31 Mart 2014 Pazartesi

Açe, Mindanao ve ASEAN /Aceh, Mindanao and ASEAN

Mehmet Özay                                                                                                            31 Mart 2014

Filipinlerin güneyindeki Mindanao ve çevre adalarında yaşayan ve kendilerini “Bangsamoro halkı” olarak tanımlayan Müslüman azınlığı temsil eden “Moro İslami Kurtuluş Cephesi” (MILF) ile merkezi hükümet arasında on yıl süren görüşmelerin ardından “Bangsamoro Kapsamlı Anlaşması” adıyla bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma, bir yandan Bangsamoro halkının bölgede tarihsel/kültürel/dini ve sosyolojik varlığını yeni bir çerçeveye oturturken, içinde bulunduğu jeo-stratejik ve politik özellikler nedeniyle Güneydoğu Asya Ülkeleri İşbirliği (ASEAN) için de önemli bir gelişme olarak değerlendirilmelidir.ASEAN gibi kuruluşundan bugüne ‘ekonomik’ birlik olarak kendini sınırlayan bir oluşumun bölgesel ve de küresel gelişmeler ışığında yeniden yapılanmasının gündemde olduğu görülmektedir. Bu anlamda Mindanao Barışı’nı bu anlamda değerlendirmekte fayda var.

Öncelikle bu anlaşmanın imzalanması akla, hiç kuşku yok ki, Endonezya merkezi hükümeti ile “Açe Özgürlük Hareketi” (Gerakan Aceh Merdeka-GAM) arasında bundan dokuz yıl önce imzalanan “Helsinki Barış Anlaşması”nı getiriyor. Biri ASEAN topraklarının Batı ucunda Hint Okyanusu’nun doğusunda Malaka Boğazı’nın girişinde yer alan Açe ile, bu coğrafyanın kuzeydoğu ucunda Güney Çin Denizi sınırları ile Doğu Asya dolayımındaki Mindanao ve çevresindeki adaları kapsıyor. ASEAN topraklarını, jeo-politik olarak tanımlayacak yegâne unsur su yolları olduğuna göre, biri Malaka Boğazı diğeri de Güney Çin Denizi gibi dünya deniz ticaretinin üçte ikisine ev sahipliği yapan su yolları üzerindeki Müslüman halkların yaşadığı bölgeleri kapsayan Barış Anlaşmaları, bölgenin orta vadede nereye gitmekte olduğunu da şekillendirebilecek bir yapıya sahip.  Bu nedenledir ki, söz konusu bu anlaşmaların ASEAN dolayımında neye tekabül ettiği üzerinde durulmayı hak ediyor.Bu hususa geçmeden önce, Açe-Mindanao etkileşimi üzerinde durmakta fayda var.

Bu anlaşma, salt Bangsamorolulara verilmiş bir ‘hak’ olarak değerlendirilemeyecek kadar önemli bir gelişme. Bu önemin bir boyutu, Filipinler gibi bölgenin yegâne Katolik ağırlıklı nüfusa sahip bir ülke siyasal elitiyle, azınlık konumundaki ve sosyo-antropolojik özellikleri bağlamında ele alındığında, bugün Malay Müslüman toplumu temsil kabiliyetindeki en büyük siyasi -ve de askeri- oluşum olan MILF arasında imzalanmış olmasında yatıyor. Öte yandan, bu anlaşma, ASEAN sınırları içerisinde on yıllarca devam eden özgürlük/bağımsızlık hareketlerinden birinin daha ‘barışla’ neticelenerek ekonomik bütünleşme yolundaki bölgede istikrar arayışlarına ‘görece’ bir katkı olarak değerlendirilebilir.

28 Mart 2014 tarihinde başkent Manila’da imzalanan bu anlaşma, bundan dokuz yıl önce 15 Ağustos 2005 tarihinde Helsinki’de Endonezya merkezi hükümeti ile “Açe Özgürlük Hareketi” arasında imzalanan anlaşmadan sonra bölgedeki en önemli anlaşma olma özelliği taşıyor. 2005’den bu yana Açe Barışı’nı izlemeye çalışan biri olarak, Açe barış sürecinin sadece Endonezya siyasi yapılaşmasına etkileriyle kalmayacağını ve bunun Güneydoğu Asya’daki diğer çatışma alanları başta olmak üzere dünyanın değişik bölgelerindeki benzeri ‘sorunlu’ bölgelerinde çözüm yolunda bir ilham kaynağı olacağına zaman zaman vurgu yaptık ve gelişmeleri de yeri geldikçe ortaya koyduk. Bununla birlikte, her bir özgürlük hareketinin çıkış ve gelişme nedenleri ile barışla sonuçlanması veya hayatiyetini sona erdirmesinin farklı nedenleri olduğunu da gözden uzak tutmuyoruz.

Ancak Güneydoğu Asya’da, Açe-Moro/Mindanao -ve buna Patani’yi de ekleyebiliriz- gibi üç önemli bölgede on yıllarca sürdürülen bağımsızlık mücadelelerinin, bu üç bölgenin de tarihte bu coğrafyada oynadıkları rol, 16. yüzyıldan itibaren bölgeye nüfuz eden Avrupalı sömürgeci güçler karşısındaki ‘duruşları’ dikkate alındığında benzerlikler farklılıklardan çok daha öne çıkıyor. Açe Özgürlük Hareketi lider kadrosunun ‘barışa’ evet deme süreçleri hakkında yeterince yazdık. Mindanao’da geçen hafta gelen ‘barış sesi’ ve bunun önümüzdeki süreçte neye tekabül edeceğini anlamada Açe’deki süreçlerin bir kez daha gözden geçirilmesini gerekli kılıyor. Öyle ki, MILF liderlerinin Açe Barışı’nı izlediklerini, bazı görüşmeler ve temaslar yaptıklarını da biliyoruz. Bu bağlamda, “Şimdi Mindanao’da ne olacak?” sorusunun karşılığını, kısmen veya büyük ölçüde “geçen dokuz yılda Açe’de ne oldu?” sorusuna cevap verebildiğimiz ölçüde bulabileceğiz. MILF siyasi elitine mensup kimi bireylere Mindanao Barışı’nın rotasını tayinde, Açe Barışı’nın iyi okunması yolundaki görüşümüzü şimdi yüksek sesle herkese yöneltebiliriz. Elbette bu kısa yazıda Açe Barışı’nın geride kalan dokuz yılını analiz edecek değilim. Ancak, temel hususları ile neler olup bittiğine değinebiliriz.Kaldı ki, bu temel hususlar, Açe’ye verilen ve uluslararası tanınırlılığı olan “Özerk Yönetim” yapısının olmazsa olmazlarıysa, kağıt üzerindeki yazılı hususların pratikte neye tekabül ettiğinin iyi hesap edilmesi gerekir.

Endonezya Merkezi Parlamentosu’ndan geçen 2006 tarihli “Açe Yönetim Yasası”nın (Undang Undang Pemerintah Aceh-UUPA) ne kadar bütünlüklü olduğu; gerillaların topluma kazandırılma yani ‘toplumsal ve ekonomik rehabilitasyon’ süreciyle ilgili anlaşma maddelerin ne denli uygulandığı; uluslararası tanınırlığı olan bir anlaşmanın Endonezya Merkezi Hükümeti’nin çerçevelediği siyasi/bürokratik yapıdan gerekli desteği alıp almadığı; anlaşmaya taraf olan uluslararası çevrelerin siyasi ve de etik sorumluluklarını ne kadar yerine getirdikleri; özellikle 1990’ların ikinci yarısı ile tsunaminin meydana geldiği 26 Aralık 2004 tarihine kadar asker/polis ve milis gruplarca Açe’de sivillere yönelik baskı, zulüm ve şiddetin hukuki zeminde karşılığının ortaya konulup konulmadığı; Açe’ye verilmiş siyasi parti kurma, seçimlere katılma gibi siyasi hakların ötesinde geniş anlamıyla tüm Açe halkını içine alan ekonomik/sosyal/kültürel hakların uygulanırlığı konusunda anlaşma maddelerine ne kadar sadık kalındığı; Malaka Boğazı’nın girişinde, kuzeyinde Malezya/Tayland, kuzeybatısında Hindistan, doğusunda Arap Yarımadası ve Doğu Afrika sahillerine kadar uzanan geniş su yollarına hakim ve bu anlamda jeo-stratejik konumuna şüphe olmayan Weh Adası Sabang Limanı Serbest Bölgesi Projesi’nin hayata geçirilip geçirilmediği; deniz ve hava limanlarının uluslararası ticarete konu olacak alt yapı ve yasal düzenlemelerin varlığı; tüm bunların ötesinde on yıllarca merkezi hükümet bürokrasisinin doğal “aygıtı” haline gelmiş ve köylere kadar sirayet etmiş Açe Eyalet Bürokrasisi’ndeki yozlaşma ve yolsuzluklarla mücadelede “adalet” kurumunun işleyip işletilmediği vb. sorular Bangsamoro Barışı için büyük önem taşımaktadır. Her şeyin ötesinde, Helsinki Barışı’nı Açe’nin önceliği kabul edecek ve Açe halkının tüm unsurlarınca kabul edilebilirliğini sağlayabilecek propaganda aygıtlarının kimlerin elinde şekillendirilip şekillendirilmediğini de unutmayalım. Bu hususun yerli ve yabancı işbirlikçi çevrelerin her türlü manipülasyonuna açık olduğunu Mindanao siyasi elitinin ve de halkının vakit kaybetmeden görmesinde fayda var.

Tüm bunların ve bazı diğer gelişmelerin etkileşimi neticesinde Açe Hareketi içerisindeki siyasi kopuş, özellikle de Hasan di Tiro’nun vefatının ardından yaşanan lider katmanındaki sıkıntının bir benzeri Mindanao’da ortaya çıkar mı sorusu akla geliyor. Bu süreci salt ‘hareketin’ doğal erozyonu olarak adlandırmak kadar, ‘Açe-dışı mihrakların’ çeşitli araçlarla hareketi ‘siyaseten asimile’ etme çabalarını da yabana atmamak gerekir. Bu noktada, sadece Endonezya’da değil, Filipinler ve bölgenin diğer ülkelerinde de başta ordu güçleri ve sivil ‘ultra-milliyetçi’ çevrelerin on yıllarca süren yönetimin her kademesine sirayet eden egemenlikleri her iki bölge barışının da önündeki engeli teşkil ediyor. Tekil ülkeler bağlamında merkezdeki güç odakları arasında yeni yapılaşmaların olduğu da vaki.Bu anlamda, toplumun her kesimine açık sivil ve siyasal oluşumların bu ülkeler bazındaki ‘ikna güçlerinin’ ASEAN için de geçerli olduğu hatırlanmalı.

Tabii Açe’deki bu süreçler salt Eyalet bazında veya Merkezi hükümet organları ve siyasi elitinin karar mekanizmaları ile sınırlı tutulamaz.Açe gibi Mindanao’nun da, tüm ‘aksaklıklara’ rağmen İslamla bütünleşmiş toplum yapılarına sahip olmaları ve bu yapıları şu veya bu şekilde devam ettirme konusundaki niyetleri, bu coğrafyaların küresel güç odaklarının ilgi alanına girmesini sağlıyor.Bu toplumların düşünce ve de pratiklerinde güçlü bir yer tutan İslamla bağdaşık yaşam prensiplerini şu ya da bu şekilde İslam Hukuku’nu işlevselleştirerek yapılaştırma arzuları da küresel aktörlerin ilgisini çeken önemli bir olgu olduğu da bir gerçek.Bir diğer husus, Mindanao diasporasının görece gelişmiş ekonomik, entellektüel birikimini ‘vatan’ın asli değerleriyle örtüştürebilme yeteneğini sergileyip sergileyememesiyle alâkalı.

Aslında tüm bu unsurlar, bağımsızlık mücadelesine girişsin veya girişmesin ASEAN coğrafyasında on yıllarca siyasi statükoyu belirleyici elitler karşısında kimliklerini, aidiyetlerini, ekonomik ve sosyal varlıklarını devam ettirme mücadelesi vermiş çok çeşitli etnik yapılara dolaylı bir gönderme yapıyor. Bu bağlamda, tekil ülkeler kadar, bir bütün olarak ASEAN’da güvenlik olgusunun yatırım ve dolaşımla neredeyse eş anlamlı oluşu, on üye ülkenin birbirine giderek olan bağlılığı Myanmar’dan Filipinlere ve Endonezya’ya kadar çatışma alanlarının birer birer barışa tedavülünü gerektiriyor. Bunun ilk ipuçları da gelmeye başladı. Mindanao Barışı’nın imzalandığı saatlerde otoriteler, ülkede faaliyet gösteren komünist hareketin de masaya oturması yolunun ciddi bir şekilde gündeme gelmesine vurgu yapıyordu. Tabii bu noktada, akla ASEAN’ın bu yıl dönem başkanlığını yürüten Myanmar geliyor. Sadece kulaklarımıza aşina gelen Arakan değil, Kachin, Shan, Karen, Chin gibi ülkenin önemli etnik yapılarıyla merkezi hükümet arasında anlaşma yolları aranıyor. Söz konusu barış süreçlerinde ekonomik birliğin ötesinde ASEAN’nın siyasi bir inisiyatif geliştirerek aktif çatışma bölgeleri kadar etnik unsurlara yönelik pasif baskıları da ortadan kaldıracak çözüm arayışlarına gidilmesi bir zorunluluk.


28 Mart 2014 Cuma

Mindanao’da Barış / Peace in Mindanao

Mehmet Özay                                                                                                                    27 Mart 2014

On yılı aşkın bir süredir devam eden barış görüşmeleri sonrasında Filipinler Merkezi yönetimi ile Mindanao ve çevresindeki adalarda yaşayan Müslüman Malay halkı temsil eden Moro İslami Özgürlük Hareketi arasında “kapsamlı barış anlaşması” 27 Mart öğleden sonra  başkent Manila’da yapılan törenle imzalandı.

Güneydoğu Asya Budist ve Hıristiyan çoğunluğu oluşturan devletlerinde azınlık konumundaki Müslümanların yirminci yüzyılın önemli bir bölümünde sürdürdükleri bağımsızlık mücadelesinin bir örneğini vermiş olan Moro’da şimdi barış şartları gündemde. Barış anlaşmasına konu olan Moro-Mindanao coğrafyası dünyanın bir “ucunda” bir bölge değil, aksine, Asya’ya 21. Yüzyılda biçilen rol ve yer içerisinde kayda değer bir yeri olan Güneydoğu Asya’nın önemli jeo-stratejik ve politik bir bölgesinde yer alıyor.

Öte yandan, söz konusu barış anlaşmasını sığ bir bakış açısına hapsedip, kendi içinde debelenen bir Müslüman halka verilmiş bir ‘hak’tan ibaret saymak da mümkün değil. Moro-Müslümanlarının tarihsel serüveni, bugün dünya sathında kayda değer rol üstlenmiş güçlerin bir bölümünün kendi aralarında dünyayı paylaşma sürecine konu olmuş önemli bir İslam coğrafyasını teşkil ediyor. Bu anlamıyla, Moro Barışı’nı salt Filipinler yönetiminin siyasi, ekonomik, kültürel baskılarını kaldırması şeklinde değerlendirmek de mümkün değil. Aksine, bu gelişmeye daha geniş perspektiften, yani yüzyılları kapsayacak bir bağlamda bakılmalıdır. Bu nedenledir ki, söz konusu bu barış anlaşması, sömürgeciliğin emperyalizme evrildiği 19. Yüzyıl ikinci yarısından başlayarak Moro-Mindanao coğrafyasının önce İspanyonlar, ardından ABD ve nihayetinde emperyalist güçlerin çizdikleri siyasi haritanın ifadesi olarak ortaya çıkan ulus-devletler arasında kendine mahsus özellikleri ile dikkat çeken Filipinler devletinin siyasi ve askeri gücü karşısında maruz kaldığı istilalar silsilesinden Moroluların bir an olsun başını kaldırmasının göstergesi olarak dikkat çekilmelidir.

Öte yandan, bu barış anlaşması, Moroluların yüzyılları kapsayan özgürlük mücadelelerinden feragat ettikleri anlamı taşıdığı ve bu nedenle ‘başarısızlık’ ile yaftalanmayı hak etmemektedir. Aksine, bölgedeki diğer benzerleri gibi, adına ‘ümmet’ denilen bütünden koparılmış veya ‘ümmet’ denilen bütünde söz sahibi güçlerce tek başına bırakılmışlığına rağmen, sahip olduğu vatan, din, kültür aidiyetleriyle her türlü sosyo-dini ve siyasi erozyona rağmen, Morolular nesiller boyu haklı bağımsızlık bilincinden ve eyleminden vazgeçmemiştir. Bu çerçevede, barış anlaşmasını, süreklilik arz eden bağımsızlık sürecinin farklı bir alana evrilmesi olarak yorumlamakta fayda var. Öyle ki, Moroluların karşılık veremeyecekleri maddi güç bloklarına maruz kalmaları nedeniyledir ki, bugün bağımsızlık yerine otonom statüsü tercih edilmiştir. Bu gelişme karşısında herhangi bir Müslüman kesimin Moroluların tarihsel mücadelelerine bakıp “Bırakın savaşmayı” demelerindeki anlamsızlık kadar, “Bağımsızlık ruhundan soyutlanmışlar” suçlamasını yapanların da buluştukları yer hemen hemen aynıdır. Şu ya da bu şekilde yalnızlığa terk edilmiş Moro ve benzeri toplumların bugün varlıklarını sürdürüyor oluşları bile kendi başına bir başarıdır.

Tam da bu noktada, şimdi barış sürecinin başlamasıyla bu halkı nelerin beklediğini düşünme vaktidir. Bunu yaparken, dışarlıklı Müslüman çevrelerin tıpkı dünün sömürgeci güçlerinin yaptığı gibi, “yerli” kılıfında algılama süreçlerine dikkat çekmekte fayda var. Moro halkı, savaşmayı bildiği gibi, tarihin derinliklerinden getirebildiği dini-kültürel ve toplumsal kodlara dair her ne var ve kaldı ise, onunla yeni bir toplum inşası sürecine başlamasına ön ayak olmak gerekir. Yoksa bu topluma “cahil” muamelesi ile yaklaşmak, yeni bir sömürgeciliğe kapı aralayacaktır.


25 Mart 2014 Salı

Çin-Avrupa İlişkilerinde Gelecek On Yıl / The Coming 10 Years In Relations Between China and EU

Mehmet Özay                                                                                                                    24 Mart 2014

Çin Başbakanı Xi Jinping, tarihi Avrupa ziyaretine başladı. Cumartesi günü kalabalık bir heyette Hollanda’ya gelen Jinping, Nükleer Güvenlik Zirvesi ve G-7 toplantılarına katılacak. 1 Nisan’a kadar sürecek Avrupa ziyareti sırasında ABD Başkanı Barack Obama’nın yanı sıra, AB’nin öncü ülkelerinin başbakanları ile de görüşecek. Bunlar arasında özellikle Almanya Başbakanı Angela Merkel, Fransa Devlet Başkanı Francois Hollande, Hollanda Başbakanı Mark Rutte bulunuyor.

Jinping’in bu ziyareti G-7 ve Nükleer Güvenlik bağlamında olsa da, toplantıların Avrupa’da olması Çin için bu ziyareti özellikle ekonomik işbirliği boyutunda Avrupalı liderlerle ve iş çevreleriyle biraraya gelmek için önemli bir fırsat. Çin delegasyonunda 200’e yakın üst düzey iş adamının bulunması da haliyle bunun göstergesi. Çinli yetkililerin Avrupalı meslekdaşlarıyla yapacakları görüşmeler bazı açılardan önemli bir tarihi döneme işaret ediyor. İlki, Çin-Avrupa Birliği (AB) ikili ilişkilerinin başlamasından bu yana on yıl geçti. İkincisi, bu ziyaret, Çin’in gelecek on yılına damgasını vurmakla kalmayacak, belki de elli yıllık geleceğini şekillendirecek Xi Jinping’in ekonomik açılımını ilân etmesinden hemen sonra gerçekleşiyor.

Çin-AB ekonomik işbirliğini kapsayan önemli bir toplantı Jinping’in Başkan seçilmesinin hemen ardından geçen Kasım ayında Pekin’de yapılmıştı. Jinping’in önümüzdeki on yıl boyunca Çin’i yöneteceği dikkate alındığında AB ile ilişkilerde bütüncül bir yaklaşım gözlemleneceği düşünülebilir. Bu anlamda, Jinping’in Çin’de neredeyse ‘tek adam’ konumuna getirtilmeye çalışıldığı bu dönemde, AB ilişkilerinde belirleyici unsur elbette ki gene Jinping’in yöneteceği politikalar olacak.

AB’nin neredeyse her alanda “sürdürülebilirlik”, “şeffaflık” gibi kavramları öncellediği dikkate alındığında, Jinping’le birlikte Çin’de sadece bir ekonomi yönetimi değil, siyasi karar mekanizmalarında ve bürokraside bir ‘anlayış’ değişimin de ipuçlarının okunmaya başlandığını söyleyebiliriz. Peter Navarro’nun “kovboy kapitalizmi” uygulayıcısı olarak nitelediği Çin’i dizginleyecek olan da bu süreç olacaktır. Bu nedenledir ki, son bir yıl içerisinde Çin’de önemli bir kavram olarak “sürdürülebilirlik”e vurgu yapılıyor. Bu bağlamları dikkate alarak ifade etmek gerekirse, Çin-AB ilişkilerini gelecek on yılda şekillendirecek husus bu kavram etrafında örüntüleneceği aşikâr. Bu minvalde AB’nin gelir dağılımındaki eşitsizlik, işçi hakları, temel sağlık hizmetleri, çevre problemleri, bürokrasideki yolsuzluk gibi Çin’in üstesinden gelmek zorunda olduğu tüm ‘kara deliklerle’ mücadelede önemli katkılar yapacağı düşünülebilir.

Çin ve AB ilişkilerine bakıldığında, iki ‘güç’ arasındaki ilişkinin jeo-politik yanından ziyade jeo-ekonomik bağlamı ağır basıyor. Yani bu bağlamda, Çin-ABD ilişkilerinde gözlemlendiği üzere ağırlıklı bir jeo-politik etkileşimden ziyade, Çin-AB ilişkilerinde jeo-ekonomik hususiyetler öne çıkıyor. Çin-AB’nin ekonomi temelinde ciddi adımlar atmaları, kimi uzmanların dile getirdiği şekilde, içinde yaşadığımız dönemin jeo-ekonomik çağın göstergesi olarak okunuyor.

AB, Çin’in en büyük ticaret ortağı. Ancak bu ilişkinin yatırımlar boyutunun %3’lerde olduğu hatırlandığında, önemli bir zaafiyetin varlığı dikkat çekiyor. Çin’in “istikrarlı ve sürdürülebilir” kalkınma safhasına geçmesinin bir zorunluluk olarak hissedildiği şu dönemde, Avrupa gibi teknolojik yeterlilik sahibi bir bölgenin Çin’e neredeyse her alanda katkıda bulunabileceğine şüphe yok. Öte yandan, Çin’deki en önemli dış yatırımın ABD kökenli şirketlerce yapıldığı hatırlandığında, Çin’in önümüzdeki on yıllık ekonomik yapılanma projeksiyonunda dış yatırımda, yukarıda zikredilen minimal orandan da hareketle, AB’den olduğunca yararlanma gibi stratejik bir açılım peşinde olduğunu ileri sürebiliriz. AB’nin, Çin’de yatırım olanaklarını sağlamlaştırması Çin’in iki yegâne vasfıyla yani, hem sahip olduğu iş gücü piyasasındaki yeri hem de ‘tüketim gücü’ noktasında varlığıyla örtüşüyor. Çin, 1992’den bu yana ABD şirketlerini nasıl ülkeye çekmeyi başardıysa, AB şirketleri de bu imkânlardan olduğunca faydalanacaktır. Çin’in içinden geçmekte olduğu bu süreç, AB’nin ekonomik dar boğazda bulunduğu döneme denk gelmesi iki “ekonomi bloğunu” birbirine muhtaç kılıyor. Giderek artan sayıda kitleyi orta sınıflaşma heyecanının bürüdüğü Çin’de tüketimci ekonominin tam yol alması, Avrupalı yatırımcıların ‘üretim-ihracat-yerli tüketim’ süreçlerinde kayda değer rol oynayabileceklerini ortaya koyuyor.

Tabii AB’nin olası yatırım ilişkilerini salt ‘materyalist’ yatırım anlamında ele almamak gerekir. Nasıl ki, geçen otuz yılda Amerikan kültürel değerlerini özümseme konusunda pek de çekincesi olmadığı görülen Çin yönetimine ve de toplumuna, Avrupa değerlerinin eğitim, kültür, sanat, spor gibi çok farklı alanlardaki ‘yatırımlarla’ geleceğine kuşku yok. Çinli öğrencilerin Avrupa’da ana dili İngilizce olmayan ülkelere giderek artan ilgisi herhalde buna küçük bir örnek olarak kabul edilebilir. Bunu ayrıca, Politbüro’nun dokuz üyesinin kabaca “öğrenen hükümet” diye çevirebileceğimiz bir yaklaşımı hayata geçirerek periyodik olarak bir dizi ‘eğitim’ süreçlerine tabi olduklarından hareketle de görmek mümkün. Bu siyasi lider tabakasının bir süredir devam eden “taklitçilik”ten “yenilikçiliğe” geçme yaklaşımlarında kuşkusuz ki kayda değer bir çaba.

Son otuz yılda, özellikle 14 yıl süren görüşmelerin ardından 2001’de ‘Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliğe kabul edilmesi ve yirmi yıl boyunca iki haneli büyüme sürecinde çıkış noktası Amerikan ekonomisi ve değerleri olan Çin, bu sefer, yeni bir ekonomi kalkınma eşiğinde jeo-ekonominin bir diğer önemli ayağı AB ile etkileşimi, kuşkusuz ki Çin’in küresel sisteme eklemlenmesi veya bu eklemlenmenin kökleşmesi yolunda kayda değer bir açılım. Bu noktada sözde sosyalist siyasi modelini, küresel kapitalist ekonomi modeliyle eklemlemesi kimilerinin gözünde bir ‘başarı’ olarak dikkat çekilse de, Lee Kuan Yew’a atıfla ifade edersek, Çin’in bu alanda başat bir güç olmaya niyeti varsa, başarıyla geçmesi gereken daha başka safhalar da var. İşte belki de, Çin’de bu safhalardan bazılarını AB ile ekonomik ilişkilerini derinleştirmede bulacağı yönünde bir inanç mevcut.

Çin Başbakanı Xi Jinping, geçen yıl sonlarında düzenlenen Komünist Partisi Kongresi’nin Üçüncü Plenium’unda alınan kararların ardından Çin’in ekonomisinde yeni açılımları hayata geçirme çabasında. Bu anlamda, son otuz yılda kayda Çin modernleşmesinin en önemli safhasını gerçekleştiren ülke şimdi farklı bir evreye girmeye hazırlanıyor. Aslında bu evrenin siyasi ayağını Xi Jiping’in 2012 yılı Kasım ayı’nda yönetime gelmesiyle başladı. Xi Jiping yönetimi önümüzdeki on yıla damgasını vurmakla kalmayacak, belki de gelecek yarım yüzyılda Çin’nin yöneliminde belirleyici olacak. Tıpkı 1970’li yıllarda, Deng Xiaoping başkanlığında olduğu gibi ABD’nin el vermesiyle piyasa ekonomisine adım atmakla bugünlere geldiyse, bugünkü çabalar da önümüzdeki kısa ve orta vadede yeni ekonomik ve belki de akabinde siyasi yapılaşmalara neden olacak.

Jinping, bu sürece hazırlanırken kendini tamamıyla Batı’ya teslim etmiş de değil. Aksine, Çin’in eko-politik dönüm noktasında, geçmişi kendine dayanak noktası kılıyor. Bu anlamda güçlü bir lider figürü çizme hedefinde kaynakları ülkenin özellikle 20. yüzyılda yetiştirdiği iki önemli liderin yaklaşımlarını meczedip kendi politikalarına yön verme şeklinde gerçekleşeceği düşünülebilir. Aslında bu dönem, Çin modernleşmesinde bir başka safhaya geçiş anlamı taşırken, Jinping önce Avrupa’daki gelişmelerden esinlenen Milliyetçi akım, ardından Mao ile komünizm ideolojisinin nereye gitmesi gerektiği konusunda kafa yoruyor olsa gerek. Çin’den İskandinav ülkelerindeki gibi bir ‘refah’ devleti açılımı beklemek mümkün olmadığına göre, dev nüfusu -ki burada homojen bir nüfustan da bahsetmek mümkün değil- birbirine eklemleyecek bir ideolojinin ne olması gerektiğini göz ardı etmeyecektir. Çin’i sadece “tüketim ekonomisi”nin cazibesi ile birarada tutamayacağı, bu anlamda Çin’in geçmişten getirdiği değerlere referans yapma zorunluluğu çok daha anlamlı olacaktır. Ortada bir Maocu tutumdan ziyade, Mao’nun liderliğindeki Komünist Devrim öncesi ile Mao sonrasında Deng Xiaoping liderliğinde ülkenin modern dünyanın kapitalist üretim ilişkilerine yönelmeye başladığı süreci birleştirme çabası görülüyor. Kimi gözlemcilerin ileri sürdüğü üzere Jinping, Maovari bir tek adamlık yaklaşımına doğru eğilim sergilerken, bunu örneğin yolsuzluk gibi, kapitalist sistemin getirdiği kötülüklerin kökünü kazıma bağlamında bir araç olarak kullanıyor. Bu geleneksel yapılaşmanın karşılığının kurumsal boyuta ihtiyacı olduğuna şüphe yok. Bu kurumsallaşmayı hayata geçirmede Çin’in bugüne kadar ekonomi yapılanmasını ‘taklit’ ettiği Batı’nın referanslarına ihtiyacı var. Bu ihtiyaç farklı gerekçelerle de olsa Çin ve AB’yi birbirine daha da yaklaştıracaktır.


22 Mart 2014 Cumartesi

Ve Endonezya’da Jokowi Aday / Jokowi Candidate for Presidential Election

Mehmet Özay                                                                                                                    20 Mart 2014

Uzun süredir gündemde olan Cakarta Valisi Joko Widodo’nun başkan adaylığı açıklandı. Jokowi’nin adaylığı, “Endonezya Demokratik Mücadele Partisi” (PDI-P)’nin kurucuus ve hamisi Megawati Sukarnoputri tarafından seçim kampanyasının başladığı geçen gün ilân edildi. Seçimlerin Jokowi ile nasıl bir yönelim sergileyeceğine bakmadan önce, seçimlere dair bazı bilgileri aktarmakta fayda var.

Endonezya’da genel seçimlere birkaç hafta kaldı. 9 Nisan’da ulusal parlamentodaki 550 milletvekilliği için 12 siyasi parti yarışacak. Ülke siyasal yaşamında devlet partisi hüviyetindeki Golkar, ve 1980’li yıllardan bu yana siyasal yaşamda yer alan “Ulusal Kalkınma Partisi” (PPP) dışında diğer partiler Suhartolu yılların sonunda, yani 1999 ve sonrasında kurulan partilerden oluşuyor. Partilerden biri yani, Ulusal Demokrat (NasDem) yeni parti olarak ülke siyasetinde yer alıyor. Önceki seçimlerle kıyaslandığında parti sayısında bir artış gözleniyor.

Ancak bunun siyaset yapma biçiminde bir kaliteyi getirip getirmediği ise tartışmalı. Uzmanlar bu sayıyı bile çok bulurken, kimi gözlemciler seçmenlerin ilgilerinin kendi yaşam alanlarıyla sınırlı olduğundan hareketle kaliteli bir siyasal yaşamı tetikleyecek unsurların tabanda yer almamasına gönderme yapıyorlar. Öyle ki, önümüzdeki günlerde yapılacak seçimlerde birkaç parti dışında tüm partiler ‘popüler’ adaylara yönelmeyi ve böylece başta genç seçmen olmak üzere geniş toplum kesimlerinden ‘popüler’ ol almayı hedeflemiş gözüküyor. Bunun somut nedeni ise 29 milyon yeni ve genç seçmenin sandık başına gideceği hesabı. Buna ilave olarak, İstatistik kurumu verileri dikkate alındığında, ülke genel nüfusunun yaklaşık 54 milyonunu oluşturan 17 ilâ 29 yaş grubunun -ki nüfusun %29’una tekabül ediyor- yabana atılır bir seçmen grubu değil.

Endonezya’da seçim kampanyasının başladığı ilk gün, PDI-P’nin hamisi Megawati Sukarnoputri partinin başkan adayını da açıkladı: Joko Widowo. Bir süre önce de dile getirdiğimiz üzere, Jokowi’nin adaylığı aslında hangi partiler arasında koalisyonun gerçekleşeceğiyle de yakından ilintiliydi. PDI-P’den bu adaylık açıklaması, sessiz sedasız Megawati’nin ani çıkışı ve de diğer potansiyel devlet başkanları adaylarına karşı meydan okuma olarak değerlendirilebilir. Jokowi adıyla tanınan Cakarta Valisi’nin 2014-2019 yılları arasında Devlet Başkanlığı için adı neredeyse bir yıldır gündemdeydi. Gazetecilerin yönelttiği sorulara, Başkanlıkla ilgilenmediğini ve Cakarta’yı yönetmekle meşgul olduğunu söyleyen Jokowi, Cakarta Valilik görevinde daha ikinci yılı dolmadan ulusal siyasetin odağına oturdu.

Bu gelişme, Jokowi’nin siyasetteki kısa tarihinde bir tekrar anlamı taşıyor. Tıpkı Orta Cava’da tarihi Surakarta şehri Belediye Başkanlığı’nın ikinci döneminde daha görevini bitirmeden Cakarta Valiliği’ne adaylı ve kazanmasında olduğu gibi benzer bir süreç izliyor. Ancak henüz bu sürecin ilk safhası gerçekleşti. İkinci, yani Başkan olup olmayacağı önce 9 Nisan’daki parlamento ve ardından muhtemelen Haziran ayının sonlarında yapılacak doğrudan  başkanlık seçimi sonunda belli olacak.

Megawati gibi bir muhalefet liderinin niçin ‘başkan adayı’ olarak ortaya çıkmaması önemli. Öyle ki, bu kadın siyasetçi, modern Endonezya siyasetinde 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren Suharto’ya karşı muhalefetin önemli isimlerinden biriydi. Önceki yazılarda değindik. Ancak kısaca hatırlatmakta fayda var. Ülkenin kurucu babası Sukarno’nun kızı Megawati, 2001-2004 yılları arasındaki kısa süreli Devlet Başkanlığı’nın ardından  2004 ve 2009 yıllarındaki seçimlerde başarısız oldu. Ardından partinin başına kızı Mariana geçse de, ülkenin siyasal geleneğinde kök salmış bir uygulama olarak partinin ‘manevi büyüğü’ olarak etkisini sürdürdü. Kimi gözlemciler, bu dönem partinin başkan adayı olarak kızının adının geçeceğini tahmin ediyordu. Ancak Megawati, Parti’nin siyasi varlığını “yıldızı çabuk parlayan” Jokowi ile devam ettirebileceğini iyi okumuş olmalı ki, ne kendisi ne de kızı başkanlık yarışında yer alıyor.

Aslında “Jokowi adının” aday olarak açıklanması erken olarak değerlendirebilir. Bununla birlikte, PDI-P’nin bu çıkışının, diğer potansiyel başkan adaylarının ve de partilerin önünü alma gibi bir yönü olduğuna şüphe yok. Öyle ki, son bir yılda Jokowi adını duyup da tabiri caizse ‘irkilmeyen’ lider yoktu. Bunların başında da Prabowo Subianto geliyor. Prabowo, her ne kadar, “Jokowi benim sayemde Cakarta Valisi oldu” dese de, Jokowi’nin arkasında kimler olduğu oldukça geniş. Örneğin, bir mobilya tüccarı olan Jokowi’yi Surakarta Belediye Başkanlığı’na taşıyan PDI-P’nin Surakarta’daki önemli ismi Hadi Rudyatmo’dan, onu Cakarta Valiliği’ne taşıyanlar arasında Yusuf Kalla, Megawati ve Prabowo’nun adını zikretmek mümkün. Bu isimler, Jokowi adını bizzat ‘kendilerinin’ ortaya çıkardığını söylese de, tek tek bağımsız ‘müdahalelerden’ ziyade, ortada bir ‘Jokowi ittifakı’nın varlığından söz edilebilir.

Bunun göstergelerinden biri, yukarıda adı geçen ve geçmeyen başkan adaylığını kamuoyuyla paylaşmış veya bu hazırlık içerisindeki liderlerin geçen zaman zarfında şu veya bu şekilde kendilerini veya birtakım çevrelerin ‘siyasi yakıştırmalarıyla’ Jokowi adıyla birlikte anılmaktan memnuniyet duyuyorlardı. Ülkenin köklü partisi Golkar’ın Açe Eyaleti Başkanı Süleyman Abda’ya “Nedir bu siyasetçiyi öne çıkaran?” diye sorduğumda, “Aslında Jokowi olağanüstü bir siyasetçi değil. Ancak halkla iç içe olması en önemli özelliği gibi gözüküyor. Buna, birilerinin pohpohlaması ve basının yönelimini de eklersek, ortaya bugünkü Jokowi çıkar” cevabını vermişti. Geniş halk kitleleri, bugüne kadar ülke siyasetinde asker-siyasetçi ve zengin işbirliğinden pek de başka bir açılıma tanık olmadıklarından, habersizce yanı başlarında dikiliveren bir siyasetçiye ‘naif bir sempatiyle’ yaklaştıklarına kuşku yok. Jokowi’nin bu ‘duruşu’ siyasetçiler arenasına yeni bir ‘marka’ olarak girdiği yönündeki değerlerdirmelere hak vermek gerekiyor. Bununla birlikte, Jokowi’nin önce Belediye başkanlığının ikinci dönemi sona ermeden Cakarta valiliğine sıçraması, akabinde Cakarta gibi bir metporolün valiliği görevinde henüz ikinci yılı dolmadan ülkenin devlet başkanlığına aday olması ne tür hizmetlerle geniş kitlelere yönelebildiği sorusuna verilebilecek cevabı muğlak bırakıyor. Jokowi’nin bireysel ‘duruşu’, siyasi para

Öte yandan, bu açıklamanın ülke siyasal yaşamında yeni bir döneme işaret ettiğini bir kez daha vurgulamakta fayda var. Jokowi, bir parti başkanı değil, partinin alt katmanlarından mücadeleyde üst düzey kadroları arasına yerleşmiş ve siyasetin her türlü ‘detayını’ bilen biri olarak oradan da “imkânları” değerlendirmesiyle ülke siyasal yaşamının odağına sıçramış değil. Dolayısıyla, ana akım siyasetçi tipolojisinden son derece farklı bu adayın ülke siyasetine katabilecekleri konusunda birşeyler söylemek için beklemek gerekiyor.

Bunu söylerken, ‘Jokowi’nin seçileceğini nereden biliyorsun?” sorusu da gelebilir tabii. Ancak Jokowi’nin kısa siyasi yaşamına baktığımızda ‘günü kurtaran’ bir siyasetçi, ‘siyasetin medya-iş çevreleri-nepotizm’ ve de yolsuzluk gibi ülke siyasal  yaşamının içkin olduğu “kurallarına” eğilim göstermediği görülür. Aksine, birileri ona “muhtaçmışcasına” bir atmosferin oluşturulduğu ve bu atmosferin de “alçakgönüllü” Jokowi’nin giderek her seferinde siyasi statüsünün ilerleme kaydettiğine geçen yıllar şahit. Yukarıda değindiğimiz, geleneksel siyasetçi tipolojisine uymayan yapısı ile Jokowi halkın gönlünde taht kurdu. Halkın kendinden birini siyaset sahnesinde görmesi onun ulusal ve uluslararası kalibresine pek de bakmadan güncel yaşamın getirdiği sorunlara yaklaşım ve varsa çözümleri noktasında Jokowi’de buldukları karşılık sempati düzeyinden siyasal destek düzeyine çıktı. İşte tam da bu nokta son bir yıldır yapılan kamuoyu yoklamalarında Jokowi adının ilk sırada hem de potansiyel rakipleri karşısında epeyce önde yer almasına neden oldu. Megawati’nin daha seçim kampanyasının ilk gününde biraz da süpriz bir şekilde “Jokowi, PDI-P’nin Başkan adayıdır” açıklaması da bu kamuoyu tepkisini iyi okuduğunun bir göstergesidir. 

17 Mart 2014 Pazartesi

Myanmar’da Demokratikleşme ve Yansımaları / Democratisation and Its Reflection In Myanmar

Mehmet Özay                                                                                                                   17 Mart 2014

Myanmar son üç yıldır bir yandan demokrasi vaadinin öte yandan yeni yatırımların gözde ülkesi olarak dikkat çekiyor. Siyasi reformlar, çeşitli etnik azınlıklara mensup siyasi tutukluların salıverilmesi ve Suu Kyi gibi bir muhalefet liderine parlamento yolunu açmasıyla dikkat çekmişti. Bununla birlikte, ülkede siyasi yönetim, sivil görünüme bürünmüş eski askerlerin ön plânda olduğu, ancak perde arkasında güçlü bir askeri bürokratik karar mekanizmasının da işlerliğini devam ettirdiği bir yapı hakimiyetini sürdürüyor. Siyasi değişime dair bazı göstergelerin ülkenin çoğulcu etnik yapısının hakim olduğu toplumsal düzende neye tekabül ettiği ise belirsizliğini koruyor. Bunu ülkenin sınır boylarını çevreleyen irili ufaklı etnik azınlığın uluslararası standartlar denilebilecek temel yaşam haklarına anayasada yer alan ve de almayan boyutlarına ne kadar ulaşıp ulaşmadıklarıyla test etmek mümkün.

Değişime matuf olarak ortaya konduğu ileri sürülen bazı uygulamalar, temelde Batı’nın demokratikleşme yönündeki ilkelerini yerine getirmeye kafi gelmese de, dönemin ekonomik koşullarının bir zorlaması olarak Myanmar’ı ‘teşvik’ edecek sinyaller çeşitli Batılı ülkelerin önde gelen siyasi çevrelerince ve de akabinde iş çevrelerince “tatminkâr” bulunmuş gözüküyor. Peki bu yaklaşımlar “Myanmar nereye gidiyor?” sorusuna sağlıklı bir cevap vermeye kafi mi? Evet Myanmar, 2015’de genel seçime gidiyor. Öyle bir genel seçim ki, en son benzerini 1990 yılında tanık olmuş ve ardından merkezdeki askeri-bürokratik elitin kapıları muhalefete ve de dünyaya kapatmasıyla sonlanmıştı. Bu nedenle 2015 seçimleri ülkenin modern tarihinde önemli bir test imkânı olacağına kuşku yok. Batılı çevrelerde söz konusu seçimlerin favori ismi kuşkusuz ki, neredeyse çeyrek yüzyıl önce o dönem yapılan seçimde en çok oyu alan Suu Kyi.

Batı’nın tüm yatırımının Suu Kyi üzerine olduğu aşikâr. Belki bu nedenledir ki, yukarıda dile getirdiğimiz husus bağlamında, yani Myanmar’ın mevcut siyasi yönetiminin, adına demokratikleşme denilen adımlarının tüm kifayetsizliğine rağmen, ülkede aralarında Arakan Müslümanlarının başı çektiği etnik yapılar üzerinde sür git devam eden siyasi ve toplumsal ayrımcılığı “görmezden gelmeyi” tercih etmesi de yaklaşan genel seçimler nedeniyle olmalı. Bunu söylerken, uluslararası medyaya zaman zaman demeç veren kimi Batılı liderlerin “Arakanlı Müslümanlara da öyle davranma ama...” yönlü çıkışlarının siyasi erk üzerinde karar değiştirtecek bir yaptırım boyutunda olmadığına vurgu yapıyoruz. Yani bir temenni ile sorunu savuşturma bağlamının ötesine geçmediği en azından 2012 yılı Mayıs ayı sonlarından itibaren yaşananlardan belli.

Oysa 2012 Nisan’ında Suu Kyi’nin siyasi geleceğinde kilometre taşı olarak plânlanmış 45 sandalyeli küçük çaplı seçimde başında bulunduğu Ulusal Demokrasi Birliği (NLD) ile kazandığı 43 üyelikle aslında ülke demokrasisine yeni bir ivme kazandırabilecek potansiyele sahipti. Bu potansiyeli, sadece şahsının -ki şahsını önemsemediğini defaatle ifade ediyor- ait olduğu ve de tümüyle modern Myanmar tarihine damgasını vurmuş olan Burma etnik yapısı, ait olduğu Budist dini yapısına değil, bunun ötesinde ülkenin çok dilli, dinli ve kültürlü toplumsal gerçekliği kapsayacak teşebbüslere girişmesi bekleniyordu. Beklenti sadece büyük acılar çeken Arakan Müslümanlarının haklarını dile getirmesi değil, aksine Hıristiyan Kaçin’ler dahil olmak üzere irili ufaklı tüm etnik unsurları ‘bir potada’ birleştirebilecek çıkışı sergilemesiydi. Bu yaklaşım, kimi yazarların iddia ettiği üzere Suu Kyi’nin kamusal yaşama maneviyat taşıdığı görüşüyle de örtüşecekti. Buna ilâve olarak, bu süreç, salt pasif bir “insan hakları” desteği ile sınırlı kalmayacak, aksine, adı geçen geçmeyen tüm etnik unsurlar içerisinde de yeni bir siyasi bilinç erişimine olanak tanıyacaktı. Kimilerinin dediği gibi belki de başlatılacak bir tür ‘demokrasi eğitimi’ süerci meyvelerini vermeye başlayacaktı. Herhalde 1980’lerin ikinci yarısından itibaren kendini, ülkesine ve halkına adadığını söyleyen Suu Kyi gibi bir liderden bunu beklemek son derece haklı gerekçeleri içinde barındırıyor.

Son üç yılın adına demokratik açılım denilen sürecinde kuşkusuz ki Arakan başta olmak üzere diğer Eyaletlerde yaşananlar toplumsal barış ve birliktelik adına yeterli olmadığını söylemek bile abartı. Bu dönemle örtüşen gelişme Arakan Eyaleti’nde yaşanan insan kıyımı olduğu gözlerden kaçmamalı. Yani ortada aslında birbirine zıt iki sürecin nasıl yanyana işlediğine tanıklık söz konusu. Aradan neredeyse iki yıl geçmesine rağmen, Arakan Eyalet yönetimi başta olmak üzere merkezi teşkil eden Nyapyitaw yönetiminin de evlerinden barklarından olan ve insanlık dışı koşullarda yaşamaya maruz bırakılan onbinlerce -ki resmi rakamlara göre 140.000 civarında- Arakanlı Müslümanın hallerini iyileştirmeye dair siyasi kararlılıkları ortada gözükmüyor. Kaldı ki bu süreçte söz konusu bu halk üzerinde devam eden saldırılar ve baskılarla hayatını kaybeden yüzlercesine karşılık, bu işkencelerden kurtulma adına soluğu okyanusta alanların akibetinin de zorlu deniz yolculuğunu atlattıktan sonra ulaştıkları ülkelerdeki yaşamlarının pek de farklı olmadığı görülüyor.

Ülkenin etnik unsurlarının vatandaşlık statülerinin iyileştirilmesi konusunda Suu Kyi’nin potansiyel etkisinin pek de görülmemesine paralel olarak, etnik çoğunluğunu oluşturan Budist Burma halkının, ulus-devlet şemsiyesi altında -belki de seküler siyasetçilerden daha çok- sosyo-kültürel bağlamında kendilerini yakın hissettikleri Budist Rahiplerin etnik farklılıklara dayalı toplumda ortak bir yaşamı paylaşma olgusunun ortaya çıkması yönünde katkılarına da tanık olunmuyor. Bu noktada, adına ulus-devlet denilen siyasi sistemin genel itibarıyla Güneydoğu Asya halklarının toplumsal gerçekliğiyle örtüşmediği bir kez daha ortaya çıktığı görülüyor.

Bu noktada, Burma etnik çoğunluğunu temsil eden merkezi yönetim ise Arakan Müslümanlarının ülkenin doğal insan stoğu arasındaki yeri olduğunu reddetmekle kalmıyor, üstüne üstlük Burma etnik çoğunluğunun haklarını elinden alma teşebbüsünde bulunan ‘dışarlıklılar’ şeklinde sınıflandırarak yaşam safhalarının tümünde kendilerini Arakanlılar üzerinde karar mercii konumunda görüyor. Bunu, Arakanlı Müslümanların etnik kimliğini tanımlada, evlilik ve çocuk sahibi olma haklarını belirleme, toplumsal ve siyasi mobilitelerini şekillendirme, ibadethanelerini inşa etme vb. yapılaştırmalarla gündelik siyasetin odağına yerleştiriyor. Geçenlerde “Fortify Rights” adlı bir kuruluşun Myanmar devletinin belgelerine dayandırarak 25 Şubat’ta yayınladığı 79 sayfalık Arakan Raporu’nda tüm bu hususlara ve de diğerlerine dikkat çekiliyor. Myanmar devletinin kamuoyuna açıkça ifade etmediği Arakanlı Müslümanlara yönelik bu “özel” politikasının ortaya çıkartılması önemli. Bazı Burmalı yetkililer raporun gündeme gelmesi üzerine suçu, geçen Temmuz ayında kaldırıldığı ifade edilen özel sınır birliği ‘Nasaka’ya atarken, Arakan Eyaleti’nde barınaklarda yaşam mücadelesi veren Arakanlı Müslümanlara yönelik sağlık hizmeti veren uluslararası bir kuruluşun çalışmalarını derhal sonlandırması çağrısı ise çelişkilerin bitmek bilmediğinin en son göstergesi. Gelecek yıl yapılacak seçimlere hazırlanan Suu Kyi’nin anaç bir figür olarak düşmanlarını bile sarmaladığı belirtilen barışçıl tutumu maalesef -en azından şimdilik- Arakanlı Müslümanları ve de diğer azınlıkları kapsamıyor.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/292602/myanmarda-demokratiklesme-ve-yansimalari

13 Mart 2014 Perşembe

Uçak Kazası ve Sonrasındaki Gelişmeler / MH-370 And After It

Mehmet Özay                                                                                                                    13 Mart 2014

Malezya Ulusal Havayolları (MAS)’a ait bir uçağın Kuala Lumpur-Beijing seferini yaptığı sırada kaybolmasının sırrı yazıyı kaleme aldığımız saate kadar çözülebilmiş değildi. Kazanın Malezya’da büyük bir şoka neden olduğuna kuşku yok. Dünyanın güvenilir havayolları arasında adı geçen ve bir zamanlar ‘favori’ kuruluşu olarak Malezya’nın gurur kaynaklarından biri olan MAS, son yıllarda bazı yönetim ve mali krizler yaşamıyor değildi... Kazanın bu krizlerden kurtulma anlamında önemli adımların atılmaya başlandığı bir dönemde ortaya çıkması, şirket yönetiminin ötesinde hükümeti de en azından moral olarak etkiledi. Bununla birlikte, uçağın kaybolmasının ardından ortaya çıkan gelişmelerin uçak kazaları tarihinde kendine özel bir yeri olduğunu şimdiden söylemek mümkün. Uçağın lokasyonundan, arama faaliyetlerinin yapıldığı coğrafyanın genişliğine ve bu faaliyetlere iştirak eden ülke ve araç sayısı kadar, düne kadar aralarında teritoryal bağlamda ciddi sıkıntılar yaşayan ülkelerin biraraya gelebilmiş olması bu anlamda dikkat çekiyor.

Uçağın kaybolduğu haberinin gündeme düştüğü andan itibaren ilk dikkatleri çeken husus, pilotlarla son iletişimin gerçekleştiği noktanın Malezya ile Vietnam’ın deniz sınırı olmasıydı. Bu deniz sınırı, aynı zamanda bir başka özelliği ile de belirginlik kazanıyordu. O da Tayland Körfezi ile adını son üç yıldır sıklıklı zikrettiğimiz Güney Çin Denizi’nin birleştiği nokta olmasıydı. Uçak, Malezya’ya aitti. Ancak içinde 14 ulustan yolcu taşıyordu.. Çoğunluğu da Çinliler oluşturuyordu... Uçağın kaybolmasından bu yana altı gün geçmesine rağmen, elde halen bazı zayıf tahminlerden başka bir şey bulunmuyor... Özellikle iki ihtimal dikkat çekiyor. Teknik bir arıza ile uçağın aniden havada infilak etmesiyle küçük parçalara ayrılmış olması; ikincisi ise bir terör olayına konu olmasıyla infilak etmesi. İkincisinden başlayarak bazı görüşler ileri sürebiliriz.

Kaza ihtimali, iki yolcunun uçağa sahte pasaportla binmesinin anlaşılmasıyla akılllara ‘terör’ ihtimalini getirdi. Tabii bu noktada uçağın Malezya’ya ait oluşu, kalkış noktasının ülkenin başkenti oluşu gibi faktörlerden hareketle Malezya’ya karşı girişilmiş bir terör vak’asını düşündürtse de, Malezya gibi pek de düşmanı olduğu söylenemeyecek bir ülkeye kim hangi nedenle terör ile ders vermeye kalksın sorusunu akla getiriyordu. Öte yandan, uçağın istikametinin Çin olması terör girişimi olasılığında birden fazla nedeni ortaya koymaya yetiyordu. Terör hadisesinin olasılığı üzerinde düşünenler yakın geçmişte uluslararası güvenlik birimlerinin bir uyarısını hatırlayacaktır. O da, ayakkabıların topuklarına yerleştirilen patlayıcılar. Çin’e ders vermeye niyetlenmiş birilerinin bunu yaptıktan sonra herhalde sessiz kalmayacağını düşünmek son derece doğal. Çünkü amaç ses getirmekse bunu dünya basınına duyarmak gerekiyordu. Ancak böylesi bir eyleme yönelebilecek potansiyel ‘şüphelilerden’ böylesi bir açıklama gelmemesi üzerine, Çin’de mensuplarından biri öldürülen bir ‘klan’ mensupları ‘Tamam biz yaptık’ demesini, kimse açıkçası ciddiye almadı.

Uçağın teknik bir arızayla aniden infilâkı neticesinde küçük parçalara ayrılmış olarak üzerinde bulunduğu son nokta kabul edilen Vietnam’a bağlı “Tho Chu” Adası civarında düşmesi gerekirdi. Önce Malezya ve Vietnam ardından sayısı onu geçen ülkenin bölgedeki araştırmalarında yakıt izi ve bazı objelere rastlansa da, yetkililer bunları söz konusu uçakla ilişkilendiremediler. Bu görece dar sahada yürütülen çalışmalarda sayısı yüzü bulan deniz ve hava kaynakları seferber edildiği gibi, bölgede farklı ülkelerden balıkçıların avlanma sahası olduğundan hareketle çok daha fazla sayıda mobilitenin olduğu anlaşılıyor. Resmi çevreler dillendirmese de, ‘balıkçı tanıklıkları’ alternatif medyada yer bulmadı değil. Bir de herhalde şunu söylemekte fayda var. Bu bölgede deniz derinliğinin 1200 metreyi bulması bugüne kadar dikkat çekmedi... Bu noktada, gündeme 1 Haziran 2009 tarihinde Rio de Janeiro-Paris seferini yapan uçağın akibeti getirilse de, belki de 1 Şubat 2007 tarihinde Endonezya’da Surabaya-Manado seferini yapan Adam Air Havayollarına ait uçağın maruz kaldığı kazayı dikkate almakta fayda var...

Bu dar bölgedeki aramaların sonuçsuz kalmasına karşılık, Malezya Kraliyet Hava Kuvvetleri radarındaki bir bilgi arama faaliyetlerinin vechesini de yeniden değerlendirilmesine yol açtı. O da, uçağın “u” dönüşü yapmış olabileceği sonucuna götüren veri. Sivil-ordu radarlarının ‘çelişkisi’ arama faaliyetleri Malay Yarımadası, Malaka Boğazı ile sınırlandırmadı, Hint Okyanusu’nun doğusuna tekabül eden Andaman Denizi’ne kadar genişletti.

Teknik anlamda tüm bunlar olup biterken, dikkat çekmek istediğim bir husus var. Son dönemde Çin’in bölgedeki bazı komşu ülkeleriyle geçmişe dayanan sınır sorunlarının adalar boyutunun yeniden nüksetmesidir. Üç yıldır takip ettiğimiz bu sorunun Doğu Asya’da Japonya’dan Güneydoğu Asya’da Malezya’ya kadar uzanan aralarında diğer bazı ASEAN ülkelerinin de olduğu çok taraflı problem farklı bir mecraya girmiş bulunuyor. Girişte değindiğim üzere, söz konusu uçağın kaybolduğu coğrafi nokta, içinde yer alan yolcuların milliyetleri gibi hususiyetler bir anda arama faaliyetlerini Malezya’nın yeterliliğinin ötesine taşıyarak uluslararası bir mahiyet kazandı. Malezya’nın koordinasyonunda gerçekleştirildiği söylenen arama faaliyetlerinin ikinci gününde, bizzat Malezya hükümetinin Amerika Birleşik Devletleri’nden teknik yardım talebi karşılıksız kalmayınca bölgeye uçak ve gemi gönderen ülkeler zincirine ABD de katıldı. Böylesi bir uçak kazası sonrasında arama ve kurtarma faaliyetlerinde, bu denli çok sayıda ülkenin ve vasıtanın biraraya gelmesi herhalde bir ilke işaret ediyor. Bununla birlikte, deniz ve hava koordinasyonun nasıl gerçekleştirildiğine dair detaylarına vakıf değiliz. Ancak çok temel bir insani duruma tekabül edecek şekilde bölgeye gemi ve uçaklarını gönderen her ülkenin diğerleri ile etkileşiminin bölgedeki siyasi ilişkilerin farklı bir boyutta şekillenmesine katkı yapacağı olasılığını göz ardı etmemek gerekiyor.


6 Mart 2014 Perşembe

İslamcı Partiler Endonezya’da Seçimlerin Neresinde? Indonesian Elections and Islamic Parties?

Mehmet Özay                                                                                                                     6 Mart 2014

Endonezya’da genel seçimlere az bir süre kaldı. Seçim kampanyası yerel ve ulusal düzeyde düşük yoğunluklu olarak sürerken, asıl hazırlıklar 16 Mart-5 Nisan tarihleri arasındaki resmi kampanyaya yoğunlaşıyor. Seçimlere katılması kesinleşen 12 siyasi parti, bir yandan seçim komisyonlarına seçim bütçeleri dahil tüm başvurularını tamamlamaya çalışırken, adaylar da seçim bölgelerinde boy göstermeye başladı. Başkanlık sistemiyle yönetilen ülkede önce 9 Nisan’da 550 sandalyeli ulusal parlamentonun (Majlis Perwakilan Rakyat-MPR) belirleneceği seçimler yapılacak. Ardından, Haziran’da yeni devlet başkanı seçimi için halk yeniden sandık başına gidecek. Bu süreçte oyların %20’sini alan siyasi partiler devlet başkanlığı için adaylarını ilân edecekler. Bu nedenle, parlamento seçimleri önemli bir eşik. Güç dengeleri gözetilerek kimi partiler seçim öncesi ittifak yaparken, kimileri de ittifak sürecini parlamento seçimleri sonrasında ortaya çıkacak siyasi haritaya göre belirlemeyi tercih ediyor. 

Bu seçimleri önemli kılan unsur, iki dönemdir devlet başkanlığını yürüten Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) bir daha seçilemeyecek olması. Dolayısıyla ülke yönetimine yeni bir ismin gelecek olması oldukça önemli oluşturuyor. Bu sadece iç siyaset açısından değil, bölgesel ve küresel etkileşimler bağlamında da önem taşıyor. İç siyasette halen bitmemiş ‘reform’ süreci yeni Başkanla önce analiz edilip ardından kayda değer bir mecra takip etmesi bekleniyor. Öte yandan, ASEAN’dan başlayarak, Avustralya-Çin-ABD-AB ekseninde uluslararası siyasal aktörlerin gözü de bu önemli siyasi gelişmeye odaklandığını söyleyebiliriz.

Ülke demokrasisi için söylenebilecek ilk husus, iki yönelimli bir bölünmenin varlığının devam ediyor oluşu. Bunlardan ilki, toplam nüfusun %60’ına ev sahipliği yapan Cava Adası; ikincisi ise çeşitli etnik yapılardan oluşan diğer çevre adalardaki nüfus. Hemen burada Başkan adaylarından Prawobo Subianto’nun “ülke siyaseti elitlerin tehdidi altında” sözünü hatırlamak gerekiyor. Bu tehdidin demokrafik karşılığını yukarıdaki bölünmede görmek mümkün.

Peki seçimler kimleri öne çıkarıyor? Adaylar arasında son bir yıldır adı ulusal siyasetin odağına oturan Joko Widowo (Jokowi) siyasetin yeni parlayan yıldızı hüviyetinde. Ancak Jokowi’nin tek başına hareket etmediğini, arkasında ülkenin milliyetçi, kimilerine göre ise ‘sosyalist-milliyetçi’ partisi olan “Endonezya Demokratik Mücadele Partisi” (PDI-P) bulunuyor. PDI-P’nin iki önemli hedefi olduğu gözleniyor. İlki, Jokowi’nin başkanlığı, ikincisi de ulusal parlamento’da yani MPR’da çeşitli koalisyon hesaplarıyla başkanlığı üstlenmek. Bu iki yapı, PDI-P’nin ‘köklere dönüş’, yani 1945 Anayasa ruhuna dönüşü oluşturuyor. PDI-P’nin bir tür ‘iç devrim’ kabul edilebilecek bu dönüşümünde hiç kuşku yok ki iki siyasi parametre şu veya bu şekilde katkıda bulunuyor. Birincisi, reformun bayraktarlığını yapan Demokrat Parti’nin sosyo-siyasi açılımları hakkıyla yerine getirememiş olması; ikincisi ise sözde ‘İslamcı’ söylemle ortaya çıkan siyasi yapıların birer birer etkinliklerini yitirmeleri ve kuruluş temellerinin dolayımından uzaklaşmaları geliyor. Bu ortam, örneğin liberallerin ve sözde İslamcı siyasetin gerilemesi ile milliyetçi algının yeniden nüksetmesi olarak yorumlanıyor. Bunu da Sukarno’nun kızı Megawati’nin önderliğindeki PDI-P’nin yaptığı dikkat çekiyor.

İslamcı partiler üzerinde biraz daha durmakta fayda var. İç siyasette önemli bir potansiyele sahip olan ve argümanlarını İslamcı söyleme dayandıran partilerin varlığı, özellikle 1998 yılında başlayan önemli değişim sürecinde, dikkat çekiyordu. Birbiri ardına kurulan ve sayısı 40’ı geçen bu siyasi unsurların halkın taleplerine ne denli karşılık verebildiği şüpheli. Aslında halkın beklentileri, daha Suharto’nun 22 Mayıs 1998’de görevi bıraktığını açıklamasının ardından Başkanlık koltuğuna oturan ‘üvey oğlu’ B.J. Habibie’nin sivil yaşamında İslami kimliğiyle öne çıkmasından hareketle yapılan yorumlarda görülüyordu. O dönem, geniş kitleler ‘Tamam, seküler lider Suharto’dan sonra İslamcı bir liderimiz oldu’ söylemini dillendiriyordu. Ancak geçen on beş yıl sonrasında bu siyasi eğilimin ülke siyasal zemininde kayda değer bir rol oynadığını söylemek güç. Bunu insan hak ve ihlâlleri, ekonomik değerlerin paylaşımı, yolsuzluk ve adalet kurumunun tesisi, eğitim/sağlık gibi can alıcı konularda yerel ve ulusal politika yapıcılık noktasında beklenen performansı sergileyemedikleri aşikâr. Bu noktada milliyetçi partilerden ayrılmadıkları gibi, vaad edilen ümitler noktasında da sosyal enerjiyi heba ettiklerini iddia etmek mümkün. Üstüne üstlük, mevcut ulusal koalisyonda yer alan böylesi bir partinin üst düzey kadrolarının bulaştığı yolsuzluklar partinin ‘ilkeli’ duruşuna verilen zararlar olarak değerlendiriliyor.

Adaylar arasında asker kökenlilerin varlığı, kimi gözlemcilerce Suhartolu yılların son neslinin varlığı olarak yorumlanıyor. Bu anlamda “Büyük Endonezya Hareketi Partisi” (Gerindra) lideri Prabowo Subianto ve “Halkın Vicdanı Partisi” (Hanura) lideri Wiranto’nun adaylıklarını Suharto’nun siyasal dizaynı içinde ordu mensuplarına biçtiği rol, köy temelli yerel temsil kurumlarından başlayarak ülkede kayda değer rol oynamıştı. Bugün, iki eski generalin adaylıklarını da bu çerçevede okumak gerekir. Ancak bu iki ordu kökenli siyasetçiyi birleştiren bir diğer unsur ise aktif görevleri sırasında insan hakları  konusunda sabıkalarının olması. Bu nedenle, özellikle ABD’nin bu iki isme yaklaşımlarının mesafeli olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle, Jokowi adının öne çıkmasından önce adı Başkan adayları arasında ilk sırada geçen Prabowo ABD’nin Doğu Timor’daki icraatlarına yaklaşımını değerlendirdiği  geçen yıl Kasım ayında verdiği bir demeçte asker olmanın ‘zorunluluklarına’ vurgu yapıyordu.

Bu bağlamlar ışığında, Endonezya ulusal politikasında halkın sağlıklı bir şekilde temsil edilebildiğini söylemek güç. Bunun somut göstergelerinden biri, 2009 seçimleri dikkate alarak söylersek seçmenlerin %30’u aşkın bölümünün sandığına gitmemesinde ortaya çıkıyor. Yani reform ve demokratikleşme söylemlerinin epeyce revaçta olduğu bir dönemde seçmenlerin üçte bire yakın bölümü oy kullanmamayı tercih etmişti. Bununla birlikte bu oran önemli bir potansiyel gücü oluşturuyor. Öyle ki, 2011 yılında ülkenin toplam nüfusunun yani 241.13 milyonunun %.25.69’unu 16-30 yaş grubu oluşturuyordu. Gençlerin bu seçimde nasıl rol oynayacakları ise şimdilik belirsizliğini koruyor.

Mevcut hükümet döneminde özellikle son birkaç yılda ortaya çıkartılan yolsuzluk bağlamlarını hesaba katacakları düşünülürse Nisan ve Haziran’da gençlerin önemli bir kesiminin yine sandık başına gitmemeyi tercih edeceklerini söyleyebiliriz. Gençleri sandıktan uzaklaştıran nedenlerden birinin de Suhartolu yılları tecrübe etmemiş olmalarında aramak gerekir. Aslında burada, bu kitlenin ‘politik eğitimi’ ile siyasi partilerin bu kitleyi verimli bir yapıya dönüştürememesi hiç de azımsanmayacak bir kitlenin ülke siyasal yaşamına şu veya bu şekilde katkısı imkânını ortadan kaldırıyor.

Buna ilâve olarak, ülke siyasetinin ‘merkeze’ sıkışıp kalmasının da bir faktör olarak ele alınması gerekiyor. Bunda kimilerinin iddia ettiği üzere, tek seçmen-tek oy uygulamasının da bir rolü olduğu yadsınamaz. Bu nedenledir ki, bağımsızlıktan bu yana ülke yönetim yapısını ve başkanı Cava Adası’ndan çıkmış ve çıkmaya devam etmektedir. Son on beş yıldır neredeyse her seçim öncesi tartışılan, “Bu sefer başkan Cava dışından olabilir mi?” sorusuna olumlu karşılık verilemiyor. Bu süreci, sadece ulusal parlamento ve başkanlık ayağında düşünmek yanlış. Ulusal partilerin yani “Cava” merkezli siyasi oluşumların diğer adalara uzanan yapısı, ülkenin 33 eyaleti’ndeki yerel parlamentoların şekillenmesinde de merkezin güdümünü ortaya çıkarıyor. Tabii burada Açe faktörünü hatırlatmakta fayda var. Söz konusu 33 eyalet içerisinde Açe’nin otonom statüsü bağlamında kazandığı yerel siyasi partiler bağlamındaki temsili hiç kuşku yok ki, ülkenin modern tarihinde bir kilometre taşı. Kimi diğer eyaletlerin de Açe’nin sahip olduğu bu ‘meşru siyasi hakka’ benzer talepleriyle merkezin kapısın çaldıkları biliniyor.

Ülke siyasetinde 1998 Mayıs’ında Suharto’yla yolların ayrılmasında “yolsuzlukla ve nepotizmle” mücadele öncelleniyordu. Ancak aradan geçen süre zarfında bu konuları aşıp, ülkede arzu edilen sosyal, siyasal ve kültürel refahı sağlama konusunda adımların atılamamış olduğu görülüyor. 1999’da bu ve benzeri hedefleri gerçekleştirmek amacıyla kurulan partilerin süreçte geniş seçmen kitlelerine kendilerini kabul ettirmedeki başarısızlıklarının ardından kurulan Demokrat Parti de liderinin iki dönem başkanlığına ve önemli ‘sivil’ desteğe rağmen, gelip tıkandığı gene aynı noktalar oldu.


3 Mart 2014 Pazartesi

Hindistan’da Seçim Öncesi Gelişmeler / India: Before the Elections

Mehmet Özay                                                                                                                    28 Şubat 2014

Hindistan’da seçimler yaklaşırken, kamuoyu yoklamalarında (Bharatiya Janata Party) BJP’nin birinci parti olması, Kongre Partisi’nin uzun süren iktidarının sona ereceğinin göstergesi olarak görülüyor. Uluslararası çevrelerin yakından izlediği seçim sürecinde önce Amerika Birleşik Devletleri, ardından Çin, Avustralya, Malezya, İngiltere ve Kanada’nın ülkeni yeni başbakanı olma ihtimali yüksek gözüken BJP lideri Narendra Modi ile görüşmeler yaptıkları veya yapmaya hazırlandıkları biliniyor. 2010’da Gücerat Eyaleti Başbakanı iken yaklaşık bin kadar Müslümanın öldürülmesine göz yumduğu gerekçesiyle uluslararası çevrelerden tepki çeken Modi’nin ABD’ye girmesine izin verilmemişti. Aradan geçen on yıla rağmen, Gücerat Eyalet Mahkemesi geçen 26 Aralık’ta, eski başkan hakkında yeterli kanıt bulunamadığı sonucuna ulaşarak Mayıs seçimleri öncesinde Modi’yi aklamış oldu.

Bu noktada, eyaletler bölünmüş olan bu dev ülkede merkezi hükümet kadar eyelet hükümetleri de siyasi güç bağlamında önem taşıdığını unutmamak gerekiyor. İktidar değişikliği konuşulurken, bir diğer önemli husus, ülke siyasal yaşamında yeni bir olgu olarak Halk Partisi (Aam Aadmi)’nin yerleşik siyaset dilinden farklılık gösteren yaklaşımı oluyor. Bu anlamda, ülkenin modern siyasal yaşamına damgasını vurmuş köklü ve de ‘elitist’ Kongre Partisi ile Hindu milliyetçiliği ile öne çıkan BJP arasındaki mücadeleye alternatif bir yapı olarak ortaya çıkıyor.

Bu üçüncü parti’nin siyasi hayata girişi Delhi’de 2010 yılında düzenlenen ‘İngiliz Milletler Topluluğu Oyunları” hazırlık sürecinde yaşanan yolsuzluk olaylarını kamuoyunun gündemine taşıyan sivil oluşumla başladı. Yolsuzlukla mücadelede sivil bir ses olarak doğan hareket halktan gelen destekle geçen yılın ortalarında siyasi partiye evrildi ve Delhi Başbanlık seçimlerinde 70 sandalyeli parlamentoda 28 milletvekili çıkartarak varlığını güçlü bir şekilde koyan lideri Arvind Kejrival’i başkent politikasında en üste taşıdı. Arvind’in Delhi seçimlerindeki başarısı, başkenti 15 yıl yönetmiş ve uluslararası bir metropole dönüştürme başarısı göstermiş olan Shelia Dikshit karşısında sergilemesi yerel siyaset düzleminde önemli bir gelişme olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

Başkentte bunlar olurken geçenlerde ülkenin güneyinde de yeni bir yönetim ‘tasarımı’ hayata geçirildi. Ülke siyasal yaşamındaki en önemli gelişmelerden biri güneydeki Andhra Pradesh Eyaleti’nin ikiye ayrılması oldu. Telengana bölgesi’nin eyalet statüsü kazanmasıyla toplam eyelet sayısı 29’a çıkmış oldu. Bunun sıradan bir bölünme olmadığı, parlamento tartışmalarının ülkenin modern tarihine kara bir gün olarak geçmesine neden olan gelişmelerden görülebilir. Aslında bu gelişme, pek çok etnik/dini farklılıklara konu olan Hindistan gibi bir ülkede anlaşılabilir bir toplumsal durum. Ancak bunun seçimlere birkaç ay kala gerçekleşmesi akıllarda soru işaretleri yaratıyor. Burada ayrıca, yasalar gereği Hindistan merkezi hükümeti’nin  eyaletleri bölme, birleştirme vb. gibi önemli siyasi kararlar alma hakkının  olmasını hatırlatmak gerekir. Bu bağlamda, seçim öncesi gerçekleşen eyalet düzenlemesinin iktidardaki Kongre Partisi’nin seçim yatırımı olarak görülüyor. Yeni Eyalet’e verilen 17 milletvekili kotasının neredeyse tamamının Kongre Partisi’ne gideceği haberleri bunu destekleyici mahiyette. Bölünme öncesinde Andhra Pradesh’in çoğunluk itibarıyla yoksul bir bölge olduğu, Telengana’nın ise kaynaklar bakımından zengin olmasıyla bu bölünmeye ‘sürüklendiği’ yönünde görüşler var. Burada ilgi çeken nokta, kamuoyu yoklamalarına bakılırsa Kongre Partisi’nin Mayıs seçimlerinde iktidar koltuğunu kaybedeceği göstergelerine rağmen, yeni Eyalet üzerinden siyasi girişimlerini devam ettiriyor oluşu. Ve bunda muhalefetteki BJP ile Telengana Eyaleti üzerinde ‘ittifak’ın kurulmuş olması.

Kongre Partisi’nin bu ‘eyalet’ seçeneğine karşılık, BJP’den önemli bir çıkış geldi. Partinin önde gelen bir ismi, ülkede azınlık konumundaki Müslümanlara karşı geçmişte yapılanlardan ötürü özür diledi. Bunun açıkça bir seçim yatırımı olduğu aşikâr. Özellikle de, yukarıd ifade ettiğimiz üzere partinin lideri Narendra Modi’nin Gücerat ‘icraatlarıyla’ ilintili. Parti lider kadrosunun Müslümanlara yönelik bu yaklaşım kuşkusuz ki partinin Hindu Milliyetçiliği üzerinden siyaset yapma geleneğini sürdürüyor olmasıyla bağlantılı. Ancak, parti seçimlerde işi şansa bırakmama adına Müslüman seçmenlerden gelecek oyları da önemsediğini bu açıklama ile göstermiş oldu.

Peki bu şartlarda activist kökenli Arvind Kejriwal, iki siyasal uç arasında sıkışıp kalmış seçmenden umulmadık bir karşılık bulur mu? Arvind’in Başkent yönetiminde yolsuzlukla mücadele kanunun engellenmesini protesto amacıyla görevini bırakarak önemli bir çıkış yapması da seçimler öncesinin en önemli hamlelerinden biriydi. Ülkenin ulusal başkenti Delhi başkanlığından istifa etmesi ile gözler partisi tarafından başkan adaylığında değerlendirileceği söylentilerinin de güçlü bir şekilde kamuoyunda paylaşılmasına neden oluyor. Arvind’in Delhi Başkanlığı’na gelişi gibi gidişi de önemli bir siyasi açılımla alâkalı. Delhi gibi ülkenin göz bebeği bir beldede yaşamı bir yıl öncesine kadar politika sahnesinde görülmemiş ve aktivistliği ile öne çıkan birine yönelmeleri, ülke siyasal sisteminin eleştirilmesinin somut bir göstergesi olarak da gösterilebilir. 28 Aralık’ta başladığı Delhi Başkanlığı görevini 15 Şubat’ta bırakan Arvind siyasi partilere ve de daha önemlisi kamuoyuna güçlü bir mesaj verdi. Bu kamuoyunun içinde Mayıs seçimlerinde ilk defa oy kullanacak 170 milyon genç seçmenin yeri ayrı bir öneme sahip.

Arvind’in, Delhi parlamentosu’nda yolsuzlukların araştırılması konusunda yeni yasa tasarı hazırlanması girişiminin Kongre Partisi ve BJP tarafından engellenmesini protesto ederek görevinden ayrılması, bu gibi konularda hassasiyetini ortaya koyması bakımından dikkat çekici. Tüm bunlar olurken, Arvind ne yapmak istiyor sorusunu da beraberinde getiriyor. Arvind, yeni bir liderlik yapılanması ile ülkenin “kirli bürokratik yapılanmasını” temizleme ve şeffaf yönetim hedefiyle gündeme oturuyor. Ancak bu noktada, Arvind’in bu dev ülkeyi yönetecek en azından belli eyaletlerde güç tesisine teşebbüs  edip yakın ve orta vade geleceğinde söz sahibi olabileceği siyasi elitlere saip mi? Bu noktada, yakın çevresine bakıldığında iş çevrelerinden ‘parlak beyinlerin’ varlığı dikkat çekici. İş dünyası ile siyaset dünyasının ayrımı, yönetilebilirlik noktasındaki farklılaşması, geniş ve birbirinden farklı toplumsal kesimlere yönelik politikalar geliştirme becerisi ve dahası sağlam bir ideolojik dayanağına sahip olmak önemli. Tüm bunların Arvind’in kurduğu partide ne kadar karşılık bulduğu ise şimdilik bir muamma. Kaldı ki, ülkede seçimle gelmeyen, kendi hiyerarşisi içinde oluşmuş güçlü bürokratik yapı ve bu yapının ülkeyi şekillendirme becerisi siyasi hareketleri sınırlandıran önemli bir yapı olarak ortada duruyor. Arvind’in ve partisinin ülke sorunlarını çözme konusunda çokça idealist olup olmadığı, yukarıda bahsedilen bürokratik yapıyı ne kadar dikkate alıp almadığı konusu da tartışılması gereken önemli bir husus.

Belki, tam da bu noktada Arvind ve hareketinin gücünden ziyade, halkın bu harekete yüklediği misyonun önemine değinmekte fayda var. önceki yazıda da değindiğimiz üzere, nükleer ve uzay çalışmaları, silahlanma, Çin ile bölgesel mücadele gibi ‘büyük projeler’ peşindeki bir ülkede hâlâ yoksulluğun sürdüğü ve nüfusun önemli bir bölümünün temel insani hizmetlerden yoksun bırakıldığı dikkate alınıdğında bağımsızlık öncesinden bu güne ülkeye hükmeden Kongre Partisi ile Hindu milliyetçiliğine dayalı bir siyasi anlayış sergileyen BJP’nin toplumun en azından bir bölümünü tatmin etmekten epeyce uzak olduğu sonucu çıkartılabilir.

Hindistan’daki bu değişim talebini biraz da bu ülkenin yakın ve uzak bölgesinde neler olup bittiğine bakarak değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda, örneğin Endonezya ve Tayland’da çeşitli boyutlarda süren değişim ve reform çabalarına; bazı çevrelerin Hindistan’la -en azından çeşitli hususiyetler noktasında- eşdeğer görmek istediği Çin’in kurgulamakta olduğu orta vadeli sosyo-ekonomik geleceğini kurgulama çabasına tanıklık eden Hindistan kamuoyu, elbette bazı değişimleri kendi siyasi ve toplumsal sisteminde tecrübe etme görme arzusunda. Bollywood müziği ve filmleriyle uyuşturulmuş bir toplumdan, ‘kendinde’ bir topluma geçiş misyonu belki de Arvind’e yükleniyor.