14 Ağustos 2014 Perşembe

Cumhurbaşkanlığı Seçiminin Güneydoğu Asya’ya Yansımaları / Turkish Presidential Election and Reflections in SEA

Mehmet Özay                                                                                                              14 Ağustos 2014

Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminin geçmişteki seçimlerden farkının sadece ulusal boyutu olmadığı, aksine yakın coğrafyadan uzak coğrafyalara kadar çeşitli saiklerle yakından izlenmekte olduğuna şahit olduk. Bu bağlamda, 10 Ağustos’da gerçekleştirilen seçimin Malezya ve komşu ülkelerde yankı bulup bulmadığı, bulduysa bunun nedenleri üzerinde ve de önümüzdeki yakın dönem için beklentilere hem gözlemlerimiz hem de gerçekleştirdiğimiz bazı mülâkatlar üzerinden değinmekte fayda var.

Öncelikle şunu söylemekte fayda var. Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı seçimini yakından izleyen kitleler sadece Malezya ile sınırlı değildi. Bu anlamda sınırlarını Bangladeş’den Arakan (Myanmar), Patani (Tayland), Mindanao (Filipinler), Açe ve Endonezya’ya kadar uzatabileceğimiz geniş bir coğrafyada Türkiye’de olup bitenlere kulak kabartan kitleler var. Ve bu coğrafyalara mensup STK yöneticileri, entellektüeller, akademisyenler ve sıradan insanlar seçim sonrasında ortaya çıkan manzaradan oldukça memnun olduklarını ortaya koyuyorlardı.. Daha seçim öncesinde görüştüğümüz kimi bireyler, Türkiye’deki gelişmeye ‘dualarıyla’ katkıda bulunduklarını ortaya koyuyorlardı. Temelde bu kitlelerin, salt Malay ve diğer Müslüman gruplar olmadığını, dünyanın ‘gelişmekte’ olan ekonomileri arasında yer alması dolayısıyla ülke yönetimleri, iş çevrelerince de pragmatik dolayımda dikkate alındığına kuşku yok. Ancak, yukarıda saydığım bölgeler özelinde durmak, işin ekonomik boyutunun dışında söz söylemeyi gerektiriyor.

Başbakan Erdoğan niçin bu coğrafyalarda olumlu tepki alıyor sorusu önemli. Öncelikle güçlü liderlik vasfına atıfta bulunuluyor. Türkiye’nin ekonomik kalkınmışlığında alınan yol; siyasi istikrar; bölgesel ve küresel sorunlara dair cesaretle görüş beyan etme gibi hususiyetler öne çıkıyor. Bir akademisyenin dile getirdiği üzere, Başbakan Erdoğan’ın son 12 yılda sergilediği güçlü liderlik yapısı onu sadece Müslüman toplumlar için değil, küresel anlamda bir rol model olmasına neden oluyor. Bu noktada, Başbakan’ın Myanmar, Filistin, Somali gibi coğrafyalara ilgisi ve pratikteki müdahale etme gayreti öne çıkıyor. Malezya’dan bir milletvekili ise Erdoğan’ın bu duruşunu ‘moral otorite’ olarak kavramsallaştırarak, benzer coğrafyalarda ihtiyaç duyulan liderlik olgusuna dikkat çekiyor.

Bu coğrafyalarda ilginin temel nedeninin siyasi bir figür olarak Başbakan Erdoğan olduğuna kuşku yok. Başbakan’ın, gerek küresel anlamda gerekse bölgedeki kimi gelişmeler çerçevesinde yüksek sesle görüşlerini dile getirmesi ve bazı inisiyatifler almakla eylem kabiliyetinde oluşu onun bölgedeki kitleler nezdinde dikkate alınılırlığını gündeme getiriyor. Bu anlamda, bu bölgeler ile Türkiye arasındaki ilgiyi, sadece Başbakan üzerinden okumak eksiklik olur. Ortada kayda değer bir toplumsal ve tarihsel bilincin ortaya çıkması gibi azımsanmayacak bir durumun da varlığına işaret etmeliyim. Bu bilinç noktasında bölge topluluklarının kimi ölçeklerde biz Türklerden çok daha canlı ve diri olduklarını gözlemlemek mümkün. Bu noktada, ortaya bir sinerji çıkıyor veya çıkacaksa bu toplulukların neye-niçin dikkat çekmekte olduklarını sağlıklı bir şekilde değerlendirmekte fayda var. Ancak bu husus, burada değerlendirilemeyecek kadar geniş.

Bu topluluklar bir anlamda içinde yüksekdikleri kendi coğrafyalarında bulamadıkları bir lideri Başbakan Erdoğan’ın şahsında buluyorlar. Bangladeşli bir akademisyenin dile getirdiği bir hususu paylaşarak ifade edecek olursam, Başbakan, diğer liderlerin aksine ciddi anlamda bir risk alıyor. Örneğin, ırkçılık, siyonizm, İslam korkusu gibi konulardaki yaklaşımıyla Başbakan Erdoğan’ın sadece Müslüman toplumlar nezdinde değil, dünya kamuoyunun bilincinin şekillenmesinde de bir rol oynuyor. Bu anlamıyla, “Başbakan Erdoğan dünya kamuoyunun ilgisini çekmeyi başarmış bir lider”. Bu hususta, örneğin 26 Aralık 2004’de Açe’de büyük tahribata yol açan deprem ve tsunami; 2012 yılında Myanmar’ın Arakan Eyaleti’nde yaşananlar; geçen Aralık ayında ve devamında Bangladeş’te yaşananlar karşısında Erdoğan’ın sergilediği tutum ve eylemlere işaret etmek ve hatırlatmak gerekir. Bu yaklaşımın günü kurtarmaya yönelik bir ‘el çabukluğu marifeti’ olmadığı, Başbakan’ın benzer durumlarda aynı tepkileri tekrarlamasıyla ortaya koyduğuna tanık olunuyor ve gelişmeleri takip etme konusunda da bir ciddiyet sahibi olduğu görülüyor. Yine görüştüğümüz kişiler, bu insani ve siyasi tutumun Başbakan’ın liderlik kalibresinin niteliğini gösterdiğine değiniyorlar.

Seçim sonucundan memnuniyetini dile getiren çevreler, aynı zamanda önümüzdeki beş yıllık süre zarfında ne türden beklentiler içinde olduklarını da açıkça ortaya koyuyorlar. Örneğin Arakanlı bir STK yetkilisi Arakan Eyaleti’ndeki zulmün devam ettiğine, bu noktada Türkiye’nin -her ne kadar bölgeye yabancı olsa da- çeşitli araçlar vasıtasıyla arzu edilebilir bir çözüme katkıda bulunacağından emin olduklarını dile getiriyor. Tabii burada ‘suçlu’ aranacaksa, sadece işaret parmaklarının ‘Myanmar’ın merkezi hükümetine çevrilmekle sınırlı olmamasına da dikkat çekilmeli. Malezya, Endonezya, Suudi Arabistan gibi ülkelerde yasadışı göçmen statüsüyle yaşayan Arakanlı Müslümanların adına ‘İslam ülkeleri’ denilen bu coğrafyalarda ‘insanca yaşama standardını’ yakalamalarında Türkiye’nin başat rol oynaması konusunda da ciddi bir beklenti var. Arakanlıların bir diğer talebi ise, Avustralya, Kanada, ABD ve kimi Avrupa ülkelerinin bu insanları ülkelerine çekme konusunda resmi kanallarıyla ciddi çalışmalar sergilerken, Türkiye’nin niçin böylesi bir politika gütmediği de gündeme getirilen sorular arasında. 

Öte yandan, ortaya çıkan bu algı ile sahada mevcut sorunların ne kadar çözüme kavuşturulup kavuşturulmadığı ise bir başka konu. Bu noktada, inisiyatif ve risk alan Başbakan’ın yaklaşımının kurumsal boyutu ile ilgili bölgelerde icraat bulması ise devlet kurumlarının uluslararası yapılaşma noktasındaki gücü veya zaafiyetiyle alâkalı. Ancak görünen o ki, Başbakan bugüne kadar kurumsal yapılaşmaların önünde seyrediyor. Tabii bir de bu noktada, düne kadar kendilerini ‘biz devletiz’ diyerek bu ve benzeri topluluklar üzerinde bir tür manevi baskı kurmakta yarışan ve çeşitli imkânları kendi ‘hedefleri’ noktasında kazanıma dönüştürmeyi amaçlayan kimi çevrelerin önümüzdeki dönemde yeri olmamalı. Devlet doğal akışı içerisinde sivil toplum ile etkileşimi sağlarken, temellerini sağlam atmalı. Bu sağlam temellerin atılıp atılmadığını ise zamanla göreceğiz. 

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Malezya Belirsizlik Tuzağında /Malaysia in Uncertainty Trap

Mehmet Özay                                                                                                                 8 Ağustos 2014
8 Mart’ta Malezya Havayolları’na ait bir uçağın kaybolmasının ardından 17 Temmuz’da Ukrayna’nın doğusunda Donetsk’de düşürülen uçak Malezya’da tam bir şoka neden oldu. İlk uçağın akibeti bir yana, somut bir tek bulgunun bile ortaya konmadığı ve ailelerin acısı dinmemişken, ikinci bir vak’a haberi oldukça sarsıcıydı. Özellikle bugüne kadar hiçbir havayolu şirketi dört ay gibi çok kısa aralıklarla iki uçağını birden kaybetmemişti. Bu iki uçak kazası havacılık sektörü, ulusal ve uluslararası güvenlik, dış politika, ekonomi vb. oldukça farklı bağlamlarda araştırılmayı hak edecek boyutlarda. Aynı zamanda, bu iki vak’a çok farklı açılardan dünya havacılık tarihine çoktan girdi bile.

Ancak bununla birlikte, her iki kazaya dair belirsizlik devam ediyor. Birinci kazanın ardından yirmialtı ülkenin katıldığı arama faaliyetlerinden sonuç alınamamakla birlikte, Malezya hükümetinin ‘uçağı mutlaka bulacağız’ açıklamasının bir devamı olarak bugünlerde hazırlıkları tamamlanmakta olan ikinci süreç başlayacak. İkinci kaza ile birlikte ise, Malezya epeyce yabancısı olduğu bir jeo-politik çekişmenin odağında buldu kendini. İlk saatlerden şu ana kadar, Malezya yönetiminden ‘bizi jeo-politik anlaşmazlıklarınıza alet etmeyiniz’ açıklaması yapılsa da, açıkçası Malezya şu veya bu şekilde tam da bu anlaşmazlığın ortasında yer alıyor.

İlkinin aksine, bu sefer bizzat Başbakan Necib Bin Razak’ın inisiyatifi ele aldığına tanık olundu. İlk kazanın ardından gerek ülke içinde gerekse, yolcuların çoğunun Çinli olmasından dolayı Çin resmi makamlarından gelen tepkilerle zor durumda kalan hükümetin, bu sefer nasıl müdahale edeceğini açıkçası iyi tespit ettiği söylenebilir. Başbakan’ın girişiminin ne olduğuna kısaca değinelim. Necib bin Razak, önce ABD, ardından Rusya Devlet Başkanları olmak üzere Ukrayna, Hollanda, Avustralya başkan ve başbakanlarıyla görüştü. Bu görüşmelerin içinde biri vardı ki, o da ayrılıkçı liderlerden Alexander Borodai’ydi. Başbakan’ın Borodai’yle doğrudan telefon teması kurması, bugüne kadar nasıl gerçekleştirildiğine dair herhangi bir açıklamanın vaki olmadığı bir gelişmeydi.

Birkaç gün içerisinde Borodai’ya ulaşılması ve akabinde ortada bir ‘anlaşmadan’ bahsedilmesi sadece Malezya’da değil, konuyla ilgilenen tüm ülkelerde süprizle karşılandı. Öyle ki, bu girişim, bugün artık bir iç savaş olduğu konusunda görüşlerin serdedildiği Ukrayna’nın doğusunda ve Ukrayna makamlarınca ‘terörist’ olarak adlandırılan grubun veya gruplardan birinin lideriyle yapılması uluslararası ilişkiler boyutuyla dikkat çekiyordu. Başta bazı batılı ülkeler ve Ukrayna olmak üzere bu girişimin pek de ‘hoş’ karşılanmamış olması bundan dolayıydı.

Malezya Başbakanı’nı bu tür bir iletişime sevk eden ise, mutlak anlamda bir ‘insani’ duruştan kaynaklanıyordu. Yani, birinci uçak vak’asında özellikle hayatını kaybeden yolcu ailelerinin baskısını yakından tecrübe eden Başbakan Necib bin Razak, bu sefer ilk andan itibaren performansını ‘cesetlerin bir an önce ailelere ulaştırılması’ konusuna yoğunlaştırdı. Bu nedenle, adına terörist dense de, ayrılıkçıların liderine ulaşma konusunda bir tereddüt yaşadığını söylemek güç. Malezya, bu konuda savunusunu ‘biz bu jeopolitik savaşın dışındayız’ mesajının yanı sıra, dış ilişkilerde izlediği ‘tarafsızlık’ politikasının da kayda değer bir yeri bulunuyor. Bir başka coğrafyada süregiden jeopolitik kutuplaşmada Malezya’nın bir dahli ol/a/mayacağı gibi, uçağın kim/kimler vasıtasıyla ne amaçla düşürüldüğünü sorgulama ve bu minvalde bir yerleri hedef gösterme çabasında olmamasının ardında, kimi yetkililerin de açıkça dile getirdiği üzere Malezya’nın küçük bir ülke olmasından kaynaklanıyor. Başbakan’ın Borodai’yla yaptığı görüşme üç madde üzerine kuruluydu: Cesetlerin iadesi; Kara kutuların tahribata uğramadan teslimi ve uçağın düşdüğü bölgede uluslararası araştırma ekibinin çalışmasına olanak tanınması. Bu haberden birkaç gün sonra -eksik de olsa- cesetlerin ve iki kara kutunun iadesi bir anda Başbakan’ı dünya gündemine oturttu.

Ülke içerisinde ise akademisyenler, stratejistler arasında tartışılan bu girişimin ardında iki temel prensibin yattığı belirtiliyor: ilki pragmatiklik, ikincisi ise ilkeli duruş. Hayatını kaybeden yolcu yakınlarının bir an önce cesetlere ulaşmasına olanak tanıyacak pragmatik bir tutum; Ukrayna-Rusya yanlısı ayrılıkçılar ve -büyük ölçüde de- Rusya’yı hedef almayan ilkeli bir ‘duruş’. Kimileri ise Başbakan’ın girişimini Malezya dış ilişkilerinin temeli kabul edilen ‘tarafsızlık’ ve ‘denge’ politikasını hatırlatmayı yeğledi. Tabii bu iki maddenin yerine gerilişine karşılık, üçüncü maddenin yani uluslararası heyetin uçağın düştüğü bölgede arama faaliyetlerinin bütünlüklü ve sonuca ulaştıracak bir şekilde gerçekleştiril/e/memiş olması dikkat çekiyor. Ancak, henüz kimse bu başarısızlık veya olumsuzluk üzerine görüş beyanında bulunmuyor.

Tam da bu noktada, iki uçağını birbiri ardına kaybetmiş bir ülkenin her iki kazayla ilgili belirsizlikler tuzağına ‘çekildiği’ görülüyor. Dış politikasındaki tarafsızlık ilkesi, dengeli politikalar elbette rasyonel temellere dayanıyor. Bunların arasında ülkenin uluslararası arenada oynayabileceği, bir tür gücünü sergileyebileceği yapıda olmamasının azınsanmayacak bir yeri var. Görüştüğüm kimi stratejistlerin dile getirdiği gibi, her iki vak’ada da birtakım güçlerin Malezya’yı ‘hedef’ aldığını gündeme getirmek işte bu nedenle mümkün gözükmüyor. Bunu mümkün kılan tek kişi olsa olsa Dr. Mahathir Muhammed olurdu ve o da ilk uçak vak’asından sonra sosyal medya üzerinde kısmen tartışılan bir hususu açıklıkla dile getirme cesareti gösterdi.


Yukarıda bahsettiğim ‘belirsizlik’ iki uçağın da kayboluşu/düşürülüşü konusunda bir bilginin mevcut olmaması. İkinci uçak vak’asından bu yana pek fazla süre geçmemiş olması, araştırmaların şu veya bu şekilde devam ediyor oluşunu dikkate alarak temkinli konuşmak mümkün. Ancak, konuya taraf olduğu aşikar olan iki ülkenin, yani Ukrayna ve Rusya Büyükelçileri ile yaptığım görüşmelerde birbirini suçlayan ifadeler ile birilerinin kimi nedenlerle Malezya’ya ders vermek isteyebileceği görüşünü birleştirdiğimizde vak’alaraın belirsizliğe terk edilebileceği ihtimaline kapı aralanıyor. Ortada biraz ‘Amerikancı’ duruşun başat olduğu dikkate alınarak herkesin uçağın düşürülüşünden sonra ABD makamlarının işaret ettiği noktanın doğruluğuna inanılacağı gibi bir düşünce hasıl olabilir. Ancak kimi çevreler bu durumda ABD’nin bizzat kendisinin maruz kaldığı ve bazı ülkeleri maruz bıraktığı gelişmelerde ‘işaret edilen sözde ‘gerçekliklerin’ zamanla olmadığına tanıklık edilmesinden hareketle bu sefer temkinli olmayı yeğliyorlar. Bununla birlikte, bu tutum, temelde Malezya’yı hedef aldığını düşündüğüm ‘belirsizlikler’ tuzağına biraz daha yaklaştırmaya da hizmet ediyor.