27 Mayıs 2015 Çarşamba

Malezya’da Zor Zamanlar ve Arakanlı Göçmenlerle İmtihanı / Hard Times in Malaysia and Trial with Arakanese Refugees

Mehmet Özay                                                                                                                  28 Mayıs 2015

Malezya, son yılların belki de en sıkıntılı dönemlerinden birini yaşıyor. Geçen yıl sonunda patlak veren ve bugüne kadar sadece muhalefet çevrelerinden değil, başta Dr. Mahathir Muhammed olmak üzere UMNO çevrelerinden de ağır eleştiriler almaya devam eden ‘Bir  Malezya Kalkınma Fonu’ndaki (1MDB) usulsüzlükler, ülkenin gurur kaynağı kurumlarından ‘Hac Vakfı’na (Tabung Haji) sıçramasıyla o güne kadar sessiz kalan bazı ‘İslamcı oluşumların da eleştiri çevrelerine eklemlenmesine neden oldu. Bu anlamda, Malezya’da yaşanan sıkıntılar, 5 Mayıs 2013 seçimleri sonrasında giderek artan bir ivme gösterdiğine dikkat çekmek gerekiyor. Bu süreçte, siyasi, sivil ve ekonomik alanlarda baş gösteren krizlere uçak kazaları, ‘Sulu’ saldırısının ardından Sabah Eyaleti’nde süren insan kaçırma vak’alarının tekrar be tekrar ortaya çıkışı, yeni vergi reformunun geniş toplum kesimlerinde şaşkınlık yaratan çapraşıklığı, ardından Arakan Müslümanlarını taşıyan teknelerin Malezya karasularından geri çevrilmesi ve nihayet gene Arakanlılara ait olduğu ileri sürülen mezarların bulunması birbirine eklemlendi.

Seçimlerin ardından 1999 yılından bu yana bir şekilde devam eden ve liderliğini Enver İbrahim’in yaptığı reform hareketine ‘son noktayı’ koyma adına Enver İbrahim’i bir kez daha hapse göndermekle mevcut iktidar ‘rutin’ yönetim işini yürüteceğini düşünüyordu. Her ne kadar bu süreçte Enver İbrahim’e yoğun bir halk desteğinden bahsedilemezse de, Malezya halkının tastamam da tepkisiz kaldığını söylemek mümkün değil. Hiç kuşku yok ki, Enver İbrahim’in mahkeme süreci ve akabinde hapsedilmesi karşısında toplumsal tepkilerin dışa vurulmamış olmasının, adına ‘reform’ denilen sürecin bir türlü sonuçlandırılamaması ve bunun halk kitleleri üzerinde doğurduğu ‘ümitsizlik’ psikolojisiyle açıklamak mümkün. Öyle ki, Enver İbrahim’le hapse girmesinden kısa bir süre önce yaptığımız mülâkatta, kendisinin de vurguladığı üzere örneğin Endonezya ve Filipinler hemen hemen aynı dönemde başlayan reform sürecinde görece bir başarı elde etmelerine karşın, Malezya’da arzu edilen dönüşümün yolu bir türlü açılamadı.

Son bir aydır Malezya’yı sadece hükümet çevrelerinde değil, bir tür toplumsal çatışmaya dönüşmüş izlenimi veren Arakan Müslümanları sorunu oldu. Aslında Malezya hükümeti ve halkı Arakanlılara yabancı değil. Bu noktada, örneğin Mindanao’da -ki hâlâ Sabah Eyaleti’nde nüfusu yüz bini bulan ve adına Filipino denilen Mindanao’lu yaşıyor- ve Açe’de yaşanan çatışmalar/savaşlar nedeniyle bölgeye akın eden kitleler gibi, Myanmar’da on yıllarca yaşanan siyasi sorunlar tıpkı diğer Müslüman olmayan etnik azınlıklar kadar, belki de daha çok Arakanlı Müslümanların Malezya topraklarındaki varlığı biliniyor. Hemen bu noktada, Malezya’nın Birleşmiş Milletler’in (BM) temel insan hakları, göçmenler vb.alanlardaki sözleşmelerine imza atmamış olması, bu kitlelerin Malezya’daki statülerini de yakından ilgilendiriyor. BM sözleşmeleriyle bu ilintisizlik Malezya topraklarına akın eden pek çok azınlık kadar Arakanlı Müslümanları da bir tür sömürü çarkının içine itiyor. İşte bu nedenledir ki, geçen yıl, ABD tarafından insan trafiğindeki rolü nedeniyle Malezya’nın notu üç’e yani en kötü dereceye indirildi.

Aslında bunun ABD tarafından yapılıp yapılmamasının bir önemi yok. Burada dikkat çekilmesi gereken husus. Daha önce bir yerde dile getirdiğim üzere, Malezya makamlarının ‘görmedim-duymadım-bilmiyorum’ politikasını sürdürüp sürdürmemeye niyetli olup olmamasıyla ilintili. Bölgenin çeşitli etnik azınlıkları ‘Malezyalıların’ kaşına gözüne hayranlıklarından Malezya Yarımadası’na konuşlanmıyorlar elbette. Malezya’nın adına ekonomik kalkınmacılık denilen ve on yıllarca sürdürülen politikalarının bir sonucu olarak ABD’den Japonya’ya kadar onlarca ülkenin açtığı imalat sanayiinin ana üretim sektörlerinde yer almak ve de bireysel ekonomik ‘hürriyetlerini’ kazanmak istiyorlar. Tabii, bu kitlelerin tümümün okumuş yazmış, nitelikli elemanlar kategorisinde değerlendirmek de mümkün değil. Bu nedenledir ki, bu kitlelerin kayda değer bir bölümü yerel iş sektörlerinde ihtiyaç duyulan insan açığını karşılıyorlar. Zaten sorun da tam burada nüksediyor. Böylesine önemli bir iş gücü açığı olan bir ülkeye yönelik gönüllü göçler ve bu gönüllü göçleri kendi amaçları için kullanan adına ‘insan kaçakçıları’ denilerek muğlak bir varlık olarak sunulan grupların varlığı ortaya çıkıyor.

Son bir aydır, uluslararası baskının bir sonucu olarak Tayland ve Malezya’da yapılan çalışmalarda insan kaçakçılarının kimlerden oluştuğu konusu açık bir şekilde ortaya çıkmış oldu. Her iki ülkede, göçmen ofislerinde ve diğer ilgili birimlerde çalışan yetkililerin dahli olmadan bu tür insan ‘transferlerinin’ mümkün olmadığını anlamak için uzman olmaya gerek yok. Malezya gibi görece küçük, bürokrasisi yerli yerinde bir ülkede insan mobilizasyonunun nasıl olup da milyonlarca kişinin kaçak olarak çalıştığı, barındığını, bu ülkeyi geçiş noktası olarak kullanıp soluğu Avustralya’da alma çabaları vb. konuları akıl ve hafsalanın alması mümkün değil. Kaldı ki, Malezya topraklarına göç akışının Arakanlılar ve Endonezyalılarla sınırlı olmadığını, bu topraklarda 1786 yılında başlayan İngiliz sömürgeciliğine parallel yürüyen ‘göçmen işçi’ ihtiyacının, başta Çin ve Hindistan olmak üzere bölge ülkelerinden nasıl karşılandığına dair tarihi verilere dayalı araştırmalara göz atan Malezyalı yetkililerin herhalde daha da yakından bilmesi gerekir. Çeşitli raporlar dikkate alındığında, Malezya’nın tam da ortasında yer aldığı insan trafiği konusu, sadece bölge ülkeleri toplumlarıyla da sınırlı değil. Nijerya’dan Etiyopya’ya Afrika ülkelerinden de bölgeye yönelik bir ‘akışın’ olduğu görülüyor.

Malezya topraklarında gündeme gelen insan trafiğini yürüten yerli ve yabancı ‘kadrolarının’ bir türlü ele geçirilemeyeşine rağmen, göçmen bürosu, polis gibi kurumların marifetiyle ele geçirilen ve ‘mazlum’ konumunda olan kitlelere yönelik politikalar da adalet standardını yakalanabildiğini söylemek mümkün değil. Bu süreçte, kendilerini ‘kaçıranlar’ elinde maruz kaldıkları acziyetin üstüne bir de kimi birimlerin bu insanların içinde bulundukları durumu istismar girişimleri kabul edilebilir değildir. Bu bağlamda, çeşitli konularda sesi yüksek çıkan resmi ve gayri resmi İslami kurum ve birimlerin bir tek söz etmemesi de hiçbir şekilde anlaşılabilir değildir. Şayet birileri çıkıp da ‘ekmek/su veriyoruz ya!’ türlü yaklaşımları da bir tür kandırmacadan ve manipülasyondan ibaret değil mi?

Tüm bu sorunlar karşısında uluslararası kurumların sözlü ve yazılı ‘uyarıları’ bir yana, bu gelişmeler karşısında kısa ve orta vadede ne türden olumlu gelişmeler olacağını  kestirmek güç. Çünkü ‘halim-salim’ halleriyle tanınan, ülkenin yönetim tabakasını oluşturan ‘Malayların’, sıradan vakalarda dahi negatif tepki vermeye eğilimli oldukları dikkate alındığında insan trafiği, mülteciler/göçmenler gibi uluslararası boyutlara sahip konularda kapsamlı ve sürdürülebilir çözüm bulmaları -en azından şimdilik- pek de mümkün gözükmüyor. Bu soruyu yakinen teşhir eden Dr. Mahathir Muhammed’in, söz konusu bu toplumsal atıllık psikolojisinin üstesinden gelmek amacıyla ‘Malaysia Boleh’ sloganını gündeme getirerek bir tür ‘motivasyon’ sağlama çabasının da bir sonuç verip vermediği üzerinde durup düşünmek gerekir.


Bu minvalde, Başbakan Necib bin Razak’ın ülkenin çeşitli iç meseleleri bağlamında giderek artan eleştirilere makul cevaplar vermesi kadar, Malezya’nın bu yıl ASEAN dönem başkanlığını yürütmesinin de verdiği çok ciddi bir bölgesel sorumluluğu olduğunu da olduğunu söylemek gerekir. 

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Arakanlı Müslümanlar Sorununda ASEAN’ın Sorumluluğu / Responsibility of ASEAN In the Issue of Arakanese Muslims

Mehmet Özay                                                                                                                 25 Mayıs 2015

10 Mayıs ve sonrasında Endonezya’nın batısında Açe Eyaleti sularında bulanarak balıkçılarla karaya çekilen teknelerde bulunan ve şu anda sayıları aşağı yukarı bin yeidüz kişinin varlığı ile Arakan sorunu bir kez daha sorunu gündeme taşındı. Söz konusu teknelerin Açe sahillerine ulaşmadan önce Tayland ve Malezya sahillerinde yetkililerce geri çevrilmesi uluslararası şaşkınlık ve ardından öfkeye neden oldu. Uluslararası baskıya maruz kalan bu iki ülke ve benzer politika izleyeceğini açıklayan Endonezya, 20 Mayıs’ta Kuala Lumpur’da acil bir toplantı yapma kararı aldılar. Uluslararası çevreler konuyu gazete manşetlerine ve televizyon ekranlarına taşır, Malezya-Tayland ve Endonezya uluslararası kamuoyu önünde büyük bir mahçubiyetle sorundan nasıl sıyrılırızın hesabını yaparken, Açeliler topraklarına çıkan bu insanlara yardım elini çoktan uzatmıştı bile.

Bu bağlamda, Arakan Müslümanları sorununda insani yardım tartışılırken, 24 Mayıs’ta Malezya’nın Perlis Eyaleti sınırları içerisinde toplu mezarlar bulunduğu gündeme bomba gibi düştü. Söz konusu mezarlar otoritelerce 11-23 Mayıs tarihleri arasında yapılan çalışmalar sonrasında bulundu. Bu durum, Arakan sorununun sadece Myanmar devletine havale edilemeyecek kadar önem arz ettiğini bir kez daha güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Malezya otoritelerinin toplu mezarla ilgili çalışmaları sürerken, elbette öldürülenlerin tümünün Arakanlı Müslümanlar olduğunu ileri sürmek şimdilik mümkün değil. Ancak eldeki veriler ve bölgedeki yasadışı insan trafiği dikkate alındığında toplu mezardaki cesedlerin Arakanlı Müslümanlar olduğunu da düşünmek mümkün.

Arakan sorunu, zaten bir süredir büyük sorunlarla yüzleşen Malezya hükümeti üzerinde yeni bir baskı olarak kendini ortaya koyuyor. Hükümet ile Penang Eyaleti Hükümeti arasında yaşanan ‘Arakanlılara kapıları açma’ söz düellosu bunun en açık göstergelerinden biri. Öte yandan, Malezya sınırında bulunan toplu mezarlar, geçen yıl ABD’nin Malezya’nın bölgedeki insan kaçakçılığı raporuna dayanarak sergilediği olumsuz performans nedeniyle derecesini 3’e, yani en kötüye çekmesi Malezya hükümeti tarafından tepkiyle karşılanmış, ABD’ye serzenişlerde bulunulmuştu. Ancak aradan çok fazla süre geçmeden Malezya makamlarını zor durumda bırakan toplum mezarlar durumun vehametini gözler önüne seriyor. Bu gelişme üzerine, İç İşleri Bakanı Ahmed Zahidi Hamid yaptığı açıklamada, bunu bir şekilde itiraf ediyordu. Aslında Malezya makamlarının insan trafiği konusunda teori ve uygulamada ASEAN içerisindeki rol ve sorumlulukları, hiçbir şekilde ABD’ye yaslanmasını gerektirmeyecek denli açık ifadeler içeriyor. Örneğin, Amaç ve İlkeler Bölümü’nde yer alan 8. Madde bunu açıkça ortaya koymaktadır: “Her türlü tehdit, ulusaşırı suçlar ve sınır ötesi müdahalelere karşı kapsamlı güvenlik ilkesine uygun olarak karşılık verilmelidir.” Bu maddenin hayata geçirilemediğinin en açık göstergesi bugün Malezya’da beş milyon kaçak göçmenin bulunduğunun resmi makamlarca dillendirilmesi olmaktadır. Bu durumda, ne Endonezya ne Tayland ile sınır güvenliğinin tesisi, insan ve mal kaçakçılığıyla mücadelede güçlü adımlar atılabildiğini söylemek güç.

Malezya’da bunlar olurken, Endonezya’da büyük umutlarla devlet başkanlığına getirilen Joko Widodo’nun da ülkenin deniz sınırları ve çevresindeki insan dramına yaklaşımında gecikmesi dikkat çekti. Kuzey Açe’de merkezi hükümetin temsilcisi konumundaki ordu yetkililerinin Açeli balıkçıları sorgulayıcı üslubla soruna yaklaşmalarından haftalar sonra nihayet merkezi hükümetten bir ses geldi. Dün (24 Mayıs) Jokowi’nin deniz kuvvetlerinin halen bölge denizlerinde var oldukları tahmin edilen binlerce kişiyi ‘aktif’ olarak arama çalışmasına onay vermesindeki gecikme, bölge ülke yönetimlerinin böylesine önemli bir bölgesel krize yaklaşımlarındaki ‘geri kalmışlığı’ ortaya koyması açısından dikkat çekiciydi.

Arakanlı Müslümanları taşıyan teknelerin Tayland ve Malezya kıyılarından zorla geri çevrilmesinin akabinde uluslararası çevrelerin tepkileriyle 20 Mayıs Çarşamba günü Kuala Lumpur’da biraraya gelen Malezya ve Endonezya yetkilileri ‘zorunlu seçmeli’ olarak okyanus sularında gezinen teknelerin ulusal sınırlara ulaşması halinde yardım edeceklerini açıklamaları da, aslında bu iki ülke başta olmak üzere ASEAN ülkelerinin göçmenler/insan hakları vb. konulara nasıl yaklaştıklarını bir kez daha açık bir şekilde ortaya koyuyordu. Malezya ve Endonezya makamları sınırlarına ulaşacak teknelere ‘kapılarını açacaklarını’ ifade ederken, Tayland bu konuda olumsuz yaklaşımını sürdürüyor. Kaldı ki, bugüne kadar ki icraatları dikkate alındığında, Malezya ve Endonezya’nın ‘kapılarını açma’ yaklaşımı da aslında sorunu manipüle etmenin dışında bir anlam ifade etmiyor.

Tabii bölgede bunlar olurken, Türkiye’nin giderek yakından ilgilenirmiş görüntüsü sergileyen yaklaşımı bağlamında bir kısım basında bir kez daha manipülatif çerçevenin dışına çıkılamadığını gösteren yayınlar dikkat çekiyordu. Öyle ki, Arakan meselesini hâlâ anlayamamış olan bu çevreler ve yazarlar, Kuala Lumpur’daki toplantı sonunda açıklanan kararın ardından “Oh kurtuldular” yaygarası çekerek bunu kanıtlamış oldular. Ortada ‘kurtulma’ gibi bir durum yok. Daha bölgenin coğrafi tanımlamasında ve Arakanlı Müslümanların durumunu tanımlada kullanılan ifadelerde dahi cahillik sergileyenlerin Myanmar neresi, Arakan halkı kimdir, neye tekabül eder, niçin yurtlarından sürülürler, bugün niçin ‘oknayusda’ can derdindeler gibisinden pek çok soruya cevap vermeleri mümkün değil. Bir de bu gazeteci tayfalarının bir hareket, bir ideal uğruna çalışıyorlarmış gibi bir görünüm arz etmeleri işin daha da tuhaflaşmasına neden oluyor. Yanlışları düzeltelim. Arakanlı Müslümanları taşıyan tekneler Güney Asya değil, Güneydoğu Asya sularındadırlar. Her ne kadar, söz konusu teknelerin Bangladeş’den çıktıkları dikkate alınsa da, teknelerin yol aldığı/hedef seçtiği güzergâh Güneydoğu Asya sularıdır. Arakanlı Müslümanlar ‘göçmen’ değildir. Siyasi mülteci statüsündedir. Ne var ki, Malezya-Endonezya bu statüyü ele alan Birleşmiş Milletler sözleşmelerine imza atmadıklarından bu kitlenin söz konusu bu ülkelerdeki varlıkları da ‘tanımlanamazlık’ içermektedir. Bu bağlamda, ana vatanlarında, yani Myanmar’da merkezi hükümetin Arakanlıları resmen bir etnik yapı olarak tanımlamamasından kaynaklanan ve bu insanları hiçliğe terk eden yaklaşımı, uluslararası çevrelerin bu insanları ‘göçmen’ olarak adlandırmaları da sorunun daha anlaşılamadığını açıkça ortaya koyuyor.

Peki bu sorunu kim, nasıl çözecek?
Arakan Müslümanlarının ahvaline dair bu en gelişmenin daha ortaya çıkmasından çok önce, bu yıl ASEAN dönem başkanlığını yürüten Malezya’nın ASEAN nezdinde ciddi girişimler de bulunması gerekirdi. Çünkü, dönem başkanlığına hazırlanan Malezya, 2014 yılı ortalarından itibaren Başbakan Necib Bin Razak’ın demeçlerinde görüldüğü üzere “İnsan merkezli ASEAN” olgusunu işliyordu. Kaldı ki, bu yaklaşım sadece Sayın Başbakan’ın ‘keşfettiği’ bir gündem maddesi değil. Aksine ASEAN Sözleşmesi’nin Amaç ve İlkeler Bölümü’nün 13. Maddesi’nde açıkça ifade edilen bir ilkedir. Ancak Mayıs başında bölge ülkeleri sınırlarından geri çevrilen Arakanlı Müslümanlar sorununu çözme konusunda en önemli iradeyi koyması beklenen Malezya makamları, Myanmar yönetimini acil toplantıya bile çağıramamıştır. Aradan haftalar geçtikten sonra ancak Mayıs sonu veya Haziran başında bir toplantı yapılacağı duyuruldu. Bu toplantının nasıl bir içerikle nasıl bir sonuç doğuracağını hep birlikte göreceğiz.

Arakanlı Müslümanlar sorununun çözümü ne Myanmar’ın ne de dönem dönem bu insanlara kapılarını açtığı varsayılan Malezya ve Endonezya tarafından çözülebilecek bir sorun değildir. Bu işin özünde referans mutlaka ASEAN Sözleşmesi olmalıdır. Temelde ASEAN sözleşmesindeki örneğin, “Demokrasinin güçlendirilmesi, iyi yönetim ve hukukun üstünlüğü, insan hakları ve temel özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi” (1. Bölüm-Amaç ve İlkeler/7. Madde)
maddesinin mevcut sorunlarla baş etmeye yeter olduğu görülür. Ancak burada siyasi irade sergileyecek bir yapılaşmanın olmaması ve aşağı yukarıd bölgedeki tüm ülkelerin benzer sorunlara sahip olmaları tabiri caizse kimsenin elini taşın altına koymasına olanak tanımıyor. Bir başka ifadeyle, mevcut rejimler bağlamında, ortada gizli bir korku halinin olduğunu söylemek mümkün.

ASEAN Sözleşmesi’nin 2. Maddesi’nin ‘e’ ve ‘f’ fıkralarında yer alan ‘üye ülkelerin diğerlerinin iç işlerine karışmama’ vb. ifadesi kadar genel anlamda insan hak ve özgürlükleri noktasında bölge ülkeleri yönetimlerinin kısır politikaları bulunmaktadır. Malezya ve Endonezya’dan başlayarak vatanlarından edilmiş insanlara karşı geliştirilemeyen insane yaklaşımda ortaya çıkan skandalların ardından bir kez daha Arakan sorununu yeni keşfediyormuş intibaı verecek haberler yerine, 2008 (Aralık), 2009 (Şubat), 2013 (Temmuz) aylarında Açe sularında karaya çıkarak bölge halkının yardımlarıyla bir anlamda yaşam bulan Arakanlı Müslümanların akibetinin ne olduğunu Cakarta yönetimi açık ve net bir şekilde ortaya koymalıdır. Bu insanlar hâlâ kamplarda mı tutulmaktadır? Myanmar’a geri mi gönderilmiştir? Yoksa ülkenin değişik bölgelerinde pek de ne oldukları bugüne kadar açıklanamamış ve adına ‘insan kaçakçıları’ denilen unsurların kurbanı olarak köle mesabesinde çalıştırılmakta mıdırlar? 2008 yılında dönemin Açe Valisi İrwandi Yusuf’un gündeme getirdiği, ‘Bu insanları Açe’de barındırabiliriz’ yaklaşımı ne merkezi hükümet ne de uluslararası çevreler tarafından dikkate alındığına dair bir ibare ortada gözükmektedir.


Bugün yapılması gereken, ASEAN bünyesindeki başta insane hakları bağlamında çalışmalar yürütenler olmak üzere tüm sivil oluşumların biraraya gelerek ülke yönetimleri üzerinde gerek tekil ülke anayasalarında gerekse ASEAN Sözleşmesi’nde gerekli değişiklikleri yerine getrime amaçlı bir baskı oluşturmasıdır. Bu noktada, bölgede yeterli insane kaynağı ve bilgi birikimi olduğuna kuşku yok. Bir an evvel, bu yönde girişimlerin yapılarak söz konusu bu gücün aktif hale getirilmesinde fayda var. 

21 Mayıs 2015 Perşembe

Türkiye-Endonezya İlişkileri Üzerine Bir Rapor ve Gerçekler / A Report and Facts Upon the Relations Between Turkey&Indonesia

Mehmet Özay                                                                                           22 Mayıs 2015

USAK’a bağlı ‘Asya-Pasifik Çalışmaları Merkezi’nin 2011 yılı Mayıs ayında tamamlanan “Türkiye ve Endoneya Kardeşlikten Partnerliğe” (Turkey and Indonesia From Friendship to Partnership) başlıklı 22 sayfalık İngilizce rapor üzerinde durulmayı hak ediyor. Çalışma, USAK’ın bu biriminin başında bulunan Doç. Dr. Selçuk Çolakoğlu ile Bilkent Uluslararası İlişkiler Bölümü doktora öğrencisi Arzu Güler tarafından hazırlanmış.

Çalışmanın konusu Türkiye-Endonezya olduğunda akademisyenlerin bu alanda uzman olduklarını düşünmemiz gerekir doğal olarak. Ancak girişte çalışmaya katkı yapan iki akademisyenin Endonezya özelinde ve de ASEAN genelinde bir çalışma içinde olduklarına referans yapan bir açıklamaya rastlamıyoruz. Aksine, Doç. Dr. Çolakoğlu’nun Kuzeydoğu Asya’yı çalıştığı, doktora öğrencisi Güler’in ise yüksek lisansını ‘Avrupa Çalışmaları’ bağlamında tamamladığına dair ifadeler yer alıyor sadece. Oysa Endonezya, coğrafi olarak Güneydoğu Asya’da bulunan bu anlamda ASEAN’a üye ülkelerden biri.

Giriş Bölümü’nün sadece iki paragraftan ibaret olması ve birinci paragrafın Açe bağlamına, ikinci paragrafın da iki ülkenin ne türden rol oynadıkları ve bu rollerin iki ülke ilişkilerine pozitif etkisi epeyce şüpheli birtakım uluslararası birliklere hasredildiği görülüyor.

Giriş’inde “TÜBİTAK” destekli yapıldığı belirtilen çalışmanın başlığı, Asya-Pasifik bölgesinin görece önemli ülkelerinden Endonezya ile Türkiye arasındaki tarihsel bağdan, günümüzde koşullar çerçevesinde jeo-politik gelişmeler bağlamındaki ‘siyasi ve ekonomik ilişkiler’ ağına dönüşümünü konu alındığını akla getiriyor. Böylesi bir düşüncenin akla gelmesinde, ülkemizde kimi resmi ve gayri resmi çevrelerin şu veya bu bağlamda “Türkiye-Endonezya ilişkileri” derken atıfta bulundukları sözde tarihi referanslar temelde tarihde olup bitenlerle uyuşmayacak bir nitelik arz ediyor. Nedir bu referans? Osmanlı Devleti ile Açe İslam Sultanlığı arasında gelişen ilişkiler... Ancak burada iki ülke arasında, belki de siyasi soruna yol açabilecek bir bağdan söz edildiğine ifade etmeliyiz. Modern Endonezya Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana, adına Açe Eyaleti denilen toprak parçası üzerinde yaşayan halkla ve bu halkın tarihiyle sorunlu bir merkezi hükümetin olduğu bu ülke üzerine kalem oynatan hemen hemen tüm akademyanın ortak kanaati. Burada hiç kuşku yok ki, kimi çevrelerce “önemli değil, Cakarta ile ilişkileri temellendirme adına böyle bir yaklaşımda bulunuyoruz” savunusu yapılabilir. Ancak bunun Cakarta’da bir karşılığı olduğunu iddia etmek mümkün mü? Öte yandan, vakıa şu ki, Cakarta’da veya Ankara’da resmi görüşmelerde de söz konusu bu tarihi bağdan söz açıldığında yetkililer “Açe” adını açıkça zikretmiyorlar. Zikretmeleri halinde ise konuya vakıf olanlarca Cakarta makamlarının nasıl tepki vereceği tahmin edilebilir. Tam da bu noktada bir Büyükelçimizle genel bir sohbet ortamında geçen bir anektodu aktarmakta fayda var. Bir vesile ile yapılan görüşmede Cakarta makamları Büyükelçiye “Siz -yani Türkler- Açe’yle çok ilgileniyorsunuz” babında bir cümle sarf etmiş. Büyükelçimizde “Siz de tarihte Açe gibi bizden yardım isteseydiniz sizinle de ilişkiye geçirdik” şeklinde bir karşılık vermiş. Cakarta makamlarının serzenişlerine sebep ise gerçekte tsunami sonrasında geliştiği varsalıyan ilişkiler. Oysa bu dönem de bile ‘ilişkinin’ boyutu “insani yardım”ın ötesine geçmediği bilinmekle birlikte Cakarta makamları buna bile tahammül edemiyorsa, acaba siyasi, ekonomik, kültürel bağlamları ile Açe nezdinde yapılacak girişimler acaba nasıl bir tepki alır diye sormak gerekiyor.

Türkiye tarafında ise Endonezya’ya yaklaşım bağlamında aracı rolü oynayacağı düşünülerek tarihin kadim dönemlerine, bugün Endonezya denilen toprakların (Adalar’ın) bir bölümünde gerçekleşmiş birtakım etkileşimlerden hareket ediliyor ve bunlarun modern Endonezya Cumhuriyeti’nin ‘damarına’ ulaşmada referans olması beklentisi var. Bu raporda da benzer bir hususun dile getirildiğini gördüğümüzde şaşırmıyoruz. Her ne kadar içindekiler bölümünde özel bir bölüm açılmasa da, Giriş’te bu tarihi referansa dair bazı atıflar var.

Modern dönem ele alındığında bile, Endonezya Devleti’nin bağımsızlık ve kuruluş yıllarında Türkiye’den esinlenmelerin gündeme getirilmesi gerekiyordu. Çünkü Endonezya Cumhuriyeti tam da Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş temellerini ansıtan ‘pancasila’sız[1] anlaşılması mümkün değil. Rapor, Modern dönem Soğuk Savaş yılları; Soğuk Savaş sonrası yıllarda İkili İlişkilerin Yeniden Şekillendirilmesi; Türk-Endonezya İlişkilerinde Çoklu Boyut Yaklaşımları; Türkiye-Endonezya Ekonomik İlişkileri alt başlarını taşıyor. Buna ilâve olarak Sonuç bölümünde ‘tavsiyeler’e yer veriliyor.

TÜBİTAK gibi önemli bir devlet kurumundan fon almış bir araştırmanın saha çalışması olarak gerçekleştirildiği düşünülebilir. Ancak çalışmanın ‘masa başı’ literatür taramadan öte gitmediği görülüyor. Bunun detaylarını aşağıda göreceğiz...

‘Rapor’ adı verilen çalışmanın daha ilk cümlesi ‘dipnotlu’ verilmesi, çalışmaya katkıda bulunan akademisyenlerin konuya dair bir genel yaklaşıma sahip olmadıklari izlenimini veriyor. Kaldı ki, daha ilk cümleden ‘dipnotlu’ bir girişin akademik yazımda muteber olup olmadığını da tartışabiliriz. Bakalım bu dipnotlu giriş cümlesinde özetle ne söylenmiş: “Açe Sultanlığı, 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar uzanan tarihin değişik dönemlerinde Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiliz sömürgeciliğine karşı Osmanlı’dan yardım istedi.” Ve bu cümleye referans, Türk-Açe ilişkilerini 1994 yılında Doktora çalışmasına konu yapan Prof. Dr. İsmail Hakkı Göksoy’un 2007 yılında 1. Açe-Hint Okyanusu Çalışmaları Konferansı (ICAIOS)’unda sunduğu tebliğ olmuş. Fransızlarla İngilizlerin Açe ile herhangi siyasi ve askeri etkileşimi olmadığı, aksine özellikle İngilizler’in daha Hint Okyanusu’nun doğusuna geçtikleri andan itibaren ilk siyasi ve ekonomik ilişkiye girdikleri devlet Açe’dir. İngilizlerle siyasi mülâhazalar bağlamında çatışmalar veaskeri kamplaşmalar bir tarafa, 19. yüzyıl başlarında Thomas Stamford Raffles Açe Sultanı ile yüzyüze görüşmeler ve yazışmalarla Açe ile bir ‘ittifak’ ilişkisi geliştirmeye çalışmıştır.[2] Gene aynı yüzyılın üçüncü çeyreğinde Açe topraklarına Hollanda istilası sırasında Penang üzerinden Açe’ye silah gönderilmesi konusunda İngilizlerin bir ‘himayesinden’ bahsetmek bile mümkün... Bu metni kaleme alırken, tüm belgelerim Açe’deki evimde olduğundan Göksoy Hoca’nın konferans metnini bir kez daha kontrol etme imkânı bulamadım. Ancak o konferansta sunum yapan Göksoy Hoca’yı bizzat dinleyen ve de metnini elden geçirmiş biri olarak Fransız[3] ve İngiliz sömürgeciliğinin Açe’de varlık göstermesi ve bunun askeri bir vecheye bürünmesi üzerine Açe siyasi elitinin Osmanlı’dan yardım talebine dair herhangi bir cümle hatırlamıyorum.

İkinci paragraf ise, modern döneme sıçrama yaparak Türkiye-Endonezya’nın ne denli ‘sağlıklı’ ve ‘yakın’ ilişkilere sahip olduğuna dair bazı atıflar yapılıyor. Bu atıfların başında 1945’den itibaren geliştirildiği, içinde İslam Konferansı Teşkilatı (İKT), D-8, G-20 ve ASEAN gibi uluslararası birliklerde bulunmaları örnek gösteriliyor. Temelde iki ülke arasında siyasi etkileşimden bahsedilecekse bunun başlangıç noktasını Endonezya kurucu babası Sukarno’nun Kemal Atatürk’ün laiklik uygulamaları ve devrimleri üzerindeki çalışmaları dikkatlere sunulmalıdır. Burada hemen rahat ulaşılabilecek bir akademik çalışmayı örnek verebilirim: Ibnu Anshori. (1994). Mustafa Kemal and Sukarno: A Comparison of Views regarding Relations Between State and Religion, Master of Arts, Institute of Islamic Studies McGill University, Montreal.

Öte yandan, iki ülkenin adı geçen uluslararası birliklerde üye olarak bulunmaları her zaman için yakın ilişkiler geliştirmeleri anlamına gelmiyor. Bu ilişkilerden D-8’i farklı bir bağlamda almakta fayda var. Kaldı ki, D-8’in de bölgesel ve uluslararası ilişkilere etki edebilecek bir boyuta gelmesinin nasıl engellendiği düşünüldüğünde bu birlik içerisinde olmakla her iki ülkenin ne türden bir yakınlaşma sergilediği şüphelidir. G-20’de başat aktörlerin Türkiye ve Endonezya olmadığı da biliniyor... Fazla söze hacet yok... ASEAN’daki birliğe niçin atıfta bulunulduğunu anlamak zor. Çünkü ‘raporun’ kaleme alındığı tarihte Türkiye’nin ASEAN’a akredite olması ve Endonezya Büyükelçisi’ni, aynı zamanda ASEAN’dan sorumlu büyükelçi atamasının üzerinden aşağı yukarı bir yıl geçmişti. Geriye kalıyor İslam Konferansı Teşkilatı... Bu Birlik’in varlığı konusunda ve Endonezya’daki faaliyetleri bağlamında bugüne kadar epeyce ipucu verdik...

Ayrıca sarf edilen bir cümle var ki, bunun ne tür bir siyasi ve uluslararası ilişkiler terminolojisine ve teorisine oturduğu sorgulanmayı hak ediyor. Her iki ülkenin nüfusunun çoğunluğunun Müslüman olması, benzer politikalar gütmesi ve iki ülkenin yakınlaşmasına sebep gösteriliyor. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş temelleri itibarıyla laik bir ülkedir; Endonezya Cumhuriyeti kuruluş temelleri bakımından bizzat Türkiye laikliğini örnek almış seküler bir devlettir. Her iki ülke halkının kahir ekseriyetinin ‘Müslüman’ olmasının bu ülkelerin politikaları ve siyasi hedeflerinin benzerliğine çağrışım yapacak ne türden bir etkisi olduğu anlaşılamıyor. Her iki ülke kurucu babaları ve nihayetinde on yıllarca yönetimde bulunmuş siyasi elitinin siyasi ideolojiler noktasında İslam’a ne türden bir pay verip vermediklerini Suharto’yu ve günümüz Endonezya siyasetini konu alan metinlerimizde dile getirmiştik...

Birinci Bölüm’ün giriş cümleleri Soğuk Savaş’ın çetrefil zamanında ‘Demokrasiye’ çokça ihtiyaç duyan Endonezya’nın çareyi Türkiye’yi model almakta bulduğunu öğreniyoruz. Buna kanıt olarak da önce 1952 yılında dönemin Endonezya Başbakanı’nın ve ardından da Devlet Başkanı Sukarno’nun 1959 yılında Türkiye ziyaretleri gösteriliyor. Sukarno’nun Anıtkabir’de Mustafa Kemal Atatürk’ün mozolesini ziyareti ve orada yaptığı konuşmada gençliğinde Atatürk’ün kendisine nasıl ilham kaynağı olduğunu ve bu anlamda ona karşı beslediği derin saygı ve hürmete vurgu yapılıyor. Bu giriş cümleleri ile çelişen paragraf ise hemen ardından geliyor. Bu çerçevede Endonezya’nın ‘Türkiye’yi sadece demokratikleşme konusunda  örnek almadığı, üstüne üstlük 2000’li yıllara kadar ordunun siyasetteki rolü bağlamında da bir model olduğu söyleniyor. O zaman şunu sormak gerekmiyor mu? Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş bağlamı demokratikleşme midir? Devrimler dönemi demokratikleşmenin hangi bağlamına oturmaktadır? Tam da burada, yıllar önce lisede Inkilâp Tarihi dersi hocamızın “Atatürk çok zekiydi... Bazı çevrelerle nasıl baş edeceğini çok iyi biliyordu. Devrimleri yaptı, çünkü bu çevreler karşı yapması gerekiyordu” şeklindeki cümlesi aklıma geliyor. Her iki devletin daha kuruluşundaki militarist unsurlar ortadayken, hangi demokratik uygulamalardan bahsetmek mümkün.

Kaldı ki, Sukarno’nun 1959 Nisan ayının son günlerinde Türkiye ziyaretinden hemen kısa bir süre sonra, aynı yılın Temmuz ayında ülkede 1950 yılından itibaren uygulanagelen ve adına liberal denilebilecek anayasayı ilga ettiği ve bunun yerine gücün Devlet Başkanı’nda toplandığı bir yönetime geçiş yaptı. Adına ‘Denetimli Demokrasi’ denilen rejimdeki bu değişim hiç kuşku yok ki, dönemin en önemli İslamcı oluşumu Masyumi’nin kapanmasına neden oldu. Bu süreçte ‘Pancasila’yı sorgulayan bütün İslamcı tartışmalar da sona erdirilmiş oldu.[4] Bu konuda bir de yerli bir kaynağa kulak verelim. Takdir Alisjahbana Endonezya’nın yetiştirdiği en önemli entellektüel ve akademisyenlerinden biri olan Takdir Alisjahbana  bir çalışmasında,[5] Anayasa’da yer almakla birlikte halkla paylaşılmayan haklara atıfta bulunaras şöyle der: “Anayasanın 131. Madde’sinde yer alan bölgesel otonom sözünü yerine getiremediğimiz gibi, üniter devlet sloganlarını, güç, refah ve statü elde etmek gibi kişisel hırs ve ihtiraslarımıza kurban verdik.” Herhalde bu iki atıf Sukarno’nu ne tür bir demokratikleşmeyi hayata geçirdiğini kısaca anlatıyordur.

Burada “Türkiye’deki sekülerleşme”ye kısa bir atıf varsa da, gerçek o ki, Türkiye’de sekülerlik değil, ‘laiklik’ hakimdi. Laiklik ve sekülerlik iki farklı terminoloji olduğunu fırsat buldukça Endonezya’daki ve Malezya’daki dostlara ve öğrencilere aktarma imkânı buluyorum. Bu iki siyasi kavramın anlaşılamaması diyelim ki, bu rapor örneğinden hareket edecek olursak Türkiye ve Endonezya “demokratikleşme süreçlerini”, “çoğunluğu teşkil eden Müslüman halkların ve temsilcilerinin iç politikadaki karşılıklarının neye tekabül ettiğini” pek de algılayamadığımız sonucunu doğurur.

Dördüncü dipnota konu olan cümle üzerinde durmak gerekir. Çünkü Türkiye’deki sivil demokrasinin işlevselliğine ve ordunun müdahalelerinin ise ancak “Anayasal düzeni tehdit eden” bir siyasi partinin neşet etmesi halinde gündeme geldiğini vurgulanarak Endonezya’nın bu uygulamayı kendine model aldığı söyleniyor. Dipnotun nereden alındığını merak edenler için hemen iletiyorum: “Türk Ordusu Modelimiz Olacak”, Milliyet, 25 Kasım 1998. Bu cümleyi kimin söylediğine dair bir atıf yok. Ancak metinde geçen ifadeler dikkate alındığında Endonezyalı bir yetkilinin söylediği görülüyor. Demecin tarihi neye tekabül ediyor bir de ona bakalım. Cakarta’daki dev gösterilerin ardından 21 Mayıs 1998’de Devlet Başkanlığı’ndan ayrılmak zorunda kalan Suharto’dan sonra geçici Başkanlık görevini üstlenen üvey oğlu makamındaki Prof. J.B. Habibie’nin dönemi. Herhalde demeci veren Endonezya ordusunda üst rütbeli bir subay olmalı. Peki o zaman, Suharto’nun 30 Eylül 1965’de gerçekleştirdiği Askeri darbeyi nasıl açıklayacaksınız?

Türkiye-Endonezya ilişkileri ‘Bağlantısızlar’ konusunda da ele alınmış. Ancak ne tuhaftır ki, meşhur 1955 Bandung Konferansı yerine, 1965’de (!) Cezayir’de yapılan toplantıda Kıbrıs konusunda aranan desteğe değinilmiş. Acaba Cezayir’deki toplandı 1965 yerine, 5-9 Eylül 1973 olmasın... Öte yandan, Bandung Konferansı Türkiye açısından önemli bir girişim olarak hesaplanmıştı. Ancak bu konferansa iştirak eden Türkiye’nin -ki heyetin başında dönemin Türk Dışişleri Bakanı bulunuyordu- NATO’nun, dolayısıyla Amerikan yanlısı olarak konferansa iştirak ettiği ileri sürülerek konferans boyunca maruz kaldıkları eleştirilere hiç değinilmemiş! Acaba bunun Türkiye-Endonezya ilişkilerinin geliştirilmesinde bir rolü olmuş mudur?

Rapor’un ana başlığıyla çelişen ifadelere de yer veriliyor. Bu anlamda iki ülke arasındaki ilişkilerin “geliştirilememesine” örnek, 1970’li yılların sonundan veriliyor. 1979’da dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, Endonezya Başbakanı Adam Malik’i resmen davet etmesine rağmen, araştırmacıların vurguladığı üzere heri ki ülkenin kayda değer ekonomik güçleri olmadığı ve iç ve dış sorunlarla boğuşmak zorunda kalmaları dolayısıyla ekonomik ve politik ilişkilerde bir gelişme olmuyor. Bununla birlikte iki ülkenin uluslararası arenada birbirine verdiği destek Kıbrıs ve Doğu Timor meselelerinde olduğu görülüyor. Yani Türkiye dönemin yönetiminin icraatı olarak Suharto’nun 7 Aralık 1975 tarihinden itibaren Doğu Timor’u istilası ve akabinde gelen şiddet ve zulme destek vermiş mi denmek isteniyor acaba? Bir diğer girişimin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in 1982 yılı Aralık ayında Endonezya ziyareti olarak dikkat çekiyor. Bu vesile ile iki ülke devlet başkanı konusunda hem fikir olduklarını açıklarken, her türlü “terör faaliyetini” kınadıklarını ve “kaynakları ne olursa olsun” bu türden faaliyetlere karşı ortak işbirliği yapma kararı alıyorlar. Suharto’nun o dönemki görüşmelerde ‘terör’den kastı ‘Açe Özgürlük Hareketi’ midir diye soralım. Bu anlaşmaya imza atan her iki liderden Suharto yargılanmaktan ölüm döşeğinde olması kurtardı; Kenan Evren ise halen yargılanıyor...

Soğuk Savaş sonrası dönemde ilişkilerin nasıl geliştiğine bakalım... Bu bölüm Türkiye’nin “Doğu Asya” ilişkilerinde gelişmeye atıf yapan cümleyle başlıyor. Aklıma Japonya, Güney veya Kuzey Kore, Çin geliyor doğal olarak. Ancak bölüm Endonezya’ya ilgili. O zaman herhalde bir yanlışlık olmalı diyorum. Çünkü Endonezya Doğu Asya’da değil, Güneydoğu Asya’da... Ancak akademisyen arkadaşlar çalışmanın 14. ve 17. sayfalarda Doğu Asya ifadesini bir kez daha kullanarak beni bu yanlışa inanmam konusunda zorluyorlar... Bu ülkenin coğrafi konumunun en azından 1950’li yıllardan itibaren Endonezya’yı kaleme alan akademyadan haberdar olanların bilmesi gerekir.

Her ikisi ülkenin halkının çoğunluğu Müslüman olduğuna göre, Soğuk Savaş sonrasının uluslararası arenadaki kayda değer gelişmelerinden birinin D-8 olması gerekir. Araştırmacılarımız buna değiniyorlar elbette. Ancak sadece bir cümleyle... Bu cümle de dipnotlu. Dipnota baktığımızda nasıl bir akademik bir çabanın gerçekleştirildiğine de şahit olabiliriz: “Turkey, Indonesia agree to annual visa requirement”, Today’s Zaman, 30 Haziran, 2010”.  Bu haberin tarihi, içeriği bize D-8’le ilgili bir şey söylüyor mu? 1996’da kurulmuş D-8’in hazırlık toplantıları, bu birliğin öncülüğünü yapmış olan Türkiye’deki Başbakanlık ve Meclis vb. kurumlardaki tutanaklar hiç gözden geçirilmediği anlaşılıyor.

D-8 nedir, nasıl yapılanmıştır, hedefleri nelerdir, uluslararası çevrelerden nasıl tepki toplamıştır, Endonezya rejiminin  katkısı ne olmuştur vb. sorulara cevap vermek yerine, sanki bu birliğe üye olmakla Türkiye ve Endonezya çok işler başarmışlığı mı söylenmek isteniyor?

Bunun ardından 2010 yılı Temmuz ayında ASEAN nezdindeki girişime değiniliyor. Türkiye bu girişimi nedeniyle Asya-Pasifik bölgesinde “kurumsal ilişkilere sahip bir aktör” olarak değerlendiriliyor. ASEAN’ın odağında ve çeperinde rol alan ülkelerin Asya-Pasifik’e dair neredeyse her nevinden sivil toplum kuruluşları ile donanımlı olduğunu dikkate aldığımızda Türkiye’nin bu bölgeye dair ne tür politikalar geliştiridiği, daha evvelinde bölgede geliştirilen politikaları anlamada ne tür mekanizmalara sahip olduğuna dair bir bilgi edinemiyoruz. 2003 yılı Haziran ayında Endonezya Devlet Başkanı sekreteryasından Husen Adiwisastra’nın Türkiye ziyaretinde verdiği bir demece dikkat çekiliyor. Adiwisastra, Avrupa Birliği içinde bulunan Türkiye’nin Endonezya’nın Avrupa’daki sözcüsü olarak değerlendirildiğini söylüyor... Avrupa Birliği’nin ve de tek tek önde gelen ülkelerinin Endonezya’daki Büyükelçilikleri’nin boyutu sivil toplum örgütlerinin çapı ve faaliyeti dikkate alındığında Endonezya’nın AB’de temsil edilmesi için Türkiye’ye ihtiyacı yok zaten. Endonezya AB içinde kendi formülasyonu’nu ülkesinde ‘izin verdiği’ Avrupa STK’ları marifetiyle başarabilecek güçte bir ülke olduğuna kuşku yok.

Bu dönem ilişkilerinin bir diğer ayağını ‘tsunami yardımı’ oluşturuyor. Kızılay’ın inşa faaliyetleri gene Türkiye’den bir gazete küpürüyle verilmiş. Oysa, tsunami sonrasında Açe’de faaliyete geçen Yeniden Yapılandırma Kurumu’nun (Badan Rehabilitasi dan Rekonstruksi-BRR) kapsamlı raporları, Cakarta’daki çeşitli devlet organlarının yayınları kütüphane raflarında... En azından bir tek Endonezya gazatesinden alıntı yapılmalıydı diyoruz. Ya da ne bileyim, Ankara’da yanı başınızdaki Kızılay genel merkezine uğrayıp, o günlerde Açe’de bulunmuş bazı yetkililerle röportaj veya bu faaliyetlerin kayda alındığı raporlara ulaşılmalıydı. Evet Açe de olmasa nasıl gelişecek Türkiye-Endonezya ilişkileri diye sormanın zamanı...

Gene deprem, sel vb. doğal afetler sonrası bazı icraatlara vurgu devam ediyor. Ediyor etmesine de, gene bu akademik araştırmanın kaynakları konusunda sıkıntı da bitmiyor. Nerede gerçekleştiğini bilemediğimiz 2007’deki sel felâketi, 2009’da Sumatra’daki deprem -Sumatra dünyanın dördüncü büyük adası. Deprem, bu adanın neresinde olmuştur acaba?-, Türkiye’nin (!) dağıttığı gıda, su ve ilâç ile 8 “gönüllü” Türk doktorunun insanlara yardımı... Sumatra Depremi’nden kasıt 30 Eylül 2009’da gerçekleşen, dünyanın Padang Depremi olarak bildiği ve Batı Sumatra Eyaleti başkenti Padang ve önemli ikinci şehri Pariaman’ı vuran deprem kastediliyorsa bir yanlışlık olsa gerek. Depremin hemen ertesi günü, yani 1 Ekim’de Padang’a ulaşmış biri olarak orada bulunduğum bir hafta süre zarfında ortada gönüllü doktora falan rastlamadık! Ancak vakıa şuydu... Pariaman’da yardımların organize edildiği Belediye Binası’nın bahçesinde Açe’den tanıdığımız bir Kızılay çalışanına denk geldik. Kısa sohbetimizde bize şunları aktarmıştı bu arkadaşımız: “Biz de birinci gün geldik. Birleşmiş Milletler ekibi bizi Pariaman’a yönlendirdi. Ancak Japon ekipleri bizden önce gelmiş. Çalışmalarına başlamışlar. Biz de bekliyoruz...” Ardından ayıp olmasın diye “Allah Allah dört gündür buradayım, sürekli kriz merkezini ziyaret, Belediye Başkan yardımcısıyla görüşmeler, BM yetkililerinin briefinglerini takip edip durduk, niçin karşılaşmadık o zaman” diye sormadım arkadaşa. Dipnotu merak edenler için veriyorum: “Türklerin Sevgi Dalgası”, Milli Gazete, 3 Aralık, 2009. Bu haberin Padang Depremi’nden iki ay sonrası olduğu dikkate alındığında malum vak’ayla bir alâkası yoktur herhalde... Peki bu dipnot niye?  

Araştırmanın “bam teli” Adil Yurtkuran’ın Coşkun Aral’la yaptığı röportaja referans verildiği kaynak. Sayfa 11’de “Endonezya makamlarının her fırsatta Türklerin insani yardımları karşısında memnuniyeti”ne değinildikten sonra, tsunami sonrasında Açe’de Türk Kızılay’ının Lhokgna’da inşa ettiği Lampuuk köyünde bir sokağa “Atatürk” adının yanı sıra, “donorların” adlarının  verildiği belirtiliyor. Ancak kaynak olarak Adil Yurtkuran’ın 8 Şubat 2009’da Coşkun Aral’la Banda Açe’de Blang Bintang’da bir evde yaptığı röportaja dayandırılıyor. Canım ciğerim, biricik  kardeşim Adil Yurtkuran’ın bu röportajından “birinci elden” haberdarım. Hatırladığım kadarıyla röportajda Türk yardım kuruluşunun Lampuuk’da inşa ettiği köydeki sokaklara verilen isimlerden bahis açılmadığı gibi ‘Atatürk’ adı da zikredilmiyor...

Söz konusu Türk yardımlarıyla ilgili bir diğer referans Endonezya’da yayınlanan İngilizce gazete ”The Jakarta Post” verilmiş. Ancak dipnotta bu gazetenin ilgili nüshası yazılmak yerine, 27 Aralık 2006 tarihli Sabah gazetesinin nüshası verilmiş. Gene “The Jakarta Post”a atfen, bu yardımların 20 milyor Dolar olduğunu söylenmiş. Küçük bir detay, ancak önemine binaen hatırlatmakta fayda var. Adil Yurtkuran kardeşimden duymuştum vakti zamanında... Türk Kızılayı’nın yardımları yaklaşık 40 milyon Dolardı... İşte tüm bunlar “Reshaping of the Bilateral Relations in the Post-Cold War Era” başlıklı bölümde yer alıyor.

Türk-Endonezya İlişkilerinde Çoklu Boyut Yaklaşımları (Multidimensional Aspects of Turkish-Indonesian Relations) başlıklı bölüm Susilo Bambang Yudhoyono’nun 2010 yılındaki Türkiye ziyareti ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 2011’deki Endonezya’ya yaptığı ziyaretleri konu alıyor. Bu ziyaretler vesilesiyle daha önce birkaç yazı kaleme aldığımızdan söz konusu ziyaretler bağlamında ne türden ilişkilerin(!) geliştirildiğini burada tartışmayacağım. Şu kadarını söylemekle yetineyim. Bu son dönem ziyaretlerin en önemli getirisi “visa on arrival” uygulamasının başlaması ile Sayın Büyükelçimiz Zekeriya Akçam Bey’in belirttiği üzere ‘Endonezya’dan Türkiye’ye turist sayısındaki kayda değer artış’ olmuştur. Bunlar gelişme kabul edilecekse, bir isi sözüm var... ‘Visa on Arrival’ uygulamasında Endonezya’lı göçmen polisinin Türkiye’den gelen kimi bürokratlar, rektör ve üniversite hocaları gibi kişilerin sahip olduğu özel görev pasaportunu normal pasaportla aynı işlemi yapma gibi aymazlıklarının devam ediyor. Öte yandan, aslında turist sayısındaki artış da, ikili ilişkilerden daha çok Büyükelçimizin ‘yakışıklılığının’ daha çok rol oynadığını söyleyebiliriz.

Turkish-Indonesian Economic Relations” başlıklı bölüm pek de alanım olmayan ekonomi konusuna ayrılmış. Ancak bir şeyler söylemeden geçmeyeyim. Yukarıda kısmen zikrettiğim modern dönem boyunca iki ülke arasında gerçekleştirilen resmi ziyaretler neticesinde bazı ekonomik işbirliklerinin gündeme geldiği görülüyor. Ancak bunca çabalar sonrasında 2010 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacminin sadece 1.5 milyar Dolar civarında olması nasıl bir ekonomik işbirliği performansının gerçekleştirildiğini ortaya koyuyor. Bunun kanıtı ise, 2000 ilâ 2010 yıllarını kapsayan ticaret hacmini konu alan Tabol 1’deki veriler. Bu ‘resmi verilere’ göre Türkiye bu ticaret ilişkisinden sürekli negatif gören taraf olmuş... Anlaşılan ekonomi alanında kat edilecek daha çok yol var.

Sonuç bölümüne geldiğimizde karşımıza yeniden iki ülkenin çoğunluğu Müslüman olan nüfusuna atıf dikkat çekiyor. Bunca “seküler” gelişmelere yer veren bir metnin giriş ve sonuç bölümünde “halkın Müslüman çoğunluk olmasına” yapılan atıf bir tezat teşkil etmiyor mu? Bari hiç değilse iki ülke arasında Müslümanlara dair herhangi bir dini, kültürel, sosyal etkileşime yer verilmesi gerekmez miydi? Dikkatli okuyucular fark edecektir. Çalışmanın hemen girişinde “Osmanlı Devleti’nin (‘İmparatorluk’ deniyor metinde)  zamanının en güçlü İslam devleti olduğu ve Sultanların (Padişahlar olmalı herhalde) Halife unvanı taşıdıkları ve dünyadaki tüm Müslümanların lideri olduğu belirtiliyor. Bunun sonucu olarak da, Osmanlı Devleti’nin kendi sınırları dışındaki Müslüman toplumları da gözeten bir yaklaşım geliştirdiği” söyleniyor. Bu anlatının gündeme getirilmesine sebep ise, Açe Sultanlığı’na yapılan yardımlar(!)... Eee artık ortada Açe Darüsselam Sultanlığı falan olmadığına ve Osmanlı da devrini doldurduğuna göre, üstüne üstlük modern dönemde Cakarta yönetimleri Açe’yi Ortadoğu ülkelerine “Aman bunların İslam anlayışı problemlidir” yönündeki politikalarından dolayıdır ki Türk hükümetleri de Endonezya ile dini bağlamda herhangi bir ilişkiye girmemiş olmalılar. 

Tavsiyeler bölümüne geçiyoruz.... Hepsine değinmeyeceğim, sadece üçüncü, yani “Akademik İşbirliği ve Kültürel Değişimin Artırılması” başlık altındaki hususa dikkat çekeceğim. İki ülkenin birbirini yeterince tanımadığı; ülkeler arasında öğrenci değiş-tokuşunun yetersizliği; akademik değişim programlarının olmayışının iki ülkenin birbirini tanıyamamasına sebep olduğu; bu sorunun bir yönünü de uzak mesafe ve bilet fiyatlarının yükseliği vb. üzerinde durulmuş. Peki bu araştırmaya destek veren kurumun fonuyla Endonezya’ya gidip bu araştırmanın bir bölümünü orada gerçekleştirmeniz ve böylece ülkeki, insanını, ilişkileri daha net anlamak ve çeşitli akademik bağlantılar kurmak yolunu niçin seçmediniz diye de ben sorayım. Öte yandan Endonezyalı öğrenciler, Hollanda, Almanya, İngiltere, Amerika’ya öğrenime giderken çok daha fazla mesafa kat ediyor ve çok daha fazla para ödüyorlar. Tavsiye olarak da Türkiye’deki özel üniversitelerin İngilizce öğretim veren lisans ve yüksek lisans programları açmaları gündeme getirilmiş. Evet bence bu konu Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’yla paylaşılmalı...  Bir de araştırmacıların ulaşamadıkları kimi kaynaklarda tsunamiden sonra Türkiye’nin kimi önemli kurumlarının Açe’den başlayarak Endonezya’da ve de ASEAN’da ne gibi roller oynayabileceğine dair çoktan epeyce hususun yazılıp çizildiğini belirteyim.

“Endonezya ve Türkçe Çalışmaları Programlarının Kurulması”nı konu alan 4. tavsiyeye desteğimiz büyük. Bu bağlamda, erken dönem yazılanlar bir yana, dünyabülteni’nde 21 Ekim 2010 tarihinde kaleme alınmış yazıyı örnek gösterebiliriz.

Söz konusu bu Rapor, 49 referansa dayandırılmış. Bunlardan 37 tanesi gazete küpürü; 1 tanesi konferans makalesi; 1 tanesi özel yayın; 4 tanesi USAK yayınları; 6 tanesi ilgili devlet sitesi; 1 tanesi internet haber; 1 tanesi Haber ajansı. Görüldüğü üzere bu çalışmada modern Endonezya Cumhuriyeti’nin sosyo-ekonomik, siyasi ve askeri yapısını, bölgesel ve küresel ilişkilerini, ülkedeki farklı İslami anlayışları, etnik ve dini çatışmaları ele alan yüzlerce -belki de binlerce- kitap ve makaleden bir alıntı bulmak mümkün değil. Böylesi bir raporun bir lisans, yüksek lisans veya doktora öğrencisinin ‘paper’ı olarak görmek ve değerlendirmek mümkün değil. Giriş ve sonuç bölümlerindeki sunumlardan bunun devletin bazı birimlerine yönelik hazırlandığı anlaşılıyor. Ancak böylesi bir rapor ile hangi devlet kurumu ne kadar bilgilendirilebileceği konusunda büyük şüpheler uyanmıyor değil. Şayet yüksek lisans öğrencileriminden biri böyle ‘paper’la karşıma çıkacak olsa diyeceğim söz şu olur -ki bugüne kadar dediğim gibi- “bu olsa olsa lise son sınıf öğrencisinin hazırladığı bir metin olur. Akamedik bir kıymet-i harbiyesi maalesef yok”.

TÜBİTAK’tan fonlanmış bu araştırmanın akademik çerçevesinin son derece kısıtlı olduğunu ve kaynaklarının ‘gazete küpürlerine’ indirgendiği aşikâr. İşbirliği olarak vurgu yapılan görüşmeler, anlaşmalar, birliklerin somut, gerçekçi açılımlarına ve bunların Türkiye ve Endonezya ilişkilerinin geliştirilmesine ne denli katkı yaptığını maalesef öğrenemiyoruz.
Tüm eleştirilere rağmen, her iki akademisyene de teşekkürler demek gerekiyor. Bu metin bize, akademik çalışmaların sonuçlandırılmamış, geliştirilmeye matuf çabalar olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Umulur ki, başka akademisyenler TÜBİTAK fonlarıyla kıymetli çalışmalara imza atarlar.




Not: Bu metnin orijinal yayını için Bkz.: Turán, İlim-Fiki ve Medeniyet Dergisi, Sayı 21, 2013, s. XVI-XXIII.
[1]Modern Endonezya Cumhuriyeti’nin kuruluş temellerini oulşturan ‘Beş ilke’ demektir.
[2]Thomas Stamford Raffles’ın Açe’de ticari ve de siyasi ilişkileri gelişterme noktasındaki çabalarına örnek: Thomas Day and William Day. (2008). Letter for Bencoolen, 1823-1828, Scotland: Hardinge Simpole, s.. xli. Ayrıca, 19. yüzyıl ikinci yarısında İngiliz Kraliçesi’nin Açe Sultanı’na gönderdiği bir elçi vasıtasıyla Hollanda Savaşı’nda nasıl bir strateji izlemesi gerektiğine dair bir önerisi dikkate değerdir: The Straits Times, ‘Untitled’, 31 January, 1874, s. 3.
[3]Hint Okyanusu’nda Portekiz, ardından İngiltere ve Hollanda’nın varlığı karşısında Fransa’nın pek de esamesinin okunduğunu söylemek güç. (Bkz.: Anthony Reid. (2005). An Indonesian Frontier -Acehnese and Other Histories of Sumatra-, Singapore: Singapore University Press, s. 151-2.)  Öte yandan, 19. yüzyılda Açe ile Fransa arasında bir ‘kapışmadan’ ziyade ‘barış yollu’ girişimlerin varlığı bilinmektedir. (Bkz.: Aboe Bakar. (1982). Surat-Surat Lepas Yang Berhubungan Dengan Politik Luar Negeri Kerajaan Aceh Menjelang Perang Belanda Di Aceh: 1843-1873 (ed.), Banda Aceh: Pusat Dokumentasi dan Informası Aceh, s. 1, 3.
[4]Detaylar için Bkz.: Roger M. Smith, (1974). (ed.), Southeast Asia -Documents of Political Development and Change-, Cornell University Press, Ithaca and London, s. 168.
[5]Takdir Alisjahbana. (1957). Jakarta, A Fat Leech Sucking on the Head of a Fish.

19 Mayıs 2015 Salı

Güneydoğu Asya’da İnsanlık İflas Mı Ediyor?

Mehmet Özay                                                                                                                 19 Mayıs 2015

Aralarında sözde İslam ülkeleri sıfatıyla da anılanların da bulunduğu Güneydoğu Asya ülkeleri başta olmak üzere, tüm dünya Arakan sorunuyla bir kez daha karşı karşıya. Bu noktada, Güneydoğu Asya’nın “Kaybolmaya yüz tutmuş” halkı Arakanlılar bir kez daha okyanusda ve bir kez daha Açe sahillerinde. BM ve IOM gibi uluslararası kuruluşların tespitlerine göre teknelerle denize açılan Arakanlıların sayısının toplam sekiz bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Son bir haftadır yaşananların ardından binlerce Arakanlı hala okyanusda yaşam mücadelesi verirken, doğu ve kuzey Açe sahillerine çıkabilen yaklaşık bin iki yüz Arakanlı Açelilerin ‘misafiri’ olmaya devam ediyor. Bu teknelerden bir bölümünün Açe’ye ulaşması öncesinde, Tayland-Malezya ve Endonezya resmi makamlarının güvenlik/egemenlik/insan kaçakçılarına ders verme vb. bağlamdaki söylemleriyle “teknelerin sahillerine yanaşmalarına izin vermemeleri/vermeyecekleri yönündeki açıklamaları” akıllara durgunluk verecek nitelikte.

Aralarında Malezya ve Endonezya gibi halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan ve devlet yönetimlerini elinde tutan siyasi oluşumların da bu çoğunluk kitlenin temsilcisi ve sözde İslam toplumlarını temsil ettiği var sayılan İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye olmaları ile adına D-8 denilen yapı içinde yer almaları gibi özellikler bu noktada hiçbir anlam ifade etmiyor. “Budist bir yönetim, cunta rejimi hakim vs. savlarıyla Tayland’ı biliyoruz” diyenlerin ise, Malezya ve Endonezya siyasi yönetimlerinin Arakanlılarla ilgili duruşlarını anlamlandırabilmeleri mümkün değil.

Öte yandan, Arakanlı Müslümanlar konusunda bölgede ve küresel medyanın bir bölümünde iki bağlamda ele alınmaya devam ediyor. İlki, Malezya-Tayland ve Endonezya’nın binlerce Arakanlıyı sınırlarına kabul etmemesi; ikincisi ise Açeli balıkçıların kendi inisiyatifleriyle bir grup Arakanlının karaya çıkmasına yardımcı olmaları. Arakanlıların konu olduğu ve bir kez daha tanık olunan insanlık dramında nasıl bir politika izleneceği noktasında ilgili ülke hükümetleri ve de kamuoylarında çelişkiler giderek artıyor.

Bu çelişkilerin başında hiç kuşku yok ki, Arakanlıları sınırlarında istemediğini fiili ve de yetkililerin beyanatından gündeme getiren Endonezya Cumhuriyeti merkezi yönetimi ile ülkenin ‘özerk’ eyaletlerinden biri olan Açe’de balıkçıların, yerel yönetim çevreleri ve de halkın Arakanlılara yönelik yaklaşımdaki farklılık dikkat çekiyor. Bu noktada merkez ile çevrenin ‘insan hakları’ algısında büyük fark ortaya çıktığını gözlemliyoruz. Merkezi temsil makamında olan Endonezya Ordusu Sözcüleri yaptıkları açıklamalarda “ordunun ülkenin deniz sınırlarını korumakla olduğunu” ve bu noktada emir tonunda “Açeli balıkçılar sınır bölgelerinde herhangi bir kişi veya gruba yardım edemezler” açıklaması akıllara durgunluk verecek nitelikteydi. Daha da vahimi, bu açıklamalara şu ana kadar ne devlet başkanı Joko Widodo’dan ne de 2012 Haziran’ında Myanmar’ın Rakhine Eyaleti’nde Arakanlılara yönelik şiddet olaylarının ardından ardından birtakım uluslararası delegasyonların Myanmar hükümeti nezdindeki girişimlerinde ‘kilit’ rol oynayan ve bugün devlet başkan yardımcısı konumundaki Yusuf Kalla’dan çıt yok.

Burada meseleyi anlaşılır kılacak şekilde kısa bir açıklama yapalım. Açe’de toplumsal yaşamın  neredeyse tüm alanlarında olduğu gibi balıkçıların da tabi oldukları geleneksel değerler var. Buna göre, “denizde yardıma ihtiyacı olan her kim olursa yardım edilmesi” ilkesini hayata geçiren Açeli balıkçılarla, merkezi yönetimin ve de onun temsilcilerinin ‘insana bakışı’ arasında büyük fark olduğunu gösteriyor. Bu noktada şunu hatırlatmakta fayda var ki, bugünlerde yaşananlar, Açelilerin Arakanlılara yönelik ilk ‘empatisi’ ve de ‘yardımı’ değil. Arakanlıları taşıyan tekneler Açe sahillerine yakın geçmişte, 2008 Aralık ve 2009 Şubat aylarında Weh Adası Sabang limanı ile Kuzey Açe’de İdi Rayeuk’a çıkmış ve Açeliler bu mazlum insanlardan ilgi ve alâkalarını o zaman da esirgememişlerdi. Açeliler tarihi sorumluluklarını nasıl dün yerine getirdilerse, bugün de aynı şekilde insan onur ve haysiyetine değer verdiklerini tüm dünyaya açıkça gösteriyorlar.

Malezya-Tayland ve Endonezya hükümetlerinin Andaman Denizi, Hint Okyanusu ve Malaka Boğazı’nda teknelerle sığınabilecekleri ‘emin’ bir bölge arayan ve sayılarının sekiz bin civarında olduğu ileri sürülen Arakanlı Müslümanlara reva gördükleri yaklaşım hiçbir şekilde kabul edilemez. Söz konusu ülke yetkililerinin güvenlik/insan kaçakçıları gibi sözde nedenleri ileri sürmelerinin de hiçbir mantıklı yönü bulunmuyor. 2012’den bu yana kaleme aldığımız yazılarda ileri sürdüğümüz üzere, Arakanlı Müslümanların insan tacirlerinin/kaçakçılarının eline düşmesinin an meselesi olduğuna değinmiş ve zaman zaman bu yöndeki gelişmelere dikkat çekmiştik.

Çok daha daha geçen Nisan ayı sonlarında Malezya’nın önde gelen gazetelerinden ‘The Malay Mail’, Tayland-Malezya sınırında Kedah Eyaleti’ndeki gözetleme kuleleri ve hattının nasıl “içler acısı” bir durumda olduğunu kamuoyuyla paylaşmıştı. Ve daha birkaç gün önce Tayland makamları ülkenin güneyinde Malezya sınırına komşu Satun Eyaleti’nde insan tacirleri/kaçakçıları olduğunu belirtikleri ve aralarında üst düzey yetkililerin de olduğu otuz memuru tutukladıkları haberi gündeme gelmişti. Başta Malezya ve Endonezya olmak üzere bölge ülke yönetimleri, insan kaçakçılarıyla “nasıl mücadele edeceklerini” aslında çok iyi biliyorlar... 

Bununla birlikte, insan iş gücü piyasasının oldukça rekabetçi olduğu bir ortamda bu ülkelerin şu veya bu kurumdaki yetkililerin konumlarının da yakinen irdelenmesi gerekir. Dr. Mahathir Muhammed’in “Arakan Müslümanları sorununu Malezya’nın tek başına çözemeyeceği” yönündeki açıklaması elbetteki doğru. Zaten kimse de Malezya’dan böyle bir ‘mucize’ beklemiyor. Sorunun temelinde Myanmar yönetiminin Arakanlı Müslüman grubu etnik bir yapı olarak görmemesi vb. siyasi problem olduğu vaki. Ancak burada Malezya-Endonezya’nın 1)ASEAN’ın iki önemli ülkesi olması; 2)çoğunluğu teşkil eden Müslüman halk başta olmak üzere halkların kahir ekseriyetinin mazlum Arakanlılara yardım edilmesi yönündeki düşüncesi; 3)Birleşmiş Milletler tarafından kaleme alınmış en önemli insan hakları/mülteciler vb. sözleşmelere henüz imza atmadıkları gibi hususiyetler dikkate alındığında önemli bir sorumluluk taşıdıkları görülür. Ve bu sorumluluktan da kaçmaları mümkün değildir.  

Bu çerçevede, öncelikle, ASEAN Sözleşmesi’ndeki doğrudan insan haklarını mevzuları da kapsayacak sorunlar karşısında “iç işlerine karışmama” ilkesini öne sürerek, her kim ve ne gerekçeyle yapılırsa yapılsın zulümlere ortak olunmasının artık önü alınmalıdır. Paranın, metaın serbestçe dolaşıma açık olduğu; bu anlamda ticari rekabeti engellemeye, yatırımı kösteklemeye yönelik politikalara nasıl müdahale edilebiliyorsa, 21. yüzyılda çok temel haklar dolayımındaki zulümlere de hiç bir ülkenin ve halkın göz yumması mümkün değildir. Kaldı ki, bu yıl ASEAN dönem başkanlığını yürüten Malezya’nın başbakanı Necib bin Razak geçen yılın ortalarından itibaren “İnsan merkezli ASEAN” söylemini dillendirmesine rağmen, popülizmin ötesine geçerek, dişe dokunur bir adım atılamamış olması, bırakın öteki ülkeleri Malezya siyasi çevreleri ve kamuoyunda dahi büyük eleştiri konusu olmaktadır. Bu noktada, yarın Kuala Lumpur’da Malezya-Endonezya ve Tayland yetkililerinin katılımıyla yapılacak toplantının nasıl bir sonuç verip vermeyeceğine hep birlikte tanık olacağız. 

Arakanlı Müslümanlar Myanmar hükümetince etkin bir grup olarak tanıncaya, vatandaşlık haklarını alıncaya ve Eyaletleri’nde huzur içinde yaşayıncaya kadar veya Myanmar’da yaşayan Arakanlı Müslümanlar tümüyle katledilinceye, uzak yakın komşu ülkelere göç ettirilinceye veya nesli tükeninceye dek bu sürecin biteceği yok. 

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Arakan Müslümanları Sorunuyla Yüzleşebilmek / Confrontation With the Problem of Arakanese Muslim

Mehmet Özay                                                                                                                 18 Mayıs 2015

Son günlerdeki gelişmeler ışığında dikkate alındığında, Arakan Müslümanlarıyla ilgili sorunun henüz anlaşılabildiğini söylemek güç. Tekrar babında ifade etmek gerekirse, 2012 yılı Mayıs sonu ve Haziran başında nükseden hadisenin küresel medya tarafından gündeme taşınmasıyla, sanki Arakanlı Müslümanlar ilk defa Myanmar devletinin ve de Budist Burma etnik toplumunun zulmüne maruz kalıyormuş izlenimi uyandırıldı. Temelde bu yanlışa başta bölge ülkeleri yönetimleri olmak üzere, Doğusundan Batısına neredeyse ilgili tüm devletler ve de bu sahada rol almak isteyen hemen hemen tüm STK’larca düşüldüğüne tanık olundu. Ardından yapılan ikinci önemli hata, Arakanlıları, Arakan coğrafyasını ve tarihini, Arakan mücadelesini ve de elbette adına düne kadar ‘Burma’, bugün ise Myanmar denilen ülkenin neye tekabül ettiğini anlama çabasının sergilen(e)memiş olmasıdır. Burada açıkça ifade etmek gerekir ki, Arakan Müslümanları sorunu ‘insani yardım’a indirgenebilecek bir sorun değil. Bu noktada, her kim ki Arakanlı Müslümanların sorununu ‘insani yardım’ bağlamına indirgiyorsa, Myanmar devleti yönetimiyle ister istemez aynı safta ve aynı konumda yer alıyor demektir. Buna ilâve olarak, Arakan sorunu salt Myanmar’ın iç meselesi değil, aksine bölgesel ve küresel bağlamıyla büyük bir sorunun parçası niteliğindedir. Bu, dün de böyleydi, bugünde... Bu anlaşılmadan, soruna çözüm bulmakda mümkün gözükmüyor.

İlk etapta anlaşılması gereken husus, adına Arakanlı Müslümanlar denilen kitlenin yüzyıllar öncesinde atalarının kurduğu topraklarda Myanmar devleti içerisinde özerk bir eyalet olarak, özgürce ve insanlık onur ve haysiyetine yakışır bir şekilde yaşam sürme taleplerine kulak verilmesi ve bağlamda tüm imkânların seferber edilmesidir. İkinci adımda, sömürge öncesi ve sonrasında bölgede neler yaşandığına dair bir anlama çabasının sergilenmesidir. Tarihsel olarak Arakanlı Müslümanların üzerinde yaşam sürdükleri toprakların, Myanmar’ın batısında Bengal Körfezi’ne açılan uzun sahil şeridi boyunca uzanan bir coğrafya olduğu görülür. Zaten tarihde Arakan Sultanlığı adı verilen siyasi yapının sahip olduğu ticaret limanları ve de deniz yolları sayesinde bölge ile ilişkilerinin geliştirilmiş olması da bundan kaynaklanır.

Sömürge sonrasında Burma, İngilizlerden bağımsızlığını elde ederken, dönemin ulusal lideri Aung San’ın en yakın ‘silah’ arkadaşlarıyla birlikte katledilmesi ülkenin geleceği kadar Arakanlı Müslümanların geleceğinde de belirleyici olmuştur. Demokratik-federatif bir devlet yapılanmasının öncellendiği bağımsızlık aşamasında yaşanan bu gelişme sonrasında, devlet yönetiminin Burma azınlığının egemenliğine geçmesi bir anlamda tarihi hesaplaşmayı da gündeme taşıdı. Böylece, sömürge döneminde İngilizlerin diğer bazı gruplar gibi Arakanlılarla   işbirliği yapması bir tür ‘intikam’ duygularının hakim olmasına neden oldu. Bu noktada, merkezi hükümetin adına ulus-devlet denilen yapılaşmayı ülkenin dört bir yanındaki etnik unsurlara yönelik ‘temel haklar’ bağlamında almak yerine, teritoryal egemenliği Burma azınlığının güdümünde sağlama gibi kısır bir yaklaşımı benimsemesinden Arakanlılar da nasibini aldı. Tabii Arakanlıların bugün maruz kaldıkları baskı ve zulümler yukarıda zikredilen nedenlerle sınırlı değil.

Sahil şeridinin Myanmar’ın ‘Burma’ etnik yapısının yaşam sürdüğü iç bölgelerle dağ silsilesi ile ayrılmış olması tarihsel-kültürel olarak Arakanlılar ile Burmalılar arasındaki engeli teşkil eder. Bu aynı özellik, modern dönemde Myanmar devletinin Hint Okyanusu ile bağlantısını sağlama potansiyeli nedeniyle de dikkat çeker. Ancak 1948 yılındaki bağımsızlıktan bu yana ulus-devlet oluşumunu tamamlayamamış ve süreçli iç savaşlar ve darbelerle Burma azınlığının güdümünde bir yönetime sahip olmasıyla, bu imkânın son döneme kadar ortaya çıktığını söylemek güç. Bununla birlikte, birtakım bölgesel güçlerin de teşvikiyle, günümüzde Arakan topraklarının jeo-stratejik ve yer altı kaynaklarının giderek daha kayda değer bir şekilde gündeme taşınmasıyla öneminin katlanarak arttığına tanık olunuyor. Hiç kuşku yok ki, Arakan coğrafyasının bu dikkat çekici özelliği, Arakan Müslümanlarının vatandaşlık haklarından, temel devlet kurumlarının varlığına ve  ekonomik kalkınmasına kadar çeşitli süreçlerden mahrum bırakılmalarının nedeni olarak da ortaya çıkmaktadır.

Erken dönemlerden itibaren bir yandan misyoner gruplarının ve de bu yapının arkasında kimi devletlerin ‘ilgilerine’ konu olan Karin, Kachin, Chin, Mon, etnik yapılarıyla karşılaştırıldığında Arakanlı Müslümanlar modern dönemde çok daha geri bırakılmış etnik yapıyı oluşturur. Zikredilen bu yapılar silahlı mücadeleden, bölgelerinde yetişen çeşitli ürünleri komşu ülkelerle ticarete varan çeşitli bağlamlarıyla varlıklarını sürdürürken, merkezi hükümetin aparatları ve Budist halkın araçsallaştırılmasıyla baskı ve zulümlere maruz kalan Arakanlıların ölümler ve zorunlu göçlerle giderek bölgedeki nüfuslarının azalmasına ve üzerinde yaşam sürdükleri teritoryal alanlarının daralmasına neden olması, bugün Arakan sorununun akut hale gelmesine neden olan faktörler arasındadır. Bu süreçte ulaşım olanaklarının görece kolaylığı sayesinde komşu ülke Bangladeş’e yönelik göçlerin yanı sıra, Tayland-Malezya ile Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine kaçış süregelmiştir. Kuşkusuz ki, bu göç dalgaları ilgili ülkelerce dini veya insani nedenlerle bir hoşnutlukla karşılanmasından bahsetmek değil, aksine Arakanlıların büyük ölçüde eğitim ve sağlık hizmetlerinden yoksunluk ile istenilmeyen işlerde en asgari şartlarda çalıştırılacak modern köleler statüsüne büründürüldüğü görülür.

Sorun sömürge öncesi dönemde İngilizlerin aralarında Arakanlı Müslüman grupların da olduğu Burma’daki çeşitli etnik azınlıklarla merkezi oluşturan Burma çoğunluğuna karşı sergiledikleri işbirliğiyle sınırlı değildir. Bu sömürge öncesi dönemden günümüz bölgesel, küresel jeo-politik yapılaşmalara geçecek olursak, Myanmar hükümeti üzerinde hangi gücün başat bir rol oynama eğiliminde olduğunu anlamak gerekiyor. 1980’li yılların başından itibaren Çin Devleti’nin açılım sürecine paralel olarak başta bölgesinde oynamak istediği ve teritoryal bağlantıları öncelleyen yaklaşımına dikkat çekilmelidir.

Bugün bölge ülkelerinin tamamınca en önemli güç merkezi kabul edilen ve giderek küresel ekonomik ve askeri tanınırlılığını ortaya koymakta olan Çin’in uzun erimli planlamaları çerçevesinde bölgenin enerji kaynaklarını kontrole yönelik politikaları ile Güney Çin Denizi-Malaka Boğazı ve Hint Okyanusu bağlamında su yolları hakimiyeti mücadelesini göz ardı etmek mümkün değil. Bu süreçte, Çin yönetiminin bölge ülkeleriyle ve konumuz çerçevesinde Myanmar’la olan ilişkilerinin, Arakan Eyaleti’ndeki gelişmelerde bir şekilde belirleyi olmaktadır. Bu noktada, Çin’in gözünü Bengal Körfezi bakan geniş sahillere sahip Arakan Eyaleti’ne dikmesi; petrol kuyuları, petrol boru hattı, kara yolu vb. alt yapılar bağlamındaki ‘nüfuzuyla’ bölgede kayda değer bir gelişmeye konu oluyor. Tabii bu gelişmeler, gerek iç gerekse dış faktörlerin şu veya bu şekildeki gelecek projeksiyonlarıyla Arakanlı Müslümanlar aleyhine olacak şekilde yapılandırılıyor.

Bu çerçevede konunun bölgesel ve küresel yönlerine kısmen de olsa dikkat çekelim. Myanmar’ın üyesi olduğu Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) Sözleşmesi’ndeki ‘üye ülkelerin birbirlerinin iç işlerine karışmama’ maddesi bir sorun olarak hâlâ ortada durmaktadır. ASEAN ülkeleri, bu maddeyi kaldırmadıkça, başta Malezya’nın olmak üzere Tayland ve kısmen Endonezya’nın geçen hafta Bengal Körfezi-Andaman Denizi-Malaka Boğazı’nda okyanus sularında gezinen teknelerdeki binlerce Arakanlı Müslümanların ahvali karşısında takındıkları tavrı anlamlandırabilmek mümkün değildir. Bu sözleşmeye imza atan ve bu maddeye onay veren tüm rejimler sadece Arakan Müslümanları sorununa karşı kendilerini ‘yabancılaştırmakla’ kalmıyorlar bölgenin neredeyse her ülkesindeki son derece temel ‘haklar’ konusunun da göz ardı edilmesine katkıda bulunuyorlar demektir.

Tüm bunlardan sonra şayet ilgili çevreler Arakanlı Müslümanların temel insani haklarının korunmasıyla hakikaten ilgilenmek istiyorlarsa, o zaman şu hususları da sorgulamak gerekir.

Adına ‘İslam’ Teşkilatı İşbirliği (OIC) denilen yapının 2006 yılı Mart ayında Açe’de başlattığı ve dönemin genel sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu başta olmak üzere tüm ilgililerce başta Endonezya kamuoyu olmak üzere tüm dünyaya pilot proje olarak lanse ettiği ‘yetim projesi’nden sonra aynı projeyi, İslam coğrafyasının kan ağlayan diğer bölgelerine uygulayacağı sözünü bu noktada sadece Myanmar’daki değil, başta Malezya, Tayland ve Endonezya olmak üzere çeşitli ülkelerdeki Arakan toplumu bağlamında yerine getir(e)memesi izah etmesi ve bu konuda tüm sorumlular hesap vermesi en doğal beklentilerdendir.

İkincisi, kimi devlet yetkililerinin ve sivil toplum oluşumlarının (SeTeKA) Arakanlı Müslümanların içlerinde bulundukları olumsuz koşullarda ‘yardım etme’ çabalarında hedeften saptırıcı yaklaşımların gözlemlenmektedir. Bunda, Bangladeş’te açtıkları kurumlarla Arakanlılara yardım ediyoruz iddiasında bulunanlar; Arakan’da binlerce kurban kesiyoruz reklamını yaparak birtakım manipülasyonlara girişenlerin, geniş kamu oyuna doğru bilgi aktarma sorumluluklarının olduğunu anlamaları gerekiyor. ‘Partner’ kuruluşlarınızın neyin ‘partneri’ olduğunu gözlemlemek, anlamak da herhalde bu kurumların ‘sağduyulu’ yardımda bulunanlara karşı bir beslemeleri gereken sorumlulukları arasındadır.

Üçüncüsü, başta bölge ülkesi olması hasebiyle resmi rakamlara göre kırk bin Arakanlı Müslüman’ın yaşadığı Malezya’da hükümetin bugüne kadar Birleşmiş Milletler’in insan hakları vb. sözleşmeleri imzalamaması nedeniyle ne Arakanlılar ne de diğerleri ‘hak ettikleri’ yaklaşımları bulamamaktadırlar. Malezya hükümetinin kimi organları ve bazı STK’ların Arakanlılara yönelik ‘yardım’ı bu bağlamda, kapsayıcı, bu kitlenin sorunlarına çözüm olucu değil, sadece ve sadece palyatif kalmaktadır. Bu noktada, konunun doğrudan anlaşılabilmesi için Arakanlı göçmenlerin yaşadıkları bölgelerde yapılacak gözlemler ve mülâkatların kafi miktarda veri sağlayacağına şüphe yok. 

Tüm bunların ardından, okyanus sularında geçen günler ve haftalar sonrasında Arakanlı Müslümanları taşıyan teknelerden bazılarının Açeli balıkçılarla sahile çekilmesinin öyle göz ardı edilecek sıradan bir hadise olmadığını anlamak gerekir. Bu bağlamda, Endonezya merkezi hükümeti ile Açe Eyalet yönetiminin konuyu anlamaları ve uygulamaları arasında kada değer bir fark vardır. Bugün değil, daha 2008 sonu ve 2009 yılı başlarında, yani 2012’de uluslararası medyanın konuyu gündeme getirmesinden önce Açe sahillerine vuran teknelerdeki Arakanlıların Açe’de seve seve misafir edebileceklerini ve bu kitlenin Açe’de kalabileceklerini belirten dönemin valisi İrvandi Yusuf’du. Bugün de Açe yönetimi ve halkı Arakanlı Müslümanlara karşı aynı hassasiyeti göstermektedir. Açelilerin bu konuda sergiledikleri yaklaşım bile ‘insani’ durum karşısında merkezi hükümetten ne denli olumlu anlamda farklı bir yaklaşım sergilediklerini gözler önüne sermektedir.