29 Eylül 2023 Cuma

İslamcı siyaset ve Milliyetçi eksen / Islamic politics and Nationalist axis

Mehmet Özay                                                                                                                            29.09.2023

Yaşadığımız günlerin en dikkat çekici özelliğini, İslamcı siyasal düşüncenin ve/ya onun temsilcisi siyasi hareket/ler/in, partilerin milliyetçi düşünce sistemi ile kurduğu ilişkide kendini gösteriyor.

Bu durum, açıkçası Türkiye’de siyasal gerçeklik üzerinden okunmakla kalmıyor aksine, bize daha geniş bölgesel ve küresel düşünceler ve gelişmeler üzerinde de durma imkânı veriyor.

Siyasal İslamcılığın bir yandan, 2. Dünya Savaşı sonrası ulus-devlet bağımsızlıkları sürecinde ve bunun akabinde oluşan modern ulus-devletin toplumsal ve ekonomik sorunları çözen bir mekanizma değil aksine, sorunları üreten ve artıran bir mekanizma olmasının sonucu olarak ortaya çıktığı yönündeki kanaati dikkate almak gerekirse, bu durum, siyasal İslamcılığı reaksiyoner bir durumda göstermek için kafidir.

Her ne olursa olsun, 20. yüzyıl ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan ve İslami düşünceyi öncelleyen toplumsal ve nihayetinde siyasal akımların kayda değer belirleyiciliğidir.

Bu noktada, hem bizzat yaşadığımız tekil tecrübeler, hem de işin bilimsel yanını, teorileştirme yanını ele alan uluslararası çalışmaların ortaya koyduğu veriler, bunun böyle olduğuna işaret ediyor.

Siyasal İslamcılığın, en keskin dönüşümünün İran Devrimi (1979) ile oluşunda bir anlamlılık bulmak kadar, böylesine devrim boyutuyla sonuçlanmayan ancak, devrimsel etkilere yakın toplumsal ve siyasal etkilere neden olan diğer ülkelerdeki gelişmeleri göz ardı etmek mümkün değil. Bu anlamda, Endonezya verilebilecek en iyi örneklerden birini teşkil ediyor.

İran’da yaşanan devrimin psikolojik anlamda heyecan üreten ve bu anlamda devrimi popülarize eden süreci, Şia ideolojisi sınırlılığı ile -tarihsel varlık gösterdiği, diğer bazı küçük bölgeler dışarıda bırakılırsa- kendi ulusal-sınırlarının ötesine geçebildiğini söylemek mümkün değil. Bu durum, İran devletinin devrim ihracı sürecine başvurmadığı anlamına gelmediğini söylemeyi gerektirmiyor.

Türkiye’de tanık olunan dönüşümün ise, Cumhuriyet ile birlikte laik-eksenli (laic-centric) başgösteren devrimlerin siyasal, toplumsal ve psikolojik sınırlandırıcılığına konu olan toplum ve toplumsal ilişkiler, Müslüman tekil bireyler ve gruplar adına kendini gizlilikler ile var etme mücadelesine zorlarken, bu süreçte Müslüman çevrelerin ürettiği toplumsallaşmaların örneğin, 1950 sonrasındaki görece ‘özgürlükçü’ ortamda -bütünüyle olmasa bile-, birer İslamcı siyasete dönüştüğünü söylemek gerekir.

Kurumsallaşan İslamcı ideoloji

Bu gelişmeyi, salt Türkiye sosyal gerçekliği ile açıklamak yerine, şu ya da bu şekilde küresel gelişmelerin tetiklemesi, psikoloji ile birlikte anlamakta yarar var.

Bu durum, dönemin küresel ilişkileri ve Batı’da gelişen ve dönüşen siyasal ideolojik yapılaşmaların da etkisiyle kendini ‘sağ’, muhafazakâr addeden oluşumların toplumsal görünümlüklerini siyasi partilerle ortaya koyarken, İslamcı sıfatını hak eden yapının/yapıların belki de, ‘pür bir siyasal kavram olmanın dışında ve ötesinde’ kendini -gerek siyasi parti gerekse sivil organizasyonlar bağlamında- bağlı bulunduğu dini-sosyal sistemin temsilcisi kılma çabasının bir ifadesi olarak görmek mümkün.

Ancak, tam da bu noktada, Batılı ideolojiler bağlamında ve bunların tanımlamaları çerçevesinde düşünülmek zorunda bırakılan bu Müslümanların merkezinde yer aldığı siyasi oluşum/lar nihayetinde, İslamcı siyasetin kurumsallaşmış aracı olarak görülmüşlerdir. 

Bu noktada, üzerinde çalışmalar yapılan cemaatler konusunun da, hangi cemaatin ‘İslamcı siyaset” ile bağı olduğu ve olmadığıyla ilgili açıklamalar ve sonuçlara ulaşmak mümkün. Nihayetinde, ‘İslamcı’ siyasetin arzu edilir bir olgu olup olmadığından ziyade, öncelikle İslamcı siyasetin neye tekabül ettiğinin belirlenmesi gerekir.

Bu noktada, cemaatlerin kime ve neye hizmet edip etmediklerinin de, aynı şekilde ince elenip sık dokunarak araştırılmaya ihtiyacı olduğuna kuşku bulunmuyor. Bu kısa izahın ardından, İslamcı siyaset ile Milliyetçi oluşumların oluşturdukları eksene göz atmakta yarar var.

Eksende buluşmak

Günümüz koşullarında hızlı dönüşüm ve değişim sadece, teknoloji alanında yaşanmıyor. Toplumsal ilişkiler ve siyasal yapılar ve düşünceler de değişimlere maruz kalıyor.

Bunun en açık göstergelerinden biri, Türkiye’nin geçtiğimiz yaklaşık son on yılına damgasını vuran -ve halen devam eden- ittifak oluşumları ve bunlar içerisinde İslamcı siyaset örneği olarak gösterilen AKP ile milliyetçi merkezi temsil eden MHP’nin kurduğu siyasi ittifaktır.

Bu ittifak bize, İslamcı siyasetin retorik, teorik ve pratiklerinde değişimler olabileceğini veya bu süreçlerle ilgili esnek yaklaşımlar sergileyebileceğini göstermesi açısından önemlidir.

Bunun karşısında. Milliyetçi partinin varlık koşullarını ve düşünce sistemini temel aldığımızda onun da bir önceki siyasi yapı, -yani AKP- gibi siyasal düşünce noktasında esnekleşebileceğini söylemek mümkün.

Bu çerçevede, kimin birincil/etkin aktör, kimin ikincil/edilgen aktör olup olmadığı tartışmasını bir yana bırakıp, bugün siyasal var oluşu ülke varoluşu ile özdeşleştirmiş bir ittifakın kimler tarafından oluşturulduğu ve oluşumun ortaya koyduğu dönüşüm ile bunun kanımca pek de gündeme getirilmeyen uluslararası etkisi üzerinde düşünmek gerekir.

Bundan kastım, sadece bugünkü mevcut iktidarın büyük ortağının temsil ettiği varsayılan İslamcı ideolojinin/siyasetin, tıpkı 19. yüzyıl örneklerinde görülebileceği üzere, kendini İslam coğrafyasında var olmanın ve temsil etmenin adı olmak kadar, gizli açık bir gerçeklik olarak Milliyetçiliğin, -bu anlamda elbette Türk Milliyetçiliği kastediliyor-, bu uluslararası çevreler nezdinde de gizli/açık bir meşruiyetinin ortaya konulduğunu iddia edebiliriz.

Milliyetçilik ve Uluslararasılaşma

Burada dikkat çeken hususlardan biri, İslamcı siyasal aktörlüğü üstlenen yapının açıkça kendini, farklı coğrafyalardaki Müslüman kitlelere ve de -ideolojik olarak kendine yakın toplum kesimlerine tanıtır ve sunarken, Milliyetçi ideolojik oluşumun böylesi bir politikayı hayata geçir/e/memiş olması gayet manidardır.

“Burada şaşırtıcı olan bir husus var mı?” sorusunu gündeme getirirsek, soranlar için cevabımız ‘evet’ olabilir. Elbette Türk milliyetçiliğinin İslam coğrafyasının kahir ekseriyetinde karşılık bulacağı bir Türk nüfusu yok -halkının büyük çoğunluğunu Türklerin teşkil ettiği Türk Cumhuriyetleri hariç-.

Burada iki temel belirleyiciliğin olduğunu düşünebiliriz. İlki, Türk Milliyetçiliğini -yukarıda dikkat çekilen ittifak özelinde sergilediği dönüşümdür. İkincisi, Türk Milliyetçiliğinin genel itibarıyla, Batı Avrupa’da karşılık bulan örneklerinden uzak bir boyuta sahip oluşudur.

Bu iki durum İslam coğrafyasına baktığımızda, ‘ekstrem’ milliyetçi alanların dışında Türk Milliyetçiliğinin temsil edilebileceği gayet önemli bir zeminin olduğunu iddia edebiliriz.

Bu noktada, adına İslamcı siyaset denilen olgunun kendini retorik, sembol, düşünce, pratik bağlamlarda temsil ve tanıtma sürecinde başvurduğu araçların önemli bir kısmının Milliyetçi ideolojinin araçlarının olmasının, söz konusu bu Milliyetçi ideoloji çevrelerinin niçin ve neden benzer bir uluslararasılaşmacılığa yönelmedikleri sorusunu akla getiriyor.

Bu yaklaşım karşısında, ‘İşin doğasına aykırı’ tepkisini ve cevabını vererek sıvışmamız pek mümkün değil.

Nedeni ise, yukarıda dile getirilen ve İslamcı ideoloji ile Milliyetçi ideolojinin, -her ne hedef ve amaçla olursa olsun- biraraya gelebilmesinin, bu iki ideolojinin düşünce ve pratiklerinde birbirlerini anlayabilecekleri ve ilgili retorikler, semboller, kavramlar ve düşünceler  bağlamında anlaşabilirliklerinin somut ve görünür bir yapı kazanmış olmasıdır.

Bunun karşısında, Türk milliyetçiliği ideolojisiyle hareket eden yapının, İslamcı ideolojinin temel kabullerinden azade olacak şekilde bir ittifak kurduğu söylemini kolay kolay kabul etmek mümkün gözükmüyor.

Tarihsel derinliklere pek fazla açılmadan, şu kadarını belki hatırlatmakta yarar var...

Kanımca, Türk milliyetçiliğinin -diyelim ki, modern siyasal anlamda doğuşunun gerçekleştiği 19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren yapılanışında, Türklük geçmişinin İslam’dan bağımsız değil, İslam’la birlikte ele alınışına dair gayet kayda değer süreçler olduğunu yabana atmamak gerekir. 

26 Eylül 2023 Salı

Peygamber’e ihtiyaç / Need for the Prophet

Mehmet Özay                                                                                                                            27.09.2023

Peygamber’in doğum gününün sadece, kendini Müslüman kabul eden bireyler ve toplumlar için değil, bu grubun dışında yer alan bireyler ve toplumlar için de anlamı bulunuyor. Bununla birlikte, ‘ötekilerin’ bu anlamı nasıl aradıkları ve nasıl algıladıkları bir yana, “Böylesi bir anlamı nasıl ortaya koymalı?” ve “Bu anlamı nasıl teşvik etmeliyiz?” vb. sorularını belki günümüzde çokça sormak ve cevap aramak durumundayız.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, bu tarihi vak’anın, bize salt “inananlar” ve “inanmayanlar” bağlamında bir dikotomiyi hatırlatmasından ve bunun üzerinden bireysel ve toplumsal ilişkileri bina etmemizle sınırlı olmamalı. Bunun dışında ve ötesinde, Hz. Peygamber’in varlığının ve söyleminin, “tüm insanlığa” bir mesaj mahiyetinde kabul edip, muhatabının da her bir birey ve her farklı toplum olduğuna işaret etmeliyiz.

Peygamber’i tek tek Müslümanlar için değil, bütün bir insanlık için önem taşıması, hiç kuşku yok ki, Yaratıcı’nın verdiği ve Yaratıcı’dan gelen mesajla doğrudan bir ilişkisi bulunuyor.

Bu durum, Peygamber’in tekil ve kendinde bir birey olmak kadar, Yaratıcı ile bağın ve Yaratıcı tarafından belirlenmişliğin O’na kazandırdığı bir hususiyetle, bu tekilliğinin tarih ötesi bağlamı ortaya çıkıyor.

Alemlere ‘Rahmet’

Peygamber’in doğum gününün sadece, “inananlar” kategorisini ilgilendiren bir durum olmadığını kabul etmeliyiz. Bu noktada, Peygamber’in insanlığa ulaşan bir mesaj olduğunu, O’nun “Alemlere rahmet olarak gönderilmiş” (Rahmat’al li’l alemin) kavramı üzerinden değerlendirmek ve anlamlandırmak gerekiyor.

Kimilerince, bu söylem gayet basit bir ifade tarzı olarak algılanabilir....

Ve bu bağlamda, belki de bu ifade, bazı ülkelerde neredeyse hiç denecek kadar dillendirilir, bireylerarası ve toplumsal diskurlarda neredeyse hiç gündeme getirilmezken, diğer bazı ülkelerde çokça duyulur ve işitilmesinin ne gibi farklılıklar doğurduğunu, ilgili toplumlar üzerinde yapılacak çalışmalarda görmek mümkündür.

Ancak değişmeyen bir gerçek var ki, o da Hz. Peygamber’in bu özelliği yani, ‘Alemlere rahmet olma’ özelliğini taşıyor oluşudur...

Bunun ötesinde, Peygamberliğin kuşatıcılığını ortaya koyması açısından yukarıda dile getirlien “alemlere rahmet olma” özelliğindeki dikkat çeken kelime “alem” değil, “alemler” oluşudur.

Söz konusu bu ‘alemler’in neye tekabül ettiğini, uzmanları tarafından ortaya konulan ilgili ilmi çalışmalara bakarak geniş bir çerçeveyi yakalamak mümkün.

Ancak, bu yazı sınırlılığında söylenmesi gereken, Peygamberliğin insan teki ve tekleri, insan toplumu ve toplumları ile bunların tümü ve dışındaki “varlıklar”a yönelik bir hususiyeti içinde barındırdığını söyleyebiliriz.

‘Haberci’

Peygamberliğin ne bir meslek, ne de salt sınırlı bir insan toplumuna gönderilmiş bir ‘haberci’ (messenger) olduğu, aksine, Peygamberliğin Yaratıcı tarafından belirlenen bir vazife olduğu dikkate alındığında, tarih boyunca Peygamber sıfatını taşıyan gayet azınlık denilebilecek bireylerin, bizler gibi çoğunluğu teşkil eden sıradan insanlar olma özellikleri kadar, bunun ötesinde ve dışında, kendilerini Yaratan ile ilişkilendiren özellikleri nedeniyle ‘yüce’ nitelikleriyle bilinir ve fark edilirler.

Bu anlamda, İslam dininin ortaya koyduğu dünya görüşünde (weltanschauung), Peygamber kavramına içkin olanın sadece, son Peygamber kabul edilen Hz. Muhammed (s.a.v.)[1] değil, Hz. Adem’den (a.s.)[2] başlayarak, farklı toplumlara gönderilen tüm peygamberleri -ve de nebi, resul vb.- içine alan bir yapı arz eder. Bu durum, tarihsel süreklilik içerisinde, Yaratcı’nın insanlarla iletişimini sağlamasının aracı ve vesilesi olmasıyla dikkat çeker.

Kuşatıcılık

Bu çerçevede, Peygamberlerin ve de özellikle, Hz. Muhammed’in önemini ortaya koyma adına söylenebilecek hususların sınırlılığından değil, tam aksine genişliğinden bahsetmek gerekir.

Hz. Peygamber dediğimizde, karşımıza insan yaşamını çekip çeviren bütün insani özellikleri, kurumsal  yapılaşmaları ve bunların tek tek kendileri içinde ve birbirleriyle etkileşimleri ve ilişkileri noktasında, devasa bir yapısallık taşıdığını dikkate almak gerekir.

Bu durum, bugünlerde Hz. Peygamber ile ilgili konuşmalar, yazılar, söylemler vb. süreçleri ortaya koyan yazar, akademisyen, düşünür, alim vb. şahısların Peygamberi, hangi özelliği ile ele alıp almadıklarının bir anlamda sorgulanmasını da gerektirir. Açıkçası, bir tek yazı, konuşma ve söylemde, Hz. Peygamberi ve özelliklerini ortaya koymak mümkün olmadığı aşikârdır.

Bu çerçevede, neyin nasıl anlaşılması gerektiğine bir tür cevap olarak Hz. Peygamberi eksene almak isteyenlerin, -hem inananlar, hem de inanmayanlar olarak- hiçbir şeyi eğip-bükmeden, disiplinli bir şekilde hayatın tüm evrelerine bakmalarında yarar var. Ve bu anlamda, belki de her bir kişinin öncellediği husus ve bu kişilerin toplumsal ilişkilerde ne türden bağlamlara yapmak istedikleri vurgu öne çıkacaktır.

Sosyolojik merkez

İslam’ın vahiy bağlamlı yani, Kutsal’la doğrudan bağlantılı ve Kutsal’ın ortaya koyduğu bir dini yapı olması, Peygamber’in bu dini, insan toplumlarına tanıtan bir birey olması ve yaşamı boyunca insanlarla ilişkisini sürdürmesi, açıkçası O’nu, toplumsal yapı içerisinde önemli bir yere oturtuyor.

Bu durumda, Peygamber’in gönderilmiş olduğu toplumun -yani, Arap toplumunun-, kendinde özelliklerini sosyolojik bir vakıanın görünürlüğü çerçevesinde, bir birey olarak Peygamber’de elbette gözlemlemek mümkün olduğu gibi, O’nun söz konusu bu Arap toplumunun dışında ve ötesinde bir ‘bireysellik’ taşıdığını ve bu ikincisinin, gayet önemli farklılıklarla kendini ortaya koyduğunu ifade etmeliyiz.

Öyle ki, bu durum, O’nun sadece hayatı boyunca içinde yer aldığı ve yaşadığı Arap toplumu ile diğer yakın bölgelerdeki Müslümanlar özelindeki yerini değil, aynı zamanda Milâdi 7. yüzyıldan günümüze kadar veya Hicri takvim dikkate alındığında, 1445 yıldır Müslüman olan ve olmayan bireyler ve toplumlar için önemini ortaya koyuyor.

Bu çerçevede, ‘Peygamber ve toplum’ ilişkisi başlıklı bir konunun ele alınmasının doğruluk payı taşıdığına ve ‘toplum’dan kastın sadece, ‘inananlar grubu’ olmadığına kuşku bulunmuyor.



[1] Sallalla hu aleyhi ve sellem (Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun).

24 Eylül 2023 Pazar

Malay dünyasının stratejik önemine dair bazı görüşler (I) / Some ideas on the strategic importance of the Malay world (I)

Mehmet Özay                                                                                                                            24.09.2023

Malay dünyasını bir bütün olarak değerlendirmek, günümüz siyasal, ekonomik ve uluslararası ilişkiler gibi gelişmeleri dikkate alındığında yeniden ele alınmayı hak ediyor. 

Değişen küresel koşullar çerçevesinde, bu yüzyılın başından itibaren Kuzey Amerika, Avrupa ile Doğu Asya arasında süren gayet ciddi bir etkileşim bulunuyor.

Ve kendini özellikle, ticaret anlaşmalarıyla rekabetçi bir şekilde ortaya koyan bu sürecin, gerek dar ve gerekse geniş sınırlar çerçevesinde ele alındığında gayet jeo-stratejik alanlara sahip olan Malay dünyasının içinde bulunduğu bir coğrafya ekseninde sürüyor oluşu, bizi Malay dünyasını yeniden anlamaya ve anlamlandırmaya sevk etmelidir.

Günümüz uluslararası ilişkileri

Siyasal ve uluslararası ilişkiler noktasında özellikle, son çeyrek yüzyılda yaşanan gelişmeleri, ‘yeni’ bir Batı ve Doğu ilişkiler yapılaşması süreci olarak değerlendirebiliriz. 

Ve bu sürecin aktörlerinin, Amerika Birleşik Devletleri ve Çin olması bizi, bu iki sınırlı yapı ile değil, aksine daha geniş coğrafi ve siyasal yapılarla birlikte düşünmeye itiyor.

En azından, bizim söz konusu bu coğrafyalarla olan gayet sınırlı ilişkilerimizi, bugünün gelişen koşullarında yeniden anlamada ve mümkünse yapılandırmada, önemli çalışmalar ve değerlendirmeler yapmamızı zorunlu kılıyor. 

Bu noktada, ilgi alanımızı ABD dış politikası ile Çin’in yeniden kalkınmacı bir güç haline gelmesi/gelme çabası arasındaki ilişkilerin dışında ve ötesinde, bu iki ‘süper’ gücün ilişkilerinin doğrudan etkisine konu olan ve bu ilişkileri, -en azından, kısmen fiili çokça da potansiyel olarak-, doğrudan etkileme gücüne sahip olan Malay dünyasının neye tekabül ettiği üzerinde durmak gerekir.

Bu bağlamda, -belki de, en sonda söyleyeceğimizi burada dile getirerek-, Soğuk Savaş sonrası (1989) küresel ilişkilerin çoklu aktörleri veya güç merkezleri noktasında bölünmüş değil, birleşik ve bütünlüklü bir ‘geniş Malay dünyası’ düşüncesinin ön plâna çıkartılması gerekiyor.

Bu nedenle, bugün Doğu Asya ile Güneydoğu Asya’da olan biten gelişmeleri tarihsel, sosyolojik ve ekonomik bağlamları ile değerlendirmenin bize, bilimsel bir bilgiye yönelmenin ve bununla haşır neşir olmayı sağlayacağı gibi, bazı önemli pratik açılımlar da sağlayacağına kuşku bulunmuyor.

Malay dünyası

Coğrafi ve kültürel nedenlerle, tarihsel bir bütün olduğu kabul edilebilecek olan Malay dünyası kavramının siyasi ve ekonomik bağlamının, dün olduğu gibi bugün de önemini sürdürdüğüne şüphe yok.

Bu yazıda, “geniş Malay dünyası” kavramını gündeme getirerek ortaya koymaya çalıştığımız coğrafyanın siyasal varlığına dair bazı görüşler ortaya koyacağım. Bu sürecin, görece daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla, bazı tarihsel hususlara değinmek gerekiyor.

Öncelikle, günümüzde nüfus yapısı ve siyasal egemenlik noktasında üç ulus-devletle yani, Endonezya Cumhuriyeti, Malezya Federasyonu ve Bruney Sultanlığı ile öte yandan, azınlık toplumlar olarak örneğin, Filipinler, Singapur, Tayland, Kamboçya, Myanmar, Tayvan, Sri Lanka, Madagaskar, Maldivler, Güney Afrika gibi Hint Okyanusu ve Pasifik Okyanusu’nun Batısı’ndaki ulus-devletlerde varlık süren grupların, antropolojik ve sosyolojik olarak Malay kategorisi içinde değerlendirildiğini fark etmeliyiz.

Malay dünyası bağlamında dikkat çekilen, böylesine geniş bir coğrafi, siyasi ve toplumsal harita, temel bir kategori olarak Malay kelimesinin, günümüzdeki Malezya Federasyonu adıyla anılan parlementer monarşik bir sistemle yönetilen ulus-devletle ilişkisi olmadığını ortaya koyuyor.

Dolayısıyla, ‘Malay’ kavramını kullanmak istediğimizde hatırlanması gereken, uzun tarihsel dönemlerin (longue durée) bir sonucu olarak ortaya çıkmış, geniş bir coğrafya üzerinde varlık süren toplumlar olmalıdır.

Burada temel bir sorun olarak, ‘Malay’ kavramının ilgili coğrafyalardaki toplumlarca, örneğin Cava Adası, Bali Adası, Papua, Sulawesi vb. bölgelerdeki toplumlarca veya siyasi kurumlarca kabul edilip edilmemesi meselesinin, bir başka husus olduğunu söylemekte yarar var.

Kültürlerarası etkileşim

Bu geniş toplumsal grupların varlığının yanı sıra, tarih boyunca oluşan ilişkiler sonucu Çin, Hind ve Arap kökenli, niceliksel olarak görece sınırlı toplumsal yapıların, Malay dünyasına eklemlenmesini ve kendinde bir adaptasyon ile oluşan ve gayet entellektüel ve müteşebbis bir kitleyi oluşturmasını da yabana atmamak gerekir.

Peranakan adıyla anılan bu toplumsal çevrelere mensup bireylerin bugün dahi, ilgili Güneydoğu Asya’daki Malay coğunluklu ulus devletlerin uluslararası ilişkileri, ekonomi, eğitim, bilim gibi alanlardaki hem ulusal düzeyde, hem de uluslararası düzeydeki rollerini hatırlatmakta yarar var.

Ve bu vesileyle, Peranakan konusunu, bir başka yazının konusu yapacağımızı belirtmek isterim.

Eski Yunan’dan Hind’e: kendinde bir coğrafya

Malay dünyası adının, erken modern dönemlere kadar büyük ölçüde ‘Hindistan’ ile veya ‘Hindistan ötesine’ vurguyla, Doğu Adaları / Takımadaları (East Indies) kavramı ile karşılandığı görülür.

Burada dikkat çekilen isim ve tanımlamanın yazılı kültürle/kültürlerle bağlantılı olduğunu hatırlatayım. Bu yaklaşımın, bir anlamda içinde belirsizliği taşıdığını da söylemek mümkün.

Nihayetinde, geniş Malay dünyası toplumlarının kendilerini nasıl tanımladıkları konusu kadar, Avrupa’da örneğin, Eski Yunan ve erken dönem Roma’da pek de bilinmemesinin ve bu toplumlarla henüz siyasi, kültürel, dini, ekonomik etkileşimlere nüfuz edememiş bir Avrupa’nın bu toprakları nasıl tanımlayacağı hususunun da, doğal bir sorun teşkil ettiğine kuşku yok.

Öte yandan, geniş Malay dünyası ile iletişimin ve etkileşimin Avrupa’da, belirli bilimsel denilebilecek alanlardaki gelişmelere dayalı olduğu ortadadır.

Bu noktada, Avrupa Kıtası’nda gelişme kaydeden ve düşünce sistemlerini belirleyen çeşitli bilim alanlarının -ki, bunlar içerisinde Coğrafya’nın ve Tarih’in- belirleyici olduğu ortadadır.

Burada bir parantez açarak, post-modern çalışmaların popülerleşen ‘öteki’ kavramının ortaya çıkmasında aslında, bu erken dönem ‘Doğu’ ile ilişkilerinin ne denli belirleyici olup olmadığı da, önemli bir çalışma alanı olarak önümüzde duruyor.  

Eski Yunan, erken dönem Roma’da Doğu ile ilişkilerin Persler ve Hindistan üzerinden gerçekleşmesinin kayda değer bir payı olurken, bu süreç, aynı zamanda Eski Yunan ve Roma’da coğrafya biliminin de gelişmesi anlamına geliyordu.

Bu noktada, Doğu’nun bir diğer belirleyici unsurunun Çin olduğunun unutulmaması gerekir.

Bununla birlikte, özellikle, deniz ve nehirler gibi suyolları bağlantıları dikkate alındığında, Çin’in devlet, kültür, ekonomik hammadde ve bölgesel etkileşimler gibi nedenlerle, Hindistan ve Pers üzerinden Avrupa sınırlarına aktarıldığı görülür.

Genel anlamıyla modern ulus-devletler bağlamında Filipinler ve Endonezya Takımadaları ve Hint Okyanusu ile Pasifik Okyanusu’nun Batı bölgesini çevreleyen geniş sahil şeritlerinde yaşam sürene toplumların Batı Avrupa bir yana, Çin ve Hindistan gibi Asya Kıtası’nın iki önemli kültür ve medeniyet havzası ile uzun tarihsel süreçlerde ortaya çıkan ve tek yönlü değil, karşılıklı etkileşim ve iletişiminin ne anlam ifade ettiğini hakkıyla anlamak gerekiyor.

Bu durum bize, günümüz gelişmeleri çerçevesinde yani, ABD ve Çin arasında var olan ve Hindistan gibi, diğer önemli bölge ülkelerinin bu sürece eklemlenmesiyle devamlılık gösteren yeni siyasal, ekonomik yapılaşmalarda, geniş Malay dünyasının ne türden bir rol oynadığı veya kendine ne tür yeni roller biçebileceğini tartışmakta yarar var. 

20 Eylül 2023 Çarşamba

Nurettin Topçu düşüncesinde modernite sürecine bakış / Interpretation of modernity in the thought of Nurettin Topçu

Nurettin Topçu düşüncesinde modernite sürecine bakış  /  Interpretation of modernity in the thought of Nurettin Topçu

Mehmet Özay                                                                                                                            21.09.2023

Nurettin Topçu’nun, Batı modernleşmesine yönelik eleştirilerine dair görüşlerinin halen okunmaya, anlaşılmaya ve yeniden yorumlanmaya değer gözüküyor. Bu noktada, onun ortaya koyduğu görüşlerin, içinde yaşadığı görece erken dönem Cumhuriyet yılları ile sınırlı olduğunu düşünmek kısır bir yaklaşım olur.

Böylesine tarihsel bir sınırlandırma yerine, onun bu konuda serdettiği görüşlerin -en azından 19. yüzyıl ortalarından başlayan ve değişik süreçleri içerecek şekilde bugüne kadar uzanan uzun dönemi (longue durée) kapsadığını söyleyebiliriz. Bu çerçevede, Topçu’nun modernleşme ile ilgili görüşlerini, Osmanlı son yüzyılında gizli/açık belirginleşmeye başlayan ve giderek gelişme kaydeden çabaların bir devamı olarak görmek gerekir.

Bununla birlikte, 19. yüzyıl Osmanlı toplumunda yaşanan değişimler bağlamında, Batı’yı ve Batı modernleşmesini anlama çabalarının ne denli kapsayıcı olduğu tartışmaya açıktır. Kanımca,  bu uzun yüzyılı ve 20. yüzyılın ilk birkaç on yılını belki de, öğrenme ve yeniden öğrenme dönemleri olarak kabul etmek mümkün gözüküyor.

Bu noktada, Topçu’nun çabalarını iyi değerlendirmek gerekiyor... Topçu’nun kaleme aldığı makaleleri arasında, ‘Teknik ve Kültür’ başlıklı kısa yazısını, modernite ile karşılaşma ve yüzleşme bağlamında ele alabiliriz.

Bu makalede dikkat çeken husus, kanımca, Topçu’nun ‘kültür ve ruh ilişkisi’ne yaptığı vurgudur.[1] Bu vurgu belki de, son iki yüzyılın bitmek bilmeyen tartışmalarının, bir toplum bilimci ve düşünür olarak Topçu tarafından değerlendirilmesi ve bunun, Türkiye Cumhuriyeti özelindeki bir karşılığı olarak ortaya çıkmasıdır diyebiliriz.

Topçu’nun “kültür” kavramını ele alışı, Ziya Gökalp’in görüşüyle yakınlık gösterdiğini söyleyebiliriz.  Ancak, Topçu, belki bir adım öteye geçerek kültürü, seküler evrenden çıkarıp, çokça doğa-üstü evrenle birleştirme yönelimi sergiliyor.

‘Teknik ve kültür’ tartışmasında veya karşılatırmasında Topçu, kültürü öncellerken, tekniği kültürün ‘çocuğu’ hükmünde kabul ediyor. Bunun yanı sıra, tekniğin kültürün bir unsuru kabul edilen ‘sanatlardan da’ faydalandığını belirtiyor.

Bu durum, bize son iki yüz yıldır gelişmekte olan tekniğin sanatla iç içeliğini hatırlatması açısından önemli.

Tekniğin geldiği noktada, doğa üzerinde tesis edilen hakimiyetin insan üzerinde doğurduğu psikolojik bir kazanımdan ve hatta zaferden söz edilebilir.

Belki de bu anlamda, Topçu tekniğe olumlu bir anlam yüklemekte ve onun kültürel varlığımızı bir şekilde koruyan kollayan bir safhaya taşımaktadır. Ve bu çerçevede, insanın hayat ile olan mücadelesinde tekniğin kolaylaştırıcılığını, “cesaretle yürüyen ayaklarımız” ve “hayata her adımda uzanan kollarımız” demekle ortaya koyuyor.

Bununla birlikte, Topçu, Batı medeniyetinde tekniğin geldiği noktayı, “hudutsuz bir inkişaf” olarak tanımlar ve bunun, kültür ile arasındaki mesafenin açılmasının veya kültürden -yani, ruhtan- bağımsız bir nitelik kazanmasının yol açacağı olumsuzluğa dikkat çeker.

Avrupa’da gelişme kaydeden kültürün ve bunun doğurduğu teknik arasındaki bağın, bugün ikincisi lehine gerçekleşen büyüme ve artışı, -bizim açımızdan bakıldığında- karşı karşıya kaldığımız sorunların temelini teşkil eder.

Bununla birlikte, tam da bu noktada, Topçu’yu eleştirmeye elverecek bazı hususları gündeme taşımak mümkün.

Öyle ki, tekniğin bir kültürün ürünü olması noktasındaki yaklaşımı haklılık gösterirken, ortaya çıkan tekniğin aslında, pek de süpriz bir gelişme olmadığını, aksine kaynaklık teşkil eden kültürün içinde barındırdığı düşünce yapısı, kökeni, vb. gibi özelliklerin bizatihi kendinde bazı hasarların bulunduğunu söylemek mümkün. İnsanın bugün tekniğin esirliği ile anılıyor olmasında, bu hususu göz ardı etmemek gerekir.

Bir başka şekilde açıklama getirecek olursak, bugün düşüncede ve fiilde -ya da teoride ve pratikte- Batı medeniyeti sınırlarında yaşayan bireylerin sadece İslam değil, diğer Doğu dinlerine, düşünce ve felsefelerine yönelmelerini, salt fiziki anlamda Batı’dan kopuşları olarak görmek mümkün değildir.

Aksine, Batı’yı temsil eden kültür ve medeniyet ve gayet tabii ki, düşünce sistemini bir şekilde terk ederek, bir şekilde düşünce ve duygu hicretine kavuşarak içine doğdukları ve insanı kaçınılmaz bir yokluğa mahkum eden Batı kültür ve medeniyeti ile ilişkilerini sınırlandırmaktadırlar. Tümden kopuştan söz edilebilir mi, şüpheli…

Ancak, bu bireylerin fark ettiği hususu diğerlerinin fark edebilmesinin bir anlamda, imkânsızlığı bize, kültürün ne denli güçlü bir faktör olduğunu söylememize de neden oluyor.

İnsanı tanımlamada kültürün yerine tekniğin geçmiş olması, insanın maddeleşmesinin sembolik bir yanını oluşturuyor.

Araç-amaç ilişkisinde dengenin yitirilmesi, -ki, temelde dinlerin bu denge üzerinde özenle ve önemle durduğunu hatırlamak gerekir- tekniğin belirleyiciliği dışında bir insan tanımı ve insan varlığının neredeyse, yadsınır hale gelişi ve tüm insan ilişkileri ağının teknik vasıtasına ve amacına kilitlenmesi, insanın tecrübe etmekte olduğu yalnızlaşmanın kaynaklarından birini oluşturuyor.

Topçu’nun, kültür-teknik ilişkisinde gelinen noktada nereye vardığımız hususunda yaptığı bir diğer vurgu, ‘ilmi’n yeri ve konumudur.

Öyle anlaşılıyor ki, Topçu, ‘ilmi’ kültür dairesinde ve/ya kültür dairesine eş bir noktada ele alıyor. Nihayetinde, tekniğin gelinen noktada, “insanın da ilmin de değerini azalttı” derken, yanılmıyorsam kastı bu olmalı.

Tabii, burada “ilim” ve “bilim” iki farklı kavram mı, yoksa birbirinin yerine ikame edilebilir kavramlar mı diye sormak mümkün. Yine kanımca, Topçu’nun ilim’den kastının, Batı’da tekniği üreten pozitif bilim olmadığı veya en azından onunla sınırlı olmadığı yönündedir.

Tekniğin, bir başka yaklaşımla eşyanın/maddenin insan üstü bir anlama ve neredeyse mutlaklaştırılmasının hatasının, Batı Avrupa’da gelişen düşünce sistemlerinin sonucu olarak görüldüğü konusunda kanımca, her coğrafyadan bilim adamının, düşünürün hem fikir sahibi olduğunu söylemek yanıltıcı olmayacaktır.

Topçu’nun, “insan kendi selamet davasını sağlayacak olan eşyaya, sonunda hizmetkâr ve esir oldu” sözü bize, Gazali’nin insanın hakikat arayışında takip edilmesini tavsiye ettiği aşamalar arasında eşyayı tanımayla ilgili ilk veriyi hatırlatıyor.

Ancak, Batı bilim ve düşünce sisteminin ürettiği kavramlar, açıklamalar, yorumlar ve bunların neticesi olarak zuhur eden teknik ve bunun bizi bugün getirdiği mevki hiç kuşku yok ki, Gazali’nin arzu ettiği bir sonuç gibi gözükmüyor.

Topçu bu durumu, -en azından bu bölümde- izah etmiyor, bir ayrıştırmaya gitmiyor...

Yaptığı gayet güçlü bir hatırlatma var. O da, son yüz yılın gelişen gücü ABD’nin ve ABD teknolojisinin hakimiyetinin -neredeyse istisnasız- artık yerkürenin her tarafını sarmış olmasıdır.

Topçu’nun bu yazıyı 1966’da kaleme aldığı ve o günden bu güne köprülerin altında pek çok suların aktığı düşünülse de, akan suların ne tür bir değişime işaret ettiği tekniğin bugün geldiği nokta ile tekniğin insanlığı bugün nereye taşıdığı üzerinde uzun uzun düşünmek gerekiyor.

[1] Nurettin Topçu. (2019). “Teknik ve Kültür”, Nurettin Topçu: Dünden Kalanlar ve Geleceğe Umutlar, (ed.), Ezel Erverdi, 2. Baskı, İstanbul: Dergâh Yayınları, s. 665. (664-665).

18 Eylül 2023 Pazartesi

Ömer abiyle konuşmalarımız... / Conversations with Ömer Abi

Mehmet Özay                                                                                                                            19.09.2023

Ömer abiyle neler konuştuğumuz hususu, ben ve Ömer abi gibi iki konuşmacının dışında bir olgudur.

Bu nedenle, söz konusu bu konuşmalar öznel değil, gayet sübjektiftir... Ve bu nedenledir ki, hakkıyla ele alınmayı ve üzerinde durup düşünülmeyi gerektirmektedir...

Ömer abi’nin kim olduğu hususu, konuşmaların nesnesi olan konular dikkate alındığında temelde bir önem taşımamaktadır.

Bununla birlikte, konuşmalara konu olan hususları tanımlamak, anlamak, analiz etmek, yorumlamak ve bir sonuç çıkarmak gibi süreçlerin çetrefilliği düşünüldüğünde hiç kuşku yok ki, Ömer abi’nin kim olduğu meselesi de önem kazanıyor demektir.

Nihayetinde, bu süreçlerin ortaya çıkmasında sergilediği tutum ve düşünce onu önemli kıldığına işaret ediyor. Ancak, şimdilik Ömer abi’nin kimliği, salt adıyla sınırlı kalsın... 

Ömer abi’yle neler konuştuk? Olumsuz cümlelerle başlayalım...

Ömer abi’yle meselâ cinsellik, pornografi konuşmadık; Ömer abiyle karıdan kızdan konuşmadık; Ömer abiyle, ‘fitbol’dan kimin kazanıp kimin kaybettiğinden, ‘fitbol’ piyasasında kimin ne alıp ne sattığından konuşmadık; Ömer abi’yle altılı ganyandan, iddiadan konuşmadık; Ömer abiyle, hangi celebrity’nin hangi celebrity’le yollarının örtüştüğünü ve/ya ayrıştığını, kimin kime ne ettiğinden konuşmadık; Ömer abiyle gelecekten haber veren cincilerden, falcılardan, astrolojistlerden konuşmadık; Ömer abiyle enflasyonu, doları moları konuşmadık; Ömer abiyle ihâle kovalamaktan, fon devşirmekten konuşmadık; Ömer abiyle başa takılan örtüden ve bunun ürettiği ve yeniden ürettiği modadan ve bunun ne tür anlam kaybına neden olduğundan konuşmadık; Ömer abiyle, hangi kanalda hangi dramanın izleyicilere ne tür acıklı sahnelerle hayatlarını yapılaştırdığından konuşmadık; Ömer abiyle senin bakanından, onun bakanından konuşmadık; Ömer abiyle, kimin aklında hangi tilkilerin dolaştığından, hangi tilkinin hangi tilkinin kuyruğuna basma mücadelesi verdiğinden konuşmadık...

Ömer abi’yle biz seni konuştuk...

Senin, ne ve kim olduğunu; tarihte neler yaptığını, tarihte yaptıklarını ne denli anladığını; bugün ne yapmakta olduğunu ve bu yapmakta olduklarının bilincinde olup olmadığını ve hatta ne yapmaya çalıştığını; yaptığın şeylerden ne kadar emin olduğunu ve/ya olmadığını; başardığını söylediğin hususların hakikatte başarı olup olmadığını ve başarılı olduğunu söylemekle, bizi kandırıp kandırmadığını; gerçekte, bu tür başarı hesaplarının aslında bir başarı değil de, aslında başarısızlık olduğunu vb. gibi hususları konuştuk.

Ömer abi’yle konuşmalarımız tarih’le sınırlı değildi ve olmamalıydı. Ve bu nedenle, senin bugününü de konuştuk... Aslında senin tarih’inden, tarih’te ne yaptığın ve yapmadığınla ilgili konuşmamız nihayetinde, senin bugününle gayet yakından bağlantılı olduğundan bir zorunluluk arz ediyordu. Sen’in tarihte ne yapıp ne yapmadığın, bugün ne yapıp ne yanmadığınla yakından bağlantılı olduğundan her iki süreci de konuşmak gerekiyordu ve Ömer abiyle kaçınılmaz olarak bunları konuştuk. 

Öyle ki, sorular peş peşe geliyordu: Niçin bugün böylesin, Sen; nasıl bu hallere düştün; bu haller iyi midir, kötü müdür’ü konuştuk. Sen, gerçekte düştüğün bu hallerin farkında mısın, değil misin; şayet farkında değilsen, farkında olmamanın nedenleri nelerdir, tüm bunları konuştuk...

Kısacası Sen, dün neydin bugün ne oldun; dün neredeydin, bugün neredesin onu konuştuk Ömer abiyle. 

Ancak, bu konuşmalarımız tarihin derinliklerinde ‘hikâyeler’ olarak kalan ve hatta daha sonradan gelen nesillerce mitolojikleştirilen hususlar değildi. Ya da, bugünkü yapıp ettiklerini hikâyeleştirerek önümüze koyduğun ve bizi ilüzyona tabi tutmak istediğin bağlamlarda da değildi...

Bu ‘hikâyeleri’ ve mitolojileri, gerdan kıran hikâyeci tarih anlatıcılarına bırakarak, biz tarihi deşerek, eşeleyerek, acabasını, nedenini, niçinini, sonucunu ve benzeri hususların ve süreçlerin üzerinde durarak, karşılaştırarak ve dahi ötekinin varlığını, düşüncesini, eylemini işin içine katarak ve bütünüyle yorum çabasını güçlü bir şekilde verili bilgiler üzerine inşa ederek konuştuk...

Ömer abi’yle tüm bu süreçlerin, -ve dahi Sen’in eylemlerinin- epistemolojisini, varoluşçu bağlamlarını ve hatta, varoluşçuluk ile başlayıp nasıl yokoluşçuluğa doğru evrildiğini, evrilmekte olduğunu konuştuk.

Ömer abi, hem sıkı bir dinleyici, hem de sıkı bir sorgulayıcı... Bunların yanı sıra, verdiği cevapları da yabana atmamak gerekir.

Ömer abi’nin, sohbetlerimiz boyunca üstlendiği rolün, gayet kışkırtıcı, sorgulatıcı, yeni düşünce ve yorumlara yol açıcı olduğunu itiraf etmeliyim.

“Sen’in söylediğine itirazım var...” deyişini Ömer abinin, bir tehdit olarak algılamadım, algılamıyorum kesinlikle. Aksine, anlamlı bir itirazla karşılaşmış olmaktan, gayet memnuniyet duydum ve duyuyorum.

Ömer abi, “... itirazım var” derken, “Tamam diyorum, şimdi başlıyoruz düşünmeye” diye geçiriyorum içimden. Nihayetinde, bana itiraz eden kişi Ömer abi...

Söyleyeceklerine kulak kesilerek dinliyorum itirazlarını Ömer abi’nin. İtirazlarını sıralamaya başlamasıyla Ömer abi’nin zihnimi, aklımı, ruhumu birarada tutmaya gayret ediyorum. Gayret ediyorum ki, bir şey kaçırmayayım...

Çünkü ‘Sen’i konuşuyoruz. Sen’in dününü ve bugününü...

 

17 Eylül 2023 Pazar

Osmanlı-Malay ilişkilerine dair var olan öneriler ve sonuçlarına dair / Existing suggestions and consequences regarding the Ottoman-Malay relations

Mehmet Özay                                                                                                                            17.09.2023


“Osmanlı ve geniş Malay dünyası ilişkilerini nasıl anlamalıyız?” sorusunun, Türkiye’de karşılık bulmaya başlaması genel itibarıyla, 26 Aralık 2004 yılında Hint Okyanusu’nda meydana gelen tsunamiden sonra olduğu konusunda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Bu konuda, derli toplu bir şekilde akademik bir çalışmayı ilerleyen dönemde gündeme getireceğimizi belirtmek isterim...

Bu yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’deki gelişmelerden bağımsız olmakla birlikte, Osmanlı Devleti’nin dış ilişkileri bağlamını temel alacak şekilde, Malay dünyasını Hint Okyanusu’na eklemleyerek uluslararası platformda gayet önemli bir akademik çabanın ortaya konulması bu sürece tekabül ediyor... Bu konuda, gerek başta Anthony Reid olmak üzere, çeşitli bilim ve akademi çevrelerinin ortaya koydukları çalışmalar kanıt hükmündedir.

Reid’in bu konuda zaten gayet donanımlı olduğunu, içinde Osmanlı-Açe ilişkileri de olacak şekilde kalame aldığı onlarca çalışması ile tsunamiden birkaç yıl önce, Açeli entellektüel, akademisyenlerle Açe Enstitüsü (Aceh Institute-AI) adlı bir oluşumu hayata geçirdiğini fark ettiğimizde öğrenmiş oluruz.

2007 yılında, Açe’de ilki düzenlenen Uluslararası Açe ve Hint Okyanusu Çalışmaları Konferansı (International Conference of Aceh and Indian Ocean Studies-ICAIOS) ile bu sürece şu ya da bu şekilde eklemlenen, bu sürecin tetiklediği çeşitli akademik faaliyetler bugüne kadar sürmüş ve sürmeye devam ediyor.[1]

Biz bir şey yaptık mı?

Yanılmıyorsam, 2011 yılında kaleme aldığımız bir yazıda Türkiye’de herhangi bir yüksek öğretim kurumunda “Niçin Malay dünyası çalışmaları merkezi” olmadığını ve hatta açılmadığını sorgulamış ve bunu bir öneri olarak gündeme taşımıştık.

Bu yazıdan, yaklaşık beş yıl sonra, Maleyza’dan gelen ‘akademik bir teklifle’ hem Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi (International Islamic University Malaysia IIUM)[2] ve Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi’nde aynı adla bir enstitünün kurulmasına karar verilmiş ve süreç hayata geçirilmişti...[3] Sürecin önemli aşamalarında yer aldığını düşündüğüm Serdar Demirel Hoca’yı sergilediği çabalar dolayısıyla tebrik etmek gerekir.

Sürecin bu başlangıç hali bile bize, Türkiye’de Hint Okyanusu ve geniş Malay dünyası çalışmalarına bakışın maalesef (ya da çok şükür) “içerden” değil, “dışardan bir teklifle” yapılabileceğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Kuala Lumpur ve İstanbul’da organize edilen iki açılış konferansına katılmamızla, kimlerin ne tür bir ilgiyle bu süreçte yer aldıkları veya almadıklarını da yakından gözlemleme imkânı bulmuştuk...

Sürecin işlemesi bağlamında

28 Haziran 2018 tarihinde, bazı hocalarımızla istişare sonucu, Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi bünyesindeki ‘Osmanlı-Malay Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin aktif bir hale getirilmesi ve olası yakın dönem çalışmalara yön vermesi amacıyla düzenlediğimiz “Hint Okyanusu ve Malay Dünyası Çalışmaları Çalıştayı”na, bölgeyle doğrudan ilgili akademisyenlerin yanı sıra, genelde Güneydoğu Asya ve özelde geniş Malay dünyasını içine alan ülkelerde faaliyetleri olan kurum temsilcilerini davet etmiştik.[4]

Bu kurumlar arasında Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ile ilgili bakanlıklara bağlı ve sahada faaliyetleri olan kurum temsilcilerini de davet etmiştik.

Davete icabet etmeyen tek kurum, anlaşıl/a/mayan bir nedenle Milli Eğitim Bakanlığı olmuştu...

İlginçtir, bu kurumun bölge çalışmaları projesi çerçevesinde Güneydoğu Asya’ya ve/ya geniş Malay dünyasına öğrenci göndermesine rağmen, içeriği gayet bilimsel olan bir etkinlikte yer almak istememesi üzerinde gayet önemle durulması gereken bir konudur.

Öğrenci sorgulamasında haklılık

Burada şaşırtıcı bir diğer durum ise, söz konusu çalıştay sürecinden bir şekilde haberdar olan bölgedeki bir öğrenciden aldığım e-postada, “kendilerinin niçin bu etkinliğe davet edilmediklerini” sorguluyordu.

Kendisine verdiğim cevapta, bu etkinliğin akademisyenler ve ilgili kurum temsilcileri ile sınırlı olduğu; yakın gelecekte bölgede yüksek lisans ve doktoralarını tamamlamış, yüksek lisans ve doktora çalışmalarını sürdürmekte olan öğrenci arkadaşlarımızla benzeri çalıştayları yapmayı zaten plânladığımız söyleyerek gayet net ve açık bir karşılık vermiştim.

“Buradaki şaşırtıcılık nedir?” diye soracak olursak, ilgili bölge çalışmalarına karar vermiş ve Türkiye’den öğrencileri bölgeye gönderen kurumun ilgili akademik faaliyete iştirak etmemesine karşılık, bu kurumun bölgeye gönderdiği bir öğrencinin böylesi bir akademik ilgi ve alakayı ortaya koyabilmiş olmasıdır.

Çalıştayı bir ‘öneme’ atfetmek

Yukarıda dikkat çektiğim çalıştayı, salt bireysel ve/ya kurumsal düzeyde bir etkinlik olarak düşünmek yerine, bunun ötesinde anlamlar ve hedefler içeren bir teşebbüs olarak kabul etmek gerekirdi.

Nihayetinde, o dönem bu öngörülebilir rasyonel hedefleri dikkate alarak başlattığımız ve devamını öngördüğümüz bu Çalıştay’ın ne ikincisi yapılabildi, ne de tüm katılımcıların görüşlerinin hasılası olan hedeflerle ilgili bir adım atılabildi. Bu hususa, ilerleyen günlerdeki yazılarda değineceğim...

Bu örnek, bize Osmanlı dünyası çalışmalarının Hint Okyanusu ve özellikle de, geniş Malay dünyasıyla ilgili ilgi, alâka, özen ile bunların birarada ele alınacağı bilimsel ve akademik çalışmalara yönelik eğilimlerin kısırlığına ve plânlanamazlığına gönderme yapması açısından dikkat çekicidir. Bu çerçevede, bizatihi bu durum bile akademik çalışmalara örnek teşkil etmesi bağlamında önem taşıyor.

Söz konusu ilgi ve bilimsel yaklaşım kısırlığına ve plânsızlığına dahi işin en başında tanık olmakla, sürecin nasıl işletilebileceğine dair endişelerimiz ortaya çıkmaya başlamıştı.

Ancak, tıpkı geniş Malay dünyası çerçevesinde arzu ve istekle ve sürdürülebilir bir şekilde ortaya koyduğumuz çalışmalarda olduğu gibi, Türkiye’de bulunduğumuz birkaç yıllık süre zarfında bu konuda ülkede adına akademisyen, bilim adamı denilen çevrelerle ileşitimizi de bu bağlamda sürdürmekten geri kalmamıştık.

Bu noktada, örneğin, çalıştay önerisini götürdüğüm ve nihai karar mercii konumunda olan üst düzey yetkiliye, geniş Malay dünyasının öneminin Hint Okyanusu olmadan anlaşılamayacağını ve bu çerçevede, önerdiğimiz çalıştayı bu alanda akademik çalışmalara ve araştırmalara ömrünü vermiş bir ismin adını anarak veya onu bizatihi baş konuşmacı olarak davet ederek sürece önemli bir giriş yapılabileceğini söylemiştik.

Hint Okyanusu çalışmalarına ömrünü adamış olan hocamız, Kıymetli Prof. Dr. Salih Özbaran’dı... Söz konusu üst düzey yetkili, ne tür bir önyargıyla hareket ettiyse, bu görüşü yadsımış, dikkate almamış ve öneriyi geri çevirmişti.

Bu tekil hadisenin, bize göstermekte olduğu bir gerçeklik olmalı...

O da, Türkiye’de akademi ve entellektüel denilen çevrelerde halen mevcut olan önyargı enflasyonudur.

Kendi “akademik cemaatinden” olmayan kişileri, yazarları, akademisyenleri, entellektüelleri bir çırpıda eleme konusunda mahir bir yapının varlığı genel itibarıyla, ‘Yüksek Öğretim ve Entellektüel Yapı’da var olan kısırlığa işaret ediyor.

Bu çerçevede, herhalde hak, adalet, akademik etik, profesyonellik, meritokrasi vb. gibi kavramları bir kenara atmak gerekiyor...

Hint Okyanusu bağlamı

Salih Özbaran’ı siyasi ve ideolojik temellerle değerlendirme yanlışına düşen söz konusu üst düzey yetkilinin aslında, Salih Özbaran’ı birkaç açıdan değerlendirmesi beklenirdi.

Bunlardan ilki, Osmanlı-Malay Dünyası çalışmaları’na nereden nasıl başlanması sorusuna cevap vermeye doğrudan, birinci elden gayret gösteren ismin merhum Cengiz Orhonlu olduğunu bilmesiydi.

İkincisi, Orhonlu’nun önerisiyle Salih Özbaran’ın doktora çalışmasını Portekiz kaynakları üzerinden Hint Okyanusu bağlamında gerçekleştirdiği bilgisine sahip olmasıydı. Orhonlu-Özbaran bağlamında ortaya çıkan bu hoca-öğrenci ikilisinin, Türkiye Cumhuriyeti akademi dünyasını ve kamuoyunu Hint Okyanusu’yla ve bu devasa deniz bağlamındaki ilişkilerle yeniden tanıştırma çabası sergilediklerini dikkatle ele almak gerekirdi.

Bu iki temel kriter içerisinde yer alan söz konusu iki anahtar ismin yani Orhonlu ve Özbaran’a, Türkiye Cumhuriyeti akademi camiasında Osmanlı Devleti varlığını klasik kara ve kapalı denizler yani, Karadeniz ve Akdeniz sınırları ötesine taşıma konusunda akademik cesaret ve ilgilerine hak edilen önemin verilmesi gerekirdi.

Bunun ötesinde, Özbaran’ın bir “hikâyeci/anlatıcı tarihçi” formunun dışına çıkarak, dönemin mevcut verilerini eleştirel bir yaklaşımla ele alması kadar, genel itibarıyla tarih alanını metodolojik bağlamlarıyla ele alınmasını öncelleyen ve tarih düşüncesi perspektifini ortaya koyan çalışmaları olduğunu da görmek ve anlamak gerekirdi.[5]

Tüm bu ve benzeri hususlar dikkate alınıdığında, Özbaran’ın katılacağı ve bir anlamda öncülük edeceği çalıştay’ın bizi, 1960’lı yıllarda başlatılan süreçle birleştirecek o dönemin koşullarında ulaşılan verileri, eserleri, başarıları veya veri eksiklikleri, başarısızlıkları ile yüzleşmemize ve bu anlamda, gayet verimli bir tartışma ve düşünce ortamının doğmasına imkân tanıyacaktı.

Bu vesileyle, ön hazırlık noktasında kıymetli Özbaran’ı 2018 yılında İzmir’de ziyaret etme imkânı bulmuş ve eserlerinden tanıdığım ve sürekli atıflarda bulunduğum bu duayen hocayla yüzyüze görüşebilme imkânını bulmuştum.

İlerlemiş yaşına rağmen, gayet dinç olan Özbaran Hoca, maalesef artık akademik çalışmalarla pek de ilgilenmediğini gündeme getirmiş ve “bu görevi artık siz gençler yürütürsünüz”demişti. Anthony Reid ile aşağı yukarı aynı yaşlardaki Özbaran Hoca’nın tahmin ettiğim bazı nedenlerle akademi dünyasına ya da Hint Okyanusu gibi geniş bir coğrafya üzerindeki çalışmalara küskün olduğunu söylersem yanılmış olur muyum?

Reid’le yazışmalarımız ve görüşmelerimiz devam ederken, Özbaran Hoca’yla bir tek görüşme ile sonlanan görüşmemiz; Reid’in bugün dahi yaşlılığın elverdiği koşullar sınırlılığında akademik çalışmalarına devam ederken, Özbaran Hoca’nın bu sürece nokta koymuş olması sadece bireysel karar süreçleriyle anlaşılabilecek bir husus olduğunu düşünemeyiz.

Bunda sorumluluğun, her iki coğrafyadaki akademik yönetim birimlerinin, iletişim süreçlerinin, teşviklerin ve kararlılıkların olup olmamasıyla doğrudan bir ilgisi olduğuna şüphe bulunmuyor.



[1] 9. ICAIOS, 23-24 Ağustos 2023 tarihlerinde Banda Açe’de, “Islamic History and Heritage: Remembering the Past, Remaking the Future”, başlığıyla gerçekleştirildi. Konferansa, “Koeli Kontrak and Systemic Changes Inquiries: An Advocacy of Mohd. Said against Dutch Capitalist Economy” başlıklı makalemizle iştirak ettik.

[2] https://guneydoguasyacalismalari.blogspot.com/2015/10/malay-dunyas-ve-osmanl-calsmalar.html

[3] https://guneydoguasyacalismalari.blogspot.com/2016/04/istanbulda-malay-osmanl-arastrmalar.html

[4]https://guneydoguasyacalismalari.blogspot.com/search?q=Malay+d%C3%BCnyas%C4%B1+ara%C5%9Ft%C4%B1rmalar%C4%B1

[5] https://guneydoguasyacalismalari.blogspot.com/search?q=%C3%96zbaran