemli bir kazanım olduğuna kuşku yok. Aynı zamanda, bu hareket adının ortaya koyduğu gibi, bir reform hareketi olarak statükoya karşı verilmiş bir mücadeledir. Bu oluşum, pratikte siyasi başarısını da kanıtlamış bir hareket olarak şimdiden ülke siyasi tarihinde yer almıştır. 2008 ve 2013 Genel Seçimlerinde oylarını ve parlamentodaki temsil gücünü giderek artıran muhalefet bloğu tüm çelişkilerine rağmen, ülke siyasal yaşamında her alanda aktif olarak varlığını sürdürmektedir. Enver İbrahim’in iddia ettiği üzere, 2013 Genel Seçimleri’nde muhalefet bloğu genel oyların %52’ini almakla birlikte, seçim yasası ve kimi usulsüzlükler dolayısıyla iktidar olamamıştır.


Enver İbrahim, bugün ikinci kez ‘livatalık’ suçlamasıyla yargılanıyor. 2008 yılında hakkında açılan dava, aradan geçen beş yıl boyunca değişik aşamalardan geçti. 2012 yılında görülen mahkeme, Enver İbrahim’in suçsuzluğuna hükmetti. Ancak kimi çevrelerin yüksek mahkemeye yaptığı itiraz nedeniyle yeniden yargılanma süreci başladı. Bu süreci, siyasi manipülasyon olarak değerlediren Enver İbrahim suçsuz olduğunu ve mahkemeye delil olarak sunulan unsurların karşılığının olmadığını ileri sürüyor. 

22 Ekim 2014 Çarşamba

11 Eylül Saldırılarının Gölgesinde İŞİD ve Güneydoğu Asya

Mehmet Özay                                                                                                                  23 Ekim 2014

 

Bundan 13 yıl önce 11 Eylül 2001’de ABD’yi sarsan ‘uçaklama’ eylemleri küresel anlamda bir çatışmanın başlangıcını simgeliyor. Ulusal güvenliği ve bu güvenliği tesis edecek araç ve organların gelişmişliğiyle bilinen ABD’nin böylesi saldırılara maruz kalması, büyük bir şaşkınlık yarattığı gibi, o günden bu yana dünyanın birincil gündem maddesi oldu. Bugüne değin, söz konusu saldırıların arka planı adıyla ortaya konulan söylem, sadece saldırılarda rol aldığı ifade edilen uluslardan kişileri, kurumları değil, tümüyle İslam ümmetini içine alacak bir ‘etiketleme’ sürecine neden oldu.

 

Güneydoğu Asya Müslüman toplumları bu süreçte belki en ön saflarda görülmemekle birlikte, ABD ve ittifak güçlerinin hedef tahtasında yer alıyordu. Bu güçler, özellikle Endonezya gibi Müslüman nüfusun yoğun olduğu bir ülkeyi hedef tahtasına oturturken, Endonezya’da yaşanan değişim süreçleriyle şu veya bu şekilde ilintiliydi. Bu ilinti, 30 Eylül 1965 tarihinde ABD destekli müdahaleyi gerçekleştiren ve Mayıs 1998’e kadar da iktidarda kalmasına olanak tanınan Suharto’lu yılların bitmesinden sadece birkaç yıl sonra gündeme geliyordu. Elbette bununla, ABD’dedeki bombalamalar ile Suharto’nun gidişi arasında doğrudan bir bağ kurmamakla birlikte, tümüyle yok saymak da mümkün değil. Ancak ulusal, bölgesel ve küresel gelişmelerin biçimleniş tarzına dair bir örnek sunuyorum.

 

ABD’nin ve bölgedeki ittifak güçlerinin özelde Endonezya genelde Malay dünyası Müslümanlarını çembere alma politikası en üst düzeyde yani, devlet başkanları, hükümetler nezdinde girişimlerde gündeme gelmiştir. Sadece Endonezya değil, benzeri ülkelerin tümünde, Batılı devletler karşısında gerek ulusal gerekse şahsi çıkarlar denilen olgular veya gizli/açık tehditler bağlamında savunmacı psikolojinin ortaya çıkmasına şahit olundu. Halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan, Müslümanlığını pondok/pesantren gibi geleneksel İslami kurumlarıyla geçmişten günümüze hayatın doğal akışı içerisinde İslami bilgilenme/pratiğe geçirme tecrübelerini yaşayan Müslümanlara yönelik bir baskı ortamı kendini gösterdi.

 

Tabii, modernleşme süreçlerinin oldukça erken döneminden başlayarak Ortadoğu eksenli İslami hareketler, bunların sözde ‘ılımlı’ formülasyonlarının nihayetinde ulus-devlet oluşumu süreçlerindeki rolü veya ulus-devlete hakim seküler söylem tarafından manipülatif egzersizlere tabi oluşunu unutmamak gerekir. Buna ilâve olarak, sömürge döneminde neşet eden emperyalist uygulamaların önemli bir ayağını oluşturan Batı bilimsel araştırma metodolojisi ‘stratejileri’yle geleneksel İslami eğitim kurumları ve bu kurumların yapısal özellikleri, eserleri ve bu kurumların yürütücüsü ‘hocalar’ (Teungku) dönüşüme zorlanmalarının ardından, 21. yüzyılın hemen başında yeni bir küresel baskı rejimine tanık oldular. Bu tanıklık, bizzat ‘yabancı eller’ ile değil, halkın emrindeki yöneticiler vasıtasıyla gerçekleştirildi.

 

11 Eylül saldırılarının Batı’ya açılmış bir ‘dini mücadele’ formülasyonu ile sunulması Batılı stratejistleri bu formülasyonun kaynağını ‘kurutma’ girişimine akredite olmalarına neden oldu. Bu durumda, dini içerikli ve kaynaklı ‘şiddet pratiklerinin’ eğitim kurumlarında ‘başat’ bir formasyon olarak sunulduğu düşüncesi eğitim kurumlarına yönelik baskının rasyoneli haline getirildi. Güneydoğu Asya Müslüman toplumlarında çok uzağa gitmeden, bundan sadece bir, bir buçuk asır öncesinde sömürgeciliğin emperyalizme evrildiğinin açık göstergesi olan savaşlarda Müslüman toplumların en önemli medeniyet ve kültürel zenginliğini oluşturan eğitim kurumları ve bu kurumları besleyen kaynaklar olarak kitapların ve ‘hocaların’ nasıl yakıldığı, dumura uğratıldığı, dışlandığı ve öldürüldüğünu unutmamak gerekir. Bugün, sıcak bir savaşla bu kurumları temsil eden kişi ve grupları ortadan kaldırmak mümkün değil elbette. Ancak, bu kurumların varlığının devamını sağlayan kitapları, metodolojileri, söylemlerini ortadan kaldırmak mümkün. İşte 11 Eylül saldırılarının ardından Batılı devlet adamları ve kurumlarının önderliğinde, ‘yerli’ işbirlikçilerinin geniş kesimleri hedef alan uğraşısı ‘dışarlıklı yapılaştırma faktörleri’ olarak ortaya çıkmıştır.

 

Bugün benzer bir yaklaşımın İŞİD bağlamında gündeme getirildiğini görüyoruz. Bunun en son örneğini, geçen gün Joko Widodo’nun Başkanlık törenine katılan ABD DIşişleri Bakanı John Kerry’nin açıklamalarında bulmak mümkün. Burada söz konusu edilen bir terror yapılanması konusunda ittifak kurma meselesi değil. Batının bu ve benzeri durumlarda yaptığı gibi, ki buna yukarıda 2001 yılı gelişmeleriyle değinmiştik, bütün bir İslam toplumunu etkisi içine alacak, iç ve dış mekanizmalar, güç merkezleri vb. yapılarla bu toplumun bütünlüğünü oluşturan kurumsal ve düşünsel zeminleri dejenere edecek girişimlerde bulunulmasıdır. İslami eğitim ve öğretim faaliyetinin geleneksel yapılanması içerisinde var olan, bu anlamda tarihsel bütünlük sergilediği noktasında kimi çekincelerle birlikte hem fikir olunabilecek kurumların dönüşmesi, dönüştürülmesi hedefi göz ardı edilemez. Geleneksel kurumsal yapıları oluşturan çevrelerin uzunca bir süderi ‘savunmacı’ konumuna itilmişliği vakidir. Buna, ulus-devlet yapılanmasında/modernleşme süreçlerinde zaten tehric noktasına getirildiklerini de eklemek gerekir.

 


Tüm bu iç ve dış ‘tehditler’, geleneksel İslami kurumları, bu kurumların bağlı olduğu geniş toplum kesimlerini sessizliğe mahkum etmektedir. Temelde, İslam toplumlarının yeniden yeşermesinde, kendine gelmesinde hakiki rol üstlenmesi muhtemel bu kurumları bu haline terk etmek, en azından bu kurumlara ‘müdahale’ hakkını kendinde bulunlarla aynı yerde durmak anlamına gelmektedir. Şimdilerde 11 Eylül’e İŞİD bahaseni eklenmiş durumda. Bunu tersine çevirecek irade ve güç mevcut mu? Kendisine modernist-ılımlı diyen Müslüman çevrelerle, sekülerizm-dindarlık arasında gidip gelen her türünden siyasi çevreler geniş Müslüman kitleleri ve bu kitleleri dini hayata bağlayan kurumlarla etkileşim kurabilecekler mi? Bu ve benzeri soruları sormamak ve hakkıyla cevap vermemek, 11 Eylül gibi İŞİD tehdidinin Batı’yı esir alması değil, bunları araçsallaştırarak Doğu’ya yani Müslüman toplumlara saldırının aracı olarak Batılının eline koz vermek anlamı taşıyacaktır. 

18 Ekim 2014 Cumartesi

Jokowi Başkan, Ama.../ Jokowi, The President. But...

Mehmet Özay                                                                                                                   18 Ekim 2014

Aylar önce kaleme aldığım yazılardan birinde, Joko Widodo’nun Endonezya siyasetinde değişiklik yapıp yapamayacağını gündeme getirmiştim. Bugün geldiğimiz noktada, Jokowoi’nin nasıl bir siyasi güç merkeziyle karşı karşıya olduğu çok daha net ortaya çıkmış durumda. 9 Temmuz Başkanlık seçimlerinden mağlup çıkan eski general Prabowo Subianto pes etmeyeceğini hem sözlü hem de fiili olarak açık seçik dile getirdi ve getirmeye devam ediyor. Bunun ülke siyasal sisteminde 1998 yılı Mayıs ayına, yani Suharto’nun devrilişine kadarki süreçte hakim olan bürokratik/sivil-askeri ekibin denetimi altındaki yapıya dönüş sinyalleri taşıdığı da görülüyor.

Örneğin, Prawobo’nun başında bulunduğu ‘Büyük Endonezya Partisi’ (Gerindra)’nin önderliğinde kurulan ve adına “Kırmızı-Beyaz İttifak” denilen yapı, daha Jokowi Başkanlık koltuğuna oturmadan, neredeyse %60’lık kesimini elinde tuttuğu meclisten (MPR) halkın en temel demokratik haklarından kabul edilen yerel yönetimleri belirleyecek oy kullanma hakkını ellerinden alınan yasa geçirmiş oldular. Temelde bu yasa, Suharto döneminde uygulanmış, 1999 yılında başlayan reform sürecinin açık bir görünümü olarak 2004 yılında değiştirilerek yerel yöneticileri halkın belirlenmesine başlanmıştı.

Şimdi ise, halkın il, ilçe belediye başkanlıklarının belirlenmesindeki ‘demokratik hakkı’ elinden alınmış durumda. Bu sonuç, öyle göz ardı edilecek bir gelişme değil. Mecliste çoğunluğu elinde tutan Prabowo ve yanlılarının modern Endonezya siyasal sisteminin dinamiklerini oluşturan ‘derin ilişkiler’ ağını koruma ve kollama vazifesinin bir sonucu. Zaten biz de, Jokowi’nin başkanlık adaylığı kesinleştiğinde Endonezya siyasal sistemindeki bu ‘ağır tabaka’nın ortadan kaldırılıp kaldırılmayacağı konusundaki görüşleremizde bunun zorluğunu gündeme getirmiştik.

Bu ağır tabakanın varlığı konusunda fikir sahibi olmak, bizi Prabowo ve ittifakının bununla yetinmeyeceği sonucuna getiriyor. Mağlup bir başkan adayının sıradan bir intikam psikolojisinden öte, Suhartolu yıllarda yapılaşan eko-politiğin devam edip etmeyeceğiyle alâkalı bir durum söz konusu. Prabowo ittifakına adını veren ‘Kırmızı-Beyaz’a da değineyim kısaca. Kırmızı-Beyaz ülke bayrağını sembolize ediyor. Bayrak konusunda kimsenin itirazı yok. Ancak bayrağı sahiplenme olgusunun Endonezya ve benzeri ülkelerde ajite edici bir şekilde ortaya çıkartma gücünü elinde bulunduran ise ultra-milliyetçi kesimlerdir. Bir anlamda ‘ultra-milliyetçi’ olmaya da itiraz edilemeyebilir. Ancak Endonezya gibi 350 etnik yapıyı birarada barındıran bir ülkede bu ‘ultra-milliyetçilik’ Cava Adası kökenli bir siyasi-toplumsal-kültürel ve de dini hegemonyaya işaret ediyorsa, burada ciddi bir tehlikeden ve de tehditten söz etmek gerekir. “Siyasi ve toplumsalını anladık da, ‘kültürel ve dini’ nesi oluyor?” diye soracak olanlara, burada derin bir tartışmaya girmek yerine, “Kırmızı-Beyaz İttifak” içinde, adına 'İslamcı' denilen partilerin varlığına dikkat çekmekle yetineyim.

Jokowi’nin bu yapı ile nerede ayrıldığını görebilirsek, karşı karşıya olduğu zorluklar da kendiliğinden ortaya çıkacaktır. İlki, Jokowi sivil bir politikacı. 'Politikacı zaten sivildir' diyenler çıkacaktır. Ancak Endonezya siyasetinde politika, üniformasını bedeninden çıkarmış, ancak zihniyet olarak hala ordu mentalisindeki ‘liderlerin’ güdümünde olduğundan bu kavram çok önemlidir. Reform sürecinin başlangıcında, 1999 seçimlerinin ardından Başkanlık koltuğuna oturan ancak yerleşik düzene epeyce aykırı görüşlere sahip -rahmetli- Abdurrahman Wahid’in nasıl yerinden edildiğini hatırlamak; ve ardından yaklaşık iki buçuk yıl başkanlık koltuğuna ‘oturtulan’ Megawati Sukarnoputri’yi asker-tipi politikacı sınıflaması içine almakta fayda var. Ne de olsa, Megawati tüm siyasi meşruiyetini bir asker-başkan olan babası Sukarno’ya borçludur. Bu nedenledir ki, statükocular, Abdurrahman Wahid gibi ‘liberal’ yanıyla da olsa bir dini cemaate bağlı ‘sivil’ bir politikacıya ancak çok kısa süre tahammül edebilmişlerdir. 

İkincisi, Jokowi siyasi parti kadrolarında yetişmiş, Jakarta siyasetinin dinamiklerinin içinde şu veya bu şekilde rol almış bir siyasi aktör de değildir. Üçüncü özelliği, orta sınıf bir tüccar sınıfından gelmesidir. Ordu ve ordunun sivil uzantısı Jakarta siyasetinin odağında veya çeperinde olmamak, onu içinden doğduğu toplumsal kesimin ilkelerine yakınlaştırması dolayısıyla Jokowi tastamam ‘sivil’ olmayı hak etmektedir. Bu ‘toplumsal kesim’ de aslında öyle pek azımsanacak gibi bir kitleye işaret etmiyor. Aksine, tüm mağdurlar, ezilmişler, ‘siyasi etik’ sahibi bir lider arayanların tümü umutlarını Jokowi’de buluyor.

Bu durumda, Jokowi’nin başkanlık öncesi seçim kampanyalarından bugüne kadar ülkede neyi, nasıl değiştireceğine dair açıklamlarına dikkat kesilindiğinde kendisini çok yakınında bildiği halkın taleplerini gündeme getirdiği görülecektir. Bunları tek tek sıralamadan önce, ulusal ve uluslararası gözlemcilerin Jokowi’yi bekleyen temel zorluklar diye ortaya koydukları ‘ekonomiyi’ canlandırmak, ‘siyasi’ rakipleriyle mücadele etmek gibi iki kayda değer temaya eğilmek gerekir. Aslında bu iki olgu, Endonezya siyasi yapılaşmasına dair yukarıda kısaca dile getirdiğim hususlardan bağımsız değil. Yani, bir ordu ve orduya paralel uzanan ve merkezi tutan bir siyaset ortamı hem ülke ekonomisini hem de siyasetine hakimdir. Bununla neyi anlamamız gerekiyor?

Bu noktada Endonezya ordusunun en azından benzeri ülkeler karşılaştırmasından yola çıkarsak kendine özgü bir yapılaşması vardır. O da, ordu hükümet bütçesinden beslenmez. Ordu, bütçesini ve buna paralel olarak ekonomisini kendi oluşturur. Bu durum, orduyu bağımsızlıktan bu yana ülkenin her türlü gelişmede karar mercii kılmaya yetmektedir.  Öyle ki, ordunun gücü en ücra bir adadaki köyden, Jakarta merkezindeki karargâha kadar, -'yasal' ve 'yasal olmayan' şekilde-, ekonomik yapılaşmaların odağıyla bağlantılıdır. Maaşını, hükümetin belirlediği bütçeden almayan bir ordu mensubunun, gelirini nereden elde edeceği meselesi başlı başına önemlidir. Bu durum, genel itibarıyla ülke ekonomisinin, -velev ki çok başarılı bir gelişme evresi geçirmiş olsa da- ordu nizamının ve bu nizamın ‘sivil siyasete’ etkisini ortadan kaldırmak yerine, aksine orduyu daha da güçlü kılan bir niteliğe sahiptir. 

Dolayısıyla Jokowi’den ülke ekonomisini ‘diriltme’ çabası bekleyenler, aslında Jokowi’nin ortaya koymayı seçtiği açılımı okumada başarısız olmuşlardır. Hemen şuraya geleyim.... Daha birkaç hafta önce, Meclis’te Prabowo ve ittifak güçlerinin halkın en temel hakkı olan idarecisini seçme gücünü elinden alması salt bir siyasi hareket değildir. Aksine, bu icraat başlı  başına ekonomik gücü elinde tutan sivil-asker ittifakının mevcut imkanlarını koruma güdüsüyle yapılmış rasyonel bir girişimdir. Bakın, daha Jokowi kampanya dönemindeki partiler arası ittifak görüşmelerinde belirttiği bir husus vardır. Neydi o? “Ben bakanlıkları pazarlık konusu yapmam. Ülke yönetimde işinin ehli teknokratlar ve ‘siyasi etik’ sahibi siyaset erbabıyla çalışacağım.” demesi, ülke siyasetinin odağındaki ayrışmayı gündeme getirdi. Bir kez daha tekrar etmek isterim ki, sözde İslamcı partilerin bu ayrışmada -gönüllü olarak veya tehditler neticesinde- Prabowo yanlısı tercihleri yabana atılır olmadığı gibi, üzerinde çok ciddi tartışmaların yapılması gereken bir konudur.  


Endonezya keskin bir ayrımın eşiğinde, 1998 Mayıs’ında Suharto’nun devrilmesini müteakip bugüne kadar süren adına ‘reform’ denilen süreçte hak edilen icraatları yerine getirilememiş olması, halkın önemli bir bölümünde yılgınlığa yol açmıştı. Jokowi, bu yılgın kesimlerin bir ‘umudu’ olarak gündemde. Jokowi’yi çok çetrefil bir görev bekliyor. Ancak kitleler, bu görevi ‘bir adama’ yıkarak sorumluluktan kaçamaz. Aslında bu noktada Jokowi ipucunu vermiştir. Ve bugüne kadar kendilerine verildiği söylenen tüm haklara rağmen, merkezin yani Jakarta’nın güç odaklarının manipüle etmeyi yeğlediği yerel yönetimlerle ilişkileri güçlendireceğini açıklaması kimlerle işbirliği yapacağını da ortaya koyuyor. Jokowi ‘halka’ bakıyor. Halk ona ‘bakmayı’ sürdürebilecek mi? 

14 Ekim 2014 Salı

Türkiye-Singapur İlişkilerine Nasıl Bakmalı? / How to Peruse the Relations between Turkey-Singapore

Mehmet Özay                                                                                                                  14 Ekim 2014

Singapur Başbakanı Lee Hsien Lhoong’un üç gün sürecek Türkiye ziyareti Pazar günü başladı. Lhoong’un Türkiye’ye bu ilk ziyareti. Singapur Başbakanı’nın ziyaretinin bugünlere denk gelmesi tesadüf değil. Geçen Ocak ayında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Doğu ve Güneydoğu Asya ziyaretleri çerçevesinde Singapur’a da uğradığını biliyoruz. Dolayısıyla Lhoong’un Türkiye’ye gelişi, bir anlamda iade-i ziyaret bağlamına oturtulabilir. Ancak bununla sınırlı değil. Türkiye’nin şu veya bu şekilde var olmak istediği coğrafyalardan biri olarak dikkat çeken Güneydoğu Asya’dan bir ülke başbakanının Türkiye’ye gelmesi bu anlamda kayda değer bir gelişme.

Pek çok kişinin zihninde Singapur küçük, ancak zengin bir ada devleti olarak yer etmiş olsa da, ülkenin ‘hikayesi’ bundan ibaret değil. Türkiye-Singapur arasındaki ticaret hacminin 1.3 milyar dolar civarında oluşundan hareketle veya sadece 710 km2’lik bir alanı kaplamasıyla bu Ada ülkesi göz ardı edilebilecek bir coğrafya da değil.

Singapur bugün bir yandan Çin, öte yandan ABD ve ABD’nin bölgedeki ‘müttefikleriyle’ yakın temasta bulunan üzerinde yükseldiği adanın niceliğinden bağımsız bir jeo-ekonomik ve jeo-stratejik öneme sahip. Öyle ki, bugün Çin’in Pasifik’e bakan Batı bölgesinde birbiri ardına yükselen modern şehirlerin yapılaşmasında Çin’in örnek aldığı bir ülke. Bu örneklik sadece masa üstünde değil, Singapur’lu şirketlerle işbirliği şeklinde ortaya çıkıyor. Bu durum, Singapur Adası’nın nüfusunun kahir ekseriyetini Çin kökenliler oluştursa da, Çin siyasi rejimiyle ortak noktaları paylaşmıyorlar. İşte tam da bu noktada, Singapur’un ABD’nin bölgede tabiri caizse ‘koruyucu çerçevesinde’ yer aldığı görülür.

Singapur’un bir diğer özelliği, ASEAN ülkeleri içerisinde ise siyasi yapısındaki istikrar ve bununla ilintili olarak süreklilik arz eden ekonomik yapılaşması ve yeniliğe açık bürokratik mekanizması ile diğer ülkelerin açık olmasa da gizliden gizlide imrendiği bir ada devleti olmasıdır. Örneğin Malezya’nın sürekli örnek aldığı bu yanı başındaki Ada komşusu, bir süredir Güneydoğu Asya’nın doğması beklenen yeni yıldızı Myanmar’la ilişkileri sağlam tutuyor. Bu anlamda, Myanmar’ın kalkınma projelerinde Singapur’un kayda değer bir payı şimdiden oluştu denilebilir. Tabii burada, siyasi istikrar derken, ülkenin Batılı anlamda bir ‘demokratik’ yönetimle idare edildiğine vurgu yapmayacağım. Çünkü böyle bir durum yok. Adına Cumhuriyet denilen bu ada devletinde, kuruluşundan bu yana Halkın Eylem Partisi (PAP) yönetiminde bir idareye sahip. Bu, ülkede seçimler olmadığı anlamını taşımıyor tabii ki. Ancak Ada demokrasisinde olan biteni derinlemesine incelemenin yeri burası olmadığından, ülkenin kurucu babası Lee Kuan Yew’un “Batı demokrasisi bize göre değil” minvalindeki söylemi Ada siyasetini özetleyemeye kafidir.

Peki Türkiye ile Singapur’u ortak paydada buluşturan ne var sorusuna cevap verebilir miyiz? Ekonomik bağlamıyla dikkate alınacak olursa, aradaki ticaret hacmi 1.3 milyar Dolar civarında.

Sahip olduğu jeo-ekonomik konumu ile yabancı yatırımların sürekli yenilendiği bir bölge olmakla birlikte Türkiye’nin Ada’da hissedilebilir bir yeri olduğunu söylemek güç. Bu pasif konum, ümitsizliğe düşmeyi gerektirmez, aksine Ada ile ilişkileri Ada’yla sınırlamadan nasıl geliştirebilirizin yollarını aramak lazım. Bu noktada, Türkiye’nin Singapur’la ilişkilerinde bazı teknik bağlamları da unutmamak gerekir. Bu çerçevede, Türkiye Ada’daki profesyonel yönetim, bürokrasi mekanizması, denizcilik ve deniz güvenliği gibi alanlarda işbirliği alanları olarak öne çıkartabilir.

Singapur Başbakanı’nın ziyaretinde günün küresel ‘terör’ hadiselerinden biri de gündemde yer alacaktır. O da ışıd meselesi... Singapur, ABD öncülüğünde oluşturulan uluslararası ittifak gücüne destek veriyor. Bu desteğin rasyonel temelleri ise, komşu ülkeler Malezya/Endonezya ve Filipinler’den Suriye ve Irak’ta faaliyet gösteren terör yapısına destek veren kişi ve grupların varlığı Singapur’un ülke ve bölge güvenliği için önem verdiği bir konu.

Ekonomiden bir başka alana geçip bazı yazılıp çizilenlere değinmekte fayda var. Ocak ayındaki gezi münasebetiyle Türk medyasında çıkan birkaç yazıda ‘tarihe’ kimi atıflar varsa da, bu ilişkinin pek de öyle zannedildiği gibi olmadığını peşinen söylemeliyim. Aslında ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte, mümkün olduğunca özetleyerek tarihi perspektife burada yer vermek istiyorum.

Türkiye-Singapur ilişkilerini 19. Yüzyıl son döneminde atanan konsoloslarla başlatmak, Türkiye-Endonezya ilişkilerini 16. Yüzyıl’da Açe Sultanlığı’yla ilişkilere odaklamakla aynı hatayı içinde barındırıyor. 19. Yüzyıl sonu, ticaret kapitalizminin alabildiğine yükseldiği, bölgede varlığını sürdüren İngiltere’nin, birbiriyle geçinemeyen Malay Sultanlıklarına nüfuzuyla daha da güçlü bir şekilde ortaya koymaya başladığı bir döneme tekabül eder. İngiltere, önce Penang Adası (1786) ardından Singpaur Adası (1819) ile bölgeyi yani Malay Yarımadası’nı bir anlamda çember içine alırken, tabii ki, Ada’ya hakim olanlar Singapurlu diye anılmıyordu. Ayrıca, Osmanlı’nın Singapur’a atadığı elçilerin dönemin siyasi yapısıyla ilişkiler geliştirmek gibi bir hedef yerine, Malay yarımadasınını Malaka Boğazı’nın kuzeyi ve güneyindeki Müslüman topluluklarının karşı karşıya kaldıkları sömürgecilik yönetimleri bağlamında ‘elimden ne gelebilirin’ bir cevabı olarak pratiğe yansıdığı şeklinde okumakta fayda. Bir yanıyla da, gönderilen konsolosun birkaç yıl sonra maruz kaldığı akibetin muğlaklığı da üzerinde araştırılmayı bekleyen önemli bir husus.


Dolayısıyla bugün adına Singapur denilen Ada devleti ile Türkiye arasında başladığı varsayılan ilişkinin de bu tarihsel gerçeklikle örtüşmediğini ortaya koymak gerekir. Singapur bir devlet olarak teşekkül etmesi, 2. Dünya Savaşı’nın ardından sömürgelerinden birer birer kopma eğilim gösteren İngiltere’nin aslında pek de çıkmak istemediği bir bölgede bulunuyordu. Malay Yarımadası’na geç gelen ‘milliyetçilik’ nedeniyle 1957 yılında o döneme kadar birlik olamamış Malay Sultanlıklarını bir masa etrafında toplayıp,bağımsızlığı verirken, Singapur Adası tüm tarihsel organik ilişkisine rağmen artık bir Malay toprağı değildi. Singapur Adası’nda demografik hakimiyet kadar siyasi ve entellektüel birikim Çinli göçmenlere bizzat İngilizler eliyle tevdi edildiğinden Malay Müslümanların zaten azınlıkta olan varlıkları siyasi bir yapı olarak dikkate alınamayacak kadar cılızdı. Hemen yanı başındaki Malay Sultanlarınını ise Singapur’daki Malay kardeşlerine bakışının herhalde milliyetçilik veya İslam veya her ikisi karışımı bir siyasi mücadele veremeyeceği de ortadaydı. İngiliz sömürgeciliği 1957 yılında ‘fiziki’ olarak Malay Yarımadası’ndan çıkarken Singapur Adası “Crown Colony” statüsüyle krallığa bağlı bir siyasi yapı arz ediyordu. 

Adına Malay Federasyonu denilen bağımsız siyasi yapıya rağmen, 1948’de baş gösteren Çin Komünist Gerilla hareketi sadece Malaya topraklarında değil, Singapur’da da varlığını hissettirmesi ve bu hareketin İngiltere ve müttefiki ülkelerin tüm girişimlerine rağmen 1960’lara kadar devamı, önemli bir siyasi tehdidi ortaya koyuyordu. Bu tehdit, salt İngiltere’ye karşı değil, İngiltere’nin temsil ettiği Batı siyasi sistemine karşıydı. Dolayısıyla 60’ları siyasi şartlarında gene İngilizlerin inisiyatifiyle Borneo Adası’ndaki koloniler kadar, Singapur Adası’nın da Malaya Federasyona katılımı komünizmin bölgede olası bir siyasi rejime evrilmesinin önünü almanın çözümü olarak masaya getirildi. Bu süreçte, Singapur’un siyasi liderliğini yürüten ve halen hayatta olan Lee Kuan Yew, komünist ideolojinin yaygın olduğu işçi sendikaları ki, özellikle tersane işçileri arasında yaygındı. Ayrıca lise ve yüksek öğretim kurumlarında öğrenciler arasında büyük destek bulması, Malay Müslümanlarla hiç de istemediği bir birlikteliği zorunlu kılıyordu. 

Demek ki, önce Ada’nın tarihi hakkında sağlıklı bilgi edinmek gerekir ki, bugün geliştirilmesini istediğimiz ilişkiler yerli yerine oturtulabilsin. 

13 Ekim 2014 Pazartesi

Bali Saldırılarının Referans Noktası / Reference Point of Bali Attacks

Mehmet Özay                                                                                                                  13 Ekim 2014

12 Ekim, Bali bombalamalarının 12. Yıldönümüydü. O tarihde gerçekleştirilen saldırılarda 202 kişi hayatını kaybederken bir o kadar kişi de yaralanmıştı. Bugünlerde, Endonezya’da ve Avustralya’da tek tük çıkan duygusal içerikli haberler dışında bölge medyasında bu ‘önemli’ vakıaya değinilmedi. Bu olay, sadece fikir babası Samuel Huntington’un değil, Batı entellektüellerinin en azından bir bölümünün de gizli ya da açık destekçisi olduğu ‘Medeniyetler Çatışması’ tezinin doğrulanmasına matuf bir gelişmeydi. Meseleye şöyle bakabiliriz. İlân edilmiş bir medeniyetler çatışması tezi ve bu tezin altını dolduracak pratikler gerekiyordu. Bu anlamda, 11/9, 2001’deki New York ve Washington bombalamalarının ardından, Küreselleşen terörle savaş olgusu bali bombalamalarıyla bir kareyi daha tamamlamış oluyordu.

Adına sözde İslam ülkeleri denilen bütün içinde en yoğun nüfusuyla dikkat çeken Endonezya’nin bu süreçte yer almaması çatışma tezi için bir handikaptı ve bu handikapın giderilmesi için bir yapılanmaya ihtiyaç vardı. O zaman “Endonezya bu işin içine nasıl entegre edilebilirdi?” sorusuna cevap bulunması gerekiyordu. Bu saldırılar bir anlamda iletişimin küreselleşmesinin eseri olurken, aynı zamanda terörizm ‘modasına’ bir örnek teşkil ediyordu.

12 Ekim 2002 tarihinde Bali’deki gece kulüplerine düzenlenen baskın burada eğlenen çeşitli uluslardan turistleri hedef almıyordu. Aksine, çok yalın bir şekilde söylemek gerekirse hedefte Endonezya Müslümanları ve İslamı vardı. Bunu söylerken, hayatlarını yitirenlerin aidiyetlerini göz ardı etmek veya yakınlarının acısını görmezden gelmek gibi bir kaydımız yok. Ancak, şunu da görmekte fayda var ki, küresel sistemin mimarlığını üstlenenler için hedefi tesis anlamında kullanılacak her aracın meşru oluşu, ölenlerin kimliklerini onlar nezdinde anlamsız kılabilmektedir. Bunun dünyanın değişik yerlerinden pek çok örneğini vermek mümkün.

12. Yılında bu bombalama eylemlerini nasıl değerlendirmek gerekir sorusu önemli. Öncelikle kısaca şu hususu değinelim. Bir ‘terör’ eylemi olarak ele alındığında göz altına alınan kişilerden üçünün yargılanmaları sonucu 2008’de idamları ile sorun çözüme kavuşturuldu diye düşünülebilir. Oysa, saldırıların ardındaki kişilerin başında gelen Hambali kod adlı Rıdvan Isamuddin, Tayland’da yakalandıktan sonra CIA’ye teslim edilmiş ve üç yıl boyunca bilinmeyen bir yerde -muhtemelen- Diego Garcia Adası’nda ‘sorguya çekilmiş ve ardından Küba’daki Guantamano Üssü’ne gönderilmişti. Bugüne kadar da orada tutulduğuna dair bilgiler mevcut. Öte yandan dört ülke Endonezya, Malezya, Tayland ve Filipinler hükümetleri de Hambali’yi yargılamak için bekliyor. Ancak gözlemcilerin kanaati o ki, bu ülke yetkilileri Hambali’yi yargılamak yerine ‘daha güvenli ellerde’ tutulmasından da memnun gözüküyorlar.

Yukarıda bahsi geçen kişiler ve diğerlerinin mensup olduğu yapılaşmaların küresel terör olgusu içerisinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceğine karar vermeden önce, bu yapıları oluşturan bütün parçaları birarada ele almak gerekir. Bu bağlamda, bu yapıların nasıl ve kimler tarafindan şekillendirildiği önemli. Örneğin, bu yapı içerisinde yer alanların Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur merkezine çok yakın bir yeri kendine merkez edinmesi kadar,  bu yapı içerisinde ‘kilit’ rol oynayan kimi birey/lerin Endonezya istihbaratıyla da temasını gündeme getirmek gerekir. Dolayısıyla bu terör yapılaşmalarının pür anlamda Müslüman kitlelerin Batı karşıtlığını sembolize ettiğini söylemek yetersiz kaldığı gibi, bu söylem bir tür yanlışlığı da içeriyor.

Böylesi ‘teknik’ bağlamın ötesinde, halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan Endonezya ve tüm Güneydoğu Asya Müslüman dünyası üzerinde oluşturulan bir tür psikolojik baskıdan bahsedilebilir. Bunun yanı sıra, başta çeşitli STKlar olmak üzere Müslüman kitleler toplumsal savunma pozisyonuna itildiklerini gözleniyor. Bu süreçte en önemli baskıyı üzerinde hisseden kesimlerin başında eğitim kurumları geliyor. Özellikle geleneksel dini eğitimin verildiği pondok/pesantren adı verilen yapıların terör yapılarına sözde eleman yetiştirdiği yollu iddialar, kısa sürede baskı sebebi haline gelerek bu kurumların eğitim/öğretim süreçlerine müdahaleye konu oldu.

Genel toplum kesimleri çerçevesinde ise Müslümanların tüm gelişmelerden birebir sorumlu tutulup suçluluk psikolojisine zorlanması ve savunma konumunda bırakılmaları nedeniyle toplumsal travma halini yaşamaları söz konusudur. Bu durum, akademi çevrelerinin çalışmalarından siyasilerin Batılı meslekdaşları önündeki söylemlerine kadar çeşitli boyutlarda izlenebilir.

Yukarıda zikredilen bireyler/gruplar ile kimi devlet yapıları arasındaki ilişkinin ne boyutlarda seyredebileceğine bir örnek 2009 yılı Aralık ayında Açe’de ortaya çıkartılan bir grubun faaliyetlerinde somutlaştırılabilir. İstihbarat kurumu, bir grubun varlığını bilinmesine rağmen, bir yıl boyunca Açe’nin bir bölgesinde silahlı eğitim faaliyetini sürdürüğünü belirtiyordu. Bu noktada, on yıllarca savaş bölgesi olmuş Açe’de halkın yanı başında silahlı eğitim yapan dışarlıklı kişilerin varlığına hem de bir yıl boyunca sessiz kalamayacağının bilinmesi gerekir. Toplumsal birlik ve koruma duygusunun yoğun olduğu Açe’de bırakın silahlı birlikleri sivillerin bile varlığının sıkı bir toplumsal kontrole tabi tutulması, zikredilen grubun faaliyetlerinin Açe toplumu içerisine ‘atılan bir tohum’ olarak görülmelidir.  Bu yapılanmanın ulusal boyutu kadar uluslararası çevrelere bir mesajı da vardı. O da, Açe’de şu ya da bu şekilde var olduğu bilinen ‘İslam hukuku’ uygulamasi ile terror olgusu bağlantısını kurmak.


Özetle ifade etmek gerekirse, Batı’da üretilmiş bir uluslararası siyaset teorisinin pratiğinin bir bölümü Endonezya’da ortaya kondu. Bu gelişme, ortaya ‘küreselleşen bir terör’ olgusu deyimini çıkartmakta aracı oldu. Görünürde birtakım masum insanlar hayatlarından olurken, temelde Endonezya ve bölge Müslümanları üzerinde bir sosyal baskı ve din algısı belirlenmeye çalışıldı. Bu sürecin halen devam etmekte olduğunu söyleyebiliriz.

11 Ekim 2014 Cumartesi

PKS Yanlıştan Dönebilecek mi?: İdeolojik Tutarlılık (II) (Ideological Consistency of PKS?)

Mehmet Özay                                                                                                                12 Ekim 2014

Endonezya siyasetinde son on beş yıldır dikkat çeken “Adalet ve Kalkınma Partisi” (PKS-Partai Keadilan Sejahtara) ile ilgili değerlendirmemize devam ediyoruz. Bu bölümde, özellikle PKS lider kadrosunun ve genel anlamıyla partinin temsil ettiği dini/siyasi köklerle bağı ve pratikleri arasındaki uçuruma değineceğim. Bu bağlamda, bu yazı ile PKS’in ideolojik bir tutarsızlık sergileyip sergilemediği tartışmasına katkı yapacağımızı umuyorum.

1998 yılı Mayıs ayında, Suharto’nun istifa etmesinin ve uzun süre devam eden baskı rejiminin ardından toplumda yeni arayışlar ve yeni partiler gündeme gelmeye başladı. Partilerin ortak hedefi ülkeyi yolsuzluk kulvarından kurtarmaktı. Dev bir ülke olması hasebiyle, çeşitli sosyo-etnik ve dini yapıları dikkate alındığında 1999 yılı ve sonrasında siyasi parti enflasyonuna tanık olundu. ‘Reform’ (reformasi) kavramıyla öne çıkan bu yıllarda, halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan Endonezya’da ‘İslamcı partiler’ de ulusal siyasal yaşamda yer buldu.
Endonezya uzmanı olarak tanınan ve İslam’ın bu topraklardaki varlığına atıfta bulunan Daniel Lev’in, “Endonezya’da uzun vadede İslam’ın güçlü bir moral güç olarak kabul edilmediği bir reform sürecinin yaşanmasının olanaksız olduğu” görüşünü hatırlayacak olursak, İslamcı partilerin önemli bir işlev yüklenecekleri ihtimali akla geliyor. Bu dönemde yaşananlar ve giderek artan İslamcı partilerin varlığı bu görüşünü teyit eder niteliktedir. Ancak bu partiler içerisinde PKS ideolojisinin yaslandığı temeller bağlamında diğerlerinden farklılık arz etmektedir.

Bu çerçevede, ‘Niçin PKS’i sorguluyoruz?’ sorusuna verilebilecek basit bir cevap var. PKS, kuruluş ilkeleri ve kurucu kadrolarının bağlantıları dikkate alındığında oluşumunu Mısır Müslüman Kardeşler hareketine endekslemiştir. Partiyi, siyasi bir organ olmanın ötesinde ‘sivil’ uzantılarıyla ele aldığımızda, Ortadoğu ile bağlantısı Mısır ile de ‘sınırlı’ olmadığı görülür. Hemen bu noktadan hareketle, Mısır başta olmak üzere Ortadoğu’daki diktatoryal ve cunta rejimlerine karşı Müslüman Kardeşler veya diğer İslami kökenli sosyo-siyasi hareketlerin duruşu bellidir. Bu bağlamda, Mısır’daki son gelişmeleri hatırlatmasında fayda var. Peki bu duruşu PKS’de bulmak mümkün mü?

PKS’in de içinde bulunduğu ve aralarında diğer bazı sözde İslamcı sıfatıyla zikredilen partilerin de olduğu siyasi bloğun 9 Temmuz Başkanlık seçimleri öncesinde Prabowo Subianto’ya ve de partisi Gerindra’ya verdiği destek sadece bugünün siyaseti anlamında değil, en azından 1999’da başlayan reform sürecinden bugüne kadar ülke siyasal yaşamında söz konusu partilerin nasıl bir ilkesel duruş ve ideolojik yaklaşım sergilediklerine örneklik teşkil ediyor.

Bu durumda, PKS’in Ortadoğu’daki gelişmelere karşı binlerce destekçisini meydanlara çekerek verdiği tepki ile PKS’in Endonezya siyasetinde aldığı yol arasında kayda değer bir fark olduğu görülecektir. Bu yönelim, PKS’i ilkelerinden uzaklaştırdığı gibi, Endonezya siyasal sisteminde köklü geçmişe sahip sivil ve askeri elite karşı ne türden bir siyasi duruş sergilediği sorgulanmayı hak etmektedir. Bugün, “Büyük Endonezya Hareketi Partisi” (Gerindra) ve lideri eski general Prabowo Subianto’ya verilen destek, PKS’i sadece  ulusal bir parti olarak değil, aynı zamanda ilkelerini aldığını ifade ettiği Ortadoğu ekseninden ötürü küresel bir sorgulamayı gerektirmektedir.

PKS kurulduğu günden bu yana, ülkede kronik bir hâl almış olan ve Suhartolu yıllarla özdeşleştirilen yolsuzluk konusunu birincil eylem maddesi kılmıştı. Bugüne kadar, PKS yer aldığı hükümetlerde veya temsil edildiği eyaletlerde yolsuzluk konusunda hangi siyasi ve sosyal faaliyetleriyle göz doldurucu, geniş halk kitlelerine umut vaad edici bir yönelim sergilediği meçhuldür. Kaldı ki, ülke ekonomisinde kayda değer bir belirleyiciliği olan ve toplumsal hak ve adalet duygularının rencide edilmesine neden olan yolsuzluk olgusuna karşı bugün hangi siyasiler ve siyasi oluşumlar tepki vermektedir ona bakmakta fayda var. Böylece, PKS’in siyaseten durduğu yer ile yolsuzluk olgusu arasında ne türden bir etkileşimin olduğu da ortaya koymuş olunacaktır.

Şu hususa değinelim o zaman... Gerindra ve eski general Prabowo Subianto’nun ve aralarında PKS’in de olduğu ‘Kırmızı-Beyaz İttifakı’nın karşı çıktığı kişi Devlet Başkanlığı’na seçilen Joko Widodo’dur. Hemen hatırlatayım. Bu bir ‘Jokowi’ yazısı değil. Sadece Jokowi’yi bu süreçte öne çıkartan ‘değer’e değineceğim. Joko Widodo, önce Solo (Surakarta) ardından başkent Cakarta yönetimi sırasında gerek yerel yasama süreçlerinde gerekse gündelik pratiklerde yolsuzlukların üzerine gitmesiyle tanınıyor. Zaten, ne köklü bir siyasi geçmişi olan ne de herhangi bir siyasi parti ile ideolojik bağlamda etkileşimi olan Joko Widodo’yu görece çok kısa sürede yerel yönetim siyasi çevresinden ulusal siyasetin gündemine gelmesindeki yegâne değer onun yolsuzluk karşısındaki sahici tutumunda aramak gerekir.


Tabii bu noktada gene 9 Nisan parlamento seçimleri öncesinde Açe’de, Golkar Partisi Açe Başkanı ile yaptığım görüşmeyi hatırlıyorum. Süleyman Abda, “Jokowi’yi öne çıkartacak orijinal bir duruş göremiyorum. Basının promosyonuyla bugünlere gelmiş bir kişi. Beni de bu şekilde öne çıkartsalar ben de bugün ulusal bir siyasi figür olurdum” bağlamındaki sözü üzerinde düşünülmeyi gerektiriyor. Elbette yerel ve ulusal siyasette basının ‘promosyon’ gücü göz ardı edilemez. Ancak Joko Widodo gibi, orta halli bir esnaf yaşamında edindiği tecrübe ve toplumsal çevresine yaydığı imaj ile Solo Belediye Başkanlığına getirildi. Süreç bu şekilde başladı. Solo şehri halkını bu anlamda tetikleyecek bir basın imajinasyonu olduğunu ve Joko Widodo’nun yükselişini salt buna bağlamak sağlıklı bir yaklaşım değil. Halkın sürekli destek verdiği ve kendine yakın hissettiği bu ‘yeni politik figür’e karşı geliştirilen ittifak ise ‘eski toplar/tüfekler’den mütevellid. PKS de ideolojik olarak bu ‘eskiliğin’ yanında yer almayı tercih etti. Peki PKS bu yanlıştan dönebilecek mi? 

8 Ekim 2014 Çarşamba

PKS Yanlıştan Dönebilecek mi?

Mehmet Özay                                                                                                                     9 Ekim 2014

PKS, yani ‘Partai Keadilan Sejahtera’, yani Adalet ve Kalkınma Partisi, Endonezya siyasi yaşamında kayda değer bir ağırlığı olan siyasi hareket. Hemen burada başlığa dikkat çekerek PKS ne gibi bir hata yapmıştır da dönmesi beklenmektedir sorusuna verilecek cevap 9 Temmuz 2014 tarihinde yapılan Başkanlık seçimleri öncesi ve sonrasındaki gelişmeler çerçevesinde PKS’in izlediği stratejilerle bağlantılıdır. Yukarıdaki soruya hemen burada doğrudan cevap vermek yerine, Parti’nin oluşum ve gelişim sürecine kısaca göz atmakta fayda var.

Ancak PKS gibi bir partinin sadece Endonezya siyasetinde değil, çeşitli ülkelerdeki benzeri yapılarla ve partiye organik olsun veya olmasın bağlı birimleriyle adına STK denilen yapılarla ilişkileri dikkate alındığında Endonezya bağlamının ötesinde bir anlama sahip olduğunu hatırlatmak gerekir.  
PKS, tıpkı diğerleri gibi, Endonezya modern siyasi tarihinin en önemli hadiselerinden biri olan Suharto’nun 32 yıllık iktidarının 1998 yılı Mayıs ayında sona ermesiyle başlayan reform sürecinin ürettiği bir parti. 1998 yılında ‘Adalet Partisi’ 2002 yılında adını Adalet ve Kalkınma Partisi olarak değiştirdi. Kuruluşundan itibaren partinin hedefi ülkeyi yolsuzluklardan temizlemekti. Kimi ülkelerdeki benzeri partilerle aynı adı taşıyan PKS, kuruluş ilkeleri noktasında Mısır’daki Müslüman Kardeşler’i (Ihvan’ul Muslimin) örnek almıştır. Bu örneklik, temelde partinin önde gelen kadrolarının Mısır’da eğitim görmüş olmalarının payı büyüktür.

1999 yılından başlayarak birkaç yıl içinde kurulan ve sayısı 150’yi bulan siyasi partilerden 42’si kendisini İslami Parti olarak tanımlıyordu. PKS de bunlardan biriydi. PKS’i diğer partilerden ayıran karakteristik Mısır’da eğitim görmüş kadroların yanı sıra, genç kitleleri yani lise ve üniversite öğrencilerini kampüslerde eğitmek suretiyle bir tür ‘tebliğ’ hareketi olarak yaygınlık gösterdi. Bu özelliğini bugünde devam ettirdiğini söylemek mümkün. Parti, Endonezya’nın siyasi yaşamını belirleyen ve ‘senkretik’ İslam anlayışıyla öne çıkan Cava Adası politika çevrelerince ‘radikal’ bir ekol olarak değerlendirildiği biliniyor. Kurulduğundan kısa bir süre sonra yapılan parlamento seçimlerinde yüzde 1.7 oy oranıyla %2 barajını geçemeyen parti, 2004 seçimlerinde Parti 2004 seçimlerinde yüzde 7.3’lik oyla yedinci büyük parti olarak dikkat çekti. Bu oy oranındaki artıştan hareketle parti sempatizanları arasında bir iki seçim sonrasında ülke Devlet Başkanını çıkartabilecek bir umut doğurmuştu. Ancak  son iki seçimde parti bu umudu gerçeğe dönüştürebilecek bir siyasi başarı yakalayabilmiş değil. Örneğin, 2009 seçimlerinde ise oy oranını biraz daha artırdı ve %7.8’lik temsil kazandı. 2014 seçimlerinde ise oy oranı %6.79’a düşmüş, sıralamada yedinci parti olmayı sürdürmüştür.

Endonezya şartlarında başarı olarak kabul edilebilecek bu siyasi başarı partinin çok kaba tabirle söylemek gerekirse, okumuş yazmış Müslüman kesimin yoğun olduğu şehir merkezlerinde kendini göstermesiyle dikkat çeker. Ancak ülke genel itibarıyla kırsal ve geleneksel toplum yapısının başat olması, parti hedefleri ile toplumsal gerçeklerin örtüşmediğini ortaya koyar. Aslında, kendini islami bir parti olarak ortaya koyan PKS, halkının yüzde 80’i aşkın bölümünün Müslüman olduğu bir ülkede ideolojisini bu kitleleri kuşatacak boyutlara taşımamasıyla da bir handikapa imza attığını ileri sürebiliriz.

Bu çerçevede, sadece Endonezya sosyo-siyasi ikliminde değil, Batılı araştırma kurumlarınca da ülkenin İslami hassasiyetin en yaygın olduğu bölge kabul edilen Açe Eyaleti’nde PKS’in varlığı oldukça sınırlıdır. Normal şartlarda Açe’lilerin PKS’e destek vermeleri beklenir. Ancak PKS ne barış anlaşmasından önce ne de sonrasında ortaya koyduğu politikalar ile Açe halkının taleplerini karşılayabilecek birperformans sergileyebilmiştir. Öyle ki, PKS’le bağlantılı bir STK, Açe’de faaliyet gösteren uluslararası bir kurumun yetim projesine katıldığı bilinen PKS’e bağlı bir STK, söz konusu projedeki yanlışlıkları, hataları, suistimalleri ve yolsuzluk iddialarını yakinen bilmesine rağmen, projede yer alabilmek için susmayı tercih edebilmiştir. Bunu ‘yetim’ kosunuda çokça hassas olduklarını iddia eden çevrelerin varlığını bildiğimiz için gündeme getiriyorum. Öte yandan, Açe Eyaleti’nin barış anlaşması sonrasında ihtiyaç duyduğu en önemli hususların başında gelen sosyo-ekonomik kalkınma noktasında, Eyalet Parlamentosu’ndaki PKS milletvekillerinin çalışmalarında veya seçim öncesi kampanyalardaki söylemlerde de Açe’ye dair sosyal değişimi kontrollü bir şekilde ortaya koyabilecek ve Açe’nin orta vadede gelişimine katkı yapabilecek girişimleri görmek mümkün değildir.Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak bu kadarı kafi...

Büyük vaatlerle gelen PKS, katıldığı son üç seçimde yılda oy oranı %10’u dahi bulmamış bir siyasi parti, ülke politik dengeleri içerisinde kendine yer bulabilmesi, temelde bu partinin ilkeleri, ideolojisi, ülkeyi kalkındırma sürecine dair politikalarının dışında bir nedendir. Söz konusu dengeler partiyi parlamentoda belirli bir konuma getirirken, başkanlık sistemi bağlamında kurulan ittifaklar sayesinde de hükümette birkaç bakanlık alabilmiştir. Ancak parlamentoda yer işgal ettiği 2004’den bu yana PKS, ne bağlı olduğu söylenen İslamcı kökler çerçevesinde siyasi hareketinde sağlıklı bir duruş sergileyebilmiş, ne de ülke kalkınmasında kalıcı politikaların üretilmesinde bir katkı ortaya koyabilmiştir. Aksine, aradan geçen yıllar zarfında aralarında parti başkanı, bakan ve milletvekilleri olmak üzere adı yolsuzluklara karışan ve bu nedenle mahkum olanlar vardır.

Tabii, Endonezya derin siyaseti içerisinde PKS gibi İslamcı kökenden geldiği iddia edilen bir partiye yönelik ‘siyasi suikastlar’ olabilme ihtimalini bir kenara not edibilir. Kaldı ki, PKS bağlıları liderlerinin büyük yolsuzluk suçlamalarına maruz kalmalarını ‘İsrail plânı’ olduğunu ileri sürebilecek kadar işi uluslararası boyutlara taşıyabilmektedir. Tabii işin içine İsrail girince, akan suların durması mı, yoksa hakikaten PKS’in yukarıda dile getirilen hususlardaki acziyeti mi söz konusu diye sormak gerekir. Yani PKS, bir iç muhasebe imkânını henüz değerlendirebilmiş değil. Bunun en son örneğini, 9 Temmuz başkanlık seçimleri öncesi ve sonrasındaki tutumunda bulmak mümkün.

Biraz öncesine gidelim...

17 Mayıs 2014 tarihinde yani parlamento seçimlerinin yapıldığı 9 Nisan tarihinden kısa bir süre sonra, başkanlık seçimi hazırlıklarının odağında PKS lideri Anis Matta, yaptığı basın açıklamasında ‘iktidar da veya muhalefette olsun Gerindra’yı -‘Büyük Endonezya Partisi’- destekleyeceğiz’ açıklamasıyla adına İslamcı parti denilen bir siyasi yapının geçmişi karanlıklarla dolu eski General Prabowo Subianto’nun başında olduğu partiye yeşil ışık yakıyordu. Susilo Bambang Yudhoyono’nun başkanlığında geçen son beş yılda hükümette yer aldığı bakanlıklar bağlamında adı epeyce yolsuzlukla anılmış PKS, reformcu lider olarak bilinen SBY ile geçinememiştir.

Peki PKS, niçin Prabowo’yu desteklememeliydi sorusuna gelelim. Prabowo, ailevi bağı bir yana ülkeyi 32 yıl boyunca yönetmiş ‘güler yüzlü Cava Kralı’ Suharto’nun siyasi mirasını devralmış bir emekli generaldir. Komutan olduğu yıllarda insan hakları, özgürlükler noktasında ortaya koyduğu performans nedeniyle hakkında ciddi iddialar bulunan bir kişidir. Bu özelliklerine rağmen, ordudan ‘atılmasından’ sonra, ülke siyasi elitine mensubiyetinden ötürü soluğu sivil siyasette almayı tercih etmiş, bununla da kalmamış ülkeye başkan olmayı her şeye rağmen gerçekleştirmeyi hedeflemiş bir kişidir. 9 Temmuz başkanlık seçimleri öncesinde de yapılan kamuoyu yoklamalarında Endonezya halkının bir bölümü -anlaşılabilir nedenlerle- asker kökenli olmasından hareketle Prabowo’nun ‘güçlü bir siyasetçi’ olduğu hükmüne varmıştı. Tabii bu güçlülük ile SBY’ın gene mecbur olduğu ittifaklara mahkum oluşundan neşet eden pasifliğinin ters orantılı bir ilişkisi olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. 9 Temmuz seçimleri sonrasında, diyelim ki, Prabowo başkan seçilseydi, SBY’dan daha mı aktif olacaktı sorusunu gündeme getirmek gerekir. Çünkü tıpkı SBY gibi, Prabowo da ittifaklarla başkanlığa getirilmiş olacaktı. Dolayısıyla, ülke siyasi gerçekliği temelinden hareket edildiği, ortada bir farklılık bulunmuyor.

PKS’i bir İslamcı parti olarak değil de, ülkenin sıradan partilerinden biri kabul edersek, siyasi çıkarlar doğrultusunda Prabowo ile ittifak kurmasında bir sakınca görülmeyebilir. Nihayetinde, Endonezya’da siyaset maddi çıkarlarla birinci elden ilintili bir müessesedir. Bu müesseseyi değiştirmeye matuf girişimlerde bulunulmayacaksa, adı İslamcı olmuş veya olmamış siyasi gerçeklikte bir yer ifade etmiyor. Bir alternatif olarak, İslamcı kimliğini gene bir kenara bırakıp, toplumsal yapıdaki bozuklukları onarmaya kendini adamış seküler bir siyasi parti kabul ettiğimizde, PKS’in Prabowo veya benzeri yapılarla birarada olamayacağı da ortaya çıkar. Tüm bu alternatifler içerisinde kendini hala İslamcı bir parti olarak tanımlıyorsa PKS’in Prabowo ile yan yanalığındaki tuhaflığı açıklamak mümkün değil. Burada birileri kalkıp, Joko Widodo’nun durduğu siyasi yerden hareketle, PKS’in Prabowo’ya mahkum olduğunu söylemesi de sorunu çözmüyor. Sorun PKS’in siyasi duruşunda.


Kurulduğu ilk yıllarda parti yöneticileri, kendilerini yolsuzluklarla mücadeleye adayacağını ileri sürmüştü. Ancak gelinen noktada, parti üyeleri sadece maddi yolsuzluk çemberinin içine düşmemiş, siyasi yolsuzlukla da anılır olmuştur. Bu nedenledir ki, PKS mensuplarının kuruluş hedefleri üzerinde yeniden çalışmaları ve aradan geçen süre zarfında yapılan hataları tek tek deşifre etmeleri gerekiyor. Ya da, tıpkı mevcut partiler gibi, ülke siyasi yaşamında kurulu düzeni değiştirmek değil, onu tahkim edecek politikalarla meşgul olan bir parti olarak yer almaya devam etmeyi tercih edecektir.

7 Ekim 2014 Salı

21. Yüzyıl Asya’sında Demokrasi Görünümleri / Democratic Outlook in Asian Century

Mehmet Özay                                                                                                                    8 Ekim 2014

ABD’nin Ortadoğu ile ve de bununla bağlantılı olarak Afganistan özelinde yaklaşık 15 yıldır sürdürdüğü sıcak hesaplaşmadan geriye ne kaldığı soruları ciddi bir şekilde gündeme getirilirken, yine bu ülkenin 21. Yüzyılda Asya’ya biçtiği rol üzerine de düşünmekte fayda var. Ortadoğu’da işler neredeyse diktatörler dönemini aratacak kadar içinden çıkılmaz bir hâl alırken; Sovyetler Birliği’ne karşı verdiği asil mücadele ile öne çıkmış Afganistan’da, ABD sonrası için sosyo-siyasi düzene çeki düzen verecek belirlenimlerden uzak bir görünüm sergiliyor.

ABD’nin bu hedeflere yönelik tuttuğu hesabın getirisinin ne olduğu bir yana, Asya kıtasının Doğu ve Güneydoğu’suna yönelik hesaplarını nasıl belirleyeceği de muğlaklığını koruyor. Çünkü, ABD dünyada kurulu düzenini devam ettirme mücadelesi verirken, tekil ülkeler ve bölgeler piyon oyuncular olarak varlıklarını sürdürüyor. Bazı ülkeler bu piyonluğu bile isteye kabul ederken, bazıları da buna zorlanıyor. Bu çerçevede ABD, Ortadoğu ve Afganistan’da demokratikleşme, sivil yaşam, liberal değerler ve ekonomi gibi olguları enjekte işinde başarısız olurken, Doğu ve Güneydoğu Asya ülkeleri de benzer bir krizle karşı karşıya. Veya böylesi bir krizin yeniden nüksetmekte olduğuna tanık oluyor.

Tabii, şu gerçeği ortaya koymakta yarar var. Ortadoğu ve Afganistan ile Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinin hangi parametrelerle karşılaştırılabilirliği konusu önemli bir çalışmayı gerektiriyor. Ancak özne olma koşulunu zorlayan ABD bağlamında bakıldığında, yukarıda da değinilen Batılı değerler silsilesinin, ya zorla ya gönüllü olarak bu toplumlarca kabulü yolunda bir beklenti söz konusu. Ancak bu beklentinin gerçeklikte nereye tekabül ettiğine bir bakalım.

Bütün bir 21. Yüzyıl için gelecek vaad ettiği vurgusu ile öne çık/artıla/n Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinde demokrasinin geniş kitleler nezdinde ne şekilde teveccüh bulduğu; siyasi ve yönetimsel elitin gündeminde -Batı demokrasisi gibi olmasa da, buna yakın bir sosyo-siyasi rejimin varlığını hakim kılacak yapılanmaya dair ne denli ciddi çabaların sergilendiği konusu giderek şüpheli bir hâl alıyor. Bu durumda insan durup, acaba ABD’nin içine bulandığı Ortadoğu ve Afganistan’nın Doğu ve Güneydoğu Asya toplumları için gizliden gizliye bir modelliği mi söz konusu diye sormak istiyor. Öyle ya, olan bitenden hareketle değerlendirilecek olursa, tabiri caizse bir orman kanunu işlevselliğinin(!) arz-ı endam ettiğine tanık olunduğunu söyleyemez miyiz? Adı ve kimliği ne olursa olsun, Ortadoğu ve Afganistan özelinde vuku bulan gelişmelere konu olan halkların bir açmaz içinde olduğu epeydir gündemde yer işgal ediyor. ABD, bu iki bölgede ‘rolünü’ tamamlamamışken, birden gözünü Doğu ve Güneydoğu Asya’ya çevirmesi acaba bir kaçış olarak yorumlanamaz mı?

Bu çerçevede Doğu ve Güneydoğu Asya’ya biraz daha yakından bakalım...

Bir yanında küresel ekonomide ABD’nin ardından ikinci sırada gelmiş ve ardından yaklaşık yirmi yıllık durgunluk sürecine konu olmuş Japonya; öte yanda aynı süreci sürekli kalkınma hamleleri ile karşılamış ve Japonya’nın yerini almış Çin; ve bu iki gücün minyatürü bir gelişmeye konu olmuş Güney Kore ve Çin’in yavrusu Tayvan’ın yer aldığı Doğu Asya’ya bakarken; ASEAN ile belleklere kazınmış ve içinde on ülkenin yer aldığı Güneydoğu Asya’yı da unutmayalım.

ABD’nin bölgeye gelmesindeki başat neden olan ekonomik olarak yükselmekte olan Çin olduğu söylenegeliyor. Çin’in bugünkü ekonomik göstergelere ulaşmasında temel destekçisinin ABD olduğu ise es geçiliyor. Ancak ABD, yatırımları, fonları, destekleri ile gelirken öncelliğinin ‘insan hakları/demokrasi’ gibi değerler olduğu söylemi öne çıkarken, neredeyse son otuz yılda Çin’in yükselirken bu değerleri nasıl algıladığı ve pratikte nasıl bir yere oturttuğu sorusu hala ortada duruyor. Hem de Hong Kong’da Eylül ayı başından bu yana süren gelişmeler ışığında... Aslında Hong Kong’da sergilenen tutum yeni değil. 1989 yılında Tiannanmen Meydanı kuşatan bir milyona yakın ‘demokrasi bağlısı’ Çin’liye Çin Komünist Partisi’nin nasıl bir karşılık verdiği zihinlerde tazeliğini koruyor. O dönem, henüz Çin’in ‘otonom’ bölgesi değilken Hong Konglular Tiannanmen Meydanı özgürlükçülerine en büyük desteği veriyordu. Bugün aradan geçen süreye, Çin’in küresel ekonominin kurallarına bağlılığına, modernleşme sürecinde hızla adım atmasına rağmen, demokrasi ile barışamamış olması önemli bir handikap olarak beliriyor. Çin’in içinde bulunduğu handikabın daha da derinleşmesinde, Hong Kong’un otonom bölge statüsüyle İngiltere Krallığı’ndan 1997 yılında Çin’e geçmesinde vaad edilen kimi hakları vermemekte direnmesi yer alıyor. Hong Konglulara verilecek demokratik hak -ki, bugünlerde verilen mücadele 2017 yılında Ada Valisini halk mı seçecek yoksa Ada’da yaşam süren ancak ana kara parçasında komünist partiye endeksli bireylerin bulunduğu 1200 kişilik konseyce mi belirlenecek bağlamında sürüyor-, ülkedeki diğer eyaletler için de, örneğin başta Sincan (Doğu Türkistan), Tibet olmak üzere neredeyse tüm bölgeler- geçerli kılınmak istenebilir. Bu ise Çin siyasi sisteminin sonu anlamına gelir. Bu sonu getirmemek için sözde reformcu yüzüyle öne çıkan Xi Jinping yönetiminin gerektiğinde ‘Tiannanmen kuralını’ oynamaktan çekinmeyeceği de gözlemcilerin dikkat çektiği bir husus.

Buradan Güneydoğu Asya’nın iki önemli ülkesine yani Endonezya ve Tayland’a geçelim..

Endonezya tek parti değilse bile tek adam dönemini 1965 yılı Ekim ayından 1998 yılı Mayıs ayına kadar Suharto ile yaşadı. 1998 yılı ülkenin uzun 20. Yüzyılının sonu anlamına geliyordu ve adına ‘demokrasi’ denilen bir sisteme geçişi simgeliyordu. Bugüne kadar süren ve adına ‘reform’ denilen süreç bitmiş değil. Bitmediği gibi, kimilerinin sona erdiğini zannettiği Suhartolu yıllara, Suharto politikalarına dönüş anlamı taşıyan gelişmelere konu olmasıyla tedirginlik yaratıyor. Gene burada da bir ABD katışımına rastlanıyor. 1965 yılı 30 Eylül’ünde gerçekleşen askeri darbenin öncesi ve sonrası ABD’nin Endonezya siyasetine nüfuzunu epeyce güçlendiriyor. 1998 Mayıs ayından sonra ‘güçlü bir ülke’ olarak ortaya çıkma azmindeki ülke, bugün kısır bir döngünün içinde. Ülkenin ekonomik yapılanmasına bakıldığında, Çin gibi liberal ekonomik yapının var olup olmadığı gibi bir belirsizlikle karşı karşıyayız. Ekonomisine daha çok ‘yolsuzluk ekonomisi’ denilen ülkenin, önemli petrol ve diğer maden kaynaklarının işleticisi konumundaki şirketlere bakıldığında gene ABD kökenli oldukları görülüyor. Aynı ABD, insan hakları/demokratikleşmelerle başı epeyce dertte olan Endonezya’ya enerji kaynakları dolayısıyla ‘mahkum’ bir görünüm sergiliyor. ABD’de eğitim görmüş Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) devlet başkanı olması sadece ülke yönetiminin biraz daha ‘şirin’ görünmesine neden oluyor o kadar. Çünkü aynı SBY döneminde yolsuzluklar en küçük birim köylerden başkentin bakanlığın ‘aydınlık’ labirerntlerine kadar sınır tanımayarak ilerleyişini sürdürdü. Ve halkın ilçe/il belediye başkanları ve valilerini seçme hakkının geri alınması örneğinde görülen gelişmeler kar-topu modeliyle anlatılabilecek şekilde vücud bulurken, SBY tarih kitaplarına belki de, reformcu başkandan, Suhartolu yıllara geçişi olanak tanıyan başkan olarak geçecek.  
Üçüncü örneğimiz yine Güneydoğu Asya’dan...

Soğuk Savaş yıllarında, Filipinlerle birlikte ABD’nin en önemli müttefiki konumundaki Tayland. Budist-monarşi ve siyasi elit-asker yapılaşmasının gücünden pek de bir şey kaybetmediği ülkeden bahsediyoruz. Modern tarihi boyunca yirmiye varan darbe ve darbemsi girişim, anayasasının sürekli yeniden yazılma süreçlerine konu olduğu; Kral’ın siyasi yapıya müdahalesinin sanki bir Kutsal el’in dokunması gibi sabırsızlıklar beklendiği ve kutsandığı bir siyasi yapı. Adına nasıl bir siyasi rejim denilebileceği müşkül olan, Ordunun Kral adına hareket ettiği ve gerektiğinde, şu veya bu şekilde var olan ‘seçim hakkıyla’ mevcut yönetimi idare hakkı kazananların görevden alınabildiği ve her şeyin sıfırlandığı bir ülkeden bahsediyoruz. Bir karşılaştırma babında söylemek gerekirse, Çin’in imalat sanayiindeki gelişimini çok önceden yakalamış; bu bağlamda başta ABD’nin bölgedeki jandarması konumundaki Japonya olmak üzere Batılı ulusaşırı şirketlerin yatırımlarına konu olmuş; turizmi ile Avrupalıların cazibe merkezi haline gelmiş bir ülke. Özetle Kralın kutsallığının demokrasinin sekülerliğini yendiği bir Tayland var karşımızda.


Bu üç ülke özelinde bakarak, 21. yüzyılı temsil edebilecek bir Doğu ve Güneydoğu Asya yapısı karşımızda duruyor mu sorusu üzerinde düşünelim.