31 Ekim 2018 Çarşamba

Asya-Pasifik’te Tayvan Sorunu / Taiwan Issue in Asia-Pasific


Mehmet Özay                                                                                                                         31.10.2018

focustaiwan.tw
ABD’nin Asya-Pasifik bölgesiyle ilgili belirleyici politikalarından birini Tayvan’la ilişkileri oluşturuyor. Bu bağlamda, Tayvan konusu, ABD-Çin ilişkilerinde önemli başlıklardan biri olmayı sürdürüyor.

Çin yönetimi, kendisinden bir parça kabul ettiği bu Ada’nın bağımsızlığına her ne pahasına olursa olsun karşı çıkarken, ABD ise Çin’in Asya-Pasifik bölgesinde egemenliğini genişletme çabalarında Tayvan’ı bir koruma kalkanı olarak gündeme getiriyor.

Tayvan’da iktidar değişikliği ve Çin’le gerilim

Bu noktada, Tayvan’daki mevcut iktidarın da Çin’le olan ikili ilişkilerinin bu süreçte belirleyici olduğunu unutmamak gerekir. Bu noktada, özellikle, 2016 yılındaki seçimlerde bağımsızlık yanlısı olarak bilinen Demokratik İlerlemeci Parti’nin (DPP) iktidarı ele geçirmesi ile Çin ve Tayvan arasındaki ilişkilerin gergin bir safhaya girmesi olarak yorumlanıyor.

Tayvan yönetiminin, Çin’in tehditleri ve uluslararası arenadaki karşı propaganda ve politikalarına rağmen, siyasi varlığını devam ettirme konusunda attığı adımlar ABD ile ilişkilerle de sınırlı değil.
Bu noktada, 2016 yılında Tsai Ing-wen’ın devlet başkanlığı koltuğuna oturmasından itibaren konuşulan Güney’le ilişkileri güçlendirme politikası dışişleri bakanlığına bağlı ‘Hint-Pasifik İşleri Bölümü’ ile geçen Mayıs ayında resmen yürürlüğe konuldu. ‘Yeni Güney Politikası’ adı verilen bu politikayı bir başka yazıda gündeme taşıyacağım.

Çin’in Tayvan bağımsızlığına tahammülü yok

Devlet başkanı Tsai Ing-wen, bağımsızlık konusunu bugüne kadar doğrudan gündeme getirmese de, ABD ile sürdürülen ilişkilerin boyutu Çin’i Tayvan konusunda giderek daha agresif bir dil kullanmasına neden oluyor. Çin’in tepkisi söylem düzeyinde de kalmayarak Tayvan Boğazı’nda askeri tatbikatlarla somut bir gelişme gösteriyor.

Bu noktada Tayvan konusu, ABD–Çin ilişkilerinde ortaya çıkan ticaret savaşları, Güney Çin Denizi’nde seyr-ü sefer ve uçuş sahasının uluslararası niteliğine halel getirme yönelimlerine ilâve olarak bir başka çatışma alanını oluşturuyor. Öyle ki, Tayvan’la ilişkilerin seyrine ve söylemlere bakıldığında Trump yönetimi döneminde Ada’nın ABD’nin ulusal güvenliği meselesinde önemli bir konuma yükseldiği konusunda görüşler dikkat çekiyor.

Bununla birlikte, ABD’nin, Kore Yarımadası’ndaki gelişmeler bağlamında Kuzey Kore liderinin Trump’la masaya oturmasında şu veya bu şekilde nüfuzu olduğuna kuşku olmayan Çin’le arasını, yine aynı bölgede açmasına neden olabilecek bir konuda ısrarcı olması rasyonel bir gelişme olarak yorumlanamaz.

ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine dair politikalarının temel hedefinin Çin’in bölgesel etkinliğinin önünü almaya yönelik olarak, tepkisel bir bağlamda sürdürdüğü söylenebilir.

ABD-Tayvan askeri işbirliği

ABD-Tayvan yakınlaşmasında belirleyici konu askeri yardım olgusu. Geçen Pazar günü başlayan ve dün yani Salı günü sona eren Maryland’daki ABD-Tayvan Savunma Endüstrisi Konferansı bu gelişmelerin sonuncu olarak dikkat çekiyor. İlki 2002 yılında yapılan Maryland’daki konferans dizisinin bu yıl 17.sinin yapılması, iki ülkenin savunma sanayi alanındaki teşebbüslerinin boyutun ve sürdürülebilir bir nitelik taşıması açısından da önemli.

Bu etkinlik ve diğerlerine bakıldığında Tayvan tarafının ABD’den sadece hazır askeri techizat almakla yetinmek istemediği, aksine teknolojik donanıma hakim olma yönünde ciddi bir çaba sarf ettiği gözlemleniyor.

ABD’nin Tayvan’a silah satışında son gelişmelere bakıldığında 2017 yılı Haziran ayında 1.4 milyar dolarlık ve bunun ardından geçen Eylül ayında varılan 330 milyon dolarlık anlaşmalar ilişkilerin, yukarıda ifade edildiği üzere sadece ‘konferanslar’ düzeyinde kalmadığını ortaya koyuyor.

Trump yönetimi bu askeri anlaşmalarla Çin karşısında Tayvan’ın kendi güvenliğini geliştirmesini istiyor. Bu çerçevede 2001 yılında dondurulan teknoloji satışı konusu, geçen Nisan ayında yeni lisans düzenlemeleriyle özel firmaların teknoloji satışının önü açılmış oldu. Bunlar arasında deniz altı inşasına elverecek teknolojinin bulunması Tayvan’ın güvenlik konusunda ne denli agreif bir politika izlediğini ortaya koyuyor.

ABD savaş gemilerinin Tayvan boğazındaki seyr-ü seferinin Tayvan yönetiminde ilk defa kamuoyuyla paylaşılması olması da, iki ülkenin askeri işbirliğini uluslararası bir tanınırlık düzeyine ve hatta meşruiyet zeminine taşıma olarak değerlendirilebilir.

De facto büyükelçilik

ABD’nin Tayvan’la ilişkilerindeki gelişmelerden bir diğeri ise, Taipei’de de facto büyükelçiliği ve geçen Mayıs ayında ‘Tayvan Seyahat Yasası’ adı verilen yasaya imzalamasıyla, artık ABD’li üst düzey görevlilerin Ada ziyaretlerinin önü açılmış oldu.

ABD’nin Tayvan üzerinden Çin’e vermek istediği bir mesaj olduğuna kuşku yok. Özellikle Güney Çin Denizi’nde hakimiyet iddialarını tekrarlayan Çin’e karşı Tayvan’ın yanında olduğunu somut bir şekilde ortaya koyması bunun bir ifadesidir.

Ancak burada dikkat çeken husus, örneğin Barack Obama dönemiyle kıyaslandığında, Trump döneminde Tayvan’la ilişkilerin daha da öne çıkacak şekilde görünür kılınmasıdır. ABD savunma bakanlığı Asya-Pasifik güvenlik ilişkileri sekreter yardımcısının Tayvan’a silah satışı konusunda, “daha normal bir dış askeri satış ilişkisi”ne doğru gidildiği yolunda yaptığı açıklama bu politikanın bir yansımasıdır.

Çin tepkide ısrarlı

Bu gelişmeler karşısında Pekin yönetimi, Tayvan’ın ana kıtadaki Çin’e bağlılığına vurgusu ve herhangi bir bağımsızlık olgusunun somut bir şekilde gündeme gelmesi halinde gerekli karşılığı vereceği yönündeki uyarıları halen geçerliliğini koruyor.

Çin yönetimi bu tepkisini gerekçelendirirken, ABD’nin 1979 yılından itibaren Tayvan yerine Çin’i meşru partner kabul ettiği ‘tek Çin politikası’ uygulamasına tezat teşkil edecek politikalarına dikkat çekiyor.  

Tayvan’da yönetim açıktan açığa bağımsızlık konusunu gündeme getirmese de, Çin’in siyasi ve de askeri varlığı karşısında öz korumacı çabalarına devam edecektir. Bu süreçte, yanı başında bulacağı en önemli ortak ise ABD’dir. Bu durum, hiç kuşku yok ki, ABD ve Çin gibi iki gücün Asya-Pasifik bölgesindeki etkileşimlerinde Tayvan konusunun bir çatışma alanı olarak varlığını sürdürmesi anlamı taşıyor.

26 Ekim 2018 Cuma

Shinzo Abe’nin Çin ziyareti neler vaad ediyor? / What does Abe's visit to China promise?


Mehmet Özay                                                                                                                         26.10.2018

foto: Xinhua
Japonya başbakanı Şinzo Abe’nin iki günlük Çin ziyareti bölgesel ve küresel siyaset ve ekonomi bağlamında çok önemli bir sürece işaret ediyor. Bu ziyaret yedi yıl sonra bir Japon başbakanının Çin’e ilk ziyareti olmasıyla dikkat çekiyor.

Abe’nin Çin’i ziyaretinin, Doğu Asya’nın bu iki önemli ülkesi arasındaki gerilimli ilişkileri yatıştırmaya yönelik bir bağlamı olduğuna kuşku yok. Japonya tarafı söz konusu resmi ziyareti temkinli yaklaşır ve iki ülke ilişkileri bağlamında değerlendirirken, Çin basınında konu daha çok iki Doğu Asya ülkesinin ABD karşıtlığında yakınlaşması şeklinde gündeme getiriliyor.

Küresel etkisi olan bir ziyaret
İki ülke arasında gerek tarihsel gerekse son dönemdeki gelişmeler bağlamında politik gerilim yaşansa da Abe’nin ziyareti yeni bir anlayışın ve işbirliklerinin geliştirilmesi imkânını içinde barındırıyor. Bunun yanı sıra, öncelikle Doğu Asya’da ve giderek genişleyen bir çerçevede Güneydoğu Asya, Hint Okyanusu ve küresel boyuta ulaşan sorun ve gelişmelerin iki ülkeyi birbirine yaklaştıran olgular içerdiği de bir gerçek. Bu bağlamda, Abe’nin Cinping ile buluşmasını salt bu iki ülke ilişkileri ile sınırlı görülemez.

Bu çerçevede, ziyaretin zamanlamasına kısaca değinmek gerekir. Özellikle Kore Yarımadası’nda bu yılbaşına kadar varlığını ciddi bir şekilde hissettiren nükleer tehdit ve bunun akabinde oluşabilecek sıcak bir gelişmede, Japonya birincil hedefler arasında bulunuyordu. Gerek Çin-Kuzey Kore yakınlığı, gerekse 20. yüzyıl ilk yarısında yaşanan gelişmeler, Japonya’yı Çin’le ilişkilerini mesafeli tutmasına neden oluyordu. Trump-Kim görüşmesinin ardından bu tehdit yerini bölgede barış havasına bırakmasının hiç kuşku yok ki, Japonya’yı psikolojik olarak rahatlattığını söyleyebiliriz. Ayrıca, bu gelişme Japonya’nın Çin’le ilişkilerinin yeni bir döneme girmesi anlamı da taşıyor.

Ticaret savaşları - alternatif politikalar
Bir başka önemli gelişme ise, ABD’de Trump yönetiminin Çin’e yönelik ticari yaptırımlarıyla oluşan soğuk savaş atmosferi… Yukarıda dile getirdiğim üzere Kore Yarımadası özelinde Doğu Asya’ya barış hakim olma sürecindeyken, ABD’nin yine aynı bölgeyle tabii ki farklı bir bağlamda Çin’le ticareti hedef alarak çatışmacı bir ortama zemin hazırlaması tastamam bir çelişki.

ABD’nin ticaret savaşlarını bölgeselden küresele yaymasının başat unsuru olan Çin’e yönelik yaptırımlar sadece bu iki ülke ile de sınırlı kalmıyor. Bu bağlamda, Japonya her ne kadar ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki olsa da, ticari ilişkiler noktasında Japonya ABD yönetiminin içe kapanmacı ekonomi politikalarını ve ticaret savaşlarını onaylar bir politika sergilemiyor.

Japonya’nın kalkınma süreçlerinde liberal kapitalizmin olmazsa olmazlarından serbest ticareti onaylayan yaklaşımı, Donald Trump’ın bu son politikasını gizli/açık eleştirmesine neden oluyor. Bu ticaret savaşında Çin’in ABD’ye bağımlı olmama ve yeni açılımlar ortaya koyacağı dikkate alındığında, hiç kuşku yok ki, bu anlamda kendi bölgesinde ilk yönelebileceği ülkelerden biri Japonya.

Japonya’nın kapalı ekonomiler, içe kapanmacı politikalar karşısındaki tutumunu, Trump’ın daha başkanlık koltuğuna oturur oturmaz reddine imza attığı Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nın (TPPA) ABD’li veya ABD’siz sürdürülebilirliği konusundaki öncü rolü olmuştu. Benzer bir yaklaşımı, şimdi ABD’nin sırtını çevirdiği Çin’le gerçekleştirme ve hatta iki gücün birleşimi ile bölgede yeni bir sinerji oluşturma konusunda adımlar atmasını süprizle karşılamamak gerekir.

Çin sorumluluk alır mı?
Japonya’nın böylesi bir dönemde Çin’le ilişkileri yeniden düzenleme konusundaki inisiyatifinin öte yanında, Çin’i reaktive etme çabası olarak da görülebilir. Bununla ne demek istiyoruz? Çin küresel ekonominin ikinci büyük gücü olmakla birlikte, özellikle siyasal ilişkiler, uluslararası anlaşmalar ve kararlar gibi hususlarda kendi başına buyruk bir seyir takip eden politikalarına tanık olunuyor. 

Örneğin ASEAN ile ilişkiler Güney Çin Denizi sorunu vb. bağlamlarda ekonomik gücünü siyasal hegemonyaya tahvil etme çabası diğer ülkeler kadar, Japonya yönetimi için de rahatsızlık kaynağı. Öyle ki, Trump yönetiminin ticari ambargo politikalarının bir yerinde de böylesi bir gerçeklik pay sahibi olduğunu da söyleyebiliriz.

 Bu bağlamda, Abe bu ziyaretiyle, özellikle yaşanmakta olan ticaret savaşının Çin’i içine sürüklediği ekonomik ve siyasal durumda bir açılıma kapı aralamayı umuyor olabilir. Bu noktada, bu ziyaret Çin’in Asya-Pasifik gibi bir bölgede daha çok sorumluluk almaya ve siyasi ve ekonomik ilişkilerde daha yapıcı ve sürdürülebilir bağlamları ortaya koymaya ikna çabası olarak da görülebilir.

Bu husus, Çin yönetiminin özellikle Doğu Asya’da Diayous (Senkaku) Adaları üzerindeki hak iddiası ve daha çok da Güney Çin denizi özelinde ortaya koyduğu hegemonyacı tavrının ve bunun bölge ülkeleri üzerinde oluşturduğu tedirginlik ve belirsizlik olgularının ortadan kalkmasına vesile olacaktır. Kaldı ki, o dönem sürekli dile getirdiğimiz üzere, Asya-Pasifik bölgesi daha çok Barack Obama yönetimlerince ortaya konulan Asya-Pasifik politikaları ABD’nin bölgesel etkinlik ve nüfuzunu artırmayı hedeflerden karşısında birincil hedef olarak Çin’in bulunduğu unutulmamalı.

ABD mi Çin mi?
Bu gelişmeye üçüncü taraflar, örneğin ASEAN nasıl bakacağını da unutmamak gerekir. Şi Cinping, ABD’nin ticaret savaşı karşısında önemli hamleler de bulunsa da, küresel kapitalizmin hamisi ve bu ekonomik sistemi şekillendiren kurumlar üzerindeki hegemonyası ABD karşısında ne denli sürdürülebilir bir ticaret ilişkisi geliştirebileceğini sorgulatıyor. Ancak, Çin yönetimi, yukarıda dile getirmeye çalıştığımız bağlamda, Abe’nin önereceği çerçeveye uygun ve ABD için sürpriz addedilebilecek farklı bir hamle geliştirebilirse ASEAN’dan başlayarak Asya-Pasifik bölgesinde yeni bir ekonomi ve siyasal yapılaşmalara kapı aralayabilir.

Burada, sahip olduğu küresel ekonomideki ikinci önemli güç olmaklığın Çin yönetimi için ne anlama geldiği gibi daha büyük bir olgunun varlığı ortaya çıkıyor. Tarihsel bağlamı dikkate alınarak dile getirilmek istendiğinde, geleneksel olarak yayılmacı ve özellikle de istilacı politikalarla tanınmayan Çin, küresel kapitalizmin kurallarını sahip olduğu Asyacılık değerlerini kendi bölgesindeki diğer kalkınmış ve kalkınmakta olan ülkelerle işbirliğini barış temelli geliştirmeye yönelik çabalarıyla ABD’nin önünü alabilir.

Bu noktada, paragrafın girişinde dile getirdiğim ASEAN’ın bu gelişmeye nasıl bakacağı sorusunu hiç kuşku yok ki önemli. Çin’in bölge ile hem tarihsel ve geleneksel komşuluğu, hem de Çin kökenli azınlıkların varlığıyla kültürel etkileşimlerin bugüne kadar canlı bir şekilde sürdürülmesi ABD-Çin tercihinde ibreyi ikincisi yönüne çevirecektir. Ancak bunun için Çin’in kayda değer adımlar atması ve bölge yönetimleri ve halkları için ikna edici, inandırıcı politikaları hayata geçirmesi gerekiyor.

ABD’de Trump yönetiminin varlığının dünyanın başka bölgelerinde olduğu gibi ASEAN bölgesinde de hoşnutlukla izlendiği söylenemez. Yukarıda Japonya için söylediğimiz TPPA’nın devamı noktasındaki görüşe, ASEAN içerisindeki bu yeni ve -şimdilik atıl kalmış- ekonomi kulubü’nün diğer üyelerinin de destek verdiği görülüyor.

Burada haklı olarak, “Çin zaten ASEAN’la çok önemli ticari ve yatırım ilişkilerine sahip başka bir politikaya ne gerek var ki?” diye bir soru sorulabilir. ASEAN’nın özellikle son dönemde doğu-batı, Çin-ABD arasında denge politikası izlediğine tanık olunuyor. Her iki güçten de vazgeçmesi mümkün gözükmüyor, en azından şimdilik. Çin’in bölge ülkeleriyle olan ticaret hacmine rağmen, hoşnutsuzlukların sürekli gündemde olduğu da bir gerçek. Bu gerilim ortamının örneğin Malezya, Endonezya iç siyasetine kadar tesir edecek boyutlar taşıdığını yakinen biliyoruz.

Bu bağlamda, Çin, uluslararası anlaşmalar bütünü ile bölge ülkeleriyle politikalarını yeniden gözden geçirme imkânını Abe’nin ziyareti ve sonrasında oluşacak süreçte bulabilir. Ticaret savaşının, Çin’li bazı yatırımcıları zorunlu olarak ASEAN coğrafyasına itmesi hem bölge ülkeleri hem Çin için yakın ve orta vade için daha neler yapılabileceğinin açık bir göstergesi.

Abe’nin ziyaretinin Doğu Asya’dan başlayarak giderek genişleyen coğrafi bölgeler ve birlikleri de bağlayıcı bir özelliği içeriyor. Bu anlamda, iki liderin görüşmeleri ve sonrasındaki gelişmeler izlenmeye değer olacağını söylemek mümkün.


23 Ekim 2018 Salı

ASEAN’da ekonomik kalkınma ve güvenlik / Economic development and security issue in ASEAN

Mehmet Özay                                                                                                                        23.10.2018
foto:mainichi.jp
Güneydoğu Asya Ülkeleri (ASEAN) sonbahar dönemi zirve toplantıları dönem başkanlığını yürüten Singapur’da başladı. Bu çerçevede, 12. Savunma Bakanları toplantısı geçen hafta yapılırken, son dönemde bölgesel güvenlik konusunda önemli bir gelişmeye de konu oldu.
Ekonomik kalkınma ve güvenlik şemsiyesi
Birliğin, küresel ekonominin en önemli saç ayaklarından biri olduğu genel kabulüne rağmen, belki de bu gelişmeden bağımsız ele alınamayacak ve kimileri için tezat teşkil edecek şekilde güvenlik sorununun da bir o kadar önem arz ettiğine dikkat çekmek gerekiyor.
Bölge ülkelerinin güvenlik hassasiyetlerinin tek tek ülkelerin ulaştıkları ekonomik kalkınma seviyesi ve bu seviyenin istikrarlı bir şekilde devamı ve sürdürülebilirliği, aynı zamanda güvenlik konusunda hassasiyetlerin de artmasına neden oluyor. Bunda hiç kuşku yok ki, -tıpkı ekonomik kalkınma süreçlerinde olduğu gibi- güvenlik alanında da potansiyel tehditlerin ortaya çıkmasına yol açan husus bölgenin üzerinde yükseldiği coğrafya.
Çin-Japonya ve Güney Kore Doğu Asya’da endüstrileşmiş ve dünya ekonomisinde önemli yere sahip ülkelerine ulaşan suyolunun ortasında bulunması, öte yandan imalat sanayii ve tropik bölgelere has hammadde kaynaklarına sahip olması nedeniyle özellikle Batı Asya, Ortadoğu ve Avrupa ile yakın ticari, ekonomik ve yatırım ilişkileri ASEAN’ı doğuda ve batıda önemli bir ekonomik birlik kılmaya yetiyor.
Üye ülkeler güvenlikte ısrarcı
Bölgenin bu özel durumu, üye ülkeler yönetimlerince özellikle de Singapur, Malezya, Tayland ve Endonezya başta olmak üzere diğer birlik üyesi ülkelerce de şu veya bu derece paylaşılan bir güvenlik sorununu gündeme getiriyor.
Bu sorunu iki temel başlık altında ele almak mümkün. Birincisi, Güney Çin Denizi ikincisi uluslararası terörizm…
Güney Çin Denizi, sadece Çin’le birlik üyesi dört ülke arasındaki anlaşmazlığa değil, birlik üyesi ülkeler arasında da benzer bir anlaşmazlık konusu olmaya devam ediyor. Bu bağlamda, bir süredir bölgenin güvenlik iklimini belirleyen unsurların başında gelen Güney Çin Denizi konusunun ne kadar önemli olduğu son yapılan Savunma Bakanları toplantısındaki anlaşma ile kanıtlanmış gözüküyor.  
Geçen hafta yapılan savunma Bakanları toplantısı, dünyada ilk olduğu ifade edilen bir anlaşmaya konu oldu. Anlaşma, birlik ülkeleri arasında kıta sahanlıklarında ve uluslararası uçuşa açık bölgelerde istenmeyen gelişmeleri önlemeye yönelik çok katmanlı hava güvenlik tedbirlerini içeriyor.
Böylesi bir anlaşmanın gündeme gelmesi, söz konusu denizde bazı adalık bölgeler üzerindeki hakimiyet iddialarını pekiştirme ve öteki iddia sahibine göz dağı verme adına da olsa, hava güvenlik sistemlerinin zaman zaman pratiğe geçirilmesinden kaynaklanıyor.
Bu anlaşmanın önemini artıran husus ise, geçen yıl benzer bir zirvede bölge denizlerinde arzu edilmeyen karşılaşmaları engellemeye yönelik yapılan anlaşmanın devamı olmasıdır.
Bölgesel güvenlikte küresel perspektif
Peş peşe imzalanan bu anlaşmalar, ASEAN yönetiminin bölge barışına yönelik bütüncül yaklaşımının bir ifadesi olarak değerlendirilmelidir. Öyle ki, bu anlaşmalar sadece birlik üyesi ülkelerle değil, bölgeyi çevreleyen ve giderek ASEAN ile daha çok etkileşim içine giren Çin, Japonya, Avustralya, Hindistan, Güney Kore, Yeni Zelanda, Rusya ve ABD’yi de içine alacak şekilde neredeyse küresel bir boyut sergiliyor.
Singapur savunma bakanı Ng Eng Hen’in de vurguladığı üzere, geçen hafta varılan anlaşma bağlayıcılığı bulunmasa da, yaptığı emniyet kemeri benzetmesinde de görüldüğü üzere, bölge ülkelerinin barış konusundaki yaklaşımlarını ortaya koyması ve olası istenmeyen gelişmeleri önlemeye yönelik inisiyatifi olarak değerlendirilmelidir.
Anlaşmanın detaylarına bakıldığında, aslında insan faktörüne eğinildiği görülüyor. Ve bu anlamda, bu anlaşmanın özellikle savaş uçakları komuta ve yönetiminde yer alanların bir tür ehlileştirilmesi yönünde atılmış adımlar demek yanlış olmayacaktır.
Toplantılar çerçevesinde Endonezya ve Singapur’un gündeme getirdiği terörle mücadele konusunda da bazı inisiyatifler söz konusu. Bu noktada, Endonezya’nın terörizmle mücadelede stratejik bilgi paylaşımı ve Singapur’un ‘esneklik, karşılık ve iyileşme’ olarak adlandırılabilecek olan tasarısı da kabul gördü.
Güvenlik konusunda atılan bu adımlar, ekonomik gelişmede istikrarlı bir düzey yakalama arzusundaki ASEAN’ın yakın ve orta vadede bölgeyi riskten olabildiğince uzak tutma amacı taşıyor. Bununla birlikte, bölge güvenliğini geliştirmeye matuf bu gelişmeyi iç içe geçmiş yeni güvenlik alanları projesinin bir parçası olarak da değerlendirmek mümkün.
Bu noktada, ABD, Hindistan, Avustralya ve Japonya’nın oluşturduğu ‘Dörtlü Güvenlik Diyaloğu’nun, temelde Hint ve Pasifik Okyanusları’nda temelde Çin’i hedef alarak geliştirilen bir güvenlik halkası olduğu hatırlandığında, ASEAN özelinde gündeme gelen yeni anlaşmaların bu güvenlik halkasının dar alanını teşkil ettiği görülür.
Bu gelişmeler, bölge ülkelerinin savunma sanayilerini geliştirme ve milli ordularını güçlendirme noktasında önemli atılımlar içinde olduklarını görmezden gelinmemeli. Ancak barış konusunda atılan adımlar güvenlik politikalarında sivillerin ve geniş kamuoyunun talep ve isteklerinin hayata geçirilmesi noktasında önem taşıyor.
http://guneydoguasyacalismalari.com/2018/10/23/economic-development-and-security-issue-in-asean/

19 Ekim 2018 Cuma

Enver İbrahim güçlü bir lider olarak yeniden Federal Meclis’te… /Anwar İbrahim as a strong leader again in federal parliament


Mehmet Özay                                                                                                                        19.10.2018

foto: Thestar.com.my
2015 yılı Şubat ayında beş yıllık hapis cezası nedeniyle milletvekilliği düşen Enver İbrahim 13 Ekim’de yani geçen Cumartesi günü Port Dickson şehrinde yapılan seçimin ardından yeniden mecliste.

Negeri Sembilan eyaletine bağlı, bir deniz üssü olarak da bilinen Port Dickson şehrindeki seçimde Enver İbrahim’in yanı sıra çeşitli partilerin yanı sıra bağımsız adayların da yer almıştı. Enver İbrahim, kullanılan toplam 43.489 oyun 31.016’sını alarak tarihi bir seçimi kazanmış oldu. Bu sonuç, iktidarın 9 Mayıs’taki seçiminin ardından -bir tek seçim bölgesinde olsa da, halkın yeni iktidara olan güveninin pekiştirilmesini sağlayan önemli bir gelişme olarak kabul ediliyor.

Reform döneminin pratiğe geçirilmesi
Port Dickson seçimini önemli kılan unsurlardan biri çok etnikli, çok dinli bir yapıya sahip olması bağlamında, ülkeyi temsil edebilecek önemli bir belde olması.
Bu anlamda, şehrin demografik dağılımına bakıldığında, Müslüman Malay nüfus yüzde 42.7; Çinli nüfus yüzde 33.1 ve Hint kökenliler ise yüzde 22’lik bölümü teşkil ediyor. Bunun yanı sıra, bölgede adına Orang Asli denilen, görece az bir orana tekabül etse de şehrin etnik dağılımında yer alan bir toplumsal yapının olmasını da unutmamak gerekir.
Dolayısıyla bu demografik yapının Enver İbrahim’e teveccühü, onun 1990’ların sonlarında başlattığı reform programında ülkenin tüm etnik ve dini gruplarını içine alan düşüncesinin pratiğe geçirildiğinin bir kanıtı olarak da okunmaya elveriyor.
9 Mayıs seçimlerinde Halkın Adaleti Partisi’den (PKR) Port Dickson milletvekili seçilen Danyal Balagopal Abdullah’ın istifasıyla boşalan milletvekilliği için yapılan seçimi Enver İbrahim’in yanı sıra çeşitli partilerin yanı sıra bağımsız adaylarla birlikte toplam 8 aday katılmıştı.

Enver’le yeni dönem
Seçimin ardından Pazartesi günü yani 15 Ekim’de yapılan yemin töreniyle Enver İbrahim, Federal Meclis’te milletvekilliği süreci yeniden başlamış oldu.

Onun bu seferki meclis üyeliğini farklı kılan, artık iktidardaki koalisyon güçlerinin yanı sıra,  yaklaşık yirmi yıldır reform için mücadele veren ve 9 Mayıs seçimleri sonrasında en güçlü siyasi parti olarak çıkan PKR’ın genel başkanı hüviyetine sahip olmasıdır.

Böylece, Enver İbrahim, iktidarı oluşturan çok partili koalisyonun önemli lideri olarak sorumluluğunu artık meclis üyesi olarak daha aktif olarak ortaya koyması bekleniyor.

Sultan’ın bağımı ve siyasal adaletsizlik
Enver İbrahim, cezavinde bulunması nedeniyle 9 Mayıs seçimlerine katılamamıştı. 2012 yılında hakkında açılan ikinci livatalık davası sonrasında 2015 yılında beş yıl hapis cezasına çarptırılan Enver İbrahim’in milletvekilliği düşmüştü. Ancak 9 Mayıs seçimlerinde muhalefetin iktidarı ele geçirmesinden kısa bir süre sonra, Federal Sultan tarafından hakkındaki suçlamalardan bağışlanarak özgürlüğüne kavuşmuştu.

Federal Sultan Enver İbrahim’i bağışlarken, bir siyasi baskıdan öte, görüşme sırasında dile getirdiği üzere bu siyasi lidere yönelik açılan davaya inanmadığı ve adalet içeren bir karar olmadığı yönündeki görüşü dikkat çekiciydi.

Federal Sultan’ın bu görüşü, sıradan bir bağışlama olmanın ötesinde, ulusal siyasette yaşanan kan kaybının ve adaletsizlikler ortamını görünür kılması açısından kayda değer bir gelişmeydi. Ve belki de bu karar, ülkenin sembolik lideri konumundaki sultanlık makamının son dönemde aldığı en önemli karar olmakla tarihe geçti. 

Başbakanlık yolu
13 Ekim’de Port Dickson’da yapılan seçim Enver İbrahim’in başbakanlığı yolunda önemli bir adım kabul ediliyor. Bu sürecin doğal bir seyir mi takip edeceği yoksa siyasilerin şahsi ihtiraslarının mı öne çıkıp bir çatışma ortamına dönüşüp dönüşmeyeceği de ülke siyasi gündeminin belki de en önemli konularından biri.

Ancak, daha 9 Mayıs seçimleri öncesinde, hatta 2016 yılı sonlarından başlayarak Ulusal Malay Birleşik Organizasyonu’dan (UMNO) ayrılarak yeni bir siyasi parti kuran Dr. Mahathir Muhammed ile o dönem muhalefeti oluşturan üç partinin yani Halkın Adaleti Partisi (PKR), Demokratik Eylem Partisi (DAP) ve Emanet Partisi- partilerin liderleri ile yapılan görüşmelerde, seçimin kazanılmasının ardından kimin başbakanlık koltuğuna oturacağı konusunda ortak görüş Dr. Mahathir olarak belirlenmişti.

Ancak gerek Dr. Mahathir’in ilerlemiş yaşı, gerekse Enver İbrahim’in muhalefetin doğal lideri olma vasfı ve seçmen kitlesinin talepleri göz önüne alınarak Dr. Mahathir’in başbakanlığının iki yıla varan bir süre olarak belirlenmesi ve ardından başbakanlığın Enver İbrahim tarafından yürütülmesi kararında fikir birliği sağlanmıştı.

Dr. Mahathir ve Enver İbrahim sürtüşmesine yer yok
Şimdi Dr. Mahathir ile Enver İbrahim arasında liderlik değişim sürecinin herhangi bir sarsıntıya yer vermeyecek şekilde gerçekleştirilmesi gerekiyor. Bu konuda her iki liderin de temkinli olduğu gerek iktidar partileri ve özellikle de dışındaki siyasi hareketlerin ve çevrelerin iki lider arasını açmaya, bir kaos ve istikrarsızlık ortamı oluşturmaya matuf çıkışlarına rastlanmaya başlandı bile.

Ancak Enver İbrahim bu konuda zaman zaman yaptığı açıklamalarla bu tür beklentilerin önünü almaya çalışarak bir güven ortamı tesisine katkıda bulunuyor. 13 Ekim seçiminin ardından meclisteki varlığının da bir acil başbakanlık çağrısı yerine, Dr. Mahathir’e verilen sürenin dolmasını beklemek şeklinde olacak.

Bu sürenin beklenmesi, iktidarı oluşturan koalisyon partilerinin iktidar yapılanmasını ve ülke bürokrasisine adaptasyonu anlamında da büyük önem taşıyor. Nihayetinde UMNO gibi bir kurucu güç içerisinde 1970’lerden itibaren var olan Dr. Mahathir’in tecrübesi diğer parti liderleri ile kıyaslanmayacak ölçüde.

UMNO güç kırılması yaşarken, mevcudiyeti hala devam ediyor
Unutulmamalı ki, gerek 9 Mayıs seçim atmosferi gerek sonrasında oluşan gelişme, açıkcası 62 yıl boyunca iktidarı oluşturan Ulusal Cephe’nin ve özellikle de bu cephenin omurgasını oluşturan UMNO’nun böylesi önemli bir siyasal değişikliğe ne denli hazır olduğu ve buna izin vereceği de gündemin önemli konularındandı. Bu bağlamda, UMNO sadece ülkenin en önemli siyasi hareketi olarak görmek yanıltıcı olacaktır.

UMNO, özellikle Malay çoğunluğun hakim olduğu ve adına iktidar aygıtı denilen içinde silahlı kuvvetler, emniyet, dışişleri, savunma, adalet mekanizması gibi can alıcı kurumların yanı sıra, tüm ekonomik yönetim birimlerini kontrol altında tutan dev bir yapı olarak düşünmek gerekiyor. Zaten bu nedenle, 9 Mayıs seçim sonuçlarının açıklanması, neredeyse 24 saate varan bir süreyle gecikmiş ve nihayetinde ülkede iktidar değişikliğine ‘onay’ verilerek muhalefet partileri koalisyonu iktidar koltuğuna oturmuştu.

Seçim sonuçlarının gecikmeli olarak açıklanmasının nedeni ise, ülkede siyasal değişikliğin önünü alma yönünde bir çabanın sergilenme çabasına maruz bırakıldığı anlaşılıyor. Ülkenin ‘derin’ güçlerinin Dr. Mahathir’in başbakanlığını engellemek onun yerine, daha ‘mülayim’ ve ‘anlaşmaya müsait’ bir siyasi kişilik olarak kabul edilen PKR lideri Dr. Wan Azizah’nın önerildiği açıklamaları geçtiğimiz günlerin en önemli konusuydu.

Bu bağlamda, Yeni Malezya’nın oluşumu sürecine geçildiği bu birkaç aylık süreç, Enver İbrahim’in mecliste temsili ile yeni bir aşamaya evrilmiş durumda. Ancak ‘Yeni Malezya’ kavramının kalıcı ve sürdürülebilir bir nitelik arz etmesi için sadece siyasal yaşamda değil, toplumsal ve bürokratik yapılaşmanın her köşesinde yapılması gereken daha çok iş var.


14 Ekim 2018 Pazar

Çin’de Helal gıda ve baskı politikaları / Halal Food and oppression policies in China


Mehmet Özay                                                                                                                        14.10.2018

foto: whatsweibo.com
Çin’de bir süredir gündemde olan helal gıda ile mücadele temelde, ülkenin etnik-Müslüman azınlığını oluşturan Uygurları hedef aldığı yönünde bir görünüm ortaya koysa da, aslında bu toplumsal grubu aşan bir yönü bulunuyor.

Helal gıda sekülerizm için bir tehdit
Komünist partisi tarafından helal gıda tanımı, logosu ve pratiklerinin ülkenin seküler yapısına bir tehdit ve aşırıcılığı kışkırttığı şeklindeki yaklaşımı konunun ülkedeki bütün müslümanları içine aldığını ortaya koyuyor.

Bu bağlamda dini özgürlükler çerçevesinde ele alınmayı hak eden helal gıda üretim ve tüketim süreçlerini engellemeye yönelik politikalar, sadece etnik Müslüman Uygurların asimilasyonuyla ilgili değil. Aksine, ülkenin farklı etnik yapılarına mensup dini grupların tümünü içine aldığı söylenebilecek bir din karşıtlığı ve bu dini yapılanmalar yönelik gizli/açık siyasal şiddetten bahsetmek mümkün.

Öte yandan, ülkenin dışa açılma politikaları, adına ‘İslam ülkeleri’ denilen çeşitli ülkelerle ticari işbirlikleri ve ortaklıklar, turizm, eğitim vb. gibi süreçler bağlamında ülkeyi ziyaret eden ve/ya ülkede yaşayan Müslümanların da bu gelişmenin doğrudan hedefi olduğu aşikâr. Öyle ki, sadece Doğu Türkistan’da veya müslüman kitlenin kayda değer bir nüfus olarak belirdiği şehirlerde değil, gıda sektöründe önemli kuruluşlarının ülkenin dört bir tarafındaki şubelerinde hayata geçirilen helal gıda uygulaması da bu politikalardan olumsuz olarak nasibini alıyor.

Komünist vatandaşlar ‘ayrımcılığa’ tahammül edemiyor
Helal gıda uygulamasından hareketle Çin toplumunda tepkinin ortaya çıktığı yönünde geçen yıl ortalarında haberler gündeme gelmişti. Sıradan vatandaşlar, uygulamaya geçirilen kontrollü sosyal medya üzerinden, ülke nüfusunun sadece yüzde ikilik dilimine tekabül eden Müslüman kitleye yönelik helal gıda uygulamalarını ‘ayrımcılık’ ve/ya ‘özel uygulamalar’ olarak yaftalayarak bir anlamda hükümete yasaklama çağrısında bulunuyordu. Bu tepkilere bakınca, insanın aklına, komünist bir rejimde yaşayan Müslüman olmayan vatandaşların bu ‘sivil taleplerini’ herhalde rejimlerine gönülden bağlı ve ülkedeki her bir ferdi rejimin tek tipci insan yapılaşmasının nesnesi gördükleri şeklinde bir düşünce geliyor.

Bu karşı çıkışın ve hükümetin helal gıdaya yönelik engelleyici yaklaşımı çerçevesinde, Müslüman kitlelere yönelik baskı ve asimilasyon politikalarını pasif-aktif şiddet üzerinden gerçekleştirmesine yol açıyor. Çin hükümetinin, ‘sivil bir tepki’ olarak ortaya çıktığı izlenimi veren sosyal medya içerikli bu talebi/gelişmeyi bahare ederek, zaten Doğu Türkistan’da Uygurlara yönelik sürdürmekte olduğu baskı ve asimile politikalarını farklı bir boyuta taşıyarak, Müslüman bireylerin gündelik yaşamlarında en temel biyolojik ihtiyaçlarını dini temel üzerinden gerçekleştirme hakkını ellerinden alıyor.

Bu tür politikaların temel hedeflerinden birinin Sincan eyaletindeki Uygurlar olduğuna kuşku yok. Öyle ki, 2009 yılında yaşanan ayaklanma sonrasında bu yöndeki kısıtlamalar Sincan bölgesinde hayata geçirilmeye başlanmıştı. Bu uygulama ile Müslümanların komşu ülkelerdeki Müslümanlarla iletişimlerini kırmak olduğu konusunda görüşler mevcut.

Çin yönetimi, Uygurlara yönelik baskısını tıpkı diğer politikalarında olduğu gibi, helal gıda konusunda da ayrıştırıcı ve baskıcı bir yöne çekmesinde, bu topluluğa yönelik haksız iddialarının payı azımsanacak gibi değil. Öyle ki, uygulanmakta olan politikaların insan idrakini zorlayan taraflarından biri de, üyelerinden bazılarının dünyanın başka bir yerinde silahlı eylemleri bahane edilerek, tüm Uygur halkının ‘terörle’ birlikte anılarak, Çin toplumunun bir parçası olan bu etnik-dini gruba yönelik neredeyse toplumsal bağlamda toptan imha faaliyetine girişme çabaları olmasıdır.

Ya da kimi medya organlarında dile getirildiği üzere, hükümet politikalarının yanı sıra, tıpkı helal gıda uygulamalarının kaldırılması yönündeki çağrıda da olduğu gib, Çin halkının İslamiyetle ilgili cehaletinin de kayda değer bir yanı bulunuyor. Tıpkı Batı ülkelerinde İslamifobia olgusunun yerleşik bir hal alması sürecinde karşılaşıldığı gibi, Çin’de de geniş kamuoyunun İslamiyetle ilgili bilgilerindeki eksiklik göze çarpıyor. Öyle ki, adı terörle anılan bölgesel ve küresel bazı organizasyonların varlığının medya üzerinden dünya kamuoyunda özel bir algı oluşturması sürecinden Çin kamuoyunun da etkilenmesi söz konusudur.

Küresel kapitalizmin iştahını kabartan ‘Helal Gıda’
Helal gıda olgusu, sadece İslam dininin gereklerini yerine getirme konusunda hareket eden Müslüman kitleler için önemli bir olgu olmakla sınırlı değil. Bunun ötesinde, dünyanın ve özellikle de Doğu ve Güneydoğu Asya’nın farklı bölgelerindeki devletlerin ve gıda sektörüyle ilgili faaliyetlerde bulunan özel sektörün politikalarına bakıldığında kayda değer bir ekonomik değere tekabül ediyor.

Örneğin, aralarında Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kore, Singapur gibi Müslüman nüfusun görece oldukça az bir azınlık grubu teşkil ettiği gelişmiş ülkelerin helal gıda konusundaki girişimleri yeni değil. Üstüne üstlük bu ülkeler mevcut ve de giderek artmakta olan pazar payından daha çok hisse alma arzusuyla yeni yatırımlar gündeme getiriyorlar.

Yukarıda adı zikredilen ülke yönetimleri bu konuda politika geliştirir, yasal düzenlemeler yaparken ve bu yine bu ülkelerde faaliyet gösteren gıda sektöründeki özel şirketler helal gıda konusunda üretim süreçlerini yeniler ve revise ederken İslami hassasiyetlerle hareket etmiyorlar. Aksine, tastamam kapitalist bir üretim ve tütekim mantığıyla hareket ederek piyasanın talepleri doğrultusunda bir ekonomik faaliyet ve bunun getirisinin peşindeler.

Çin hükümeti helal gıda pazarında
Kapitalistleşme kulvarında epeyce yol alan ve tecrübe kazanan Çin yönetiminin yukarıda zikredilen ülkelerin bu alandaki ekonomik girişimleri ve yatırımları karşısında sessiz kalması işin doğasına aykırı.

Bu ekonomik süreç, yukarıda dikkat çekilen engelleyici ve yasaklayıcı politika ve görüşlerine rağmen, bir anlamda çelişki içerecek şekilde Çin hükümetinin de gündeminde. En azından, helal gıda tartışmaları ve yasaklayıcı yaklaşımların bu denli gündemde yer işgal etmesinden kısa bir süre öncesine kadar gündemdeydi.

Bu konuda daha önceki yıllarda yaşanan gelişmeler hatırlandığında, Çin hükümetinin verdiği özel izinlerle helal gıda üretimi yapan şirketler olduğu gibi, yine Çin’de faaliyet gösteren kimi şirketlerin sahtecilik yaparak ürünleri üzerine helal logosu kullandıkları da çeşitli kaynaklarda dikkat çekiliyor…

Tek Kuşak Tek Yol ve Helal piyasalar
Devlet başkanı Şi Cinping’in 2013 yılında devlet başkanlığına oturmasından bu yana sürekli gündeme getirdiği ve pratiğe geçirilmeye başlanan Çin’den Batı Asya’ya uzanan Tek Kuşak Tek Yol projesi çerçevesinde ekonomik ve yatarım işbirlikleri arasında, halklarının kahir ekseriyeti müslüman olan toplumlar da bulunuyor. Çin yönetiminin, bu küresel projenin salt maddi alt yapısını değil, üretim-tüketim süreçleri çerçevesinde Müslüman toplumlarda piyasa talepleri ve pazar oluşturma süreçlerinde de yer alması kaçınılmaz.

Örneğin, çeşitli Arap ülkeleri ile yapılan ticari anlaşmalar kapsamında gıda sektörünün de yer alması, bölgede komşusu bulunan Endonezya ve Malezya gibi halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan ülkelere yönelik ticari ilişkilerde, sadece gıda sektörüyle de sınırlı olmayacak şekilde, önemli bir pay alma yarışında olduğu biliniyor.

Bu noktada örneğin, her yıl Eylül ayında yapılan Çin-Arap ülkeleri ticaret fuarına da konu olan Yinchuan bölgesinde helal gıda üretimi yapan şirket/lerin yıllık ihracattaki payı 3 trilyon doları buluyor.

Bu girişimin Çin hükümetinden bağımsız gerçekleşmesinin mümkün olmadığı ortada. Zaten bölgedeki şirket yönetimlerinin, örneğin geçen yılki fuar öncesinde yaptıkları açıklamalardan bunu anlamak mümkün. Buna göre, Çin hükümetinin, Müslüman müteşebbislerin helal gıda konusunda yatırımlarını desteklediği ve bu yöndeki yatırımlar için sübvansiyonlar uyguladığı açıklanmıştı.

Helal konusu çözümlenebilir mi?
Temelde ortaya konulan haberlere bakıldığında Çin ‘sivil toplumundan’ gelen tepkiler çerçevesinde alınmış olduğu izlenimi veren ‘tedbirler’, aslında ülkede önemli bir toplumsal çatışmayı küresel boyuta taşıyacak bir nitelikte.

Çin hükümetinin gücünü küresel ekonomide ve de giderek askeri ve siyasal yapılaşmasında ortaya koyma eğilimi sergilerken, Uygurlara uygulanan baskılar ve ardından ülkedeki tüm müslüman unsurları içine alacak şekilde helal gıda yasaklanmasının gündeme gelmesi hiç kuşku yok ki, bu yönelimle tezat teşkil edecek şekilde ahlaki bir kırılma ve yarılmaya da konu oluyor.

Bu gelişme, temelde ülkenin resmi ideolojisi kabul edilen komünizm ve bunun ülkedeki icracı kurumu olan tek parti yönetiminin ahlakla ve insanla ilişkilerde sergilediği politikaların ilkelliği olarak yorumlanabilir. Bu bağlamda, “komünistten başka ne beklenir ki” söyleminin ötesine geçerek konuya yaklaşmakta fayda var.

Özellikle de, Tek Kuşat Tek Yol veya diğer adıyla ifade edersek kara İpek Yolu projesi çerçevesinde Çin yönetimiyle işbirliği anlaşmaları imzalayan halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan ülke yönetimlerinin bu konuyu gündeme almaları en azından etik bir sorumluluk olarak ortada duruyor.


12 Ekim 2018 Cuma

Endonezya doğal afetlerle mücadelede (II) / The aid work and natural disasters in Indonesia (II)


Mehmet Özay                                                                                                                        12.10.2018

Foto: The Straits Times
Endonezya’da art arda gelen depremler ve tsunami bir kez daha ülkede deprem, sel, toprak kayması başta olmak üzere ve zaman zaman ortaya çıkan ‘doğal’ afetler sonrasında mücadelenin nasıl gerçekleştirildiği ve bu konuda ne tür yeni önlem ve tedbirler alınabileceği konusunda tartışmaları gündeme taşıyor.

Aslında ülkede doğal afetlere referansla ‘bir kez daha’ demek bile hatalı. Çünkü ülkenin üzerinde yükseldiği coğrafyanın deniz altı kaya katmanları ve üç kıta arasında yer alması sürekli benzer afetleri gündeme getiriyor.

Kanıksanan zaafiyet
Bununla birlikte, afetlerin meydana gelmesi ile afetlerden hemen sonra ilk yardım çalışmaları ve hemen akabinde başlayacağı beklenen yeniden yapılandırma ve rehabilitasyon çalışmalarında iyileşme yönünde kayda değer bir gelişmenin olmaması, ülkenin temel sorunları arasında.

Ancak bu sorunlar salt afetler sırasında hatırlanması ve akabinde unutulması öyle gözüküyor ki, yinelenir bir karakter halini almış durumda. Bu konuda, sorumluluğun sadece Endonezya hükümetinde olmadığı, küresel insani gelişmeler ve ahlaki yaklaşımın bir ürünü olarak başta bölge ülkeleri olmak üzere küresel kamuoyunun da bir çaba içerisinde olması beklenmektedir.

Bu bağlamda, deprem ve tsunami vakasından hemen sonra kaleme aldığımız yazımızda, Güneydoğu Asya Ülkeleri İşbirliği (ASEAN) ve Birleşmiş Milletler (BM) gibi uluslararası kuruluşların verdikleri sözlere atıfta bulunmuştum.

Sulavesi halen yardım bekliyor!
Yaklaşık iki hafta önce, Sulavesi Adası’nın orta bölgesindeki Palu şehrini ve civar yerleşim yerlerini vuran deprem ve tsunami sonrasında, Endonezya hükümetinin ortaya koyduğu performans yukarıda dile getirdiğim eleştirel yaklaşımdan birincil derecede pay alıyor.

Öyle ki, bu felâketin ardından iki hafta geçmesine rağmen, halen ilk yardım ve kurtarma bağlamında değerlendirilecek süreçlerde eksikliklerin var olduğuna gönderme yapan haberlerin gündeme gelmesi tartışmanın gerçek boyutuna işaret ediyor.

Üstüne üstlük, devlet başkanı Joko Widodo’nun felaketten üç gün sonra uluslararası yardım çağrısına bazı ülkeler kayda değer yardım sözleriyle karşılık vermelerine rağmen…

Merkeziyetçi yapı çözüm mü?
Doğal afetler sonrası yardım ve kurtarma faaliyetlerinde, kamu kuruluşlarının ve devlet bürokrasisinde ilgili birimlerin, diyelim ki yardımla mücadeleden sorumlu olanların, varlığını ve etkisini en ücra bölgeye kadar göstermesi bekleniyor.

Sulavesi’deki felâket sonrasında da ortaya çıktığı üzere merkez yani, başkent Cakarta ve/ya Cava Adası’nın belirli merkezlerinde konuşlanmış olan yardım ve kurtarma birimleri etkin ve sürdürülebilir bir çaba için yeterli olamadığı ortada.

Temel yardım ve kurtarma faaliyeti sürecinde yaşanan sıkıntılar dikkate alındığında, ülkede yardım konusunda tecrübe sahibi olduğu söylenebilecek kurum yetkililerinin, ‘her felâketten ders çıkarmak zorunda oldukları’ açıklaması gönüllere su serpmediği gibi, gelecek için de pek ümitvar etmiyor.

Üstüne üstlük, aynı kurumların temsilcilerinin sorumluluğu bu konuya ayrılan bütçelerle ifade etme çabaları ise, ‘para’ ile ilişkili konularda şeffaflık, kontrol, verimlilik gibi zaten sorunlu olan bir ülke ve yönetimin açmazlarını ve sorunlarının sadece doğal afetlerle mücadele ile sınırlı olmadığını dolaylı olarak ortaya koyuyor.

Bu yetkililerin pişkinlikle yaptıkları açıklamaların aksine, ortaya konulan bazı yatırımların bile sürdürülebilir bir niteliğe büründürülmemiş olması, ortada sistemik bir sorunun olduğunun en bariz kanıtlarından biri.

Bölgede, tsunami uyarı sistemini sağlayan teknik araçların kullanılamaması bir yatırım yapıldığı ancak bu yatırımların arzu edilir bir rasyonalite ile işlerlik kazandırılamaması belki de ilgili kurumların üzerinde durması gereken konu.

Yıkılan binalar altında kalanlara ulaşmayı sağlayacak teknik alt yapının geliştirilememiş olması ve bu konuda sadece merkeze bağımlılık ulusal hükümet kadar, yerel hükümetlerin de bu konuda acziyetleri ve eksikliklerine işaret ediyor.

2004 yılında yüzyılın felâketine konu olmuş bir ülkenin doğal afetler sonrasında ortaya çıkan durumla mücadelede sadece bütçelerle halledilebilecek bir konu olmadığı, aksine insan kaynakları ve yeterliliği konusunda ciddi adımlar atması ve bunda süreklilik arz etmesi gerekiyor.

Birbiri ardına tezat
Bunların yanı sıra, hem basının hem devlet kurumlarının felâket olgusuna nasıl yaklaştıklarını ve resmettiklerini resmi kurumları temsil eden görevlilerle ilgili görüntülerde ortaya çıkıyor.

Aralarında örneğin ‘ulusla ilk yardım ve kurtarma’ birimleri başta olmak üzere resmi makamları temsil eden yapıların giyim-kuşam ve araç vb. gibi donanımlar noktasında ‘göz boyayıcı’ varlıklarına karşın, sahada mağdurlara ulaşma ve devamındaki süreçlerde ortaya çıkan aksaklıklar arasında bir tür tuhaflık sezinlenmiyor değil.

Vur emri kime?
Orta Sulavesi’de yaşanan deprem ve tsunaminden birkaç gün sonra bölge sorumlusu komutan yaşanan yağma olaylarından hareketle görev yapan birliklere ‘vur’ emri verildiğini açıklıyordu. Komutan, felaketin ardından ilk iki gün halkın mağduriyetini göz önünde bulundurarak bu tür vakalara müsahama gösterdiklerini söylüyordu.

Toplumsal düzenin akamete uğradığı dönemlerde karşılaşılabilir durumlardan biri olan yağmacılıkla mücadele önemlidir. Ancak kendi halkına, hele hele mağduriyeti son noktaya dayanmış bir kitleyi hedef alan sözler devletin koruyuculuğu ve şefkatine muhtaç kitleye yapılmaması gerekir.

Sivil yönetime bağlı ordu mensuplarının yönetimi meselesi bile ülkede felaketler sonrası toplumsal ilişkilerdeki bir başka zorlu alan olarak ortaya çıkıyor. Bölgede görev yapan askeri birliklerin, sanki terörle mücadele izlenimi veren tam teçhizatlı donanımları, halka yardımı değil bir tür güç gösterisi yapma imkânı olarak ortaya konuluyor.

Bir terör ortamında bulunuyormuş izlenimi veren askerin, sadece kılık kıyafetindeki detaylar değil dikkat çeken. Çeşitli kereler tanık olunduğu üzere, kuvvetle muhtemelen depremzedelere tavır ve davranışlarına da yansıyacak düzeyde bir genel tutum farklılaşmasından bahsetmek mümkün.

Yardımla mücadelede “gotong-royong” modeli
Bu noktada, dikkat çekmek istediğim bir değer var. Belki de unutulan bir değer…

Yukarıda dikkat çekilen modern kurumsal yapılaşmaların dışında, geleneksel-dini bir bağlamda ortaya konan ve adına ‘gotong-royong’ denilen yardımlaşma kültürünün bu tür felâket dönemlerinde ortaya çıkıp çıkmadığı konusu üzerinde de durmak gerekiyor.

Resmi çevreler, zaman zaman bazı pragmatik amaçlar doğrultusunda gündeme taşıdıkları bu yardımlaşma modeli afetler gibi reel ortamda nasıl karşılık buluyor acaba?