29 Nisan 2021 Perşembe

Amerika’da Biden yönetiminin ilk üç ayı ve Asya-Pasifik / The first quarter of the Biden administration in the US and Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                            29.04.2021

ABD’de Joe Biden döneminin ilk üç ayı biterken, ortaya konulan görüntünün iç politika ve dış ilişkiler olmak üzere iki temel belirleyici yanı bulunuyor.

İç politikada, dünyanın bir numaralı ekonomisinde yoksullukla mücadele öne çıkarken, dış politikada temel hedef büyüyen ve tehdit unsuru kabul edilen Çin’e karşı geniş bir konsensus oluşturma hedefine kilitleniyor. Biden, bu noktada, ABD dış politikasına yeni bir paradima getirmeye çalışarak “21. Yüzyılda Çin ve diğerlerine üstün gelme” olarak belirliyor.

Biden, konuşmasında bu hususu, “ulusun yeniden inşası” kavramıyla gündeme getirdi. “İnşa” kelimesinin iki temel anlamını hem maddi hem manevi olduğu şu anki Amerikan şartlarında anlamak güç değil.

Afrika kökenli Amerikalılar merkezli olmakla birlikte tüm beyaz-dışındakileri içine alan, ırk temelli ayrım ve bunun tarihsel nedenleri kadar ekonomik bağlamındaki önemi bir yandan farklı ırklar ile farklı ekonomik sınıflar arasındaki kopuşa işaret ediyor.

Maddi anlamda inşa ise, ülkenin ‘eskiyen yüzünü değiştirmek’. Biden yönetimi ise, Çin’in ekonomik büyümesinde önemli bir enstrüman olan ülke içi alt yapı faaliyetlerinin bir benzerini yapmaya hazırlanıyor. Yani alt yapı çalışmalarıyla yeni döneme ‘Biden mührünü’ vurmak. İşte Biden’in “yeniden inşa”dan kastettiği de buydu.

Üç ayın bilançosu

Biden yönetiminin ilk üç ayı kovid-19’la mücadele öncellenmesine karşın, hiç kuşku yok ki, herkesin aklında, Amerikan toplumunda toplumsal adaletin tesisine yönelik çabalar yer alıyor.

Hem kovid-19 çerçevesinde alınan ekonomik tedbirler, hem de henüz yasalaşmayı bekleyen yeni vergi reformu ülkenin yüzde birini oluşturan zenginlerin ellerini ceplerine atmalarıyla gerçekleşebilecek.

Bununla birlikte, bu her iki konunun yani kovid-19 ekonomik tedbirleri ve vergi yasası, George Floyd’un geçen yıl hayatını kaybetmesine neden olan gelişmeyle yeniden gündeme gelen ırk temelli ayrışmayla mücadeledeki gizli/açık ilişkisi bulunuyor.

Öte yandan, Biden yönetiminin kovid-19 ve genel itibarıyla vergi reformunun temel hedefinin Afrika kökenli Amerikalıların maruz kaldıkları ayrımcılığın ekonomik boyutlarını iyileştirme hedefi olup olduğuna dair bir açıklaması bulunmuyor.

Kaldı ki, böyle bir açıklamayı gerçekleştirebilecek bir siyaset ortamının olduğunu söylemekte güç. En azından hedefte böylesine Afro-Amerikalılar başta olmak üzere ‘beyazlar dışındaki’ toplumsal kesimleri kapsayacak “pozitif ayrımcılığa” yönelik bir çabanın olduğunu söylemek güç.

Bunun en temel nedeni, Demokratların senatoda küçük bir farkla çoğunluğu oluştursalar da, bunun reform çabasını destekleyecek boyutta olmaması, Biden’ı Cumhuriyetçilerle işbirliğine zorluyor. Dünkü konuşmasında da zaten öne çıkan vurucu unsur buydu. Bundan daha ötesi, ABD toplumunun genel itibarıyla böylesi bir “pozitif ayrımcılığı” kabul edebilecek bir ‘moral’ yapısının olup olmamasıyla bağlantılı.

Joe Biden, bir yandan vergi reformu, göç ve ateşli silahların kontrolüne yönelik yasa çalışmalarında öte yandan, Çin’in tehditvari çıkışlarına karşı alınacak tedbirlerde ulusal bir çizginin belirlenmesinde işbirliği çağrısı yapması boşuna değildi.

Dolayısıyla aradan güç üç aylık süre zarfında ortaya konulanın -mış’lı,-miş’li bir süreç olduğuna işaret ediyor.

Çin’den geri adım atmasını beklemek

Uluslararası ilişkiler noktasında Çin öncelikli yapılanma, geçenlerde de kaleme aldığımız üzere Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in taraflar arasında Alaska’da yapılan toplantıda Çin’e yönelik ağır ifadelerinden ibaret kalmış gözüküyor.

Çin yönetimi, ABD’nin şimdilik sözlü baskısı karşısında ne Güney Çin Denizi ve Hong Kong, ne Tayvan ve Uygur konusunda geri adım atmayacağını ifade ettiği gibi, özellikle sadece bölgesel değil, küresel bir öneme sahip olan Güney Çin Denizi’ndeki askeri varlığını pekiştirmeye ve/ya bir başka deyişle, var olan konumunu sürdürülebilir kılmaya çalıştığına dair politikalarına devam ediyor.

Çin’in ABD için bir diğer önemli yönü ekonomik istikrarını tüm handikaplara karşın yürütme eğiliminde olması.

Kovid-19 süreci hariç olmak üzere son birkaç yılda büyüme rakamları düşse de, Çin yönetimi bu süreci tersine çevirecek adımları sadece Asya-Pasifik bölgesinin değil, küresel anlamda ekonomin canlanmasını sağlayabilecek Bölgesel Kapsamlı Ekonomik İşbirliği (Regional Comprehensive Economic Partnership-RCEP) örneğinde olduğu gibi atmayı arzu ediyor.

Biden yönetiminin Çin’e karşı genişletilmesi arzu edilen konsensüsün iç ve dış unsurları bulunuyor. İç unsur Cumhuriyetçilerin desteğinin alınmasıyla ortaya çıkabilecek. Dış unsur ise, bu ayın ortalarında Japonya başbakanı Yoshihide Suga’nın Washington ziyaretiyle bir anlamda güncellenen ittifakın başka ortaklarla güçlenmesi hedefinin gerçekleştirilmesine bağlı.

Hint-Pasifik vurgusu somutlaşabilir mi?

Bu gelişmede yeni parametre, ABD’nin 21. Yüzyıl Asya Çağı’nda hedefinde Asya-Pasifik alanından Hint-Pasifik’e geçişine işaret edecek şekilde, Hindistan’ın yeni ittifak yapısının güçlü bir unsuru olabilmesiyle bağlantılı.

ABD yönetiminin “Dörtlü Ortak” (Quad Alliance) adıyla gündeme getirdiği bu oluşumda Japonya ve Hindistan’ın yanı sıra Avustralya da yer alıyor. 

Güney Çin Denizi merkezli gelişen egemenlik iddiaları ile uluslararası seyir serbestiyeti olgusunun çatışması, bölgede Çin ve ABD donanma ve hava kuvvetlerinin varlığının artışını gündeme getiriyor.

Öyle ki, Biden yönetimi ile birlikte, bölgedeki varlığının yüzde 20 artış göstermesi bir yandan Çin’e göz dağı anlamı taşırken, aynı zamanda Çin’in de aynı ölçüde mevcut askeri varlığını güçlendirmesine neden oluyor.

Biden yönetiminin hedefinde söz konusu bu yeni ittifak gücü ile Hint-Pasifik bölgesini ‘Asya Nato’suna dönüştürme hedefinde gayet iddialı olmakla birlikte, aynı zamanda gayet tehlikeli bir sürece işaret ediyor.

Biden yönetiminin ilk üç ayı kovid-19 sürecinin atlatılmasına yönelik tedbirlerin öne çıktığı bir süreç olurken, gerek iç reformlar gerekse Çin karşısında sürdürülebilir bir politika için Cumhuriyetçilerin desteğine bağlı.

Bu çerçevede, Mayıs ayı içinde Cumhuriyetçilerin önde gelen liderlerle yapılacak görüşme kadar, Singapur’da olası bir Çin-ABD görüşmesi de Biden yönetiminin önümüzdeki dönemde politika stratejilerinde ne şekilde yol alacağını belirleyecektir.

İç politikada Cumhuriyetçilerin ‘sosyalist’, dış politikada Çin yönetiminin ‘demokratik idealleri empoze eden’ suçlamasına maruz kalan Joe Biden yönetiminin bu iki unsurla nasıl baş edeceğini izlemeye devam edeceğiz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/04/29/amerikada-biden-yonetiminin-ilk-uc-ayi-ve-asya-pasifik-the-first-quarter-of-the-biden-administration-in-the-us-and-asia-pacific/

27 Nisan 2021 Salı

ASEAN Myanmar’da darbe sürecini değiştirebilir mi? / Can ASEAN change the course of the coup process in Myanmar?

Mehmet Özay                                                                                                                            26.04.2021

Myanmar’da 1 Şubat’ta yaşanan darbenin ardından ilk uluslararası inisiyatif ASEAN tarafından gerçekleştirildi. Cakarta’daki ASEAN genel sekreterliği’nde hafta sonu yapılan toplantılar, Myanmar’da darbe ile oluşan siyasi ve insani krizi çözmeye yönelik bir adım olarak değerlendiriliyor.

Görüşmeler sonrasında beş maddelik konsensüs kararı Endonezya devlet başkanı Joko Widodo (Jokowi) tarafından açıklandı.

Bu kararlar şöyle: mevcut şiddet ortamına son verilmesi; taraflar arasında yapıcı diyaloglara başlanması; Myanmar’a insani yardım ulaştırılması (özellikle Tayland sınırında yaşanan göç hareketliliği nedeniyle insani yardımın aciliyet teşkil ediyor);müzakeler için özel bir elçinin atanması (bu noktada, ASEAN 2021 dönem başkanlığını yürüten  Bruyen Sultanlığı’nın dışişleri bakanı görevlendirilecek) ve özel heyetin Myanmar’ı ziyaretinin gerçekleştirilmesi.

Hlaing, Prayut’u model alıyor

Myanmar cunta yönetiminin bu taleplere nasıl karşılık vereceğini ise kısa vadede görmek mümkün olacak. Ancak toplantılara katılan darbeci general Min Augn Hlaing, Cakarta’daki toplantılarda görüştüğü bir kişi var ki, aslında üzerine eğinilmesi gereken bu husustur. O da, Tayland başbakanı Prayut Chan-o-cha.

Min Augn Hlaing’ın kendisine yakın hissettiği ismin Tayland darbeci general / sivil başbakan Prayut Chan-o-cha olması şaşırtıcı değildir.

Prayut da, 2014 darbesinin ardından bir iki yıl içerisinde seçimlerin yapılacağını ilân etmişti. Ancak bu vaad gerçekleşmediği gibi, darbeci askeri hükümetin oluşturulmasına olanak tanıyacak bir anayasanın kabulünün ardından ve ancak beş yıl geçtikten sonra seçimlere gidilmişti.

Bunun ardından, beklendiği üzere Tayland’da darbe sonrası darbeci generallerden oluşan sivil görünümlü bir hükümet kurulmuştu.

Bugün de Myanmar’da Tatmadaw lideri general Min Augn Hlaing benzer bir sürecin peşinde. Darbenin ardından bir yıl içerisinde seçimlerin yapılacağı açıklaması, bugün yerini iki yıla bırakmış durumda.

NUG ve meşruiyet

Söz konusu toplantının varlığı önem taşımakla beraber, bazı sorgulamalar da gündeme getiriliyor.

Bunların başında, Myanmar’da 1 Şubat’taki darbenin hemen ardından, cunta rejiminin kurduğu Ulusal Yönetim Konseyi’nin başındaki Min Augn Hlaing’ın bizzat davet edilmesi geliyor.

Bununla bağlantılı bir diğer husus, 16 Nisan’da muhalefet gruplarının ittifakıyla kurulan ve halkın desteğini aldığı anlaşılan Ulusal Birlik Hükümeti’nden (National Unity Government-NUG) kimsenin davet edilmemiş olmasıdır.

Her ne kadar, ASEAN içerisinden bazı yapıların kapalı kapılar ardında bu alternatif sivil hükümet ile görüşmeler olduğu belirtilse de, henüz bu yapıya açık bir destek söz konusu değil.

NUG’un sadece 2020 Kasım ayındaki seçimi kazanan Ulusal Demokrasi Birliği’ne (National League for Democracy-NLD) destek veren halk kesimleri oluşturmuyor. Bu yapının ortaya çıkmasında özellikle, ülkenin sınır boylarındaki çeşitli etnik yapıların açık desteği ve katılımı gayet büyük bir önem taşıyor.

Bu yapı henüz yeni bir oluşum olmakla birlikte varlığını, “federal demokratik bir siyasi sistemin oluşturulmasına” dayandırmasının tarihsel nedenleri bulunuyor.

Bu da, 1948 yılındaki bağımsızığa giden süreçte yapılan Panglong Konferansı’nda alınan kararları hatırlatan bir içeriği bünyesinde taşımasıdır.

Söz konusu konferansa ve bağımsızlığa rağmen, ilgili etnik yapılara siyasi yaşamda temsil hakkı tanınmamış olmasının getirdiği siyasi yük yirminci yüzyıl ikinci yarısından itibaren bugünlere kadar devam etti.

Bugün, sadece 1 Şubat darbesine karşı oluşmuş bir ittifak görünümü verse de, özellikle ilgili etnik yapılar ki bunlar arasında kendi ordusuna sahip Karen, Kachin, Shan, Rhakhine gibi unsurlar olası bir darbe sonrası süreçte nasıl bir siyasi yönelim belirleyecekleri de merak konusu.

Darbe sonrasında uluslararası çevrelerden gelen görüşler arasında darbeci yapı sorgulanırken, atıflar sadece, bir dönem demokrasi lideri olarak ün salan Suu Kyi değildi. Bunun yanı sıra ve belki de bundan daha çok, Arakan Müslümanları’na yönelik özellikle, 2012 yılından itibaren gündeme gelen etnik soykırım süreçlerindeki ordunun rolüydü.

2015’den sonraki gelişmelerde sivil hükümetin önemli lideri olarak Suu Kyi’nin, Arakan Müslümanlarına yönelik baskı ve zülme sessiz kalması büyük bir tepki toplarken, aslında Myanmar hükümet bu politikasıyla meşruiyet krizini bizzat kendi elleriyle hazırlamıştı.

Tüm bu gelişmelere karşın, bugün oluşturulan ve alternatif hükümet adı ile ortaya çıkan NUG’da maalesef Arakan Müslümanları’nı temsil eden bir unsur bulunmuyor.

ASEAN’da  bitmeyen çelişki

Daha önce, Myanmar’da ASEAN dışişleri bakanları toplantısı için girişimde bulunulmasına rağmen sonuç alınamamıştı.

Hafta sonu Cakarta’da biraraya gelen ASEAN devlet ve hükümet başkanları toplantılarına ev sahibi konumundaki Endonezya devlet başkanı Joko Widodo’nun başkanlık etmesi beklense de, görüşmelerin bu yıl dönem başkanlığını üstlenen Bruney Sultanlığı başkanlığında yapılması protokole uygun kabul edilebilir. Ancak, bu girişimde hiç kuşku yok ki, Endonezya’nın rolü yadsınamaz.

Toplantı ilânından itibaren bugüne kadar en önemli husus bizatihi toplantının kendisi kadar, Myanmar’ın darbeci lideri Min Augn Hlaing’ın iştirakinin, moral ve siyasi bir açmaz kabul edilmesidir. Bu toplantı Myanmar’daki siyasi ve insani krize çözüm bulmanın bir aracı kabul edilirken, gizli/açık darbeci yönetimin varlığını meşrulaştırıcı bir işlev gördüğü de ortada.

Burada iki hususa dikkat çekmekte fayda var. İlki, bu tür “meşrulaştırıcı” toplantılara ASEAN ilk defa ev sahipliği yapmıyor. Örneğin 22 Mayıs 2014 askeri darbesinden sonra Tayland ve 24 Şubat 2020 sivil darbesinden sonra Malezya’nın hükümet liderlerinin içinde bulundukları meşruiyet krizlerine rağmen, ASEAN ve/ya ilintili görüşmelere katılmaları bunun bir göstergesidir.

Dolayısıyla ASEAN genel sekreterliği, ilgili ülke devlet ve hükümet başkanları ile dışişleri bakanlıklarının bu toplantı girişimini yapıp yapmama konusunda pek fazla sorgulayıcı bir çaba içine girdikleri düşünülemez.

Cakarta’daki toplantıların özüne bakıldığında, siyasi krizden öte insani krize yapılan vurgunun daha egemen olduğu anlaşılıyor.

Bu durum, açıkçası, ASEAN yönetiminin yukarıda dikkat çekilen meşruiyet krizi konusundan ziyade, daha çok insani krize çözüm bulmaya yönelik pratik ve pragmatik bir çözüm içerisinde olduğuna işaret ediyor.

Tatmadaw’ın ekonomi-politiği

Myanmar’da cunta yönetiminin varlığının devam etmesinde, sadece askeri varlık ve güçle sınırlamak yanlış olur. Aksine, Tatmadaw yani, Myanmar ordusunun ülke ekonomi-politiğinde sahip olduğu öneme vurgu yapılmalıdır. Bu durum, 1 Şubat darbesindan sonra ortaya çıkmış bir durum değil.

Ülkenin kuruluş yıllarından itibaren var olan ve giderek kendini köklü bir şekilde yapılandıran bir gerçeklik. Öyle ki, 20. yüzyıl ikinci yarısı boyunca gerçekleştirilen darbe ve darbe sonrası sivilleştirilmiş ordu yönetimlerinin varlığının süreklilik arz etmesi ordunun bu ekonomi-politik kazanımları ve bunları belirli sivil çevrelerle paylaşmasından kaynaklanıyor.

Batılı ülkelerin darbenin başlangıcından bu yana, Myanmar darbeci yönetimine karşı başvurabildikleri tek çözüm gözüken ekonomik yaptırımlara sebep de, temelde ordunun sahip işte bu ekonomi-politik güçtür.

Ancak ordu ve ordu ile ilintili çevrelerin ekonomik faaliyetlerini sadece Batılı ülkelerle yapmadıkları da ortadadır. Bu noktada, sahnenin arka plânında özellikle, Çin ile kurulan ilişkileri göz ardı etmemek gerekir.

Çözüm mümkün mü?

Myanmar’da 2020 Kasım ayında yapılan seçimi NLD kazanmıştı. Ordu, seçimlere hile karıştırıldığını gündeme getirmişti. 1 Şubat’ta yeni meclisin açılış toplantısından sadece saatler önce ordu yeni yönetim göreve başlamadan darbe gerçekleştirmişti.

ASEAN toplantısı sonrasında Myanmar’da darbeci Ulusal Yönetim Konseyi’nin gerekli adımları atmaması halinde nasıl bir gelişme olacağı merak konusu. Bazı çevrelerin, Batılı yani ABD’nin doğrudan bir askeri müdahalesini söylemeye çalışmalarına karşın, bugünkü şartlarda böylesi bir teşebbüsün gerçekleşme ihtimalinin rasyonel bir çözüm olmadığını söylemekte yarar var.

Bu durumda, hem ASEAN’ı hem darbecileri memnun edecek yegâne çözüm en kısa sürede “demokratik seçimlerin” yapılarak sivil idareye geçilmesi olacaktır. Tıpkı Tayland’da olduğu gibi!

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/04/26/asean-myanmarda-darbe-surecini-degistirebilir-mi-can-asean-change-the-course-of-the-coup-in-myanmar/

23 Nisan 2021 Cuma

Çin’in tehditi ve seçilmiş özgürlük arasında Tayvan / Taiwan between the intimidation of China and preselected freedom

Mehmet Özay                                                                                                                            24.04.2021

Çin ve Tayvan arasında son dönemde yaşanan gerilimlerin askeri boyutta kendini giderek daha görünür kılması, Asya-Pasifik bölgesinde Tayvan Boğazı’nın potansiyel çatışma alanı olduğunu yeniden güçlü bir şekilde gündeme getiriyor.

Özellikle, son bir yıldır Çin hava kuvvetlerine bağlı uçakların giderek artan ve sıklaşan Tayvan hava sahası ihlâlleri karşısında, Tayvan yönetimi Çin tehdidine boyun eğmeyeceklerini defaatle dile getiriyor.

En son olarak bu ayın ortalarında Çin hava kuvvetlerine bağlı değişik tipte 25 savaş uçağının Tayvan Boğazı’ndaki varlığı ve Tayvan hava sahasını ihlâli tehdidin boyutu gözler önüne seriyor. Pekin yönetiminin böylesine kararlı bir şekilde hava kuvvetlerini bölgede seyir halinde bulundurması, Tayvan’a yönelik olası saldırı plânlarının tatbiki niteliği olarak adlandırılmasına neden oluyor.

Burada dikkat çekilmesi gereken, Çin Tayvan’a niçin saldırmak istiyor ve/ya bu hakkı kendinde nasıl buluyor sorusudur.

Çin Halk Cumhuriyeti, son kırk yılda tanık olunduğu üzere, gerçekleştirdiği ekonomik modernleşme sürecini sadece bu alanla sınırlandırmak istemiyor.

Aksine, bu ekonomik kalkınmanın askeri boyutta kendini tekrar etmesi ile ortaya çıkan güç yapılaşmasını siyasal kazınmalara dönüştürmek arzusunda. Ve hem teorik hem pratik olarak da bunun peşinde olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Ulusal güvenlik konsepti

Bu çerçevede, Tayvan sorunu Çin Halk Cumhuriyeti’nin ulusal güvenlik konseptinde önemli bir yer tutuyor.  

Çin yönetimi, Tayvan’ı kendisine bağlı bir eyalet statüsünde bölge kabul ettiğini uluslararası arenada deklare derek ortaya koyarken, yasal temellerini oluşturmak suretiyle de, meşruiyet kazandırmaya çalışıyor.  

Ana Kıta Çin’in hemen yanı başındaki yaklaşık 24 milyon Çinli’ye ev sahipliği yapan Tayvan ise, Çin’e bağlı bir eyalet statüsünde olduklarını reddederken, temelde kendilerini hakiki Çin temsil eden siyasal bir yapı olarak tanımlıyor.

Bu tanımlamanın adı, henüz “bağımsız bir devletiz” deklârasyonu ile gündeme getirilmemiş olsa da, Tayvan sahip olduğu siyasal sistemi ile hem kendisini de facto bağımsız kabul ediyor, hem de Çin’e muhalif ülkeler ve uluslararası yapılar tarafından, gizli/açık bu de facto bağımsızlığın tanınmasından gayet memnun durumda.

Hong Kong ve Doğu Türkistan örnekleri

Pekin yönetimi, özellikle 2012 yılından bu yana Şi Cinping iktidarı ile birlikte ekonomik kalkınmışlığını teritoryal egemenlik tesisine yöneltmesiyle dikkat çekiyor.

Bu noktada, uluslararası medyanın gündeminden düşmeyen Güney Çin Denizi sorunu kadar, Doğu Çin Denizi ve Tayvan Boğazı sorunları, birbirinden bağımsız değerlendirilemeyecek özellikler taşıyor.

Aradan geçen süre zarfında Çin siyasi elitinin en önemli ulusal güvenlik sorunu olarak gördüğü Doğu Türkistan’da Uygur halkı ile özerk yönetime konu olan Hong Kong Adası halkına karşı sergilediği politikalar, hem Uygurlardan ve Hong Konglulardan gelen eleştiriler hem de uluslararası kamuoyundan  gelen tepkilere rağmen, geri adım atmış değil.

Hatırlanacağı üzere, bu yöndeki en son gelişme geçen Mart ayı ortalarında ABD adına dışişleri bakanı Antony Blinken ve ulusal güvenlik danışmanı Jake Sullivan’ın Çin dışişleri bakanı Wang Yi ile Alaska’da yapılan toplantıda gayet açık bir şekilde ortaya konması ile taraflar arasında oldukça sert söylemlerin gündeme gelmesine neden olmuştu.

Şi Cinping iktidarında, 2014 yılından bu yana Hong Kong özerk yönetiminde Ada halkına tanınan demokratik ve liberal hakların birer birer alınması ve daha önce verileceği beyan edilen örneğin, Ada valisinin halkın oylarıyla seçilmesi gibi bazı hakların ise uygulamaya geçirilmemesinin ardından, Hong Kong’un artık özerk statüsünden geriye ne kaldığının sorgulanmasını gerektiriyor.

2019 yılı ortalarında Hong Kong Güvenlik Yasası’nın kabulü ile birlikte, Ada’da demokrasi yanlısı milletvekilleri ve aktivistlerin birer birer yargılanması ve nihayetinde demokrasi yanlısı milletvekili grubunun meclisten istifası ile temsili demokrasinin pratik yönlerinin artık pek de işlerliğini yitirdiğini ortaya koyuyor.  

Yine benzer süreçte, özellikle 2014’dan itibaren Uygurlara yönelik olarak toplama kamplarında ‘bilinç düzenlemesi’ çalışmaları tüm belirsizlikleri ile sürdürülmeye devam ediliyor.

Bugün adına, tam da “Çin Sorunu” diyebileceğimiz yapının bu iki temel unsuruna eklemlenebilecek üçüncü bir unsuru ise Tayvan oluşturuyor.

Çin yönetiminin, Tayvan’ı içine alan ulusal güvenlik konsepti, 2005 yılında kabul edilen “Ayrılıkçılık Yasası” ile meşru bir zemine dayandırılıyor. Buna göre, Tayvan yönetiminin herhangi bir bağımsızlık ilânı durumunda güç kullanımı, bu yasa çerçevesinde meşru kabul ediliyor.

Bununla birlikte, Tayvan’dan henüz böylesi bir ilân sadır olmuş veya bunun açık emareleri ortaya konulmamış da olsa, bugün gelinen noktada, Tayvan yönetimi ve halkı hiç kuşku yok ki, Hong Kong’da ve Doğu Türkistan’da yaşananlardan sonra sıranın kendilerine gelecek olmasından kaygılılar.

Tayvan’ı farklı kılan ne?

Tayvan’ın diğer iki yapıdan ayıran unsur, 1949 yılından bu yana de facto bağımsız bir siyasi yapı olmakla sınırlı kalmayan, aynı zamanda ekonomik ve teknolojik kalkınmada en ileri düzey ülkeler sınıflamasında yer almasıyla dikkat çekiyor.

Her ne kadar, 1949 yılında yaşananlar sonrasında Ana Kıta Çin ve Taipei Adası’nda Tayvan iki farklı ayrışık yapı olarak gündeme gelse de, Tayvan’ın ekonomik modernleşme sürecindeki adımları Çin’in 1970’lerin sonlarından itibaren başlayan liberal ekonomi yapılaşmasında kayda değer rol oynadı.

Yine neredeyse aynı dönemde, yani 1970’lerin ortalarına kadar Tayvan Birleşmiş Milletler’ce tanınan ve temsilcisi olan bir siyasi yapı iken, Çin-ABD ilişkilerinin bir gereği olarak “Tek Çin” siyasi formülasyonunda, uluslararası tanınırlığın Çin’e geçmiş olduğu görülüyor. Bunun sonucu olarak Çin BM’de temsil hakkı kazanırken, Tayvan artık bu hakkı taşımıyor.

Aradan geçen süre zarfında yaşananlar, özellikle de 2012’den bu yana Pekin yönetiminin siyasi egemenlik tesisindeki politikalarında Hong Kong ve Uygur’dan sonra üçüncü safhanın Tayvan olduğuna işaret ediyor. Pekin yönetimi, askeri güç gösterisi ile, bunu somut bir şekilde ortaya koymaktan çekinmiyor.

Bununla birlikte, Tayvan özellikle Batılı ülkeler nezdinde öneminden bir şey kaybetmiş değil. Aynı Tayvan, Batılı ulusaşırı şirketlerle teknolojik işbirliklerine devam ederken, aynı zamanda kendi ulusal savunma sanayiini de oluşturmuş durumda.

Bu noktada, Tayvan’ı böylesi bir çabaya sevk eden ve destekleyen unsurun ABD senatosunun kabul ettiği Tayvan İlişkileri Yasası ve bu yasanın, “Tayvan’ın kendini savunma hakkı olduğu” yönündeki maddesi geliyor.

Tayvan yönetimi hem bu yasa, hem uluslararası çevrelerin gizli/açık verdiği desteği arkasına alarak, gelişmiş teknolojisi ile kendi uzun menzilli füzelerini inşa ederken, Çin’den gelebilecek olası saldırıları daha Ana Kıta’da hedefleri vurarak engellemeyi plânlıyor.

Yaşanan son gelişmeler çerçevesinde, ABD dışişleri Bakanı Anthony Blinken, gizli/açık bu yasaya gönderme yaparak “taahhüdümüzün arkasındayız” açıklaması yapmasını ciddiye almak gerekir.

Bugün sorulması gereken soru, Tayvan’ın bağımsızlığı deklarasyonunun “kırmızı çizgimiz” kabul eden Çin yönetiminin yukarıda dikkat çekilen “Ayrılıkçılık Yasası”nın nedeni ortaya çıkmadan Ada’ya yönelik bir saldırı yapıp yapmayacağı yönünde.

Çin ordusunun bu yönde imalar taşıyan teşebbüsleri, özellikle 2016 yılından bu yana giderek artan Tayvan Boğazı sorununu, Asya-Pasifik bölgesindeki potansiyel çatışma alanlarından biri haline getirmiştir. Pekin yönetiminin Hong Kong ve Doğu Türkistan’da uyguladığı cesurca girişiminin bir benzerini Tayvan’a karşı sergileyip sergileyemeyeceğini zaman gösterecektir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/04/23/cinin-tehditi-ve-secilmis-ozgurluk-arasinda-tayvan-taiwan-between-the-intimidation-of-china-and-preselected-freedom/

21 Nisan 2021 Çarşamba

Japonya Başbakanı Suga’nın ABD ziyareti ve Asya-Pasifik politikaları / The Visit of Japanese PM Suga to the US and Asia-Pacific Politics

Mehmet Özay                                                                                                                            21.04.2021

ABD’de Joe Biden yönetimi geçen hafta, ilk uluslararası ziyaretçisi olarak Japonya başbakanı Yoshihide Suga’yı ağırladı.

Bu ziyaret, hem iki ülke ilişkileri hem de küresel gelişmeler çerçevesinde bir sürpriz olmadığını söyleyebiliriz. Öyle ki, son dönemde ABD’nin uluslararası alandaki işbirliklerine bakıldığında, Japonya’nın ilk sırada yer aldığı ve Suga’nın bu ziyaretin de bunun yeni bir kanıtı olduğu ortada.

Kovid-19’un etkisinin ABD’den Japonya’ya kadar etkisini yeniden gösterdiği bir dönemde gerçekleşen bu ziyaretin ana konularından biri, küresel pandemi olsa da, temelde iki ülke ilişkileri kadar özellikle, Asya-Pasifik veya önümüzdeki dönemde adını giderek daha çok duyacağımız Hint-Pasifik ilişkileri öne çıkıyor.

Moral destek önceliği

Öncelikle Suga’nın ziyaretinin aşağıda değinilecek sorunlu ilişkilerin istikrara kavuşturulması konusundaki başlangıç olmasından öte, hem ABD hem Japonya için moral bir destek anlamı olduğuna kuşku yok.

Son dönemde ABD’nin uluslararası çevrelerle ilişkilerine bakıldığında kendisini böylesine güçlü ve güvende hissedeceği bir ittifak gücünü zor bulması, Japonya’yı ABD’nin sadece ikili ilişkileri bağlamında değil, küresel politikalarında da vazgeçilmek bir partner kılıyor.

Hatırlanacağı üzere, bundan beş yıl önce de, sabık başkan Donald Trump Beyaz Saray’daki yerini aldığında, ilk ziyaret dönemin Japonya başbakanı Şinzo Abe tarafından gerçekleştirilmişti. Bugün başbakan Suga tarafından benzer bir ziyaretin gerçekleştiriliyor olması, akıllara bu ikili ilişkide hiyerarşik olarak ABD’yi ön plâna çıkarttığı intibaı verebilir.

Ancak, bunun tersinin de, bir o kadar iddia edilebilecek boyutları olduğunu söyleyebiliriz. Yani, bugünkü koşullarda ABD’nin Japonya’ya ihtiyacının çok daha belirgin olduğu iddia edilebilir. Bu nedenle, yukarıda başbakan Suga’nın ziyaretinin teknik sorunlar ve politikalar dışında en başta moral bir değer olduğunu söyledik.

Yakın dönemin kırılgan politikaları ve yeniden yapılanma

ABD’nin kendi iç sorunları, Trump döneminde Avrupa Birliği ile gerilen ilişkiler, Asya-Pasifik bölgesinde yüzyılın ticaret anlaşması olmaya aday Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’ndan (Trans Pacific Partnership Agreement-TPPA) Trump yönetiminin çekilmesi, küresel iklim değişikliğinde yaşanan politika değişiklikleri geçen beş yılda iki ülke ilişkilerinin ana gündem maddeleri olarak dikkat çekiyordu.

Bu durum, son beş yıllık süre zarfında belki de, Pasifik Savaşı’ndan sonra iki önemli ittifak gücü arasında böylesine olumsuzlukların ilk defa yaşanması anlamına geliyordu.

Özellikle, TPPA’nın sadece iki ülke ilişkileri açısından değil, Asya-Pasifik’ten başlayarak yeni bir ekonomi bloğunun tesisinde bu ittifakın iki güçlü üyesi yani, ABD ve Japonya ilişkilerinin yeni bir yapılaşmaya konu olması bekleniyordu.

Bugün böyle bir ekonomik birlik ihtimalinin, en azından yakın vadede yeniden gündeme getirilmesini beklemek pek mümkün değil.

Öte yandan, TPPA’ya alternatif olarak Çin önderliğinde Bölgesel Kapsamlı Ekonomik İşbirliği (Regional Comprehensive Economic Partnership-RCEP) anlaşması imzalanmış olsa da, Çin’in gerek bu anlaşma öncesinde gerekse sonrasında sergilediği bölgesel politikalar güven vermekten uzak bir görünüm çiziyor.

Bununla birlikte, bu durum, söylem ve eylemler ile siyaset ve ekonomi arasında farklılaşmalar olduğu ileri sürülerek, RCEP’in yakın dönemde aktif olarak hayata geçirilmesine mani olmayacağı ve diğer ülkeler gibi Japonya’nın da, Çin’le gayet iyi ilişkiler içinde olacağı yönünde bir görüş ortaya konulabilir.

Ancak bu ilişkilerin güvenlik risk maliyeti dikkate alındığında Çin hiç kuşku yok ki, bölge ülkeleri için sürdürülebilir bir partner olma özelliğini henüz taşıdığı söylenemez. Bu noktada, var olan ekonomik ilişkilerin ve işbirliklerinin ise çokça pragmatik temellere dayandığı ortadadır.

Bu çerçevede, Çin’in Doğu ve Güney Çin Denizleri ile Tayvan Boğazı üzerinde ortaya koyduğu politikalar söylemin ötesinde, askeri ve sivil yapılaşmalar olarak kendini ortaya koyması, başta Japonya olmak üzere bölge ülkeleri nezdinde kabul edilebilir bir gelişme olarak değerlendirilmiyor.

Asya-Pasifik’ten Hint-Pasifik’e ABD ilgisi

ABD’nin bu bölgedeki gelişmelere, sadece Japonya, Filipinler, Avustralya gibi bölgedeki müttefiklerinin varlığı dolayısıyla ilgi gösterdiğini düşünmek de yanlış. Aksine, bu durum, ABD’nin Pasifik Savaşı sonrasında belirlediği küresel ekonomik ve siyasal yapılaşmasının bir ürünüdür.

Söz konusu bu jeo-politik durum, zamanla jeo-ekonomik bir boyut kazanırken, günümüzde bu yapının jeo-stratejik bir evreye evrildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kaldı ki, Pasifik Savaşı sonrasının Batı Pasifik bölgesi ve nihayetinde Asya-Pasifik olarak belirginlik kazanan teritoryal zemininin, bugün artık Hint-Pasifik boyutuna evrilmiş olması, bölgenin sadece ekonomik açıdan değil, siyasal bağlamda da genişleme gösterdiğinin bir kanıtıdır.

Bölge tarihine göz attığımızda modern ulus-devletler öncesinde Hint-Pasifik kavramının varlığına rastlanırken, bu yaklaşımı yeniden gündeme taşıyan ismin sabık Japonya başbakanı Şinzo Abe olduğunu hatırlamak gerekir.

Abe’nin 2007 yılında Hindistan ziyaretinde gündeme getirdiği Hint-Pasifik kavramsallaştırması, sadece Japonya’nın jeo-ekonomik ve jeo-politik hedefleri olarak kabul edilemeyeceğini düşünebiliriz.

Bu noktada, 2001 yılında Japonya savunma güçlerinin Hint Okyanusu’nda ABD’nin Afganistan operasyonlarına verdiği lojistik destek, 2007 yılında gerçekleştirilen Malabar deniz tatbikatına ABD ve Hindistan ile birlikte katılımı, Japonya’nın Hint Okyanusu bağlamında pratik gelişmeleriydi.

Öte yandan, Trump yönetimince 2018 yılında “ABD Hind-Pasifik Stratejik Çerçevesi” adıyla gündeme getirilen, bölgeyle ilgili yeni politika taslağında bu kavrama yer verilmiş olması ve bugün Biden yönetiminin bu kavramsallaşmayı benimsediği yönündeki intibalar, gelişmelerin Asya-Pasifik boyutunu aşmakta olduğuna işaret ediyor.

Bu durum, bir yandan Doğu-Güney Çin Denizleri’nin Hint Okyanusu ile bağının ne denli geliştiğini ortaya koyarken, ittifaklar ağına, tüm handikaplarına rağmen, yeni bir aktör olarak Hindistan’ın da girmek üzere olduğuna işaret ediyor.

Yukarıda dikkat çekilen hususlar, iki ülke ikili ilişkilerinin küresel bir mahiyet arz ettiğini açıkça ortaya koyuyor. Dolayısıyla, bugün ABD’nin Japonya ile ittifakı, özellikle Okinawa Adası’nda konuşlanan ABD birliklerinin varlığının ötesinde bir anlam taşıyor.

Bu çerçevede, Japonya başbakanı Suga’nın ziyaretinin ABD’nin Asya-Pasifik’ten Hint-Pasifik’e evrilmekte olan politikalarına zemin teşkil etme noktasında gayet önemliydi.

Suga-Biden görüşmelerinin olumlu geçmesi, Trump döneminde oluşan hasarın giderilmesi ve ABD yönetiminin özellikle, Asya-Pasifik bölgesine yönelik ilgisinin yeniden gündeme gelmesi açısından da kayda değer bir aşamaya tekabül ediyor. Bu noktada, iki ülke ittifakının bölgesel yansımalarının önümüzdeki dönemde yeni boyutlar kazanabileceği söyleyebiliriz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/04/21/japonya-basbakani-suganin-abd-ziyareti-ve-asya-pasifik-politikalari-the-visit-of-japanese-pm-suga-to-the-us-and-asia-pacific-politics/

15 Nisan 2021 Perşembe

Sosyoloji’de modernite ve kapitalism ilişkisi ya da Werner Sombart – Max Weber / Modernity and Capitalism in Sociology or Werner Sombart – Max Weber

Mehmet Özay                                                                                                                            15.04.2021

Max Weber ve Werner Sombart Alman düşünce geleneğinin izini süren iki sosyal bilimcidir. Bu anlamda, bu iki ismi birbirine yakınlaştıran olgular dönemdaş olmaları ve yakın arkadaşlıkları kadar, ele aldıkları konuların benzerliğinde de kendini gösterir.

Her ikisi de, dönemin yani, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarının en önemli konusu olan burjuvazi, kapitalizm, endüstrileşme, gibi konular çerçevesinde görüşler ortaya koydular. Temel itibarıyla modernleşmeye tekabül eden bu ve benzeri kavramları belirleyen, gündeme taşıyan olguların kaynağına inme düşüncesi, onları tarihi verileri titizlikle kullanmaya sevk etti. Böylece, benzerliklerinin metodoloji alanında da kendini ortaya koyduğu görülür.

Tarihe ve/ya tarihi değişim süreçlerine yapılan sondaj, aslında farklı zamansallıklarda bir devamlılık olgusunun varlığına işaret eder. Bu durum, bir anlamda Fernand Braudel ve Immanuel Wallerstein’in belirttiği üzere, geçmişte toplumsal hadiselerin özünü oluşturan olguların yaşanan bugünün dünyasının da önemli bir ögesi olabileceğini akla getirir.  

Bu iki sosyal bilimciyi bir önceki neslin sosyal düşünürü ve aktivisti/ideologu Karl Marx’a yaklaştıran aynı ya da benzer kavramlar olması şaşırtıcı değil. Marx, 18. yüzyıldaki örneğin Adam Smith, Adam Ferguson gibi burjuvazi ekonomistlerinin, Avrupa’da değişen ekonomi-politiğin kavramları olarak kapitalizm, endüstrileşme, sınıf, sivil toplum vb. olgularını devr alır ve 19. yüzyıla taşıyordu.

Böylece, Avrupa coğrafyasında değişimin başat bir olgu olduğu toplumsal süreçlerin giderek yaygınlaşmasının bir sonucu olarak, modernleşme ve bunun karşılığı ekonomi alanındaki karşılığı olan kapitalizm, 19. yüzyıl sonlarında bugün adı daha çok öne çıkan Weber’in değil, aynı zamanda Sombart’ın ilgi alanına girmesi Karl Marx üzerinden olmuştur.

Bununla birlikte, Sombart Werner ne Weber gibi teorisi ve metodolojisiyle 20. yüzyılda giderek öne çıkan bir sosyal bilimci olmuş, ne de Marx gibi toplumu bizatihi değiştirmeye soyunan aktivistliği ve ideologluğu ile anılan bir siyaset bilimciye dönüşmüştür.

Sömürgecilik, din düşünce ve eğilimlerin dönüşümleri, endüstrileşmeyle gibi süreçlerle beraber, kapitalist ekonomik yapılaşmanın hakim olduğu Batı Avrupa toplumsal yapılarını anlamada, Weber ve Sombart’ın ortaya koydukları eserleri ekonomi-politiği önceller. Bu anlamda, örneğin Max Weber’in The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism adlı eseri, sosyoloji biliminin gelişmesinin yanı sıra, özellikle din ve iktisat sosyolojilerinin varlığını ortaya koyan, pekiştiren ve gelişimlerini hızlandıran etkileriyle dikkat çeker.

Öte yandan, Werner Sombart’ın kaleme aldığı diğer eserleri bir yana Der Moderne Kapitalismus (1902), Sozialismus und Soziale Bewegung, (1896) Das Proletariat (1906) gibi eserlerinin başlıkları bile, bize bu ve benzeri konuların sadece Marx’ın gündeminde olmadığını gösterir. Ve bu başlıkların doğrudan tekabül ettiği kavramlar ve toplumsal olgular, bizatihi kapitalist toplum yapılaşmasının unsurları olmaları dolayısıyla, her ne kadar Marx’tan etkilenmiş olsa da, Sombart gibi başka sosyal bilimciler  tarafından da yüzyılın dönümünde önemini ortaya koymaya devam ettiğini gösterir.

Söz konusu bu iki yakın dostun yani, Weber ve Sombart’ın ortaya koydukları bilimsel çalışmalarda onları buluşturan bazı unsurlardan bahsedilebilir. Kaleme aldıkları ve yukarıda dikkat çekilen eserlerine göz atıldığında, bunun görünür nedeninin capitalism olgusu olduğu söylenebilir. Temel itibarıyla bunda bir yanlışlık bulunmamaktadır.

 

Ancak bunun ardında, başka nedenler olup olmadığı sorgulanabilir. Özellikle, Max Weber rasyonalite (rationality) kavramı özelinde toplumsal olayları anlamaya önem veren bir sosyal bilimcidir. Bu noktada, Weber’in temel ilgisini ve/ya temel bir çalışma alanını ne ekonomi ne de din oluşturur. Aksine, Weber’i hukuktan sosyal bilimlerin bir başka alanına yani, iktisat’a çeken gelişme belki de, akademik yaşamda karşısına çıkan gelişigüzel bir ilgiydi. Ya da döneminin egemen sosyal düşüncesinin, Alman Tarih Okulu’nun başını çektiği ve ekonomiyi merkeze alan düşünce okulunun cazibesine kapılmış olabilir.

 

Werner Sombart ise, ekonomiye yönelik ilgisi aşikâr olmakla birlikte, zamanla bu incelemesinde ticaret dünyasına egemen olan mali işler ve ilişkilerin ötesinde, bu tür ilişkileri sürdüren ve yapılandıran belirli/somut bir toplumsal kesimin doğasına ve kimliğine yönelik ‘tesadüfi’ (accidental) bulgusuyla dikkat çeker. Sombart’ın bu çalışmasında, Weberyen düşüncede karşımıza çıkan “bir eylemin niyetlenilmemiş sonucu” olarak tesadüfen böylesi bir toplumsal gerçekliği keşfettiğini söyleyebiliriz. Burada Sombart’ın ekonomi ve özellikle de, kapitalizme bir inceleme konusu yapmaya Weber’den önce başlamasının ya da çalışmasını daha önce dönemin kamuoyuyla paylaştığını söylemek gerekir.

 

Aslında bu durum, bilimsel çalışmaların bilim insanının niyetli, kasıtlı yönü kadar dikkate alınmayan veya süreçte zuhur eden bazı olgular çerçevesinde çalışmasını yeniden yapılandırma çabasına tekabül eder. Tıpkı, pozitif yani fen bilimlerinde doğa veya laboratuar çalışmalarında tesadüflerin kendini ortaya koyduğu gibi…

 

Weber’in 1904 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne yaptığı geziden kısa bir süre önce kaleme aldığı ve editörlerinden olduğu Archiv für socialwissenschaft und sozialpolitik’daki Protestan Etiği ve Kapitalizm Ruhu başlıklı makalesini geliştirmesinde, bu ziyaretindeki gözlemlerinin ve tanıklıklarının rolü bulunuyor. Kapitalizmin, Avrupa ile kıyaslanamayacak bir düzeye ulaştığı Amerika’da, çok farklı dini grupların varlığının yanı sıra, sekülerleşme yönelimlerinin Weber’de dini yapının, kapitalizmin rasyonal doğasını oluşturması kadar, bu yapının ondan ne denli bağımsızlaşabileceğini göstermiş olmalıdır.

 

Bu anlamda, yukarıda benzer ya da aynı komular üzerinde çalıştıklarını söylediğimiz Sombart ve Weber arasında bir etkileşime kuşku olmadığı gibi bunun ötesinde ve aynı zamanda birbirine meydan okuyan bir yaklaşım sergilediklerini de söylemek gerekir.

 

Bu çerçevede, Weber ‘Reform dönemi’ gelişmelerini merkeze alırken, Sombart ise Yahudi toplumu üzerinden çok daha uzun dönemleri içeren tarihi perspektifi ele almak suretiyle, Avrupa’da Yahudi toplumunun varlığı ve girdiği toplumsal ve ekonomik ilişkiler ağını ortaya koyan bir bağlamda görüşlerini açıklıyor. Her halükârda, her ikisinin çalışmalarında da, tarihsel ve dönemsel ilişkiler karşılaştırmalı olarak değerlendirildiği ortadadır.

 

Temelde ekonomik ilişkilerin varlığı olan ancak, bu ilişkilere zemin hazırlayan düşünce yapısı Weber ve Sombart’ta kavramsal düzeyde de ortaya konulur. Weber’in yukarıda dikkat çekilen eserinin başlığında da yer alan “the spirit of Capitalism” ile Sombart’ın çalışmasının ilgili yerlerinde dikkat çektiği “the Jewish spirit” kavramı, birbirine yakın ve aynı soruna yönelik olarak kullanılmıştır.

 

Sosyolojinin bir toplum inceleme bilimi olması onu tarihsel derinlikten uzaklaştırmadığını, aslında çıkış kaynağının tarihsel ilişkiler ve süreçler olduğunu ortaya koyar. Bunun en temel göstergelerinden biri de Max Weber ile adı, en azından diğer sosyologlar arasında geri plânda kalmış olan Werner Sombart’ın kapitalizmi konu alan çalışmalarında kendini ortaya koyar.

 

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/04/15/sosyolojide-modernite-ve-kapitalism-iliskisi-ya-da-werner-sombart-max-weber-modernity-and-capitalism-in-sociology-or-werner-sombart-max-weber/

 

10 Nisan 2021 Cumartesi

ABD ve Çin’in Güney Çin Denizi politikaları ve yeni ittifaklar / South China Sea Policies of the US and China and emerging alliances

 Mehmet Özay                                                                                                                           10.04.2021

Asya-Pasifik bölgesinde, özellikle de Doğu ve Güneydoğu Asya bölgesindeki ülkelerin son dönemde sergilediği ekonomik gelişme, bölgenin sahip olduğu insan alt yapısı, geniş nüfus yapısı, eğitim ve yönetim yapılarının ekonomik modernleşmeye verdikleri önemle birlikte ele alınıyor.

Söz konusu ülkeler tarafından ortaya konulan bu kasıtlı ve bilinçli ekonomik modernleşmenin yanı sıra, yine bölgenin tarihsel olarak sahip olduğu zengin hammadde kaynaklarına sahip olması, son dönemdeki gelişmeler çerçevesinde önemini giderek daha da genişleterek ortaya koyuyor.

Seyir güvenliği ve hammadde kaynakları

Genelde Çin ile bölge ülkeleri özelde ise, Çin ve ABD arasında gözlemlenen ve Güney Çin Denizi çerçevesinde ortaya çıkan artık rekabetin ötesine geçmiş ve çatışmacı olarak adlandırılmayı hak eden ortam tam da, bu hammadde kaynakları sorunuyla ilgili bir duruma tekabül ediyor.

Bu anlamda, Pekin yönetiminin özellikle, 2013 yılından bu yana giderek artan bir şekilde Güney Çin Denizi’nde, tarihsel ve geleneksel referanslarla teritoryal hak iddiası sıradan bir gelişme olarak değerlendirilemez.

Aksine, Çin devlet aklı, tıpkı Kara ve Deniz İpek Yolları projelerinde olduğu gibi, tarihsel yapılaşmadan güç alarak dönemin getirdiği/doğurduğu şartlar içerisinde bu iddiayi ortaya koyuyor.

Dönemin getirdiği şartlardan kastımız, Çin’in güney sınırlarından başlayarak bir yandan Filipinler’in batısında Sulu ve Palawan Adaları’na komşu Spratly Adalar grubu civarında, öte yandan güneyde Endonezya’nın Riau Adaları’na kadar uzanan geniş su yolundaki sualtı kaynaklarının öneminin ortaya çıkmasıdır.

Bu konuda, daha önceki yazılarımızda da dile getirdiğimiz üzere, bölgenin zengin karbon kaynaklarına dair veriler, 20. yüzyılın sonlarında gündeme gelmeye başlamıştı. Aradan geçen süre zarfında teknolojik gelişmeler ve yapılan fiziki araştırmalar bugün, bölgenin bu sualtı zenginliğini daha da pekiştiriyor.

Güney Çin Denizi’nin sahip olduğu hammadde zenginliğini, sadece petrol ve doğal gaz ile sınırlandırmak mümkün değil. Bu noktada, son dönemde yaşanan doğal afetler ve salgın hastalıklar gibi tecrübeler, günümüzde gıda güvenliği ve istikrarı konusunu bir kez daha öne çıkarırken, bölge denizlerinin önemi de bir kat artmıştır.

Aslında Çin yönetiminin “balıkçılarımız beş yüz yıl önce de burada avlanıyordu” söylemi basit bir retorik değil, aksine gayet önemli bir ekonomik bir değere atıfta bulunuyor.

‘Asya Çağı’nda çatışma potansiyeli?

Yine 20. yüzyıl sonlarında, bazı sosyal bilimcilerin 21. yüzyılı ‘Asya Çağı’ olarak adlandırmalarında, sadece bölgenin ekonomik modernleşmeyi yakalamış ve bu yolda gayet önemli adımlar atma niyetini ve icraatını ortaya koyan ülkelerin varlığının yanı sıra, böylesine önemli hammadde zenginliğini de dikkate aldıklarını söylemek mümkün.

Bu nedenle, Çin yönetiminin bu yüzyılın başlarından itibaren tedrici olarak uygulamaya koyduğu teritoryal haklar iddiası ve suni adalar yapılaşması karşısında ilk önemli tepkiyi Filipinler’de 2010’lu yılların başlarında Benigno Aquino hükümeti vermişti. 2016 yılında ise, Pekin bu sefer Vietnam’ın da hak iddiasında bulunduğu bölgede bir süre, dev sondaj gemisiyle çalışmalar yapmıştı.

Bugün gelinen noktada, sadece Asya-Pasifik bölgesinde değil, küresel gündemi belirleyen ve çeşitli çevreler tarafından, yeni bir tür Soğuk Savaş süreci olarak yorumlanmasına neden olan gelişmeler yaşanıyor.

Çin’in bir yandan, adına balıkçı gemileri denilen ancak, dev filodan oluşan sivil yapılanmasıyla suni adaları şekillendirmeye, işlevselleştirmeye başlaması ve öte yandan, yeniden deniz tabanında sondaj çalışmalarına yönelmesi ile yeni bir döneme girildiğini ortaya koyuyor.

Bu geniş su havzasında Çin’in dışında derin deniz sondajında bulunabilecek ülke sayısının azlığı ve bu ülkelerin söz konusu böylesi bir kapasiteyi devam ettirebilecek siyasal, askeri ve teknik donanımdan görece yoksunlukları, bölge ülkeleri arasında var olan ittifak yapılarının yeniden şekillenmesi kadar, yeni ittifak oluşumlarına da kapı aralıyor.

ASEAN politikaları ve yapısal destek

Bu noktada, her ne kadar Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN), bir bölgesel birlik olması dolayısıyla teoride bir güç unsuru olarak görülse de, diğer bazı konularda açıkça tanık olunduğu üzere siyasal bağlamının zayıflığı, bu birliğin tek başına Çin’le masaya oturmasının başındaki en büyük engeli oluşturuyor.

ASEAN bünyesinde Vietnam-Malezya, Tayland-Malezya, Singapur-Malezya, Endonezya-Malezya, Singapur-Endonezya gibi örneklerde görüldüğü üzere yakın geçmişte, bölgedeki kıta sahanlıkları, sınır anlaşmazlıklarıyla ilgili olarak tarafların ikili anlaşmalarla sorunu çözme eğilimi sergiledikleri ve bunda gayet başarılı oldukları görülüyor.

Ancak bugün, Çin’in Güney Çin Denizi kıta sahanlığı sorunlarıyla ilgili olarak Bruney, Vietnam, Filipinler ve Malezya ile tek tek masaya oturma görüşünün aksine, ASEAN bünyesinde sorunu ele alma yaklaşımının pratikte ne denli karşılık bulacağı ise şüphelidir.

Bugün Çin’in bölgedeki teritoryal hakimiyet sürecinde, her ne kadar Çin yönetimi tek tek ilgili ülkelerle sorunu ele alma yönünde bir siyasal karar işletmeye çalışsa da, bölge ülkelerinin güç dengesizliği nedeniyle böylesi bir yaklaşıma ‘evet’ demeyecekleri ortadadır.

Bu nedenle, Güney Çin Denizi sorunu yazının girişinde dikkat çekildiği üzere ABD ile yaşanan bir tür yeni Soğuk Savaş dönemi yapısı olarak dikkat çekerken, ABD bölgedeki en yakın müttefikleri özellikle de, Japonya’yı, Avustralya’yı ve de Hindistan’ı yanına alarak yeni bir bölgesel güvenlik yapılaşması arayışı içerisindedir.

Bu oluşumun, söz konusu ülkelerin konumları dikkat ealındığında Pasifik Okyanusu’nun kuzey ve güneyi ile en batıda Hint Okyanusu ile çevrelenen ve çeşitli suyollarını içini aldığı görülür.

Güney Çin Denizi’nde güvenli seyir olgusuna yönelik Çin’in tehdit dolu girişim ve teşebbüslerine karşı ABD’nin uygulamaya koyduğu ve bölge denizlerinin güvenliğini sağlamaya yönelik Serbest Denizcilik Operasyonları adını verdiği yapının Joe Biden yönetiminde devam etmesi kadar, Çin’in yaklaşımlarına göre özellikle, söz konusu bu üç ülkenin de iştirakıyla genişletilebileceğini öngörebiliriz.

Bununla birlikte, her ne kadar tüm iç açmazlarına karşın, bölgesel bir yapılaşma olarak ASEAN’ın duruşunun bu gelişmelerde belirleyiciliği özellik taşıyacağını unutmamak gerekir. Adları ‘küçük ülkeler’ olarak geçse de, bölgesel karar mekanizmalarını etkileyebilecek özelliklere sahip olmaları hem Çin hem de ABD tarafından dikkatle ele alınması gerekir.

Bu noktada, yukarıda adı geçen müttefiklerden farklı olarak ASEAN ülkeleri bölgesel silahlanmaya görece daha geriden takip ederken, sorunlara yönelik yapıcı politikalarıyla dikkat çekiyorlar. ABD’nin doğrudan çatışmacı ortama girmeden ASEAN üzerinden bölgedeki varlığını güçlendirmesi çok daha ekonomik bir politik yaklaşım olacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/04/10/abd-ve-cinin-guney-cin-denizi-politikalari-ve-yeni-ittifaklar-south-china-sea-policies-of-the-us-and-china-and-emerging-alliances/

3 Nisan 2021 Cumartesi

Ziya Gökalp: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bir ‘sosyal düşünür’ (II) / Ziya Gökalp: A social thinker from the Ottomans to the Republic (II)

Mehmet Özay                                                                                                                            03.04.2021

Türkiye’de kurucu sosyologların ilki kabul edilen Mehmed Ziya Gökalp’in ortaya koyduğu sosyoloji yaklaşımının ‘pür’ sosyolojiklik ile bu sosyolojinin araçsallaştırılmak suretiyle bir ideolojiye dönüştürülmesi arasında fark vardır.

Bu farkın iyiliği veya kötülüğü ya da doğurduğu avantajlar ya da dezavantajlar Gökalp’in bizatihi sosyolog olarak kendinden tezahür eden bir hususiyet değildir. Bu noktada, Gökalp sosyolojisi bize salt bir ideolojik zeminle kısıtlandırılamayacak veriler sağladığını görmek gerekiyor.

Temelde, Gökalp’in bilim-siyaset ayrışmasını öngördüğü hatırlanacak olursa, bu yaklaşım aslında onun siyasal gayelerle hareket eden bir ideolog/düşünür ve/ya -tıpkı Karl Marx’ta ortaya çıktığı üzere- bir sosyolog olmadığını göstermektedir. Bir başka deyişle söylemek gerekirse, Gökalp sosyal düşüncesinde bilimsel tutum ve duruş, öncelikli bir yer işgal ederken, bunun siyasal sonuçları ya da siyasiler tarafından görüşlerinin değerlendirilip değerlendirilmeyeceği, nasıl değerlendirildiği onun sosyologluğunun dışında bir başka konudur.

Öyle ki, Gökalp öncelikle bir sosyal bilimci hüviyetini taşımak suretiyle, bir bilim dalı olarak sosyolojinin ne olduğu hususunda görüşler ortaya koymaktadır. Zaten kendisinden önce gelen sosyal düşünürlerden Gökalp’i ayrı kılan ve onu bir sosyolog olarak değerlendirmeye yol açan da bu özelliğidir.

Bu sosyolojik tutumunda hiç kuşku yok ki, çıkış kaynağı/temel referansları Batı Avrupa’nın kurucu sosyologları özellikle de Saint Simon, Auguste Comte, Emile Durkeim olmaktadır. Gökalp’in sosyolojiye verdiği önem, onun bilimler sınıflamasındaki yerini incelemesiyle ortaya çıkmakta ve bu haliyle yaşadığı döneme ve sonrasına sosyologluğunu kanıtlamaktadır.

Bunun yanı sıra, bir bilim alanı olarak sosyoloji üzerinde durmasında, içinde yaşadığı toplumun sorunlarını ve değişim süreçlerini anlama ve bir anlamda bunlara yine içinde bulunduğu somut toplumsal ve siyasal gerçeklikler çerçevesinde çözüm sunma konumunda bulunmasının değeri yadsınamaz. Kaldı ki, bu nedensellik, Batı Avrupa sosyolojisinin bizatihi Avrupa toplumlarındaki değişim, sosyal olgu ve gerçeklikler ve sorunlar gibi bağlarda ortaya çıkmasında da hakimdir.

Bu çerçevede, Gökalp sosyolojisinin iki temel ekseni bulunduğunu ileri sürebiliriz. İlki, geç dönem Osmanlı toplumundaki sorunları gözlemlemek ve bir öneri sunmak. İkincisi, yeni ortaya çıkmakta olan bir toplum yapısının ve de devletin ‘sosyal’ niteliğine temel oluşturmak. Bu ikisi kavramsal ve felsefi olarak birbirinden ayrıştığı gibi, tarihsel ve sosyolojik olarak da farklılaşan unsurlara tekabül etmektedir. Bu nedenle Gökalp sosyolojini, gerçekler (reality) ve idealar (idea) olarak iki farklı kategoride ele almak mümkündür.

Gökalp, kendisinden önce gelen ve Osmanlı siyasal ve toplumsal sorunları karşısında bir dizi görüşler ortaya koyan Mustafa Reşid Paşa, İbrahim Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal gibi Osmanlı döneminin bir anlamda aykırı bürokrat ve sosyal düşünürlerinden beslendiğine kuşku yok.

Söz konusu bu ve benzeri isimler özellikle, çeşitli vasıtalarla Avrupa başkentlerindeki gündelik yaşamları, tecrübeleri, tanıklıkları sayesinde ve bunlardan hareket etmekle birlikte, Avrupa sosyal düşüncesinden bütüncül anlamda istifade yerine, yaklaşımlarını daha çok dönemin Osmanlı rejimine yönelik eleştirel tutumları ve reform çabaları gündeme getirmekle sınırlandırmışlardır.

Bu çerçevede, Avrupa yaşam tarzının belki de o dönem Osmanlı’da çokça ihtiyaç duyulduğu anlayışından mütevellit özellikle yönetim yapısının ithalinde karşılık bulan görüş ve düşünceleri ortaya koymuşlardır.

Gökalp ise, bizatihi Avrupa’da özellikle de, Fransa’da gelişen Durkheim’ci sosyolojinin verilerini anlamaya çalışmış, ondan istifade etmiştir. Bunun yanı sıra, Gökalp Batı sosyolojisi taklitçiliğine yönelmek yerine, sosyal bilimin verilerini kendi içinde bulunduğu toplumu anlama ve açıklama işlevi olarak kabul etmiştir.

Bu noktada, Gökalp’in sosyolojik yaklaşımda Durkheim’ı öne çıkarmasının temel nedenini, toplumu bir işlevli bütün (entity) görmesi, toplumsal yapının belirleyiciliği ile modernleşmenin doğurduğu anlam ve özellikle değerler karmaşası ve yokluğunda çözüm sunabilecek bir yaklaşım sergilemiş olmasında aramak gerekir.

Sosyal yapı, toplumsal konsensüs, sosyal dayanışma, toplumsal vicdan, ortak değerler vb. kavramlar, Fransa’da 18. ve 19. yüzyıl gelişmelerinden özellikle de endüstrileşmenin doğurduğu sorunlar karşısında, -Durkheim düşüncesiyle- Fransız toplumunun hangi dinamiklerle kendini yeniden ortaya koyabileceğinin ipuçları olmuştur. Tıpkı bunun gibi, Gökalp’in de giderek teritoryal sınırları daralmış Osmanlı Devleti’nde öz (essence) toplumsal grup olarak Türklerin ve/ya yeni bir devlet varlığı ile kendini devam ettirme istidadı gösteren Türk toplumunun, hangi unsurlarla kendini var edebileceği sorusuna bu kavramlar özelinde cevaplar vermeye çalıştığı görülür.

Gökalp’in sosyolojik düşüncesinin gelişiminde gerek yukarıda adları zikredilen kendisinden önceki sosyal düşünürlerin görüşleri ve yaşadığı dönemin dinamikleri, gerekse Batı Avrupa sosyolojisine dair okumaları onun gayet önemli düzeyde karşılaştırmalı çalışmalar yaptığını ortaya koymaktadır. Bu çerçevede, ortaya koyduğu sosyolojik değerlendirmelerinde zamanla ortaya çıkan belki de, hiç beklenmedik denilebilecek siyasal dönüşümlerle de irtibatlı olarak, yeni bir düşünce tarzını gündeme getirdiğini söyleyebiliriz.

Gökalp sosyolojisi bize, döneminin diğer sosyal düşünürlerinde çokça görülen Avrupa endüstri toplumlarında hakim olan yönetim tarzının yani, parlamenter sistemin varlığından ve bu idari yapının Osmanlı toplumunda uygulanıp uygulanmayacağından öte, toplumun hangi temeller üzerinde yükselmesi gerektiğine dair veriler sağlamaktadır.

Bu yaklaşım, hiç kuşku yok ki, ideolojik bir zeminden hareket etmekten kaynaklanmamakta aksine, toplumu bir bütün olarak ele almanın bir gereği olarak gündeme gelmektedir. Bu sosyolojik bakış açısı ile Gökalp, Osmanlı geç döneminde tecrübe edilen sorunlara bir cevap olarak, sadece siyasi ve idari/temsili yapısı üzerinden değil, aksine toplumsal kurumların temel kültür ve medeniyet temelli açılımları üzerinden “yeni topluma’ anlam biçme ve dönüşümü buna göre önerme çabası sergilemiştir.

Bu durumda Gökalp, Osmanlı devletinin kurtuluşu noktasında çıkışı, tek tek sosyal kurumlar nezdinde ortaya koymak yerine, bütüncül bir veri olarak, tarihsel-kültür odaklı açıdan gündeme getiriyordu. Böylesi bir dil, kültür birliğinin ve aşinalığının varlığı sayesindedir ki, siyasal birliğin temelini oluşturuyordu.

Bir sonraki aşamada yani, Osmanlı Devleti’nin artık siyasi varlığını devam ettirme sürecinin gerçekleşmeyeceği anlaşılmaya başladığında devletin coğrafi bakiyesi üzerinde yaşayan temel toplumsal grubun, hangi tür siyasal ve sosyal ideal ile kurgulanacağı gündeme gelmiştir.

Bu noktada, Gökalp’in işine en iyi yarayacağını düşündüğü işlevselcilikle anılan Durkheimci sosyolojinin verilerini kullanması şaşırtıcı da değildir. Sosyal dayanışma ve bütünlük kavramları, kurulacağı öngörülen yeni devletin asli toplumsal yapısında görünür kılınacak ve oluşumuna zemin hazırlayacak kavramla olurken, bunu somut olarak araçsallıştıramada dil, kültür ve tarihsel birlik faktörü üzerinde durmuştur. İşte bu nedenledir ki, Gökalp’in Türk uluslararasıcılığından ulus-devlet ulusalcılığına yöneliminde Osmanlı Devleti’nin siyasi hayatının sona ermesi gibi maddi bir neden bulunmaktadır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/04/03/ziya-gokalp-osmanlidan-cumhuriyete-bir-sosyal-dusunur-ii-ziya-gokalp-a-social-thinker-from-the-ottomans-to-the-republic-ii/