29 Mart 2018 Perşembe

Kadim Medeniyet ve Yeni Dünya Düzeni Arasında Hindistan / India between ancient civilization and new World order

Kadim Medeniyet ve Yeni Dünya Düzeni Arasında Hindistan / India between ancient civilization and new World order                                                                                        29.03.2018

“Kadim Medeniyet ve Yeni Dünya Düzeni Arasında Hindistan” basın açıklamamız Dr. Mehmet Özay ve UHİM yöneticilerimiz tarafından Haveran Restaurant’ta gerçekleştirilen basın toplantısıyla kamuoyuna sunuldu.

Birbirleriyle güçlü işbirliği kurma ihtimali bulunan ülkeler arasında gerilim ve düşmanlığı tırmandırma ya da hiç olmazsa söz konusu devletleri birbirinden uzak tutma politikası, Batılı küresel sistemin kendisine rakip ve düşman olarak gördüğü devletlere karşı izlediği stratejilerin başında gelir. 

Türkiye-Hindistan ilişkileri de, başta İngiltere olmak üzere, Batı dünyasının bu yönde en çok çaba harcadığı alanlardan biridir. Batılı üst aklın Türkiye ile Pakistan arasındaki “kardeş ülke” yaklaşımını, Türkiye’yi Hindistan’ın karşısında konumlandırmak için bir araç olarak kullanması ve İngiliz emperyalizminin Hindistan’ı işgal sürecinde ürettiği Müslüman-Hindu çatışmasını bahane ederek yerli toplumların kendi kendilerini yönetemeyecekleri düşüncesini yerleştirmeye çalışması bu durumun en tipik örneklerindendir. Buna karşın, İngiliz sömürge yönetimiyle mücadelede, Hindistan milliyetçiliği çatısı altında Müslümanlarla Hinduların bir araya gelmesi Hindistan ulusal direnişinin en dikkat çekici yanlarından biri olmuştur.

Küresel güçlerin bu tip tuzaklarının önüne geçmek için Türkiye ve Hindistan arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi, öncelikle söz konusu ülkelerin birbirini iyi tanıması ile mümkündür. Bu bağlamda, Türkiye-Hindistan ilişkilerinde tarihî referansların bir çıkış noktası olabileceğine kuşku yoktur. Türkiye’nin Avrupa ve Asya; Hindistan’ın ise Batı Asya ve Uzak Doğu-Güneydoğu Asya arasındaki jeo-stratejik konumu iki ülkeyi birbirine yaklaştırmada önemli bir referans niteliğindedir. Ayrıca, Türkiye gibi deniz yollarının bağlantı noktası üzerinde bulunan bir ülkenin, Hindistan’la turizm boyutunda kuracağı ilişkilerde yeni yaklaşımlarla yeni açılımlar yapma imkânı bulunmaktadır.

Hindistan’la hemen her alanda ilişkileri geliştirme imkanına sahip olan Türkiye, tıpkı 1956’da Pakistan Afganistan sınır anlaşmazlığında olduğu gibi, son dönemde küresel bir sorun haline gelen Hindistan-Pakistan arasındaki Keşmir sorununun çözümüne de katkı sunabilir. Bununla beraber, Hindistan topraklarında yaşayan Türk soylu toplulukların varlığı, Türkiye’nin dil-kültür ve sanat varlıklarının bölgeye ulaştırılmasını teşvik edici bir nitelik taşımaktadır. Bu sürecin söz konusu kitlelerin geçmişle bağlarını kurmak suretiyle, iki ülke halkları arasındaki ilişkinin güçlendirilmesine katkı sunacağı şüphesizdir.

Raporda bu amaca yönelik olarak, Hindistan hakkında genel bilgilerin yanı sıra; tarihi, coğrafyası ve kültürüne de değinilmiştir.  Öte yandan, Türkiye-Hindistan ilişkilerinin geliştirilmesinde başat rol oynama potansiyeli bulunan bilişim, ticaret, kültür-sanat ve turizm gibi alanlara dair perspektif ve öneriler sunulurken,  Hindistan Alt Kıtası’nda (Hindistan, Pakistan ve Bangladeş) yaşayan 500 milyondan fazla nüfusa sahip olan Müslüman halkla yakın ilişkiler kurmanın önemi de vurgulanmaktadır.

Raporda ayrıca, son yıllarda Hindistan’da tırmanışa geçen ırkçı eğilimlere ve uzun yıllardır devam etmekte olan Keşmir sorununa da değinilmiş, yaşanan ve yaşanması muhtemel ihlallere dikkat çekilmiştir. Siyaset, ekonomi ve kültür-sanat alanında geliştirilecek ilişkilerin sorunların çözümünde hayati öneme sahip olduğu gerçeğinden hareketle, bu amaca yönelik stratejiler sunulmuştur. 

Bu minvalde, Türkiye’nin bölgeye yönelik politikasında öncelik vermesi gereken hususlardan bir kaçını şu şekilde sıralayabiliriz:

Türkiye’nin bölgede kalıcı barışın tesisi ve korunması yönünde,  İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), BRICS, D-8, Şangay Beşlisi, Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi gibi uluslararası kuruluşlar ile Japonya, Endonezya, Malezya ve bazı Arap ülkeleriyle yakın iş birliği içinde bulunarak, eğitim ve ekonomi ile ilgili alanlara belirli noktalarda katkı sunmalıdır.
Türkiye, Hindistan Alt Kıtası’ndaki her üç ülkeyle de (Hindistan, Pakistan ve Bangladeş) ilişkilerinde tarafları ortak paydada buluşturacak politikalara yönelmeli ve bu alanda öncülük etmelidir.
Hindistan’ın yaklaşık 150 milyonluk Müslüman nüfusunun temsil makamındaki sivil toplum kuruluşlarıyla sürdürülebilir temaslar kurulmalı ve Dünyanın en fazla Müslüman nüfusuna sahip ülkelerinden biri olan Hindistan ile daha yakın ilişkiler tesis edilmelidir.
Hindistan’daki Hindu, Müslüman ve Sih dini grupların arasında toplumsal barışın inşasına yönelik gayretlere destek sunulmalıdır. 
Hindistan, Bangladeş ve Pakistan ile eğitsel, dini, kültürel ve siyasi ilişkiler bölge barışına hizmet edecek şekilde, çok yönlü ve sürdürülebilir olarak yapılandırılmalıdır.
Hindistan’ın farklı etnik ve dil gruplarından daha çok sayıda öğrencinin Türkiye’de öğrenim görmesi sağlanmalıdır.
Türk akademi çevrelerinin, zengin Hindistan tarihi ve kültürü başta olmak üzere son dönemde gelişim gösteren mühendislik, tıp ve uzay bilimleri alanlarında çeşitli araştırma geliştirme projeleri çerçevesinde iki ülke arasında yapıcı sürece katkıda bulunması sağlanmalıdır.
Turizm ve kültürel değişim programlarıyla toplumların birbirlerini yakından tanıması teşvik edilmelidir.
Tarihî, dini, siyasî, sosyal ve ekonomik alanlarda akademik araştırmalar geliştirilmeli ve çeşitli enstitüler vasıtasıyla ortak çalışma grupları kurulmalıdır.

Çalışmamız temel olarak, tarihsel süreçte birbirini etkilemiş iki kadim medeniyetin vârisleri konumundaki Türkiye ve Hindistan’ın, Batının kolonyalist dönemden kalma bir alışkanlıkla aralarında  oluşturduğu ön yargıları aşarak bölge Müslümanlarının da yararına, yapıcı ilişkiler tesis etmelerine katkı sağlama amacı taşımaktadır. 
 
 
 
BASIN BİLDİRİSİ / 29 Mart Perşembe
 Uluslararası Hak İhlalleri İzleme Merkezi
 
Rapora ulaşmak için lütfen aşağıdaki linke tıklayınız:


28 Mart 2018 Çarşamba

Malezya’da tarihi seçim mücadelesine doğru / Towards a historical battle in Malaysian elections

Mehmet Özay                                                                                                                        28.03.2018

Malezya siyasetinde 14. genel seçimlerin ülkede bir dönüm noktası olacağına kesin gözüyle bakılıyor. Bu noktada, Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu (UMNO) merkezli ulusal ittifak koalisyonunun altmış yıllık iktidarın devam edip etmeyeceği sorusu giderek güçlü bir şekilde gündeme getirilmesine neden oluyor. Seçimlerde popüler oyların çoğunu alarak iktidarı ele geçirme mücadelesinde ‘eski siyasetçiler’ arasında sürmesi, ne iktidar ne muhalefet kanadında yeni siyasal aktörlerin ortaya çıkmaması, özellikle genç nesillerin siyasetle aralarına mesafe koymalarına neden olması gibi ‘siyasal yabancılaşmaya’ dönük bir veçheyi de içeriyor. Bu bağlamda, iktidardan ümidini kesmekle birlikte, muhalefet partilerinin de ülkede arzu edilebilir bir yapılaşmayı sağlayıp sağlamayacağı konusundaki tereddütler genç seçmenlerin gündeminde yer işgal ediyor.

Bununla birlikte, ülke siyasal yaşamında gergin bir dönemin yaşanmasında, ‘köklü iktidar yapısının’ değişmesi konusunda muhalefetin ortaya koyduğu çabalara karşılık, hükümetin de mevcut statükonun değiştirilmemesi, aksine devamından yana açılımlar sergilemesi yatıyor. Ülkedeki bu iktidar mücadelesinin, bölge ülkelerinde ve küresel arenadaki siyasi gelişmelerle bağlantılı bir yönü de bulunuyor. Mevcut iktidar odakları uzunca bir süredir, Ortadoğu merkezli gelişmeleri gündeme taşıyarak Malezyalı seçmeni ‘güvenlik, ulusal birlik, ekonomik refah’ gibi, değerlerin koruyucusu olarak kendini göstererek, oyların iktidar koalisyonu partilerin dışına çıkmaması için çaba gösteriyor.

Muhalefet ise, yarım yüzyılı aşkın bir siyasi iktidarın varlığının demokratik değerlerle ne denli örtüştüğü ve bu uzun iktidar yıllarının getirdiği ‘çeşitli ağırlıkları’ gündeme taşımak suretiyle değişimin kaçınılmazlığa dikkat çekiyor. Bu noktada, Enver İbrahim’le yaptığımız bir mülâkatta söylediği gibi, yanı başındaki komşu Endonezya ve uzaktaki komşu Türkiye’de değişimin önünün açılmasına karşılık bu sürece reelde daha önce başlamış olan Malezya’nın, bu süreci şu ana kadar aşamamış olması, ülke siyasetinde -en azından muhalefet kanadında- bir handikap olarak değerlendiriliyor.  

İktidar ve muhalefet arasında siyasal kamplaşma yaşanırken,  her iki siyasi yapılaşmanın kendi aralarında da, ‘etnik temelli partilerin’ ittifakına dayanması nedeniyle farklı bir dinamik süreçten de bahsetmek mümkün. Kökleri ülkenin bağımsızlık öncesi yıllarına kadar giden, etnik temelli siyaset yapma biçiminin de ülkeye neler kazandırıp kazandırmadığının bir kez daha sorgulanmasını gerektiriyor. ‘Etnik temelli’ olduğu iddia edilen yapı içerisinde, her bir etnik yapının hem iktidar hem muhalefet içerisine serpiştirilmiş siyasi yapılanmaları, çoklu parçalı yapıların ortaya çıkmasına neden olmuş durumdu. Bu salt iktidar yarışında farklılaşma ve mücadeleyi körüklemekle kalmıyor, toplumsal yaşamın çeşitli alanlarında da bu ayrışmanın ciddi yansımalarını gözlemlemek mümkün.

Yakında yapılacak olan seçimleri ilginç kılan unsurlardan bir diğeri ise, düne kadar UMNO içinde mücadele vermiş, örneğin Dr. Mahathir Muhammed, Enver İbrahim, Muhyiddin Yasin gibi liderlerin muhalefet bloğu içerisinde yer almasının, UMNO ve ulusal ittifak kanadında bir zafiyet olarak beliriyor olmasıdır. Bu liderlerden Enver İbrahim’in 1998 yılında partiden ihracının ardından muhalefet liderliğine doğal denilebilecek bir süreçte yükselmekle kalmaması, aynı zamanda yapılan seçimlerde birbiri ardına başarı kazanmasının karizmatik siyasetçi tipine örnek olmaklığı kadar, UMNO’nun ‘derin yapılaşmasını’ bilmesinden kaynaklanıyor. 2013 yılı 5 Mayıs’ında yapılan 13. genel seçimlerde, Enver İbrahim gibi bir Malay politikacının muhalefet lideri olduğu bir ortamda, etnik Çinli seçmenin oylarını iktidardan muhalefet partilerine kaydırmasıyla artık ülke siyaset literatürüne geçmiş olan ‘Çin tsunamisi’nin yaşanmasına neden olmuştu.

Dr. Mahathir Muhammed ise, 2016 yılında dönemin UMNO genel başkan yardımcısı, başbakan yardımcısı ve Milli Eğitim Bakanı Muhyiddin Yasin’i yanına alarak, Malay etnik temelli ‘Malezya Yerli Birlik Partisi’nin (Parti Pribumi Bersatu Malaysia -Bersatu) kurulmasıyla öne çıkıyor. Dr. Mahathir’in UMNO’dan ayrılarak yeni bir parti kurması, 2015 yılında parti genel kurulunda başbakan karşısında yeni bir adayla çıkıp parti üst kademesinde değişiklik çabasının boşa çıkmış olması bulunuyor. En azından, bu gelişme, UMNO ile Dr. Mahathir arasında siyasi mesafenin açılması için önemli dönüm noktalarından biriydi.

Dr. Mahathir’in parti içerisinde liderlik değişiminin önünü açmaya yönelik bu yaklaşımının ardında, partinin dolayısıyla ülkenin iyi yönetilmediği konusunda güçlü kanaatlere sahip olması yatıyordu. Bu süreçte tetikleyici unsur, 2009 yılında, yani Başbakan Necib bin Rezzak’ın göreve başladığı yıldan itibaren uygulamaya konulan “1 Malezya Kalkınma Fonu”yla (1MDB) ilgili “mali icraatlardaki” gelişmelerin olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. 92 yaşına gelmiş bir politikacının seçmenler üzerindeki etkisi ne olabilir sorusu haliyle gündeme getirilebilir. Ancak, Malezya’da Dr. Mahathir’in siyasi bir fenomen olarak halen güçlü bir konumda olduğuna şüphe yok. Bu noktada, 2004 ve 2009 yıllarında parti başkanlığı ve dolayısıyla başbakan değişimindeki rolünü hatırlamak gerekir.

Güneydoğu Asya krizinin tetiklediği 1997 ve 1998 yılında UMNO içerisinde ve hükümette yaşanan kriz ve Enver İbrahim’in partiden ihracıyla sonuçlanan gelişmeden yirmi yıl sonra bugün iki liderin yeniden yan yana geldiklerine tanık olunuyor. Bu yanyana gelme hakkında, nostaljik bir duruş olduğu yönünde bir yorum yapılabilir. Ancak yukarıda kısaca değinildiği şekilde, iki liderin yakın geçmişte muhalif siyasi bloklarda olmakla birlikte siyasetteki belirleyicilikleri, kendini şimdi kurulan muhalif ittifak koalisyonu içinde güç birliği şeklinde tezahür ettiriyor.

Hedefte altmış yıllık UMNO iktidarını yerinden etmek olması, etnik temelli siyasetin yapıldığı böyle bir ülkede, diyelim ki, Çinli ve Hintli etnik Malaylar başta olmak üzere Sabah ve özellikle Sarawak Eyaletleri’ndeki daha düşük popülasyonlara sahip etnik unsurlar için cazip bir durum arz edebilir. Ancak bugün Dr. Mahathir’in muhalefet bloğu içerisinde yer alması ve bu bloğun olası seçim zaferinin ardından başbakan adayı olarak isminin ilân edilmesi, kuşkusuz ki, Malay etnik seçmen kitlesi üzerinde bir siyasi yönelim farklılaşmasının kapısını aralayacaktır. 2013 yılındaki seçimlerde muhalefet, Çinli etnik seçmenin ‘tsunami’siyle izah edilen popüler oyların çoğunu almasına rağmen, iktidarı yakalamamıştı. Oysa, yakında yapılacak seçimlerde, bu sefer Dr. Mahathir faktörüyle, Malay etkin seçmen tsunaminin ortaya çıkması iktidarın kapısını sonuna kadar açılması anlamına gelecektir.

Zaten iktidar da, bugün parlamentodan geçirdiği seçim yasasıyla ilgili yeni düzenlemeyle, böylesi bir tsunaminin önünü almaya çalışıyor. Başbakan tarafından onaylanması beklenen bu yeni düzenleme, muhalefetin güçlü olduğu bazı bölgelerde, özellikle de başkent Kuala Lumpur’da seçmen dağılımlarını muhalefet aleyhine olacak şekilde yeniden düzenlenmesini öngörüyor. Yeni düzenlemenin kabul edilmesinin ardından, Başbakan siyasi bir müdahalenin söz konusu olmadığını söylerken, gerekçe olarak ise, seçmen kütüklerinin “eskimesinden”/”yenilenmesinin gerektiğini” dile getirdi.

Seçmenin bu yeni değişikliğe nasıl karşılık vereceğinin ise beklenip görülmesi gerekiyor. Bu noktada, acaba Malezyalı seçmen altmış yıldır iktidarda “eskiyen” siyasi kadroların ve de siyasetin yenilenmesi konusunda, sadece başkentte değil, ülke çapında alternatif cevaplar vermeye hazırlanıp hazırlanmadığı da dikkate alınmalıdır.



26 Mart 2018 Pazartesi

145 yıl önce Açe’de Hollanda Savaşı / Dutch War in Aceh land 145 years ago

Mehmet Özay                                                                                                                        26.03.2018

Hollanda sömürge yönetiminin Açe Darüsselam Sultanlığı topraklarını işgali ve istilası 26 Mart 1873 tarihinde başlamıştı. Bu işgalin Açe’yi kasıp kavuran savaş ortamı ve doğurduğu tüm sonuçları çerçevesinde iç ve dış aktörleri, yakın ve uzak coğrafyalardaki gelişmeler, erken modernleşme ve emperyalizm gibi farklı bağlamları ile ele alınmayı hak eden bir anlama tekabül eder. Tüm bunların yanı sıra, belki de bunlardan da öte Açe’deki savaş, dönemin yani 19. yüzyıl son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca değişik yönelimlere sahne olan sömürgecilik ve emperyalizm bağlamları ile Pan-İslamizm olgusu etrafında ele alınmayı hak ediyor.

Açe’nin, İslamlaşma süreci dikkate alındığında yaklaşık bin yıllık kadim tarihi gelişimi ve vardığı nokta; sömürgecilik dönemi dikkate alındığında neredeyse beş yüz yıllık bir sürecin gelip dayandığı sınırlar; adına modernleşme ve kalkınma denilen ve kökenlerini erken modern dönem Avrupa’sındaki “dini reforme” etme çabaları ve bunun akabinden geldiği ileri sürülen ve “aydınlanma” ile anılan Rönesans’a dayanan yeni, ancak yıkıcı bir ‘akıl’ inşa etme sürecinin Takımadalar coğrafyasında tezahürü olmasıyla da önem taşımaktadır.

Batı toplumlarının ürettiği adına sanat denilen yapı içerisinde yer alan filmleri, edebiyat eserleri ile dünyayı ‘özne’ ve ‘nesne’; ‘bizler’ ve ‘ötekiler’; ‘beyaz’ ve ‘siyah’ olarak ikiye ayıran ve ayrıştıran anlayışın en öz haliyle ortaya çıktığı yer olarak Açe’deki savaş halen ele alınmayı ve anlaşılmayı bekliyor. Ancak bu anlaşılma çabasının kimler tarafından gerçekleştirileceği meselesi bile kendi başına sorunlu olduğu kadar, halen de çözülmeyi bekleyen bir sorun olarak ortaya duruyor.

İslamiyetin ortaya çıktığı toprakların ‘Arabistan’ gibi bir Yarımada bölgesi olmasına rağmen, tarihi gelişim sürecinde Müslüman toplumların varlığının ve ilerlemesinin büyük ölçüde ‘karasal toplumlar’ eliyle gerçekleştirildiği yönündeki algının yerleşmesi için azami gayret sarf edilmesi bile, İslam tarihinde Takımadalar ve bu bölgenin öncelikli kültürel ve siyasal gelişimine kapı aralamış olan beldesi Açe’nin anlaşılmasının belki de önündeki en önemli engellerden birini oluşturuyor.  

Yukarıda dile getirilen ve getirilmeyen tüm özellikleriyle Açe tarihi, bir laboratuvar olma özelliğine haiz. Tıpkı tsunami sonrasında ortaya çıkan maddi ve sosyal gerçeklikleriyle nasıl bir laboratuvar olma özelliği taşıdığı gibi. Öyle ki, bu laboratuvar önümüze Batı’nın kültürel, dini, siyasi, ekonomik gibi toplumsal yapılaşmalarının neye tekabül ettiğini öğrenme fırsatı sunuyor. Ancak bu anlama çabasının bununla kalmayacağı, aksine, bu yapıların ardında gizli olan araçsallaştırılan felsefi “donanımı” ortaya koyması bakımından da oldukça verimli bir alana tekabül ediyor.

Hollanda savaşını anlama ve anlamlandırma çabasında bir başka dikkate alınmayı gerektiren husus, Açelilerin verdikleri mücadelenin hangi tarihsel ilişkiler üzerine inşa edildiğiyle alâkalıdır. Açe siyasi eliti ve dayandığı toplumsal gerçeklik bu toprakların ‘vatan’ bilinmesi olgusu; vatan’ın sadece ‘geleneksel’ yaşam alanına imkân tanıyan maddi sınırlarla çevrili olmayıp, bağımsızlıkla ilintili oluşudur. Bu düşünce silsilesinin yapı taşlarından biri de, belki de en temel olanı kuşkusuz ki, dini alana tekabül etmektedir.

Siyasi elitin, Hollanda sömürge yönetimi ve temsilcilerine verdiği sözlü ve siyasi cevap ile, savaş meydanında verilen cevap arasındaki ilişki Açelilerin tarihsel dinamizminin bir örneği olarak değerlendirilmelidir. Buna sebep ise, Açelilerin bu türden bir mücadeleyi ilk kez vermediklerini, aksine tarihin değişik evrelerinde benzer durumlar karşısında benzer tepkiler verdiklerini hatırlamak gerekir.

Bu noktada, örneğin dünya sömürgecilik tarihinin erken dönemlerinde Hint Okyanusu’na açılan Portekizlilere karşı ortaya konulan siyasi kararlılık ve mücadele ruhu kadar, bu mücadeleyi salt bir maddi ve köksüz bir tepkisellik ile değil, aksine bir siyasi güç ve vatan toprakları üzerinde toplumsal yapılarla kurumsallaştırmalarla belli köklere bağlama uğraşı anlamlı bir duruşa işaret etmektedir. Bunun bir benzerinin, 19. yüzyıl son çeyreğinde gelişmiş sömürgecilik veya emperyalizme doğru evrilen sömürgecilik evresinde, 16. yüzyılın aksine dünyanın çok daha büyükçe bir kısmı tarafından tanık olunacak şekilde Hollanda sömürgeci istilasına karşı verildiği ortadadır.

Açelilerin yukarıda dile getirilen 16. ve 19. yüzyıllarda verdikleri mücadelelerini ‘köklere’ bağlama çabası, yakın ve uzak diğer İslam toplumlarının bu sürece ne kadar dahil olabildikleriyle birlikte ele alınmalıdır. Açe devleti 16. yüzyılın şartları içerisinde sahip olduğu dinamizme karşılık, 19. yüzyıl sonlarına doğru artık neredeyse büyük ölçüde yitirdiği anlaşılan ‘güç’ yapısı sadece Açe’nin bir egemen toplum ve devlet olarak sonunu getirmekle kalmamıştır. Bunun ötesinde, tıpkı Hollanda savaşının başlaması ve devam ettirilmesindeki nedenler kadar, küresel sonuçları içinde barındırmasıyla önem taşımaktadır.  


25 Mart 2018 Pazar

Osmanlı Devleti, Pan-İslamizm ve Belirsizlikler / Ottoman State, Pan-Islamism and Vagueness

Mehmet Özay                                                                                                                         25.03.2018

Osmanlı Devleti’nde Pan-İslamizm veya bir başka deyişle ittihad-ı İslam, yani İslam birliği kavramının ortaya çıkması kadar, bu kavramın pratik olarak neye tekabül ettiği meselesi önemlidir. “Pan” kavramının Avrupa dilleri menşeli olması, bu kavramın Osmanlı devleti dışında -ki örneğin Slav birliği anlamında Pan-Slavizm veya Alman birliği bağlamında Pan-Germanizm gibi kullanımları örnek verilebilir- için kullanılmış olmasını bir yere kaydetmek gerekiyor. Bu noktada, İslam toplumlarını ve devletlerini inceleme konusu yapmanın Avrupa akademi ve entellektüel dünyasına ait bir olgu olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalınması üzerinde ayrıca durulmayı gerektirecek boyuttadır.

Bu kavramla, İslamiyetin temel kaynaklarında geçtiği şekliyde, ‘Müslümanlar birbirlerinin dostudur’ düsturunun referans ettiği ilke veya ilkeler bütününün Pan-İslamizme tekabül edecek bir boyutu olduğunu düşünmek mümkün. Bununla birlikte, kavramın tezahür ettiği toplumsal yapının siyaset alanına denk gelmesi, konunun bütün toplumsal ilişkilerin ötesinde siyaset dünyasıyla bağını gündeme taşıyor. Bu noktada, biraz kıştırtıcı bir şekilde de olsa şu soruyu ortaya atmak mümkün: Osmanlılar daha ‘beylik’ dönemindeyken, kendi iç birliğini ve düzenini ve maddi gelişmişliğini ortaya koymasına parallel olarak ‘dışa açılma’ veya ‘yayılma/genişleme’ sürecinde ‘İslam birliği’ ilkesiyle hareket etmiştir denilebilir mi? Anadolu topraklarının batısında uzanan Bizans Devleti ile mücadelesinin İslam inancından bağımsız bir yönelim olmadığı düşünülebilir. Öte yandan, Anadolu topraklarının doğu ve güneyinde varlık süren diğer beyliklerle ilişkiler ve zamanla bu beyliklere yönelik politikaların İslam’ın ‘birleştiricilik’ olgusunu hayata geçirme ile ilgili olup olmadığı da sorulabilir.

Osmanlı devletinin Pan-İslamizm kavramı çerçevesinde sorgulanmaya değer bir diğer açılımı doğu siyaseti bağlamında Safavi Devleti ile ilintilidir. Ancak burada Safavilerin ötesinde, güneyde Memlüklü Devleti’ne yönelik girişiminin İslam birliğinin sağlanması ile daha yakından ilintili bir yönü bulunmaktadır. Ancak gerek 13. yüzyıl sonu, 14. yüzyıl başları Anadolu’daki ilk genişleme gerekse 16. yüzyılda doğu ve güney politikaları gerçekleştirilirken, Osmanlı Devleti’nin askeri gücü, siyasi yapılaşması, ekonomik zenginliği veya dini alanda sergilediği yapılaşması ve gelişimciliği ile bir cazibe merkezi kabul edilip, diğer İslam toplumları tarafından ‘Pan-İslamcı’ bir düşünceyle gerek küçük bir coğrafi alanda gerekse daha büyük kıtasal ölçekte İslam toplumları birliğini sağlama hedefini güdecek bir açılıma yol açmış mıdır?

Bununla birlikte, Osmanlı Devleti’nin doğu ve güney sınırlarında yayılma/genişleme siyasetinin, batıda Balkanlar ve Doğu Avrupa sınırları üzerinde sergilediği fetihçi politikalardan ayrı ve farklı bir yönü olmalı diye düşünülebilir. Bu noktada, Pan-İslamizm olgusu ile ticaret yolları, siyasi hükümranlık ve egemenlik ile coğrafi genişleme arasında nasıl bir bağ veya bağlantı olduğu sorusuna gönderme yapılmalıdır.

Ağırlıklı olarak sorularla çerçevelenmiş yukarıdaki yaklaşımın ötesinde, yine Avrupa merkezci bakışla değerlendirilen ve ortaya atılan Pan-İslam olgusunun Osmanlı devletinde tekabül ettiği süreç 18. yüzyıl son çeyreğine girilerken (1774), adına Küçük Kaynarca Anlaşması denilen ve ilk toprak kaybıyla anılan gelişmedir. Bu toprak kaybının, Osmanlı siyasi ve bürokrasi eliti üzerinde uyandırdığı etkinin bir pür siyasi ve askeri temelle ele alınmayıp, dönemin küresel dini boyutuna tekabül edecek bir algı oluşturduğu yönündedir. Bu algının temelini de hiç kuşku yokki, 16. yüzyıl başlarında (1517) Hicaz bölgesi, yani Kutsal Topraklar üzerinde hakimiyet sağlanmasıyla hasıl olan durumdur.

Ancak burada, şayet Küçük Kaynarca’ya yapılan referansdan hareketle Osmanlı devletinin, dini köklerini daha çok ön plâna çıkartmak suretiyle Pan-İslamcı bir düşünce ve politikaya evrildiği söyleniyorsa, burada da yine bazı soruları gündeme getirmek mümkündür. Osmanlı devletinin, Avrupa karşısında ilk önemli toprak kaybı olarak addedilen söz konusu bu anlaşmanın ertesinde siyasi ve askeri bir ‘buhranın’ eşiğinde olduğunu anlamasıyla, bu buhranın giderek genişleyerek büyümesini ‘öngörerek’, bu ‘maddi kayıpların’ telafisi ve de tekrarı olmaması adına bir ‘birlik’ etrafında kendini yeniden örgütlemeye çalışması gibi bir sonuca tekabül etmektedir.

Somut olarak toprak kaybıyla dillendirilen, ancak görünürde askeri ancak arka plânında siyasi yapı ve yapılaşmadaki erozyona referans eden durum, sadece Küçük Kaynarca ile sınırlı değildir. Üstüne üstlük, bu türden kayıpların ve ‘hallerin’ 19. yüzyıl son çeyreğinden itibaren gündeme gelmesi, oldukça enteresan bir şekilde yine Pan-İslam kavramına ve politikaların areferans edilmesini gündeme getirmiştir. Oysa, benzer bir durumun, örneğin, 19. yüzyıl ilk yarısı boyunca Avrupa devleterinin Osmanlı üzerinde kurduğu ve ‘haklar-hürriyetler’ bağlamında neşet eden talepler ve bu taleplerin Osmanlı siyasi ve toplumsal düzeninde doğurduğu yarılmalar karşısında ‘Pan-İslam’ kavramına dayanma ve yaslanma olgusundan bahsedilmemektedir.

Buradan Osmanlı devletinde Pan-İslam konusunda görüş beyan etmiş Batılı araştırmacılar ve akademisyenlerden Landau’nun bir Alman araştırmacı olan B. yaptığı referans, Pan-İslam kavramının ne zaman ve ne amaçla kullanıldığını ortaya koymaktadır. Landau’nun bir diğer referansı ise Anthony Reid’in 1969 yılında yayınlanan ve alanında belki de en dikkat çekici olma özelliği taşıyan makalesidir. Bununla birlikte, Jacob M. Landau’nun (1992) Pan-İslam kavramı ve bu kavramın somut vak’alara atfının sınırlı özellikle taşıdığını söylemeliyiz. Temelde, bu yaklaşım, yukarıda dile getirilen ve bir tür Osmanlı toprak ve siyasi savunmacılığı şeklinde ortaya çıkan bir durum olarak tezahür etmektedir.

Ancak, Osmanlı’nın kayıplarının ardından gündemde getirildiği belirtilen bu politikanın -bazı sorunları içerisinde barındırmakla birlikte- başarı ile sonuçlandığını söylemek mümkün müdür? Yoksa Küçük Kaynarca’dan başlayarak Osmanlı devletinin Batının geliştirdiği teknolojilerin gerisinde kalmasına referansla anlamlandırılmaya çalışılan askeri yenilgileri, coğrafi daralma anlamına gelen toprak kayıpları, siyasi nüfuzunun azalmasına yol açan bürokrasideki yozlaşmanın geri döndürülemez bir süreçte giderek ağır bir yüke dönüştüğü görülmektedir.

Tam da bu noktada, Osmanlı Devleti’nin 1517’de Kutsal Topraklar üzerinde geliştirdiği yapılaşma ile küresel ve fizik ötesi bir anlama bürünen siyasi varlığından sonra ve yine tam da bu döneme denk gelen sömürgecilik döneminin Hint Okyanusu ve çevresindeki gelişmelerden hareketle neler olup bittiğine bakmak gerekmektedir. Burada unutulmaması gereken ve son derece ilginç husus, Hint Okyanusu’ndaki Batı Avrupa’nın denizci milletlerinin başlattığı sömürgeci yönelimlerle, Osmanlı’nın doğu ve güney politikalarının yeni bir evreye girerek Kutsal Topraklar üzerine eğilmesini sağlamıştır. Ancak bu durum, bir yandan da Osmanlı’ya yönelik olarak, örneğin bölgede sömürgeciliğin etkilerine maruz kalan İslam toplumlarının Kutsal Topraklar’ın hamiliğini üstlenen ‘yapıya’ karşı bir dini mesuliyetle hareket etmeleri olgusu söz konusudur.

Şayet, Pan-İslamizm kavramı modern bir kavram olarak ortaya çıkmış ve Osmanlı devletinin Kutsal Topraklar hamiliği ile küresel İslami bir nizam olarak telakki edilmesi gündeme gelmiş ise, o zaman konuya farklı bir perspektiften bakmak gerekmektedir. Osmanlı’nın bizatihi kendi siyasi sınırlarında yaşanan toprak kaybından çok önce küresel bir gelişmenin ortaya çıktığı bu süreçte, “acaba hangi İslam toplumlarının hangi somut şartlar ortamında Pan-İslam düşüncesini Osmanlı siyasi elitine yansıtacak açılımları gündeme getirdiği” üzerinde düşünmemizi zorunlu kılmaktadır.


20 Mart 2018 Salı

Hindistan Pakistan ilişkilerinde çatışmacı yaklaşım ve Keşmir / Confrontational approach between India-Pakistan relations and Kashmir

Mehmet Özay                                                                                                                        20.03.2018
Hindistan ve Pakistan arasında son birkaç aydır Keşmir’deki sınır bölgesinde çatışma ortamı yaşanıyor. Şubat ve Mart aylarında tarafların birbirini suçladığı çatışmalarda sivil ve asker kayıpları ve yaralanmalar ortaya çıkarken, bu gelişmeyi uzun bir geçmişe dayanan anlaşmazlıkların devam olarak görmek gerekiyor.

Bu anlamda, ortaya çıkan sıcak gelişmeler bölgede endişeyle izlenirken, bu gelişme zaten sorunlarla yüklü küresel barış ortamına da olumsuz olarak yansıyor. Bu noktada, hiç kuşku yok ki, iki ülkenin -yani Hindistan ve Pakistan’ın- bağımsızlığından bu yana anlaşmazlık konusu olan ve 2. Dünya Savaşı’nın ardından bugüne kadar yetmiş yılı aşan süreye rağmen, küresel anlamda halledilemeyen sorunların başında gelen Keşmir meselesinin bu şekilde devam edip etmeyeceği tartışmalarını da beraberinde getiriyor.

Yaşanan sorun, iki ülke arasında sorunun odağında bulunan paylaşılmış Keşmir bölgesinin tamamının nasıl ve hangi biçimde yönetileceğiyle alâkalıdır. kuzeyinde Pakistan ve güneyinde Hindistan’ın hakimiyet kurduğu ve doğusunda görece küçük bir toprak parçasının ise Çin’in egemenliğinde kabul edildiği bu toprak parçası, bu anlamda sadece Hindistan ve Pakistan arasında değil, Çin’in de taraf olduğu bir paylaşıma konu oluyor.

Yakın döneme kadar Pakistan’la bağları güçlendirmeyi ve bu ülke yönetimi altında yaşam sürmeyi öngören Hindistan yönetimi altındaki Keşmirlilerin, ‘tam bağımsızlık’ gibi bir yaklaşımı da gündeme getirdikleri biliniyor. Bu durum, hiç kuşku yok ki, Hindistan kadar, Keşmir bölgesinin Azad Keşmir adıyla anılan bölgesini hakimiyeti altında tutan Pakistan yönetimi tarafından da nasıl algılandığı ve olası gelişmeler karşısında nasıl tepki vereceğiyle de bağlantılıdır.

Böylesi bir görüntü üzerinde düşünce jimnastiği yapıldığında, öncelikle Keşmirlilerin ‘nesne’ konumunda bir halk olmaktan çıkartılmaları gerekmektedir. Ve bu konuda bir irade geliştirdiklerine de şüphe yok. Bu noktada, Keşmirlilerin, tıpkı 1947 yılındaki bağımsızlık öncesindeki, tıpkı diğerleri gibi otonom bir halk olarak bölgede varlık sürdürdükleri hatırlanmalıdır. Ulusal sınırlar ve halkların özgürlükleri gibi son dönem siyasal açılımlarda tarihsel perspektif sıklıkla gündeme getirilirken, Keşmir halkının bağımsız bir yönetim seçeneğini altında varlık sürme seçeneğini ortaya koymasında herhangi bir şaşılacak durum bulunmamaktadır.

Ancak burada, Keşmir üzerinden bu toprak parçası üzerinde hak iddia eden iki ülke kadar, bölgesel ve küresel aktörlerin de bu gelişme ile şu veya bu şekilde ilintili olarak bazı çıkarlar güttüklerini de yine tarihsel ilişkiler noktasında tahmin etmek güç değil.

Bu bağlamda, Keşmir halkının özgürlük ve bağımsızlığını elde etmesi ya da bu topluma kendi kendini yönetme hakkının verilip verilmemesi, Güney Asya’nın bölgesel güvenliğinin yanı sıra, günün getirdiği ulusal ve küresel ilişkiler bağlamında çeşitli sorunlara eklemlenebilecek bir boyut taşıyor. Pakistan’ın İslami bir yönetim olduğu iddiası, bu ülkeyi Keşmir konusunda koruma ve kollama vazifesi verdiğini düşünülebilirken, bundan bağımsız olarak Keşmir’in sahip olduğu jeo-stratejik konum, bizatihi Pakistan yönetiminin vazgeçemeceği bir cazibe merkezi oluşturuyor.

Öte yandan, Hindistan açısından bakıldığında ise, ülkedeki Hindu-milliyetçiliğinin 2014 yılı seçimleriyle birlikte eyalet ve ulusal yönetimlerde söz sahibi olması ile zaten ülke içerisinde Müslümanlara yönelik tepkiler ortadayken, Keşmir bölgesinden vazgeçilmesine konu olacak herhangi bir siyasi yönelime imkân tanımayacaktır.

Bu sorun karşısında ulusal duruşlar bu şekilde mevzi alırken, Güney Asya adıyla anılan coğrafyayı oluşturan ülkeleri biraraya getiren Güney Asya Bölgesel İşbirliği’nin (SAARC) işlerliğine darbe vuruyor. Öyle ki, geçen yıl Pakistan’da yapılması beklenen SAARC toplantısı, Hindistan’ın yine Keşmir sorunuyla bağlantılı olarak Pakistan’ı suçlayıcı yaklaşımı neticesinde katılmamasıyla gerçekleştirilemedi. Bu noktada, birliğin diğer üyeleri konumundaki Bangladeş, Butan ve Afganistan’ın da Hindistan’ın yanında yer alarak toplantının akamete uğratılmasındaki rolü, Keşmir kökenli gelişen sorunun boyutlarını ortaya koyması açısından dikkat çekicidir.

Öte yandan, bu yıl dönem başkanı sıfatını taşıyan Nepal’in SAARC yıllık toplantısını gerçekleştirmesi konusunda Pakistan yönetiminin ‘teşviki’ olsa da, Hindistan bir yana diğer üye ülkeler tarafından nasıl karşılanacağı ve destekleneceği henüz bilinmiyor. Kaldı ki, Hindistan yönetiminin SAARC yerine yeni bir bölgesel işbirliği oluşumu konusunda inisiyatif almakta oluşu hesapların Pakistan ötesine taşıdığı intibaını uyandırıyor. Hindistan yönetimi, aralarında Bangladeş, Myanmar, Sri Lanka, Tayland, Bhutan ve Nepal’in bulunduğu Bengal Körfezi merkezli ‘Teknik ve Ekonomik İşbirliği’ oluşumu üzerinde çalışmalar yürütüyor.

Çin, ABD gibi küresel güçlerin bu bölge üzerindeki politik yapılaşmaları da Keşmir sorunu ve de dolayısıyla bölge barışı üzerinde belirleyici özellik taşımaktadır. Çin yönetiminin kara İpek Yolu projesi ile Orta Asya’dan Pakistan’a açılma ve buradan Hint Okyanusu’na bağlanacak ulaşım ağı projesi, bu bağlantı güzergâhının bir bölümündeki toprak parçalarının Hindistan-Pakistan anlaşmazlığına konu olmasını ileri sürülerek Hindistan yönetimi tarafından eleştiriliyor. Hindistan, hem Pakistan ve hem de Çin’le sınır anlaşmazlıkları yaşar ve hatta çatışmalar gündeme gelirken, Keşmir gibi jeo-stratejik bir alanda varlığını azaltmanın değil, artırmanın yollarını arama yolunu tercih edecektir.

ABD yönetiminin, bölgedeki ‘terör yapıları’ konusunda Pakistan’ın harekete geçmesini istemesi ve bu yılbaşında başkan Donald Trump’ın Pakistan politikasının değişebileceği yönündeki açıklamasının ardından bu ülkeye askeri yardımda kesintiye gitmesi, kuşkusuz ki İslamabad çevrelerinde dikkatle izlenen bir durumdur. Üstüne üstlük, Pakistan yönetimi ABD’nin giderek Hindistan’la yakınlaşma politikasından da rahatsızlığını dile getirmektedir. Öyle ki, ABD’nin bu yöndeki eğilimi ve yine ABD’nin Keşmir konusunda Hindistan yanlısı tutum takınmakta oluşu, Pakistan’ın ulusal güvenlik danışmanı Nasır Han Janjua tarafından ‘nükleer savaş tehdidi’nin ortaya atılmasına kadar vardı.

Yukarıda kısaca ortaya konduğu üzere, Keşmir sorunu artık sadece Pakistan-Hindistan arasında bir sorun olmakla kalmıyor, bölgesel ve küresel güçler nezdinde de şu veya bu şekilde çıkar çatışmalarına konu oluyor. Bu durum, Keşmir için işleri daha da zorlaştırsa da, çıkış yolunun her zaman yolunun açılabileceğini de unutmamak gerekiyor.  


16 Mart 2018 Cuma

ASEAN Avustralya ilişkileri ve Genişleme Politikaları / ASEAN-Australia Relations and Expansion Policies

Mehmet Özay                                                                                                                        16.03.2018

Bir süre önce ASEAN dönem başkanlığını üstlenen Singapur’un liderliğinde on üyeli birliğin, özellikle ekonomik yatırımlar, ticari ilişkiler gibi alanlarda önemli adımlar atabileceğine dikkat çekmiştik. Aradan geçen kısa süre zarfında bu yönde inisiyatif geliştirilmeye başlandığı gözlemleniyor. Bugünlerde, Sidney’de gerçekleştirilen Birinci ASEAN-Avustralya Özel Zirvesi’nde ortaya konulan “Dijital Standartlar İşbirliği İnisiyatifi”, hem ASEAN hem Avustralya için bölgesel ticari artırmaya ve geliştirmeye yönelik önemli bir adım anlamı taşıyor.

Bu bağlamda, ilgili başlık çerçevesinde yapılan toplantılar sonrasında, bugün yani 16 Mart günü, Singapur başbakanı Lee Hsien Loong ve Avustralya başbakanı Malcolm Turnbull’un e-ticaret vasıtasıyla ticari ilişkilerin artırılması konusunda yaptıkları açıklamaların, bölge ticaret dünyasınca ilgiyle karşılandığına kuşku yok. Bununla birlikte, söz konusu bu açıklamalar, Asya-Pasifik bölgesinde ticaret hacmini ve işlerliği artırmaya matuf bir yönü içermesi kadar, küresel anlamda bir örneklik teşkil edeceği de düşünülebilir.

ASEAN’da kalkınmacı ilerlemenin imalat sanayi temelinde gelişme gösterdiği hatırlandığında, bu yöndeki inisiyatiflerin artarak devam ettirilmesi, bölge ülkeleri için kuşkusuz ki büyük önem taşıyor. Öyle ki, ASEAN’da gayri safi milli hasılanın yarısının küçük ve orta ölçekli işletmelerce sağlanması ve neredeyse istihdamın yarıya yakınının bu sektörlerce gerçekleştirilmesi e-ticaret uygulamasında hedef sektör/ler olmasına neden oluyor. Bu noktada, Avustralya ile geliştirilen ve ticari işlemlerde maliyetleri düşürmeyi amaçlayan e-ticaret işbirliği inisiyatifinin, özellikle küçük ve orta işletmelerin ticaretteki varlığını artırma yönünde kayda değer bir husus.

Bu gelişmenin Singapur dönem başkanlığında ortaya konması da, hem tarihsel hem de 20 yüzyıl ikinci yarısında yaşanan nedenlerden ötürü, bu Ada ülkesinin bu konudaki sahip olduğu tecrübe ve birikimdir. Öyle ki, küçük ve orta ölçekli işletmeleri sadece sermaye ile değil, yenilikçilik ve üretimcilik kalitesiyle değerlendiren Singapur yönetiminin, dünyanın önemli şehirlerinde açmakta olduğu ‘Singapur Merkezleri’ ile Ada’daki bu üretici güce katkıda bulunmayı hedefliyor.

Bu noktada, ASEAN ve Avustralya arasında hayata geçirilmesine karar verilen Dijital Standartlar İşbirliği İnisiyatifi’nin, genel anlamıyla küresel ekonomik durgunluğun yaşandığı bir dönemde, Güneydoğu Asya bölgesinde yeni ekonomi ve ticari inisiyatiflerin bir anlamda zorunluluğuna işaret ediyor.

ASEAN yönetiminin, 2010’lu yıllardan bu yana sadece bölge değil, küresel ticarette de söz sahibi olmasına yol açacak Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması’na (TPPA) verdiği öneme rağmen, Donald Trump’lı ABD yönetiminin bu anlaşmadan vazgeçmesinin ardından alternatifler arayışında olduğu gözlemleniyor. Bunlardan biri Hindistan, ötekisi ise Avustralya üzerinden gerçekleştirilecek ve ASEAN üretim -ve de tüketim piyasalarını daha geniş coğrafyalarla entegrasyonunu hedefleyen yaklaşımdır. Bu süreçte de, özellikle Singapur gibi varlığı tümüyle ticarete dayalı bir Ada devletinin lokomotif rolü oynadığı görülüyor. Öyle ki, Başbakan Lee, Sidney’deki açıkmalarında, birliğin dışa açık yapısını sürdürme konusunda Singapur’un bugüne kadar ki çabalarını devam ettireceğini hatırlatması bunun bir göstergesidir.

Bu sürecin ASEAN’ı yeni ekonomik ittifaklar aramaya itmesinin ardında, aslında bu birliğin, özellikle kalkınma yarışında önemli mesafe aldığı gözlemlenen veya bu konuda ümit vaad eden ülkelerle  ortaklıklar sayesinde bu kalkınmanın getirdiği imkânları devam ettirme konusundaki talepleri bulunuyor. Bir yandan nüfusu ve orta sınıflaşma eğilimleri, tüketimcilik gibi, zamanında modern Avrupa devletlerinin tecrübe ettiği ‘ekonomik gelişme’ süreçlerini yaşarken, öte yandan da giderek kızışan küresel ekonomi ve ticari ilişkilerde geri kalmamayı hedefliyor. Bugün altı yüz milyonu bulan nüfusunun yüzde altmışından çoğunun 35 yaş altı olması, hem üretim kapasitesi ve gücünü hem de tüketim noktasındaki potansiyeline işaret etmektedir.

Ancak yukarıda zikredilen dijital stratejik işbirliğinden öte, yine toplantılar çerçevesinde Sidney’de bulunan Endonezya devlet başkanı Joko Widodo’nun açıklama kimi çevrelerde şaşkınlık ve merak yaratacak düzeydeydi. Jokowi, açıklamasında Avustralya’nın ASEAN’a tam üyeliğini gündeme getirerek birliğin coğrafi sınırlarını genişletmekle kalmıyor, bir anlamda ekonomik varlığını da daha da güçlendirecek bir sürece işaret ediyor. ASEAN konusundaki yazılarımızda zaman zaman dikkat çektiğimiz üzere, bölgesel ve küresel şartlar çerçevesinde önemi giderek daha da artan birlik içerisinde liderlik konusundaki zaafiyetin bir tezat teşkil ettiğine vurgu yapıyoruz.

Jokowi’nin Avustralya’yı birliğe tam üyeliğe davetinin ardından böylesi bir liderlik eksikliğinin olduğuna ve bu soruna bir çözüm bulmaya matuf bir yönü de içerdiğine kuşku yok. Özellikle Çin’in bölge ülkeleri üzerindeki ekonomik baskısı kadar, yine ASEAN için önemli bir güvenlik meselesi olan Güney Çin Denizi’ndeki hegemonyacı politikaları ASEAN içerisinde liderlik bir yana bölünmeyi körükleyici etkilere sahip. bu bağlamda, Endonezya ASEAN’ın doğal lideri olarak görünmekle birlikte, bu ülkenin geleneksel dış politikası ve özellikle de sahip olduğu iç dinamiklerin neden olduğu açmazlar böylesi bir liderlik konumunu üstlenmek ve devam ettirmek gibi bir işleve dönüşemiyor. Bu noktada, Jokowi’nin bugün yaptığı açıklamada, Avustralya’nın birliğe üyeliği halinde bölgede ticaretin yanı sıra, “savunma ve güvenlik konularında da daha büyük rol oynayabileceği” atfı dikkat çekicidir.

Jokowi’nin bu, biraz da sürpriz çıkışının Singapur’un birliğin ekonomi işbirliğinde oynadığı aktif rolü destekleyici, takviye edici bir yönü bulunuyor. Bu gelişme, belki de herkesin Çin’in yukarıda kısmen değinilen siyasi ve ekonomik konumu ile ABD yönetiminde yaşanan içe kapanma sürecinde ASEAN’ın nasıl bir rota takip edeceği sorularına verilebilecek güzel bir cevap niteli taşıyor bu durum, aslında ASEAN’ın sadece üretimci ekonomiler noktasında değil, bölge siyasetinde yeni arayışlar ve bunu pratiğe geçirme noktasında da alternatifleri olabileceğini göstermektedir.

Singapur başbakanı, Avustralya ile varılan anlaşmanın ASEAN için bölgesel entegrasyonundaki yeri kadar, bu gelişmenin dünyanın başka bölgelerindeki gelişmelerin aksi yönde olmasına rağmen, büyük bir güven sahibi olduğunu söyleyebiliriz. Başbakan Lee, bu söylemiyle özellikle, sadece ASEAN bölgesinde değil, bu birliği de içine alan Asya-Pasifik bölgesinde ortaya konulması hedeflenen Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması’ndan çekilen ABD’yi hedef aldığı da aşikâr. Singapur dönem başkanlığında ASEAN’ın yeni ve benzeri ekonomik entegrasyonları gündeme getireceğini bekleyebiliriz.


14 Mart 2018 Çarşamba

Sekülerleşme Teorilerinin Açmazı / The Dilemma of Secularization Theories

Mehmet Özay                                                                                                             14.03.2018

Avrupa, özellikle de Batı Avrupa’nın geç Ortaçağ ve erken modern dönemde yaşadığı toplumsal, siyasal ve de dini değişimlerin tarihi sosyal bilimlerin çeşitli alanlarındaki çalışmalarda gizli ya da açık egemen bir olgudur. Batı’da tecrübe edilen değişim ve dönüşümlerin teoriler kulvarında dillendirilmesi için, diğer bazı teşebbüslere rağmen, ağırlıklı olarak 19. yüzyılı beklemek gerekiyordu. Bu sürecin bugünkü safhasında, örneğin küresel ilişkilerde öne çıkan hususiyet siyaset temelli olsa da, bunun ardında daha güçlü bir analitik yaklaşımla ele alınmayı gerektiren derinlik söz konusudur.

Bu çerçevede, sekülerleşme kavramı ve bunun üzerinden yürütülen süreçler bize bazı ipuçları vermesiyle dikkat çeker. Burada temel sorun, bu dikkati çekebilecek bir duruş ve yaklaşımı sergileyebilmekle başladığını da söylemek gerekir. Tam da bu minvalde sekülerleşme bizi niçin bu kadar ilgilendirmektedir sorunu ortaya atabiliriz.

Pür bir ‘bilimsel’ çaba olarak düşünüldüğünde, böylesi bir ilgide haklılık payı bulmak mümkün olabilir. Şayet bununla, adına Batı denilen coğrafyada yaşayan toplumların tarihi tecrübelerinin genelleştirilmesi ve bunun tüm dünya toplumlarına mal edilmesinin söz konusu bu toplumları anlamlandırmadaki işe yararlılığı ifade ediliyorsa, o zaman diğer toplumların yaşadığı tecrübeleri nereye koyacağımız sorunu ortaya çıkar.

Aslında 19. yüzyılda sosyal bilimler alanı olarak doğan, ‘toplumu’ doğrudan ilgilendiren ‘bilimsel düşünme ve üretme’ sürecinin, yine Batı toplumlarında erken modern dönemden sanayileşmeye uzanan geniş dönemlerin birikimini yansıttığı da ortadadır. Sosyal bilimler içerisinde bir cüz olan sosyoloji’de, sekülerleşme çalışmalarına göz atıldığında, adına toplum denilen bütünü anlama çabası kadar ve belki de bundan da öte, Batı toplumlarına yeni bir toplumsal yapı kazandırma ve yaşanan, yaşanacak değişimleri yönlendirme ve yönetebilme iddiasıyla ortaya çıkmıştır.  

Bu çerçevede, Batı Avrupa’nın ve ardından giderek Ana Kıta ile akabinde, adına Anglo-Sakson denilen dünyanın diğer bölgelerine dağılmış toplumlarındaki sosyal ilişkilerin ‘sekülerleşme’ ekseninde yapılaşması, tüm bu toplumların tarihi süreçleriyle ilintisi bağlamında şu veya bu biçimde yine de anlamlı olduğu iddia edilebilir. Bu hâl ve durumda dahi, sekülerleşme olgusu üzerine kafa yoranların bugüne kadar ortaya koydukları çerçeve, bizatihi ortak bir noktada buluşmaktan ziyade, parçalanmış ve hatta parçalanmaya devam eden süreçler olmaktadırlar. Bu noktada, ortada bir atomizasyon sürecinden bahsetmek dahi mümkün gözükmektedir.

Bugün ‘sekülerleşme’ karmaşası ile gelinen noktada, diyelim ki, Batı’nın son beş yüz yılında olan bitenler karşısında dikkatlerden uzak tutulansa diğer coğrafyalarda ne olup bittiğidir. Sekülerleşme tartışmalarının derdi ‘din’ olduğuna göre, dünyanın başka bölgelerindeki dini inanç ve kurumsal yapıların geniş toplumla ilişkilerini ortaya koymak, Batı’nın ürettiği sekülerleşme kavramıyla mümkün müdür sorusunu da beraberinde getirmektedir.

Ancak bu iddianın saflık boyutunda ortaya çıkacağı yer, bu zikredilen temelde Avrupa ve uzantısı coğrafyaların dışındaki çok daha geniş coğrafyalar üzerinde yaşam süren toplumlar olacaktır. Sekülerleşmenin ve bu kavramın üzerine inşa edilen teoriler bütününün nasıl olup da her türlü kültürel, dini ve medeniyet temelleri ve yaklaşımları ile Batı dışı toplumları etkilediği ve etkilemeye devam ettiği hususu üzerinde durulmayı hak etmektedir.

Sekülerleşme teorileri bağlamında Batılı ve de Batı modernleşmesini bir ‘template’ olarak kullanan toplumların sosyal gerçekliklerini anlama ve yön verme çabalarının bu süreçte akamete uğramak bir yana, karmaşık bir yapıya evrildiği görülmektedir. Bu açmazı, belki de sekülerleşme olgusu ile bu olgunun neşet ettiği toplumsal gerçekliği yeniden ele almakla başlamak gerekmektedir. Bu yapılırken, elbette bu süreci ‘template’ olarak kendine devşiren toplumların sorumluluğunun ise daha büyük olduğu ortadadır.


11 Mart 2018 Pazar

ABD’nin Çin’le ‘ticaret savaşı’ ve Demokratik-liberal değerler / ’Trade War’ between the US and China and Democratic-liberal values

Mehmet Özay                                                                                                                         13.03.2018

Demokratik-liberal değerlerin öncüsü kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri’nin, özellikle Donald Trump’un başkanlık koltuğuna oturmasından bu yana Çin’le kurduğu ilişkiler, küresel bağlamda eko-politik anlayışın yeni bir biçimlenmeye doğru gittiğine dair güçlü emareler olduğunu gözler önüne seriyor. Demokratik-liberal anlayış ve uygulamaların sadece bir ülkenin, örneğin ABD’nin ülke sınırları içerisinde gerçekleştirilen olgular bütünü olarak kalmadığı, aksine 2. Dünya Savaşı sonrasından başlayarak küresel platforma yayılması konusunda güçlü bir irade sergilendiğini söylemek mümkün.

Bu noktada, ABD’nin sahiplendiği bu barışçı ve bir o kadar da kapsayıcı yönelim ve yönlendirmenin, aralarında İslam dünyasının da bulunduğu farklı dini-kültürel ve de siyasi gelenekten gelen toplumlar tarafından özgürleştirici bir veche olduğuna dair yaygın bir kanaat hasıl olmuş olabilir.

Ancak bugün gelinen noktada, ABD’nin bu ‘özgürleştirici ruhunu’ kaybettiği ve bizatihi başkanının Amerikayı öncelleyen politikaları çerçevesinde, bizzat kendi ülkesinden başlayarak giderek dünya geneline yayılan çatışmacı bir dil ve eylem içerikleriyle hareket ediyor. Başkan Trump’ın, Amerikan halkının üretimci kesimlerinin ekonomik varsıllıklarıyla birebir ilişkili olarak, daha seçimler arefesinde yani kampanya döneminde gündeme taşıdığı çeşitli ülkelerle olan ticari ilişkilerde ABD lehine olduğu söylenen durumu değiştirme çabası bu çatışmacı dilin en görünür yerine oturmuş bulunuyor.

ABD’nin ticaret açığına sebep olan ülkelerden Çin’in ‘ayrıcalıklı’ bir yere konmasında, hiç kuşku yok ki, bu iki küresel ekonomi devinin ilişkilerinin niceliksel yönü belirleyici oluyor. ABD yönetiminin ticaret açığına sebep olan ülkeler arasında örneğin Japonya ve Malezya gibi, ilki ciddi bir müttefik, diğeri koşullara bağlı olarak ittifak ağında dereceli olarak yer alan ülkeler de bulunuyor. Bu noktada, Japonya, ABD’nin bu yöndeki sıkıştırmalarına, başbakan Abe’nin girişimciliği sayesinde ABD topraklarında yeni yatırımlarla ABD orta sınıfını vuran işsizliğe bir çare olma yönündeki çözümüyle şimdilik ABD yönetiminin sıkıştırmalarından uzaklaşmış gözükebilir.

Ancak Donald Trump’un geçenlerde ilân ettiği ve özellikle çelik ve alüminyum ithalâtına getirdiği kısıtlamalarda kapsam alanına sadece Çin bulunmuyor. ABD’nin küresel ekonomideki bir numaralı rakibi Çin’in yanı sıra, örneğin Avrupa Birliği ve Japonya da girmiş bulunuyor.  ABD’nin ‘ittifak’ güçleri olarak adlandırılabilecek bu iki bloktan (AB ve Japonya) gelen baskılar sonucu bazı muafiyetler gündeme gelirken, bu noktada Çin, ABD ile mücadelede tek başına kalmış gözüküyor.  

Çin yönetimi ise, Ticaret Bakanı Zhong Shan’ın ağzından olası bir ‘ticaret savaşı’nın kazananı olmayacağını aksine, taraf olan ülkeler kadar küresel ekonominin de bundan zarar göreceği açıklamasıyla kendi konumunu haklılaştırmaya çalışıyor. ABD yönetiminin bu iki madenin ithali konusunda aldığı ciddi kararının ardında, hiç kuşku yok ki, -2017 yılı verileriyle dikkat çekilecek olursa- yıllık 35 milyon ton ham çelik ithali ile dünyanın en büyük ithalatçısı konumunda bulunması yatıyor.

Tabii burada dikkat çekilmesi gereken husus, küresel olarak demokratik-liberal değerler ise, serbest piyasa ekonomisini ihraç etme görevini yürüten ABD’nin Trump yönetimiyle “ekonomik korumacılık” gibi, bahsi geçen değerlerle çelişen icraatlara yönelmiş olmasıdır. Bu noktada, söz konusu yönelime tepkiler sadece Çin’den gelmiyor. Kapitalist dünyanın temsilcileri de, ABD yönetiminin bu kararı sonrasında küresel ekonomik büyümenin zarar göreceği endişesiyle karşı çıkıyorlar.

Burada hatırlanması gereken bir diğer husus, Çin’in 2000’li yılların başlarında Dünya Ticaret Örgütü’nün koyduğu kuralları kabul ettiğini deklare etmesiyle küresel ticaret ilişkilerinde giderek başat bir konuma gelmesi arasındaki ilişkidir. Bugün, Çin, şayet ABD yönetimi tarafından küresel ticarette söz konusu örgütün kurallarını çiğnemekte olduğu yolunda bir yaklaşımına maruz kalıyor ve -Çin tarafının ileri sürdüğü üzere- ABD bir ticaret savaşına hazırlanıyorsa, diğer ihraçatçı ülkelerin de bu küresel ticaret kuralları çerçevesindeki konumlarının sorgulanıyor olması gerekir. Bu noktada, şayet ortada sadece Çin’in ticaret kurallarını ihlali gibi ‘tekil bir gerçeklik’ yok, aksine ABD’nin ittifak içinde olduğu ülkeler tarafından da bu türden ihlallere maruz kaldığı ileri sürülür ise, sorunun çok daha kapsamlı olduğunu da iddia edilebilir.

Bu noktada, ABD yönetiminin Çin’i köşeye sıkıştırma uğraşında konunun örneğin Çin tarafından ABD’ye çelik ihracının nitelik ve niceliğinin yanı sıra, belki de bundan daha çok, Çin’in endüstrileşme sürecindeki hız ve kapsamının bu madenin üretim sınırlarının artmasına yol açtığı argümanı da kayda değer bir yer tutuyor. Şayet durum bu ise, o zaman küresel kapitalizmin kaptanı konumundaki ABD’nin, yine küresel kapitalizm piyasasında güçlü bir şekilde yer almak isteyen Çin’i bu gelişme sürecinde sınırlandırma çabası içerisinde olduğunu söylemek mümkün.

Demokratik-liberal değerlerin kapitalist dünyanın üretim ilişkilerinin toplumsal ve siyasal yansıması olduğu/olacağı yönlü söylem, Çin’in kapitalistleşmesi sürecinde -en azından şimdiye kadarki süreçte- doğrulanır olmadığı ortada. Çin yönetimi, “komünist siyasi yapılaşmasıyla” küresel kapitalizmin liderliğine oynayabileceğini iddia ederken ke, yine şu ana kadar kayda değer ‘bir başarı ivmesi kazanmış’ gözüküyor. Ancak tüm bu gelişmeler çerçevesinde sorun, ABD’nin demokratik-liberal değerler ihracında ne kadar samimi olup olmadığı ve önümüzdeki süreçte bu rolünü ne kadar gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceğiyle de alâkalıdır.