27 Nisan 2023 Perşembe

Demokrasi’yi kazanmak, ama nasıl?: Tarihsel perspektif / Winning democracy, but how?: A historical perspective

Mehmet Özay                                                                                                                            27.04.2023


Bir yönetim biçimi olmanın ötesinde, bir yaşam tarzına gönderme yapan ‘demokrasi’ kavramının, Batı siyasal düşünce sistemi içerisindeki gelişim süreçlerine bağlı olarak kavramsal yapısını kazandığına kuşku yok.

Burada, söz konusu değişimin sivil oluşumla, dini yapıyla, ekonomiyle bağlantısını göz ardı etmemek gerekir... 

Bununla birlikte, demokrasiyi -farklı siyasal terminolojiler altında- siyasal yönetimi biçimi olarak kabul ettiğimizde, yeryüzü üzerinde yaşam süren farklı toplumlarda demokrasi ve/ya buna benzer siyasal yapıların ve yaşam tarzlarının var olduğu görülür.

Bu noktada, demokrasi’nin tarihsel bağlamda, Batı Avrupa toplumlarına özgü bir kavram ve pratik olmanın ötesinde anlam taşıdığını ifade etmek gerekir.

Buradan hareketle, ‘demokrasi’ adı verilen yönetim biçiminin içkin olduğu yönetim, paylaşım, etkileşim vb. süreçleri içine alan değerler manzumesi ile insan doğasına, düşünce ve toplumsal yapısına uygun bir tarza işaret ettiği sonucu çıkartılabilir.

Bununla birlikte, farklı kültür ve medeniyetlerde tarihsel olarak ortaya konulan -ve önemli ölçüde demokrasiden ayrışan- yönetim biçimlerinin varlığını da yabana atmamak gerekir.

Demokrasinin varlığı ve yokluğu

Demokrasi kavramı çerçevesinde ­dikkat çekilmesi gereken -belki de, bugüne kadar pek çok kişi tarafından sorulmuş olan- iki temel husus var.

İlki, Batı Avrupa toplumsal ve siyasal şartlarının yol açtığı değişimlerin niçin diğer toplumlarda gerçekleşmediğidir. İkincisi ise, Batı Avrupa’da ortaya çıkan ve özelde, demokrasi kavramı ile gelişme gösteren yaklaşımların diğer toplumlara ve özellikle de, Müslüman toplumlara nasıl sirayet ettiğidir.

İfadelerden ilkinin açıkçası sorgulanabilir bir yanı bulunmuyor...

Tarihsel ve toplumsal gelişmeleri kendi doğası içerisinde değerlendirmek, bir toplumsal gerçeklikte olan bitenin niçin ötesinde olup bitmediğini sorgulamak anlam sınırlarının dışına taşıyor. Bu yaklaşım, büyük ölçüde spekülatif kalmaya mahkum gözüküyor.

İkinci ifade ise biraz daha yaşanmışlığa, pratiğe, karşılıklı etkileşime vb. süreçlere yakın gözüküyor. Öyle ki, tam da burada karşımıza etkileşim, haberdarlık, anlama, çatışma, reddetme vb. birbirinden ayrışan ve çelişen süreçlerin olduğu bir dizi uzun erimli dönemler çıkıyor. 

İkinci ifadeye açılım getirmek gerektiğinde, belki de, Batı Avrupa demokratikleşme tarihiyle örtüştüğü iddiasını da içinde barındıracak şekilde, sömürgecilik süreçlerine dikkat çekmek gerekiyor.

Tarihsel veriler ne söylüyor?

Batı Avrupa sömürgeciliğinin çeşitli coğrafyalar üzerinde var olan hegemonyası bağlamında, demokrasiye ve bununla ilintili yönetim ve sosyal yapı oluşumlarını benimseyen ve/ya reddeden, bu iki uç kutup arasında, farklı zaman dilimlerinde farklı açılımlar sergileyen dini ve kültürel toplumlar olmuştur.

Bunlar arasında, gerek sömürgeciliğin yayılış süreci ve serüveni, gerekse Müslüman toplumlarla etkileşimin sömürgecilik öncesine dayanan pratikleri, “demokrasi” olgusunu Müslüman düşünce dünyasında ele alınabilir bir değer haline getirmiştir.

Bunu söylerken, pragmatik ve popüler anlamıyla tıpkı, diğer ve benzeri kavramlar ve yapılara nisbeten gündeme getirildiği üzere “demokrasi/demokratik değerler zaten İslam’da da var!” sıradanlığına düşme niyeti taşımadığını söylemeliyim.

Aslında, tam da bu süreç yani sömürgecilik, Batı Avrupalı uluslar marifetiyle, Batı Avrupa dışı toplumlara ve özellikle de, Müslüman toplumlara her türlü kurumsal yapısıyla kendini taşırken ve zamanla, bu toplumlar üzerine nüfuzunu artırırken, kendini tanımlama süreçlerinde kurduğu gizli/açık hegemonik söylem ve pratik, -içinde demokrasinin de olduğu- taşıdığını ileri sürdüğü değerlerin kabul edilebilirliğini sorgulatıcı bir durum ortaya çıkarmıştır.

Burada, yerli toplumların / Müslüman toplumların salt dışarlıklı bir siyasal, ekonomik ve kültürel yapı olarak Batı Avrupa sömürgeciliğine yönelik bir reaksiyonundan bahsetmek mümkün değil. Temelde, ortada bunu aşan bir durum var...

Etkileşimde kayıp an

Zamanla, söz konusu bu dışarlıklı yapıyı ve getirdiği değerler arasında ‘demokrasiyi’ anlama sürecini ortaya koyan Müslüman bireyler ve gruplar ortaya çıkarken, bu kişi ve grupların, aynı zamanda Müslüman toplumda var olan/olduğu varsayılan siyasi kültürü belirli ölçülerde değiştirmeye yönelik gönüllü ve sömürge yönetimleri tarafından desteklenen aracılıklarına da tanık olunur.

Herhalde bugünden bakıldığında, bu sürecin bir anlamda, Batı Avrupa demokratikleşmesini benimseyici bir yönelim ortaya koyduğu düşünülebilir.

Ancak, Müslüman toplumların farklı coğrafyalardaki tecrübelerine bakıldığında, öyle anlaşılıyor ki, İslam siyaset kültürüne özgü değerler ile demokrasiyi birarada ele alabilecek bir yönelime çevirme çabaları kendine imkân bul/a/mamış gibidir.

Burada, söz konusu birey ve grupların rollerindeki bir eksikliğin mi yoksa bizatihi sömürgecilik yapılaşmasının kendine biçtiği çifte rolün mü belirleyici olduğu tartışmaya açıktır.

Bu çifte rolden kasıt, i) Batı Avrupa toplumları lehine olacak şekilde ‘öteki’nin maddi ve manevi unsurlarını kullanmak/tüketmek; ii) bunu yaparken, aynı zamanda, ‘öteki’ toplumlara nasıl olmaları gerektiğini öğretici bir tutum geliştirmek.

Bu durum, Batı Avrupa’yı değerleriyle birlikte temsil ettiği iddiasındaki sömürge yapılaşmalarının neye tekabül ettiği üzerinde durmamızı gerektiriyor.

Batı Avrupa yönetimlerinin sömürgecilik süreçlerinde sergiledikleri bu bariz tezatın, adına demokrasi denilen siyasal sistemin hangi şart ve koşullarda öteki toplumlarda / Müslüman toplumlarda üzerinde düşünülüp taşınabileceği ve nihayetinde uygulanabileceği bir alan oluşturup oluşturmadığı tartışmaya açıktır.  

Demokrasi kavramı, Batı Avrupa toplumsal ve siyasal değişimlerinin sonucu olarak ortaya çıkarken, bir yönetim biçimi olmanın sınırlılığında kalmamış, toplumsal yaşamın farklı alanlarına dinamik bir öge olarak yerleşmiştir.

Bu çerçevede, öteki toplumlarda / Müslüman toplumlarda demokrasiye dair yönelimlerin niçin gerçekleşmediğini, yine dönüp ilgili tarihsel süreçlerde aramak gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/demokrasiyi-kazanmak-ama-nasil-tarihsel-perspektif-winning-democracy-but-how-a-historical-perspective/

23 Nisan 2023 Pazar

Bir Siyasi Dönüşümün İfadesi Olarak 23 Nisan / 23 April: As an expression of the political transformation

Mehmet Özay                                                                                                                            23.04.2023

Ankara’da, ‘Büyük Millet Meclis’in (BMM) açılışına giden siyasal süreç oldukça sancılı olmuştur…

Söz konusu bu meclisin açılışını öncelikle, iki bağlamda değerlendirmek mümkün. İlki, payitaht merkezi İstanbul’un işgale konu olması (16 Mart 1920) karşısında, Osmanlı siyasal varlığının devamına yönelik Anadolu Hareketi’nin bir girişimidir.

İkincisi, İstanbul’da halife ve İstanbul hükümeti’ne alternatif bir siyasal açılım, bir başka deyişle “ihtilâl”[1] olduğudur.

Siyasal dönüşümün işaretleri

Bu iki husustan ziyade, -zamanla anlaşılacağı üzere-, bütünüyle “İstanbul’u yok sayan” gelişmelerin varacağı noktada, önemli bir kilometre taşı olarak da gayet dikkat çekicidir. Öte yandan, bu gelişmeyi İslamcı çevreler bağlamında ilginç kılan husus, ‘halifelik’ kurumu ile bunun siyasi sonuçlarının vardığı ulaştığı sonuçtur.

Bu noktada, Meclis’in açılışına ve devamında yaşanacakları daha iyi değerlendirmek için kısa ve uzun vadede olmak üzere iki dönemi dikkatle incelemek gerekir.  

Kısa dönemli olarak bakıldığında…

Meclis’in açılışı ve Ankara hükümeti’nin kuruluşu, 1. Dünya Savaşı öncesinde ve özellikle de, 1908’den itibaren Osmanlı siyasetinde büyük bir kaosla birlikte yaşanan değişimlerin devamı niteliğindedir.

Uzun dönemli olarak bakıldığında…

Yeni Osmanlılar’ın (Young Ottomans) girişimleriyle 23 Aralık 1876’da 1. Meşrutiyet’in; İttihat ve Terâkki’nin girişimleriyle 23 Temmuz 1908’de 2. Meşrutiyet’in ilânları, -tüm beklentilere ve umutlara rağmen-, Osmanlı siyasal yapısında dönemin zamanın ruhunu (Zeitgeist) yansıtan Parlamenter yönetim anlayışının gerçekleştirilememesinin örnekleri olmuştur.

Bu iki tecrübeyi, tarafların hangisinin haklılığı veya haksızlığından ziyade, 23 Nisan 1920 sürecinde itici faktörler olarak değerlendirmek gerekir.

Bu noktada, 23 Nisan Meclis hareketi sadece, dönemin İstanbul hükümeti ile yaşanlarla değil, Osmanlı’nın 1839’dan itibaren ve/ya Bedri Gencer Hoca’nın yaklaşımıyla, 3. Selim’den itibaren yaşanan süreçlerle birlikte değerlendirilmeyi hak ediyor.

Halife ve halifelik

Ve bunun ötesinde...

Hem 1876 ve hem de 1908’in her halükârda birincil aktörü konumundaki 2. Abdülhamit’in 31 Mart 1909 vak’asının ardından “hâl” edilmesi, salt bir “Abdülhamit düşmanlığı”nın göstergesi olarak anlaşılamaz...

Aksine, bunun ötesinde söz konusu bu gelişme, “iktidar”ı elinde tutan bir ‘halife’den ziyade, iktidar’la uyumlu ve sınırlandırılmış anayasal haklarıyla sembolik bir dini-kuruma dönüşün izlerini taşır.

Bu durum bir anlamda, 1838 Tanzimat Fermanı’yla siyasal yaşamının ve bu yaşama hakim kurumların yani, “ordu, devlet ve hukuk” sistematiğinin yeniden biçimlendirilmesi çabasının”[2] dışında ve ötesinde neredeyse tüm içeriğiyle, “halifelik” makamına karşı geliştirilen bir siyasal tutumu yansıtır. 

İslamcı çevreler

Amit Bein’in ortaya koyduğu üzere,[3] Osmanlı son dönem entellektüel yaşamındaki çoğulluk içerisinde İslamcıları da barındıran bir nitelik taşır.

İslamcıların, en azından bir bölümünün veya kendini İslami hassasiyetlere sahip bireyler olarak gördükleri anlaşılan siyasilerin ve entellektüellerin yerine kısaca bakmakta yarar var.

Genç Türkler (Young Turks) ve İttihat Terâkki bağlamına yoğunlaşan ve bu yapının -haklı veya haksız- dengesiz bir şekilde seküler kadroların ve bu kadroların en azından bir bölümünün dış çevrelerin kuklası olmaları iddiası yaygındır. Bu hususu destekleyici mahiyette önemli bir değerlendirme ise, 31 Mart vakasına yönelik, “… Masonlar’ın talimatlarını yerine getirmeye çalışmaları…”[4] söylemidir.

Bunun karşısında, bu yapı/lar içinde var olduğu anlaşılan İslamcı çevrelerin veya kendilerine bu siyasi etiketi layık görmemekle birlikte, Müslümanca hassasiyetle hareket eden entellektüellerin, akademisyenlerin ve siyasilerin nerede durdukları konusunun göz ardı edilmemelidir.

Bu noktada, Abbas Halim paşa, Sait Halim Paşa, Ubeydullah Efendi gibi isimlerin yanı sıra, İslami hassasiyeti göz ardı etmeyen bununla birlikte, ‘eklektik’ bir ideolojik zemin tutan Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu gibi entellektüelleri de unutmamak gerekir.

Anadolu Hareketi ve Halifelik olgusu

Tarihsel aktörler ve faktörler noktasında, bu önemli toplumsal çevrenin göz ardı edilmesinde, hiç kuşku yok ki, bizatihi halifelik kurumu merkezi bir nitelik taşıyordu. Burada, gizli/açık bir çatışmanın var olduğunu ve tartışmaların odağını da bunun oluşturduğunu söylemek gerekir.

Öyle ki, bir dini-toplumsal/siyasal kurum olarak ‘halifelik’ ile bu dini-toplumsal/siyasal kurumda yer alan şahıs veya şahısların yani, halifelerin niteliklerinin birbirinden ayrı değerlendirilmeye tabi olduğu anlaşılıyor.

Kurumu mu yoksa kurumda yer işgal eden şahsı ve/ya şahıslarımı -yani, halifeleri mi- yok saymak gerektiği konusu herhalde, o dönemin iç ve özellikle de, dış şartları bağlamında üzerinde pek durulmayan bir nitelik taşıyordu.

Meclis söz konusu olduğunda akla gelen ilk gelişme hiç kuşku yok ki, ilki 23 Aralık 1876’da ve ikincisi, 23 Temmuz 1908’de açılan Meclis-i Mebusan yani, Osmanlı’nın farklı vilayetlerinden Müslüman ve gayri-Müslüm ahalinin temsilcileri olarak gelen, Millet Meclis’leridir.

Bu noktada 23 Nisan 1920’de açılan Meclis’le birlikte, yaşanan bir diğer önemli gelişme ve Meclis-i Mebusanlardan farklılaşan yapı, özellikle 2 Mayıs 1920’de icra vekilleriyle ilgili kanunla ortaya çıkan, yasama ve yürütmenin Meclis’in bünyesinde toplanmasıdır.[5]

Karar süreçleri

2. Abdülhamit’in, 27 Nisan 1909’da tahttan indirilmesi ve akabinde, aynı gün veliaht Mehmet Reşad’ın padişahlığa ve de dolayısıyla halifelik makamına getirilmesi,[6] İttihad-Terâkki unsurlarının hanedanlık ve özellikle de, halifelik makamına yönelik siyasi duruşlarını ortaya koyan bir delil hükmündedir.

Bu siyasi kararın, salt İttihat-Terâkki’deki seküler ve dış çevrelerin kuklası konumunda olduğu düşünülen unsurların etkili olduğunu düşünmek yerine, kendilerine İttihat-Terâkki içinde yer bulmuş İslamcı çevreler veya Müslümanca duruş sergileyen bireylerin varlığına ve bunların çeşitli karar süreçlerindeki rollerine vurgu yapmak gerekir.

Bu noktada, bazı araştırmacıların örneğin, Said Halim Paşa özelinde dikkat çektikleri bazı hususlar yeniden yorumlanmaya ve eleştirilmeye muhtaçtır.

Öyle ki, Said Halim Paşa’nın, “İttihat ve Terâkki Cemiyeti’ne kayıtsız bir şekilde bağlanmamış, hatta cemiyet içerisindeki aşırılıkları engellemiş ve adeta dengede tutmuştur”[7] söylemine açıklık getirmek gerekir.

Öyle ki, İttihat ve Terâkki sıradan bir siyasal kurum değil, yapılanması gayet gizli ve sınırlı kişilerle tutulması dikkate alındığında, Sait Halim Paşa’nın “kayıtsız bağlanmamış” ifadesinin ne kadar gerçeği yansıttığı tartışmalıdır.

Bu cemiyete inanmamış -Said Halim Paşa gibi- bir kişinin uzun yıllar denilebilecek şekilde hareketin/partinin üst yönetiminde yer alması, bu yapının öneri ve desteğiyle sadrazamlığa getirilmesi ve hatta istifasına kadar bütün bir 1. Dünya Savaşı boyunca İttihat ve Terâkki politikaları içerisinde yer alması gayet önemlidir.

23 Nisan tarihi, Anadolu Hareketi’nin İstanbul işgali karşısında geliştirdiği siyasal bir eylem ifadesi değildir. İttihat Terâkki gibi görece yakın ve 1839 Tanzimat Fermanı gibi uzak geçmiş bağlamında değerlendirilmeyi hak etmektedir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/bir-siyasi-donusumun-ifadesi-olarak-23-nisan-23-april-as-an-expression-of-the-political-transformation/



[1] Selahattin Selek. (2007). “Büyük Millet Meclisi”, İlk Meclisin Perde Arkası: 1920-1923, Rıza Nur; Grace Ellison, İstanbul: Örgün Yayınevi, s. 5, 9.

[2] H. Aliyar Demirci. (2011). “Osmanlı Meşrutiyet Dönemi (1876-1918)”, Yakın Dönem Türk Politik Tarihi, (ed.), Süleyman İnan, Ercan Haytoğlu, 3. Baskı, Ankara: Anı Yayıncılık, s. 4. (3-42).

[3] Amit Bein. (2007). “A ‘Young Turk’ Islamic Intellectual: Filibeli Ahmet Hilmi and the Diverse Intellectual Legacies of the Late Ottoman Empire”, International Journal of Middle East Studies, Vol. 39, No. 4, (Nov.). (607-625).

[5] Şevket Süreyya Aydemir. (2018). Tek Adam Mustafa Kemal, 1922-1938, Üçüncü Cilt, 35. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi, s. 134.

[6] Metin Hasırcı. (2016). Abdülhamid’in Şifre Katibi Mehmet Selahattin Efendi’nin Anıları: İttihat ve Terakki Cinayetleri, İstanbul: Parola Yayınlar, s. 47.

[7] Ali Haydar Beşer. (2013). “Said Halim Paşa’nın Düşünce Dünyası Ve İktisadi Meselelere Bakışı”, Kırklareli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Yıl: 2013, Cilt: 2, Sayı: 1, s. 15.

Hiçbir şey olmamış gibi davranıyoruz!

Mehmet Özay                                                                                                                            22.04.2023

Ağlanacak halimize gülüyoruz... 

Bayram yapıyoruz, başımızı ellerimizin arasına alıp düşünmemiz gerekirken...

Allah’ın, “akletmez misiniz, düşünmez misiniz?” yönündeki uyarılarına/sorularına, “Ya Rab, affet bizi... Anlamıyoruz ne demek istiyorsun? Açıklar mısın, nedir bu akletmekten, düşünmekten maksadın?” diyoruz sanki...

Tıpkı, Hz. Musa’nın ilettiği emir karşısında, “Ne türdür bu inek? Rabbi’ne sor Musa. Bize açıklasın? Yaşı kaç, rengi ne?” diye aklı hasara uğratacak sorularla, Hz. Musa’yı köşeye sıkıştıran Yahudi milleti gibi neredeyse...

“Size Kur’an-ı anlayasınız diye Arapça indirdik” ifadesine karşı, 1444 yıl sonrasında Kur’an-ı en iyi anlayacağı varsayılan Arap toplumu başta olmak üzere ne Kitab’ın Arapçası, ne diğer dillerde tercümeleri anlama eylemini gerçekleştirmemize pek yaramıyor anlaşılan...

Müslüman coğrafyalarda savaşları, kardeş savaşlarını, haksız savaşları sürdürüyoruz Kur’an-ın barış mesajını yok sayarak...

Anlamamakta ısrar ediyoruz, din’in gayesinin (maqasıd al-shariah) “aklı, nesli, hayatı, malı ve dini korumak” olduğu söylemini dilden düşürmeden ancak, pratikte bunların ne anlama geldiğini, nasıl bir yaşam ve toplum inşa edilmesi gerektiğini pek de hesap etmeden yaşıyoruz.

Hiçbir şey olmamış gibi davranıyoruz...

Modern dünyanın içerisinde ve bu dünyanın acımasız dayatmaları karşısında, ‘dini bütün olma yolunda’ gayrette imişiz gibi tavır geliştiriyoruz. Bireysel ve toplumsal yapmacıklıklarımızı görmezden geliyoruz tek tek ve bütün olarak... Aynaya bakmıyoruz kendimizden utanmamak için...

Ramazan’ı yaşıyoruz modern koşuşturma içerisinde...

Cami’de teravih, hatm-i şerifler, teheccüdler, sahurlar, sabah namazları vs. günün önemli bir bölümünün sıkıştırılmaya çalışıldığı ibadetlerin yanı sıra, modern yaşamın zorunluluğuyla sabah 8.00’de iş başı yapmayı başarıyoruz vesselam...

Gün boyu büyük bir enerji ve gayret ile işimizi hallediyor, dünyamızı/dünyalığımızı kazanıyor, ruh-u sükun içerisinde evimizin yolunu tutuyoruz, iftarı bekliyoruz Kur’an’la ve sabırla...

Yok, pek de öyle değil galiba, yaşadığımız gerçeklik... Olan biten, galebe çalan bir modern yaşam koşuşturmacısının peşinden gitmemiz oluyor inadına.... Ramazan’dan aldığımız kazanım mı... O da, biraz “-mış gibi” yapmamıza kurban gidiyor.

İki arada bir derede olmanın kırılganlığını, yoksunluğunu hissetmemeye çalışıyoruz... Varsın olsun, “her iki dünyayı da” hallederiz biz evvel Allah... Hem bu dünyaya çalışırız, hem öte dünyaya.

Bu dünyanın hangi dünya olduğunu hesap etmeden... İçinde yaşanılan, kaynağı belli belirsiz sermayenin, reklâmın, teşhirciliğin/gösterişçiliğin, tüketimin bolca sarf edildiği anın yani, modernitenin ne anlama geldiğini düşünmeden, akletmeden kabulleniriz gündelik gerçekliği...

Fark etmeyiz, etmek istemeyiz “Ya Hu!. Ramazan’ın bunlarla ne alış verişi vardır birader!”

“Hayayı kuşanın” diyen dinin öğretisini tıpkı, “Söyle ya Musa Tanrı’na da, bize açıklasın ne türdür bu inek....” diyen Yahudi milletinin anlam sorgulamasını yaparcasına, “Ya Rab, nedir haya’dan kastın? Anlamıyoruz!... Açıklar mısın?” diye soruyoruz gizli/açık 1444 yıl sonra... Anlamayı anlamakta zorlanıyoruz... Ya da “-mış gibi” yapıyoruz...

“Örtünün!” derken, örtüyü “haya” ile birleştiren yüce anlayışı unutup, “Örtüyü başa takıp, bedenin geri kalanı üzerinde ne yapacağımız sorusunu sorma becerisini ve düşünme gücünü unutmuş bir dönemi tecrübe ediyoruz her birlikte...

Erken dönem antropologların verilerinde dikkat çekilen, “bedeninin görülmemesi gereken yerlerini örten ‘yerlilerin’” diye başlayan cümleler aslında, kendi toplumsal gerçeklikleri içerisinde yerlilerin tecrübe ettikleri haya’ya gizli/açık vurgu yapmıyor mu? Öte yandan, biz yerlilerin haya’sından dahi uzak bir döneme mi tanıklık ediyoruz bugün acaba?...

Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı yapmayalım!... “Örtülmesi gereken yerleri” ifadesine muhatap olan kadın değil sadece... Erkek de...

İlâhi emrin, düşüncenin, hikmetin, vicdanın ortak yönlendirmesiyle nasıl bir kılık-kıyafet içinde olmalıyız, kılık-kıyafete nasıl bir anlam katmalıyız vb. sorularını sormuyoruz... Bu sorgulamayı yapamadığımız gibi, haliyle utanmamız gereken yerde, utanma eğilimi/davranışı da sergileyemiyoruz...

Hiçbir şey olmamış gibi davranıyoruz...

Eşimizle, çocuklarımızla, komşumuzla, hısım akrabamızla... Ahlâki olanı, erdemli olanı gündelik yaşamın içine yerleştirmede kognitif becerilerimiz yeterli olamıyor maalesef...

Örtünüyoruz işte... Piyasanın bize ‘emrettiği’ kadar... Reklâmın, modanın, gösterişin “örtü”yü bize sunduğu kadar... Yerlilerin haya duygusundan uzaklaşarak...

Entegre olsun istiyoruz düşüncemizin ve yaşamımızın... Bileğini bükemediğimiz Batı’nın, Batı’nın ürettiği modernite’ye paralel gitmek için, “Biz de varız sizinle birlikte” söylemini yüksek sesle dile getiriyoruz.

İşte kurtuluş çaresinin sihirli sözcüğü: “Entegrasyon!...”

Tabelâsında ‘medeniyet’ yazan kurumların içerisinde, temel medeni davranışları sergileyip sergilemedikleri gayet kuşkulu olan okumuş yazmış elitlerin söylem dağarcığının popüler kavramı: Entegrasyon...

Bu elitlerden biri çıkıp da, “Ya Hu! Entegre olacaktık da, niçin muhalefet ediyoruz Batı’ya; niçin verdik sömürge savaşlarını; niçin kazandık bağımsızlıkları” diye sorgulamıyor... “-mış gibi” yapıyoruz... Hikmet arıyoruz modernite’de...

Dünyayı ve insanı yok etmede önde giden moderniteyi, güya maqasıd al-shariah’ın ilkeleri ile ehlileştirmek mi istiyoruz?

“Verilen bunca mücadeleye, dökülen onca kana, kaybedilen onca mala değer miydi?” Bak ne kadar kolaymış sihirli sözcükle yola çıkmak: Entegrasyon.

‘Ahmet’ olmuştu zaten ‘Sir’, ümmeti kurtarmak için... Abduh da müftüyken Kahire’de kol kola değil miydi Blunt’la ümmeti kurtarmak için... Snouck’la yan yanaydı Seyyid Osman da (Uthman) Batavya’da...

Hiçbir şey olmamış gibi davranıyoruz!... 

Bayram yapıyoruz, başımızı ellerimizin arasına alıp düşünmemiz gerekirken...

https://guneydoguasyacalismalari.com/hicbir-sey-olmamis-gibi-davraniyoruz/

19 Nisan 2023 Çarşamba

2. Abdülhamit nerede hata yaptı? / In what policies did Abdülhamit 2 make mistakes?

Mehmet Özay                                                                                                                            19.04.2023

Birkaç yıl önce, özel bir televizyon kanalında bir programa katılan İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürü, programın merkezi konusu olan 2. Abdülhamit bağlamındaki görüşlerini ortaya koyuyordu. 

Sunucunun yönelttiği bir soru karşısında, “2. Abdülhamit çok hata da yapmıştır...” ifadesini kullanması dikkatimi çekmişti. Ve program konuğu bu akademisyen/bürokratın bu hataların, en azından birkaçını sıralayacağını ve bunlara dair açıklamalar getireceğini umarak merakla beklemiştim.

Ancak bayan sunucu, -mensubu bulunduğu medya organının hassasiyetlerinden hareketle olsa gerek-, “... Bunları geçelim efendim...” tarzında bir müdahalede bulunmuş ve konuğun bu alana dair düşüncesini yüksek sesle dile getirmesine gizli/açık mani olmuştu. Böylece, bir izleyici olarak konuya dair bilgilenme yönündeki merakım gerçekleşmemişti... 

Hem bir tarihçi-akademisyen kimliği, hem de bürokrat olmanın getirdiği çelişkileri bünyesinde taşıyan konuk -kendi özel yaklaşımı dışında ve ötesinde- aslında, genel bir eğilimi yansıtması açısından dikkat çekiyordu.

Bu eğilim, tarihsel gelişmeleri kendi akışı içerisinde objektif yaklaşımlara konu olacak şekilde ele almak, değerlendirmek, analiz etmek ve sonuç çıkarmak gibi süreçleri ortaya koymaya imkan tanımamasıyla dikkat çekiyor. 

Yitirilen taht ve savunmacı yaklaşım

2. Abdülhamit’in, 27 Nisan 1909 günü tahttan indirilmesiyle aslında, bir dönemin kapanıp yeni bir siyasal ve toplumsal dönemin açıldığı yönünde klişe bir ifade kullanmak mümkün. 

Ancak yaşananlar, böylesi keskin bir ifadeyi kullanmaya el vermiyor. Velev ki, böylesi bir ifade kullanılsa bile, ortaya çıkan sadece yaşanan gerçeklerin hasır altı edilmesinden başka bir işe yaramıyor.

Aksine, iktidarı sürecinde sadece, Osmanlı Devleti siyasetinde ve toplumunda yaşananlarla sınırlı olmayan bir iktidar tecrübesine sahiptir 2. Abdülhamit... Aslında, tam da bu durum, döneminin Doğu’lu ve Batı’lı siyasetçileri gibi, bir siyasetçi olarak 2. Abdülhamit’in de hatalar yapabileceğini gizli/açık ortaya koyuyor. 

Bununla birlikte, 31 Mart vak’ası gündeme getirilerek tahttan indirilmesiyle birlikte, 2. Abdülhamit’e yönelik değerlendirmeler, bir devlet başkanı olarak taşıdığı ve oynadığı rol kadar ve bunun ötesinde, uluslararası ilişkilerde öne çıkaran husus yani, ‘halifelik’ makamını kurumsal bir bünyeye ‘yeniden’ taşıma konusundaki çabasıyla bağlantılıdır.

Bununla birlikte, 2. Abdülhamit’in maruz kaldığı bir tür devrim teşebbüsüne gizli/açık sığınmak suretiyle, onun dönemi boyunca aktörü olduğu gelişmeleri anlama ve yorumlama çabasını savunmacı bir bağlama taşımak, tarihsel gerçeklikleri kısır bir döngüye indirgemekten başka bir anlam ifade etmeyecektir. 

Zengin veriler - kısır tartışmalar

Küresel anlamda bir yandan, Batı dünyası ile ilişkiler öte yandan, Müslüman dünyasını -en azından zaman zaman- içine aldığı söylenebilecek gelişmeler, 2. Abdülhamit döneminin bilimsel/akademik çalışmalar için gayet zengin bir içeriğe sahip olduğunu ortaya koyuyor.

Bunun yanı sıra, 2. Abdülhamit’in kişiliği, siyasi karakteri, bir dini unvan olarak taşıdığı halife sıfatı, başta Batı Avrupa ülkeleriyle olmak üzere uluslararası arenada yürüttüğü siyasi ve ekonomik ilişkileri birbirinden bağımsız olduğu kadar, birarada değerlendirilmeyi de hak ediyor.

2. Abdülhamit döneminin öncesi ve sonrası gelişmeleri de içine alacak şekilde genişlettiğimizde, Osmanlı Devleti’nin son elli yılının değişik açılardan değerlendirilmeye açıktır. Temel olarak iç ve dış faktörler şeklinde kategorilendirilebilecek bu alanlar, kendi içinde de dallanıp budaklanarak genişleyen bir çalışma alanı sunuyor.

Bu durum, 2. Abdülhamit dönemi ve/ya Osmanlı Devleti’nin son elli yıllık tarihini sadece, resmi ve gayri resmi Osmanlı kaynakları ile sınırlı olmayan aksine, farklı coğrafyalarda farklı dillerde ortaya konmuş kaynakları da dikkate almayı zorunlu kılıyor.

Bütünlüklü yaklaşım ihtiyacı

Dönemin yaşanan tüm siyasi ilişkileri ve değişimleri kadar, ‘iktidar’ olgusunu tüm açıklığıyla ortaya koyan otuz üç yıllık uzun dönem, aynı zamanda 2. Abdülhamit’in bir siyasetçi ve devlet adamı olarak, kendi bireysel gelişim ve değişim süreçlerini de içermesiyle açıkçası, oldukça komplike bir durumun ortaya çıkmasına neden oluyor.

Tüm bu zengin ve potansiyel araştırma alanı, farklı bilim dallarından araştırmacıları, kendi alanlarına özgü teorileri, metodolojileri ve yaklaşımları uygulamalarına imkân tanıdığı gibi, aynı zamanda analitik ve yorumsamacı yaklaşımların da güçlü bir şekilde gündeme getirilmesine elverecek bir durum arz ediyor.

En azından, akademi çevrelerinde bu yönde bir talepte bulunmanın yarar olduğuna kuşku bulunmamaktadır...

Hiç kuşku yok ki, 2. Abdülhamit dönemi içerisindeki tüm olan bitenlerden hareketle, genel itibarıyla bilimsel/akademik sebep sonuç ilişkileri, teorik yaklaşımlar, iç-dönemsel karşılaştırma, analiz ve yorum içeriklerini bir kenara bırakarak, bir tür aşağılık/üstünlük (inferiority/superiority) kompleksine indirgenen tutum ve tavırlar geliştirmek, sosyoloji ve siyaset bilimi gerçekliği ile uyuşmayan özelliklerdir.

Bir televizyon programına tanıklığım üzerine gündeme getirmeye çalıştığım hususun, sadece yukarıda dikkat çektiğim “2. Abdülhamit” konusu ile de sınırlı olmadığı aşikâr.

2. Abülhamit dönemini anlama ve değerlendirme konusunda yukarıda dikkat çektiğim husus, ülkenin entellektüel vechesi ve akademi dünyası vb. bağlamında önemli bir aksaklık olarak varlık gösterirken, bu ve benzeri eğilimlere farklı tarihsel figürler ve tarihsel gelişmeler ışığında tanık olmamak mümkün değil.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2-abdulhamit-nerede-hata-yapti-where-did-abdulhamit-2-go-wrong/

11 Nisan 2023 Salı

İslam düşüncesinde tecdid ve Batı’yı tanımlama çabası / Tajdid in Islamic thought and the effort to define the West

Mehmet Özay                                                                                                                            11.04.2023

Müslüman dünyasının, genel itibarıyla 19. yüzyıl ikinci yarısında başlayan yenilenme (tajdid) ihtiyacı, dönemin siyasal ve ekonomik gelişmelerinden bağımsız ele alınamayacak bir özellik taşır.

Haddi zatında, gündeme gelen veya getirilen yenilenme ihtiyacının, tam anlamıyla Batı Avrupa modernleşmesine doğrudan ve yoğun bir şekilde maruz kalınmasından neşet ettiği konusunda neredeyse ortak bir görüş vardır.

Bu konuda, daha önceki bazı yazılarda Batı Avrupa modernleşmesinin 19. yüzyıl ürünü olmadığı gibi, Müslüman toplumların bu modernleşme ile yüzleşmeye başlaması ve -örneğin, adı konulmuş olsun veya olmasın Pan-İslam (İttihad-ı İslam) bağlamında- verilen tepkiler de 19. yüzyılda ortaya çıkmış ve bu yüzyıl ile sınırlı olmadığını dile getirmiştim.

Bu yazıda, 19 yüzyıl ile 20. yüzyılda gündeme gelen yenilenme (tajdid) düşüncesi ve yapısının, Batı’da gelişme gösteren ve Aydınlanma düşüncesinin siyaset ve ekonomi alanındaki göstergeleri ve devamı niteliğindeki ideolojik yapılaşmayla yani, kapitalizm ve komünizm ile karşılaşmasına dair bir iki hususa değineceğim.

Söylenmesi gereken husus kısaca şudur: Fıkıh alimleri ve İslam düşüncesi alanında öne çıkan entellektüeller bir yandan tecdid düşüncesini ve sürecini gündeme taşırken, karşılarında eleştirilmeye değer bir Batı düşüncesi bulmuş ve bu anlamda, eleştirilerini gayet açıklıkla komünizme yöneltirken, kapitalizm karşısında genel itibarıyla sessiz kalmıştır.

Bu noktada, bir öneri olarak şunu söylemekte yarar var: Bugün dahi canlılığını koruduğu gözlemlenen bu durum, tarihsel olarak yeni baştan ele alınmayı hak edecek önemdedir. 

Bu çerçevede, tarihsel gelişim sürecine kısaca göz atmakta yarar var.

Yeni toplumsal olgular ya da modernite

Bu hatırlatmanın ardından, yenilenme ihtiyacı kendini eğitim, yönetim, askeri vb toplumsal kurumlar bağlamında gündeme getirirken, bu sürecin hiç kuşku yok ki, en ilgiye mazhar yanı, fıkıh ilmi bağlamında ortaya çıkmıştır.

Yenilenmenin yani, fıkıh alimlerinin (fukaha) var olan toplumsal olgular, sorunlar karşısında karar mekanizmasını harekete geçirecek şekilde içtihad kapısının ‘yeniden’ açılması talebi güçlü bir şekilde dile getirilmiştir.

19. yüzyıl şartlarında, Batı Avrupa sömürgeleşmesinin yaygınlaşması, yüksek sömürgecilik dönemi olarak anlaşılması gerekir. Batı ile Doğu’nun veya genel itibarıyla bakıldığında, Batı dünyası ile İslam dünyası arasındaki bu karşılaşmanın hızı ve yoğunluğu, içinde ve başta fıkıh ilmi kadar, İslam düşüncesinin de kendini yeniden tanımlama çabası sergilemesine neden olmuştur.

Birbirinden ayrıştırılması pek de mümkün olmayan fıkıh ve İslam düşüncesi alanında görüş beyan eden ve ‘alim’ sıfatını taşıyan bireyler ile entellektüellerin Batı’yı anladıkları ve bu çerçevede, fıkıh ilmi ve İslam düşüncesine yeni boyutlar kazandırma uğraşısında oldukları görülür.

19. yüzyıl ikinci yarısının özelliği, öne çıkan alimlerin ve/ya düşünce adamlarının kendilerine model olarak İngiliz düşünce sistemini/siyasetini/toplumunu almalarıdır. Bunun, gayet rasyonel bir yönü olduğunu düşünmek mümkün.

Öyle ki, bu noktada, İngilizlerin Ortadoğu’da Mısır ve Arap Yarımadası; Güney Asya’da Hint Alt Kıtası’nda Hindistan ve Bangladeş; Güneydoğu Asya’da Malay Yarımadası’ndaki varlıkları, Müslüman toplumlarda birbirlerine yabancı olmadığı düşünülmekle birlikte, farklı düşünce ekollerini doğurmuştur.

Bu gruplar arasında -örneğin Sir Seyyid Ahmad gibi- İngiliz eğitimliler kadar, İngiliz siyasal ve ekonomik yapısının ortaya koyduğu imkânlardan hareketle kendi okullarını ve kurumlarını inşa eden Müslüman bireyler ve grupların varlığı -örneğin Hadrami kökenli aileler- dikkat çeker.

Burada, bir yandan fıkıh’daki yeri itibarıyla söylemek gerekirse, Dar’ül Harb’de yaşama şartları ile Dar’ül Harbi yeniden yapılaştıran eden İngiliz toplumsal ve siyasal düşünce evreni içinde yaşamak arasındaki gidiş gelişler incelenmeye değerdir.

Savaşlarla verilen zorunlu ara

Yenilenme ihtiyacı ve düşüncesinde bir durağanlıktan bahsedilmemekle birlikte, 20. yüzyıl başlarında Birinci ve İkinci Dünya Savaşları bu süreci, -en azından bazı coğrafyalarda- inkitaya uğrattığından söz edilebilir.

Bu süreçte, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi, bilindiği üzere bağımsızlık süreçlerini de beraberinde getirmiştir.

Burada dikkat çeken husus, bir yandan Müslüman toplumların ve diğerlerinin Milliyetçi-İslamcı ve Sosyalist kökenli ve ağırlıklı karşı çıkışları ve mücadeleleri kadar, Batı Avrupa sömürgeci yönetimlerin artık sömürge topraklarının içinde yer alınarak yönetilemeyecek sorunları görmeleriyle, gizli/açık bir gönüllülükle sömürge topraklarından çekilmeye karar vermis olmalarıdır.

Batı Avrupalıların Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Hint Alt Kıtası’ndan geniş Malay dünyasına uzanan sömürgeleştirilmiş topraklardan çıkışları, yer yer kanlı ve şiddetli mücadelelere konu olmuştur.

Bunun ardından, yeni ulus-devletlerde ideolojik temellerin ne yönde tesis edileceği meselesi tartışmaya açıldığında, çatışmacı bir dönemin kahir ekseriyeti Müslüman olan toplumlarda cereyan ettiği görülür.

Aslında, bu durum bile bizatihi, sömürge güçlerin arkalarında bıraktıkları gayet önemli siyasal ve toplumsal ve de dini soruna/sorunlar kümesine tekabül eder. 

Bir yandan Cezayir ve Tunus öte yandan, Malaya Federasyonu (bir süre sonra Malezya Federasyonu olacaktır!) ve Endonezya Cumhuriyeti örnekleri bize, yaşanan gelişmelerin sadece, ulus-devlet ideolojilerini belirlemekle sınırlı değildir.

Burada temel sorun, bağımsızlıklar kazanılmıştır (veya tevdi edilmiştir!), ancak bağımsızlıkları talep eden ‘yerli’ iradeler arasındaki mücadelede, yeni/modern ulus-devletlerin kurumsal altyapısını belirlemede -sisteme bilerek ve isteyerek entegre olanlar dışında- Müslüman siyasetçi, ilim adamı, entellektüeller gizli/açık devre dışı bırakılmışlardır.

Tecdid düşüncesi ve Batı’nın ideolojik köklerine tepkiler

Bağımsızlıklar sonrasında çeşitli fıkıh alimlerinin ve özellikle de, İslam felsefesi ve düşüncesi alanındaki entellektüellerin -yakın geçmişten tevarüs edilen- yenileşme çabalarına yeniden ve ciddi anlamda başladıkları bir dönem doğmuştur.

Bu çevrelerin, ilk örnekleri 19. yüzyıl ikinci yarısında ortaya çıkan ve ardından, sömürge yapılaşmalarının mirası olarak modern ulus-devletler sürecinde içselleştirilmeye çalışılan modern eğitim kurumlarının yerine, İslami (modern) eğitim kurumlarının tesisi ve buna eklemlenen İslam felsefesi ve düşüncesinin ve biliminin modern şartlar içerisinde kendine yeniden alan açması çabasına tekabül eder.

Burada dikkat çekilmesi gereken husus, İslam felsefesi ve düşüncesi konusunda öne çıkan isimlerin hedef aldıkları ve karşılık vermeye çalıştıkları Batı düşüncesinin iki temel alanı olan kapitalizm ve konümizmden ikincisi üzerinden bir düşünce ortaya koymaya çalışmalarıdır.

İslami (ve modern) eğitim kurumlarında öğretici sıfatını taşıyan kişilerin nitelikleri; müfredat, ders kitapları ve içerikleri vb. ile Batı biliminin geldiği nokta ve bununla karşılaşmadan İslam düşüncesi alanında neşet eden yenilenmenin siyasal ve toplumsal karşılığı ne olmuştur sorusunu sormak gerekir.

Buna ilâve olarak, hem eğitim hem düşünce alanında karşı durulanın, ‘Hangi Batı?’ olduğunu da sormakta yarar var.

Dikkat çekici bir şekilde İslam felsefesi ve düşüncesini özellikle ‘tevhid’ kavramı üzerine temellendirmelerinin ardında, Batı modernleşmesinin önce gizli ve ardından, açık seçik ideolojikleşen yüzü yani, komünizm / materialist felsefe yer alır.

Ancak, aynı İslam düşüncesinin güçlü bir şekilde Batı modernleşmesinin süreçte gitgide yaygınlaşan ve genişleyen yüzü kapitalizme karşılık verip vermediği tartışmaya açıktır.

Oysa, ‘tevhid’ kavramı ve bu kavram üzerinde temellendirilen düşüncenin, Batı düşüncesinin bir yönünü hedef alıp öteki yönünü göz ardı etmesi gayet açık bir çelişkiyi içinde barındırıyor.

Bunda, İslam (modern) eğitimi ve İslam felsefesi ve düşüncesini gündeme taşıyan bireylerin ve çevrelerin ağırlıklı olarak İngiliz sömürge yönetimine tabi coğrafyalardan çıkmış olmalarının ve/ya bağımsızlıklar sonrasında İngiliz okullarında eğitim görmüş olmalarının doğrudan ve/ya dolaylı bir etkisinden bahsetmek mümkündür.

Bununla birlikte, İslam fıkhı ve İslam felsefesi ve düşüncesinin yenileşme gayretlerinin sona ermesi bir yana, çözüm arayışlarının sürdüğü dikkate alındığında yukarıda dikkat çekilen sorunun dikkate değer bir şekilde ele alınmasında yarar bulunmaktadır.  

https://guneydoguasyacalismalari.com/islam-dusuncesinde-tecdid-ve-batiyi-tanimlama-cabasi-tajdid-in-islamic-thought-and-the-effort-to-define-the-west/

7 Nisan 2023 Cuma

Berkesinambungan: Bagasi Damai Iran-Arab Saudi dan Cina

Mehmet Özay                                                                                                                            06.04.2023

Pembicaraan tentang Cina dan perdamaian adalah hal yang tidak sering terhidang hingga perkembangan baru baru ini. Pemerintah Cina yang sukses meyakinkan Iran dan Saudi Arabia untuk duduk dalam satu meja dan menyepakati perdamaian telah menguatkan bahwa ada jalan baru untuk hubungan internasional global. Para pengamat tentu saya bergegas mendiskusikan persaingan Amerika dengan Cina.

Kesepakatan 10 Maret di Beijing yang dipimpin oleh Wang Yi, diplomat top Cina, adalah fase baru dalam proses perdamaian Timur Tengah, yang berhasil membuktikan kerja keras yang historikal sekaligus membangun rasa optimis dalam hubungan internasional saat ini.

Meskipun pemerintah Cina diundang untuk menjadi perantara perdamaian oleh Saudi dan Iran, setelah beberapa keterlibatan awal melalui berbagai negara regional seperti Irak dan Oman, proses tersebut dilakukan secara konstruktif oleh birokrat urusan luar negeri Cina. Undangan ini telah menunjukkan posisi kuat Cina dalam hubungan Internasional Timur Tengah. Prestise politik global ini mendukung dengan pernyataan Qin Gang, Menteri Luar Negeri Cina, bahwa elit politik Cina telah mendapatkan kepercayaan diri sebagai pembawa perdamaian di kancah global.

Kesepakatan ini menuai kembali harapan untuk membangun Timur Tengah yang damai. Namun juga merupakan kenyataan pahit bahwa masih banyak persoalan yang harus diatasi antara Saudi dan Iran seperti, peningkatan hubungan bilateral, solusi rasional terhadap konflik Yaman, situasi di Lebanon dan sebagainya. Kesepakatan dan persoalan-persoalan yang menunggu resolusinya tentu tidak mudah diakhiri dalam waktu singkat.

Di sisi lain, tindakan nyata pertama adalah pembukaan kembali kantor misi kedua negara setelah jeda tujuh tahun di masing-masing negara dalam beberapa bulan mendatang. Dan selanjutnya, langkah yang akan datang adalah mempraktekkan pasal-pasal yang relevan dalam Perjanjian Umum untuk Kerja Sama (1998) dan Perjanjian Kerjasama Keamanan (2001) dan perjanjian antara Saudi dan Iran untuk meningkatkan proses perdamaian.

 

Ketentraman Global adalah prioritas selanjutnya

Faisal bin Farhan, Menteri Luar Negeri Saudi, menekankan, sesaat setelah kesepakatan, agar terwujudnya “kemakmuran dan stabilitas bagi semua orang di kawasan” telah cukup membesarkan harapan bahwa kesepakatan adalah langkah positif, setidaknya bagi pencegahan potensi konflik militer terbuka antara Saudi dan Iran.

Di luar semua hal lainnya, proses ini memiliki pandangan dan kabar baik bagi komunitas global yang menginginkan perubahan mendesak dalam hubungan internasional, sebagaimana perkembangan pesimistik disebabkan bermacam faktor seperti perang dagang antara AS dan Cina, Covid -19, Perang di Ukraina-Rusia, bangkrutnya bank-bank Eropa, krisis ekonomi global dan sebagainya. Belum lagi soal rasa percaya antara Saudi dan Iran yang masih diragukan kekuatannya.

Meskipun proses perdamaian antara dua negara Muslim terus-menerus dimoderasi oleh berbagai negara kawasan seperti Kuwait, Pakistan, Irak, dan Oman hampir dalam 8 tahun terakhir sejak pemerintahan Donald Trump, yang kebijakannya menargetkan Iran secara implisit atau eksplisit, demi mendukung langkah-langkah keamanan Israel. Perangkat ketahanan Pemerintahan Amerika dibawah kepemimpinan Trump mendorong persekutuan dengan Saudi, khususnya, melalui kesepakatan senjata yang kemudian memperburuk perdamaian regional secara signifikan, dengan pertimbangan menggiring permusuhan lebih dalam dengan Iran.

Keberhasilan Cina dalam perdamaian Iran dan Arab Saudi menggelitik para pemerhati hubungan internasional soal apa sebetulmnya yang membedakan kebijakan AS dan Cina soal Timur tengah. Tentu secara gambaran besar, keberpihakan Amerika pada Saudi dijurui oleh keuntungan dari persenjataan tingkat tinggi sembari secara berangsur “memukul samping” Iran. Sedangkan Cina memiliki kebijakan yang sangat pragmatis, yaitu tidak memihak salah satu negara tersebut.

Jika dilihat secara kumulatif, keterlibatan pemerintah Cina dalam proses perdamaian Timur Tengah mungkin akan menyebabkan Cina dan hampir seluruh negara kawasan memiliki kesamaan poin yang saling menguntungkan. Dalam perspektif ini, akan terlihat jelas bahwa akan ada banyak proses perdamaian yang konstruktif dalam konflik Yaman dalam waktu dekat.

Kegagalan Amerikalah yang membuka pintu meroketnya pengaruh Cina, padahal ia adalah aktor baru dalam politik regional. Negara-negara Timur Tengah akan menerima upaya Cina tanpa prasangka yang berarti disebabkan oleh putihnya jejak rekam Cina dalam soal perdamaian.

Melalui langkah strategis 10 Maret, pemerintah Cina bertujuan untuk merekonstruksi tidak hanya antara Arab Saudi dan Iran tetapi juga akan berdampak lebih besar di Timur Tengah, dari Maroko hingga Pakistan.

 

Menang bersama

Bagi Cina sendiri, ini memang langkah yang sangat praktis dalam banyak hal. Dengan demikian, pada tahap yang sangat kasat mata, perundingan perdamaian ini lebih bermakna untuk mengamankan impor sumber daya alam dari kedua negara di Timur Tengah tersebut.

Orang mungkin berpikir bahwa peran Cina di Timur Tengah mungkin mengejutkan banyak kalangan. Namun, langkah politik pemerintah Cina dalam hubungan internasional baru-baru ini membuktikan bahwa Cina tidak hanya memposisikan dirinya untuk ikut serta dalam kompetisi dan keamanan energi (dalam lingkup militer) sebagai negara importer dari Timur Tengah.

Analis politik telah mengamati perubahan dan kemajuan bertahap dalam minat pemerintah Cina terhadap politik Timur Tengah dalam kerangka yang berbeda. Sebagaimana telah banyak diamati, Cina menunjukkan konsistensi yang kuat untuk menjadi kekuatan dunia dalam beberapa dekade terakhir. Elit politik Cina pun telah memahami bahwa Timur Tengah adalah geografi yang harus terus-menerus dilibatkan secara baik, tidak hanya dalam konflik dan perdamaiannya.

Sebagai perantara perdamaian Timur Tengah, Cina kini menjadi partner yang sangat penting. Tidak salah jika terdapat argument bahwa Cina hampir mewujudkan citarasa pengaruhnya di dunia global yang secara alamiah harus mempertimbangkan Kembali proyeksi kerangka kerja dan keamanan Amerika di seluruh kawasan.

Akhirnya tanpa lupa mengakui meskipun fase baru ini tidak bisa terjadi tanpa keterbukaan Iran dan Arab Saudi yang mengundang Cina sebagai pihak penengah, Ketiga pihak diharapkanbisa  menindaklanjuti secara berkelanjutan persoalan-persoalan yang masih ada hingga stabilitas dan keamanan semua negara dapat terjamin dalam waktu lama. 

https://epaper.waspada.id/epaper/waspada-kamis-6-april-2023/