31 Ocak 2019 Perşembe

Malezya’da siyaset, gelenek ve değişim / Politics, tradition and change in Malaysia


Mehmet Özay                                                                                                                       31.01.2019

Malezya’da son bir yıl içerisinde iki önemli tarihi gelişme meydana geldi. İlki 9 Mayıs seçimlerinin ardından 61 yıllık iktidar değişti. Ardından, ülkenin 15. Federal sultanı, beş yıllık görev süresini tamamlamadan, daha iki yılı yeni dolmuşken görevinden ayrıldı. Her iki değişiklik sembolik önemleri kadar, Malezya toplumunun siyasi ve sosyal yapısına dair bazı ipuçlarını içinde barındırmaktadır.

Bu iki değişimin, ülkede kemikleşmiş yapıların sarsılması anlamı taşıdığına kuşku yok. Bu bağlamda, yakın geçmişte neler olduğuna kısaca değinmekte yarar var.

1980’li ve 90’lı yıllarda Malezya kalkınma hamleleri ile gündeme gelmişti. Soğuk Savaş yıllarının neredeyse her üçüncü dünya ülkesi için geçerli olan kalkınma söyleminde Malezya bir adım önde olmanın avantajını sürekli yaşadı.

Bunda, İngiliz sömürge dönemindeki siyasal ve sosyal tabakalaşmanın oluşturduğu yapılaşmanın etkisi olduğuna kuşku yok. Bununla birlikte, ‘yerlilik’ ‘Asyalılık’ söylemlerinin de aynı dönemde ortaya çıktığına şahit olunmuştu. Dönemin başbakanı Dr. Mahathir Muhammed, önce Japonya ve ardından Asya Kaplanları ile Doğu ve Güneydoğu Asya’da gerçekleşen ekonomik kalkınma ve endüstrileşme süreçlerini ‘Look East’ adını verdiği politikasıyla fiiliyata geçirdiği üzere bir model olarak alıyordu.

Çok etnikli ve çok dinli toplumsal yapısıyla dikkat çeken Malezya’da ekonomik kalkınmanın, salt maddi kalkınma anlamı taşımadığı, aksine bundan da öte ulus-devlet sürecini gerçekleştirmedeki sorunları ve hatta potansiyel tehlikeleri dikkate alındığında vazgeçilmez bir önem arz ediyordu.

Mahattirli yılların ardından, yani 2003’den 2018 yılına kadar geçen süre zarfında Abdullah Ahmad Badawi ve Necib bin Razzak hükümetlerinin ekonomideki belki kağıt üzerinde olumlu görülen ancak kamu vicdanını zedeleyen gelişmeler ve olumsuzluklar aynı zamanda toplumsal ve siyasal taleplerin artışını da körüklüyordu.

Bu dönem, yukarıda dile getirilen ulusal barışı tehdit edici boyutları örneğin anarşi boyutunda ulaşmak yerine, toplumsal tepkiler bağlamında siyasal ve toplumsal ‘reform’ algısının giderek yükseldiği ve bunun siyasal zemininin muhalefet partilerinin ortak paydada biraraya gelmesi gibi önemli bir sonuç doğurdu.

Bu süreç, 2008 ve 2013 seçimlerinde köklü iktidar kolisyonunun federal mecliste üçte ikilik çoğunluğu yitirmesi ve 13 eyaletten 5’inin -daha sonraki değişiklikler bir yana- muhalefet kaptırılması gibi siyasi sonuçları gündeme getiriyordu.

Bu süreçler dikkate alığınında, 2018 Mayıs’ında yaşanan siyasi tsunaminin geliyorum dediği ortadaydı. Ancak iktidarı altmış yıl gibi uzun süre elinden bırakmayan gücün kontrol edebileceği alanların gücüne rağmen, ‘reform’ çağrısı yirmi yıl gibi bir süre de sürse en azından siyasal iktidar değişimi bağlamında karşılığını buldu.

Elbette bu değişim, Malezya özelinde siyasi iktidarın bir partiden diğerine geçişi anlamı taşımıyor. Aksine, sistemik kurumsal ve bunun toplumsal karşılığı olarak sosyal kesimler nezdinde arzu edilir ve kabul edilebilir değişimleri tetiklemesi gerekiyor.
Yeni iktidar ile ülke artık ‘Yeni Malezya’ olarak adlandırılırken, varsayılan değişimlerin kısa bir sürede ortaya çıkmasını beklemek ise toplumsal gelişmelerin doğasıyla örtüşmüyor. Yeni iktidar yapısını oluşturan kadroların devlet işleyişine adapte olmaları, eskinin kalıntılarının ve kemikleşmiş unsurlarının dayanaklılığının kırılması gibi siyasal ve kurumsal bir nitelik taşıyor. Bu süreçte, deneme yanılma bir metod olarak kullanılabilirse de, bunun yerine sürdürülebilir bir siyasal yapılaşmanın hayata geçirilmesi gerekiyor.

Bunun yanı sıra, halk katmanlarının bu yeni siyasal ortam ve bunun getireceği varsayılan değişimleri öngörme, bu süreçlere adaptasyan ve aktif katılma gibi sosyo-psikolojik gereklilikleri karşılaması gerekiyor.

Bu ve benzeri unsurlar, iktidar yapısının değişmesinin ardından toplumsal değişimin sürdürülebilirliği için gerekli hususlar. Tabii bunun işlerlik kazanabilmesi için farklı toplumsal kesimlerin kendinde, eleştirel ve analitik bir düşünce ve pratiğe sahip olması kaçınılmaz.

Bunun yerine, alışılmış ve bu alışılmışlık içerisinde kazanılmış olan maddi ve manevi olmayan unsurlarla yaşama pratiğini devam ettirmek ise toplumun, en azından belli kesimlerine kolay geldiğini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu noktada, akıllara Malay-Müslümanlara yönelik ‘pozitif ayrımcılık’ kavramı ve uygulaması geliyor.

Anayasaca belirlenmiş olan bu hak karşısında geçmişten sirayet eden engellemelerin önüne geçme adına yürürlüğe konmuş bu yapının, günün getirdiği koşullar dikkate alındığında etnik ve dini toplum kesimleri arasında siyasal ve ekonomik çıkarların çatışması anlamı taşımadığı söylenemez. Uzun bir dönem uygulama bulan bu yaklaşım karşısında özellikle Malay-Müslümanların yapısal dönüşümler karşısında tepki vermemesi düşünülemez.

Öte yandan, her türlü genellemenin içinde barındırdığı yanlışa sapmamak gerekir. Bu anlamda, örneğin, ülkedeki diğer etnik ve dini yapılar içerisinde ekonomik varsıllıktan pay almayan kesimlerin de olduğu dikkate alındığında yeni iktidarın ortaya koyması gereken ekonomik ve sosyal politikaların çok daha kapsayıcı olması kadar, bir o kadar da sorunlarla yüzleşmesi gerekiyor.

Siyasal ve ekonomik çıkarlar dendiğinde yönetimde Malay haklarının koruyucusu kabul edilen başsavcılığa, geçen yıl seçimler sonrasında yapılmak istenen yeni atama sürecinin iki hafta gecikmeyle Haziran başında gerçekleşmiş olması bunun göstergelerinden biriydi. Bu gecikmeye sebep olarak ise avukat Tommy Thomas’ın Malay-Müslüman olmaması gösterilmişti. Federal sultanın onayı gecikmeli gelirken, yapılan açıklamada Müslüman-Malayların haklarının korunmaya devam edileceği de kamuoyuyla paylaşılmıştı.

Malay-Müslüman ve pozitif ayrımcılık konusu tartışmalarında göz ardı edilen bir husus var ki o da, ülkede başka etnik yapılara mensup Müslümanların da var olduğu gerçeğidir. Bunlar arasında Çin ve Hint kökenliler kadar, Orang Asli toplumsal grupları içerisinde de Müslüman olanların varlığı söz konusudur. Ve bu toplumsal yapılar, yukarıda dikkat çekilen pozitif ayrımcılık uygulamasından istifade etmek yerine, kendi ayakları üzerinde var olma mücadelesini sürdürmeye devam ediyorlar.


27 Ocak 2019 Pazar

Mindanao’ya Barış / Peace in Mindanao


Mehmet Özay                                                                                                                        27.01.2019

foto:philstar.com
22 Ocak’ta Mindanao Adası’nın batısında ve Sulu Takımadaları’nda yapılan referandumda çıkan ‘evet’ oyları Müslüman Moro halkının barışla buluşması anlamı taşıyor. Bu referandum, 2014 yılında imzalanan barış anlaşmasının ardından gündeme gelen Bangsamoro Organik Yasası temel alınarak Müslüman Mindanao Bangsamoro Özerk Bölgesi’nin hayata geçirilmesine olanak tanıyacak.

1969’da kurulan Moro Ulusal Kurtuluş Örgütü (MNLF) ile başlayan bağımsızlık mücadelesi, 1976 yılındaki ilk barış görüşmelerinin ardından, merkezi hükümetin 1987 anayasasında, bölgede Müslüman Mindanao Özerk Bölgesi adıyla özerk yönetimin hayata geçirilmesine olanak tanıyan düzenleme ile devam etmişti.

Ancak, söz konusu özerk yönetimin işlevini yerine getirememesi ve sürecin bölge halkının yarar getirmemesi barışı akamete uğratmıştı. Moro Müslümanlarının mücadelesinde 70’li yıllarda öne çıkan MNLF’in yerini, zamanla Moro İslami Kurtuluş Örgütü’ne (MILF) bırakırken, hiç kuşku yok ki, Moro Müslümanlarını temsil makamındaki siyasi elit, Manila yönetimi ve uluslararası arenadaki değişiklikler barış sürecinin bugünlere taşınmasında rol oynadı.

MILF lideri merhum Selamet Haşim’in 2003 yılında vefat ettiği döneme kadar bağımsızlık talebinden vazgeçmediği, ancak ardından değişen bölgesel ve küresel şartların da zorlamasıyla bağımsızlığın yerini özerk yönetim talebiyle barış görüşmelerine başlandığı bir süreç almıştı.

Duterte: “Tarihsel adaletsizliği düzeltelim”
21 Ocak’ta Moro halkının Bangsamoro Özel Yasası ile yönetime geçilecek Özerk Yönetim Bölgesi’ne evet oyu vermesi, bölge barışı adına kuşkusuz ki önem taşıyor. Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte, referandumdan kısa bir süre önce yaptığı açıklamada, ‘Tarihsel adaletsizliği düzeltelim’ açıklamasıyla referandumdan ‘evet’ çıkmasını arzu ettiğini açıkça ortaya koymuştu.

Devlet başkanı, bu söylemiyle özerk yönetimi tanımaktan başka çözümün olmadığını ifade ederken, aslında nüfusun ve yönetimin kahir ekseriyetinin Katolik Hıristiyanların oluşturduğu ülkede özellikle de başkent Manila’da, barış sürecine köstek olmaya çalışan siyasi elit çevrelerine bir mesaj gönderiyordu.

Kendisi de Mindanao Adası Hıristiyanlarından olan devlet başkanı Duterte, Manila siyasi elitinin aksine bölgeyi iyi tanıyan biri. Davao belediye başkanlığı sürecinden itibaren bölge yönetiminde söz sahibi olması, devlet başkanlığına seçilmesinin ardından, her ne kadar sorunu ele alış tarzında değişiklik yapabileceği intibaını verse de, Duterte bugün referandumla kabul edilmiş olan özerk yönetimin hayata geçirilmesinde belki de son noktayı koyan isim oldu.

Bölge Müslümanlarına adalet
Bu referandumla bölge halkı özerk yönetime kavuşmuş oldu. 2022 yılında yapılacak seçimlere kadar devam edecek geçiş dönemi yönetimi MILF lideri Hacı Murad İbrahim’de olacak. Elde edilen hakların neler olduğuna kısaca değinmekte fayda var. Özerk yönetim çerçevesinde siyasi, ekonomik ve toplumsal-dini haklar başlığı altında toplanacak hususlar dikkat çekiyor.

Öncelikle, siyasi yönetimin Müslümanların elinde olması ve bölge parlamentosunun hayata geçirilmesi önemli. Merkezi hükümetin her yıl milli gelirin yüzde 5’ini özerk yönetime aktarması ve özerk yönetimin bölgede toplanacak vergilerin yüzde 75’ine sahip olması bölge yönetiminin gelirlerinden sadece bir bölümünü oluşturacak. Toplumsal-dini haklar açısından ise, bölgede İslami hükümlerin uygulamaya geçirilmesi bekleniyor.

Buraya kadar her şeyin oldukça normal seyrinde gittiğini, bu ve benzeri maddelerin, örneğin Açe Barışı’nda rastlandığı üzere bölgede barışa kapı aralayan önemli siyasal ve ekonomik koşullar olduğuna kuşku yok.

Bölgede güvenlik birincil amaç
Bu hakların uygulamaya geçirilebilmesi için bölgede güvenliğin sağlanması birincil koşulu oluşturuyor.

Anlaşma çerçevesinde MILF ordusu elindeki silahları bırakıp, bu yapının varlığına son veriyor. Ancak, barış anlaşmasının imzalandığı 2014 yılından itibaren zaman zaman ortaya çıkan ve en önemli gelişme olarak Mindanao Adası’nın en önemli şehirlerinden Marawi’de 2017 yılının Mayıs ayında yaşanan ve yaklaşık beş ay süren çatışma ortamı bölgede güvenliğin halen birincil konumda olduğunu ortaya koyuyor.

Referandumdan sadece birkaç gün sonra, yani bugün Sulu’da yaşayan katedral saldırısı da güvenliğin ne kadar hassa olduğunun son ve yeni bir kanıtıdır. 21 Ocak referandumun ardından 27 Ocak, Pazar yani bugün Sulu Adaları’nın önemli şehirlerinden Jolo’da şehir katedraline düzenlenen saldırı açıkçası bölgeyi yakından takip edenler için pek de sürpriz olarak algılanmıyor.

Bölge halkını temsil makamında olan MILF’in varlığına rağmen, çeşitli etnik ve ideolojik ayrımlar nedeniyle farklı silahlı grupların varlığı ve bunun ötesinde ‘uluslararası terör’ sınıflaması altında değerlendirilen yapıların bölgedeki faaliyetleri Bangsamoro özerk yönetiminin işinin hiç de kolay olmadığını ortaya koyuyor.

Kaldı ki, bölgede barış süreçlerine darbe vuran gruplar sadece ulusal düzeyde değil, uluslararası eylemleriyle de zaman zaman ortaya çıkıyorlar. Sulu Adaları’nın güneyinde Malezya ve Endonezya sınırlarını oluşturan bölgelere düzenlenen ve/ya bu iki ülke vatandaşları ve yabancı ülke vatandaşlarını hedef alan adam kaçırma eylemlerinin sürmesi güvenlik açığının bölgesel düzeyde seyrettiğinin açık bir göstergesi.

MILF’in gücünü kullanmalı
Hacı Murad İbrahim’in referandumdan hemen sonra yaptığı açıklamada, bölgede küçük ayrılıkçı grupların varlığının, barış sürecinde kafa karıştıran gelişmelerin ürünü olduğunu ve referandum sonrasında bunların varlığının önemsizleşeceği ve/ya uluslararası örgütlerden destek alamayacakları yönündeki açıklaması üzerinde durmak gerekiyor.

Bu noktada, MILF’in ‘küçük grupları’ kontrol edebilir bir siyasi iradeye sahip olduğunu söylemek zorlama olmayacaktır. Bölgede barışı istemeyenlerin sadece bu ‘küçük grupların’ varlığından ibaret olmadığını da aşikar. Çeşitli emellere hizmet edecek yapıların hazır olduğu veya üretilebilmesinin fazla zor olmadığı böylesi coğrafyalarda yerel siyasi güçlerin varlığı önem taşımaktadır.

Bu bağlamda, MILF ordusu silahları ellerinden bırakırken, bölgede güvenliği sadece ulusal, yani Filipinler ordusunun sağlayabileceğini düşünmek akılcı bir çözüm olarak değerlendirilmez. Yine barış sürecinde gündeme geldiği hatırlanan, MILF ordusu mensuplarının, en azından bir bölümünün güvenlik birimleri içerisinde yer alacağı konusu ise önümüzdeki süreçteki uygulamada tanık olunacak.

MILF yönetiminin gücünün siyasi alanda olduğu kadar, bölge güvenliği noktasında da yadsınmadan gündemde tutulmasında fayda var. Diğer hususlar bir yana, güvenlik noktasında Açe’de sergilenen başarılı sürecin örnek alınması gerekmektedir.

Marawi ve insan kaçırma eylemleri karşısında ulusal güvenlik birimlerinin başarılı olamaması karşısında rasyonel bir yaklaşım sergilenerek MILF’in varlığına değer verilmelidir. Aksi halde, güvenlik güçlerinin bu tip girişimler karşısındaki yaklaşımları, barış sürecinin geniş kesimlere ulaşmasını engelleyecek daha büyük kaoslara neden olabilir.

Özerk yönetimin geniş halk kitlelerinin toplumsal refahı için politikalar üretmesi kadar, silahlı grupların varlığına yönelik engelleyici tedbirlerin de bir an önce hayata geçirilmesi gerekiyor.


26 Ocak 2019 Cumartesi

Sömürgecilerin özgürleştirmeciliği / Emancipation of colonialism


Mehmet Özay                                                                                                                         06.01.2019

Sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası adı verilen olgular arasındaki ilişki sosyal bilimcilerin ilgisini çekmeye devam etmektedir. Bu olgular üzerindeki farklı görüş ve izahlar bir yana, bunları doğuş süreçlerinin birbirinden neredeyse beş yüz yıllık bir farkla gerçekleşmiş olması bile başlı başına bir tartışma konusu olmayı hak ediyor. Bu farka rağmen, sömürgecilik olgusunu modern döneme tekabül eden tarihsel ve coğrafi boyutunun ötesine taşımak suretiyle, neredeyse bilinen tüm insanlık tarihine şamil olacak yaklaşımlara da rastlanmaktadır.

Bununla, herhalde insan toplumlarında var olan iyilik-kötülük olgusunun bir yansıması ortaya konulmak istenmektedir. Aksi takdirde, her bir sömürgecilik evresinin ardından, onu aşan bir ‘post’ durumun, yani ‘sonralık’ın ortaya konulmuş olması gerekirdi. Ancak bunun böyle olmadığını ve bu post’luk durumunun geçtiğimiz yüzyılın ortalarından itibaren belirlemeye başlayan siyasal ve toplumsal değişmeler bağlamına tekabül etmesiyle farkına varıyoruz.

Modernleşmeyi veya modern durumu neredeyse yegâne gerçeklik payı olarak alan düşünce yapılarının, sömürgecilik söz konusu olduğunda bu kavram üzerinden bütün bir insanlık tarihini inceleme gereği duymaları oldukça ilginç. Bunun ardında, acaba modern sömürgecilik süreçlerinin başlatıcısı ve devam ettiricisi olan ve adına Batı Avrupa denilen coğrafyaya tekabül eden bölgeden zuhur eden milletlerin kabullenmek istemedikleri bir durumun olup olmadığı incelenmeye matuftur.

İşin kayda değer bir diğer yanı ise, sömürgecilik’in bitip yerine bir tür özgürleşmecilik intibaı veren sömürgecilik sonrasının başladığına hükmeden aklın neredeyse aynı akıl olmasıdır. Bu durum, şayet iyi bir şey ise, pek düşünmeden kabule şayan da olabilir. Ancak bunun, sağlıklı insan aklını kışkırtan bir yönün olduğuna da belki dikkat çekmek gerekiyor. O da, yarım milenyum boyunca sömürgeciliğe tabi tutulmuş halkların, kitlelerin kendi adlarına temsilci sıfatıyla ortaya koyabilecekleri veya koydukları düşünce adamlarının ve/ya çevrelerinin seslerinin duyulabilmesi şansının pek de mümkün olmadığıdır. İşte tuhaf olan da bu değil mi gerçekten!

Haddı zatında, işin sömürgecilik döneminde bu yöndeki yapılaşmalara bakılması bile bize bir ipucu vermeye kafidir. Sömürgecilerin yarım milenyumun ardından fark edegeldikleri özgürleştirmeci tutumu yine kendilerinin ağzından nümayişkârane bir şekilde gündeme getirirlerken, aslında bu özgürleştirmeciliği bizatihi eylem ve düşünce bazında ortaya koyanlar sömürgeye tabi tutulmuş toplumlar arasından çıkmış birey ve zümreler ve hatta bütün bir toplumdur.

Kulakları çınlatan bu sese kulak kesilmek yerine, sömürgeleştirme araçlarının tümünü elinde bulunduranlar birdenbire kendi varlıklarının bir yerlerde tıkandığı yönünde güçlü bir hissiyata sahip olup bunu siyasi, kültürel özgürleştirmeci bir alana taşıyarak, sömürgeleştirdikleri halklar karşısında, yine onları nesneleştirme tehlikesini ve tehdidini aleni bir şekilde ortaya koymak suretiyle, özgürlük takdimcisi kesilenleri dikkatle izlemek gerekmektedir.

Havsalanın almakta zorlandığı husus o ki, sömürge sonracılığı sürecini yöneten ve alanın kahramanları kesilenlerin ya da kahraman kılınanların sömürgeleştirilmiş toplumların yabancılaşmış bireyleri olmalarıdır. Bir an için durup sorulması gereken, ancak ve ancak Batı’nın normları ile hemhal olduktan sonra yine o Batı’nın kampüslerine davet edilenlerin sömürgecilik hakkında söyleyecekleri bir şey kalıp kalmadığıdır.   

Açık Medeniyet, Yıl 2, Sayı 10, Ocak 2019, Ibn Haldun University.


22 Ocak 2019 Salı

The Exchange of Threats on the Opposite Side of the Taiwan Strait


Mehmet Özay                                                                                                              22 January 2019

foto:atimes.com
The speech of Xi Jinping, the President of China, during the 40th anniversary of China-Taiwan relations was probably the first significant statement of the New Year. It includes two distinct tones such as accounting the peaceful unification of ‘two Chinas’ and an option of using force to gain the sovereignty of Taiwan.

The separation of China and Taiwan is based on the early political struggle and competition between two ideologies in mainland China in the early decades of the 20th century. The communists were considered to be the winners of the competition, the losing side, say, the nationalists, known commonly as the Kuomintang (KMT).

After turbulent decades following the separation in 1949, the U. S. government decided to have a close political relationship with China in 1974. During this period, while China gradually increased its political sovereignty rhetoric upon the Island, the 1992 consensus established the understanding of a One China policy.

One China phenomenon
During the course of this period, the People’s Republic of China (PRC) and the Republic of China (Taiwan) claim distinctively to be the rightful ruler and representative of China.

Since the end of the Cold War era, the unification issue of the two separated Chinas has been one of the most crucial international issues in general. But the tension between both ‘countries’ has been increasing in the last couple of years due to the new dimensions emerging in the region.

This political phenomenon can be comprehended by taking into consideration two different perspectives. The first one is relevant to the PRC’s approach to proceed unification, either in a peaceful manner or by using military force, which is strongly emphasized as a possibility by Xi Jinping.

The second one is the political stand of the Democratic People’s Party (DPP), the current governing party in Taipei Island since 2016, known as being in favor of independence and general public opinion of the Taiwanese as to whether they should agree upon the issue of unification or maintain the status quo, say, the peaceful separation from mainland China.

‘New China’ needs Taiwan
Though both sides feel to liberate the other on the course of time, there is a gross dispute as to how this will be realized. It can be argued that the Taiwan issue for the PRC’s elite is an indispensable part of founding a ‘New China.’ No doubt that China, under the leadership of Xi Jinping, yearns to fulfill political advancement in the form of unification as a complement to the PRC’s economic advancement in the last couple of decades. If this is not accomplished, then mainland China cannot get rid of the feeling of humiliation in face of the international community.

While Xi Jinping has inferred a military option as a direct threat, which seems to be strategically highlighted so as to force Taiwan to accept unification, it is observed that this approach is a partial reiteration of Mao Zedong’s perspective.

In regards to this, Jinping asserts that the Taiwan issue is a national matter and that no third party is allowed to be involved. During Mao’s time, the political propaganda was oriented to the phenomenon to “liberate Taiwan.” Hence, in the current global era, it is not certain whether the same argument is still relevant or not.

Taiwan Consensus

The current president of Taiwan, Tsai Ing-wen, has built her political discourse upon the idea of a “Taiwan Consensus.” By this concept, she explicitly emphasizes that the decision-making process of unification should be based on democratic principles, not ruled only by the leadership cadre of the CCP. This political approach definitely alternates the early agreement upon the status quo or 1992 Consensus.

While Tsai’s approach appears to be exacerbating the Chinese government’s sensitivity on the issue, Xi Jinping has repeatedly sent threatening messages, including a strict reaction of even using military force.

As concrete action, Jinping has initiated certain policies against Taiwan since the beginning of the DPP rule. Owing to this reason, there has been a tense discursive exchange of threats observed in recent years.

In general, Jinping decidedly remolds his policy towards Taiwan in two distinct ways. For instance, Beijing is forcing some countries, in particular smaller nations, to cut their relations with Taiwan; discouraging mainland Chinese citizens from visiting the island; and decreasing its partial economic relationship by reducing orders for agricultural products and initiating military drills in the Strait of Taiwan. There’s no doubt that the final issue is the most significant for both the Taiwanese and the international community.

The anniversary speech of Jinping touched upon earlier came just after the local elections held on 24 November, 2018. If the Chinese ruler perceives the local election victory of the opposition, KMT, as a reaction of the Taiwanese electorate to the ruling DPP’s pro-independence tendency, this will cause unintended consequences for Beijing.

The Taiwanese electorate turned to the opposition party due to internal and domestic politics. This result cannot easily be interpreted as a switch of Taiwanese society from democratic rule and freedom to mainland China policies.

A smarter policy needed

China does not want to leave its grip upon the Taipei Island. And it is not deniable that the Taiwan issue for China is an existential for the continuity of the national union.

Hence, the Chinese president should adopt a smarter policy on the unification issue. Though China has been proving to be a global power in terms of economic modernization, say, liberal capitalism, the country is definitely facing an incoherent condition in terms of undemocratic values and human rights abuses, which do not go hand-in-hand with the fundamental aspects of the global economic system.

The strongest advantage of Taiwan is based on the fact that China is not the old China. It possesses a political ideology that provisions itself with a causal alienation in the eyes of the world community. The Taiwanese cannot be forced against their wish to be in line with the idea of unification. As such, it can be argued that the Taiwanese are committed to the established democratic experience, a high degree of awareness of freedom, acquired material wealth and is open to the world society.


21 Ocak 2019 Pazartesi

Endonezya’da seçimlere doğru dini duyarlılık / Religious sensitiveness toward elections in Indonesia


Mehmet Özay                                                                                                                         21.01.2019

en.tempo.co
Batılı medya organlarında Endonezya’yı konu alan haberlerin vazgeçilmez klişesi, ülkenin en büyük Müslüman nüfusunu barındırması ve en büyük üçüncü demokrasisine sahip olduğu olgusudur. Nisan ayı başında yapılacak olan başkanlık ve parlamento seçimlerine giderek yaklaşılırken, iki başkan adayı arasında ve çevresinde üretilen haberlerde din olgusu kendini daha da belirginleştirmeye başladı.

Hangi başkanın daha dindar olduğu, seçimler öncesinde Kur’an-ı Kerim okuma şartı, adayların dini kurumlar ve liderlerine yönelik ziyaretleri gibi kıstaslar gündeme getirilmektedir. Mevcut devlet başkanı Joko Widodo’nun (Jokowi), geçen Ağustos ayında, başkan yardımcılığı belirleme sürecinde önemli bir adım atarak, seçimlere Alimler İttifakı (Nahdat’ul ulama) üst düzey yetkililerinden Ma’ruf Amin Hoca’yla gireceğini açıklaması bu sürecin önemli bir aşamasını oluşturuyordu.

Bu gelişmelere, geçen hafta bir yenisi daha eklendi. 2011 yılında 15 yıl hapis cezasına çarptırılan ülkenin önde gelen Hocalarından Ebubekir Beşir (Abu Bakar Ba’asyir) devlet başkanı Jokowi’nin direktifiyle affedildi. Daha önce de hapis cezası almış olan Ebubekir Beşir Hoca’nın son hapis cezasına sebep olan 2009 yılında Açe’de silahlı eğitim yapan bir grubu finanse ettiği iddiasıydı.

Açe’den başkent’te Kur’an şartı

Hemen burada, yukarıda dikkat çektiğim bir hususla ilgili detayı vermeden geçmeyelim. Kur’an okuma barajı konusunun gündeme gelmesi önemliydi. Bu önerinin kimi çevrelerce ‘dini az’, ‘sol eğilimli hatta komünist, Çin’le ilişkilerde ön alan lider olarak lanse edilen Jokowi tarafından gelmesi oldukça şaşırtıcıydı.

Başkan adaylarının seçim öncesinde Kur’an-ı Kerim okuma şartı/talebi aslında, Açe Eyaleti’nde kanunla belirlenmiş bir uygulamaya dayanıyor. Bu çerçevede, Endonezya merkezi hükümetinin Açe’ye özgü sosyo-dini ve siyasi perspektiflerinden hâlâ dersler almaya devam ettiğinin bir diğer kanıtı olarak değerlendirilebilir.  

Ma’ruf Hoca kararı

Jokowi, kimilerince sürpriz bir şekilde olduğu ifade edilen, ancak son derece stratejik olduğuna kuşku olmayan bir kararla Alimler İttifakı (Nahdat’ul ulama) üst düzey yetkililerinden Ma’ruf Hoca’yla seçimlere gireceğini ilân etmişti.

Bu kararın Jokowi destekçilerince eleştirel yaklaşılacağı konusundaki argümanlara rağmen, ülke demografik yapısı içerisinde dini bütün kesimlerin dikkat çeken varlığı ve bu kitleden gelecek destek hesap edildiğinde herhalde yanlış bir karar olmasa gerek.

Bu bağlamda, Jokowi destekçilerinin kimlerden oluştuğu sorusu önem taşıyor. Jokowi’nin hem ‘sıradan’ bir üyesi olduğu hem de belediye başkanlığından bu yana en önemli destekçisi olan Endonezya Mücadeleci Demokrat Parti’nin (PDI-P) milliyetçi-aşırı milliyetçi kesimler ile belki tam da bununla tezat teşkil edecek şekilde sosyalist-seküler toplum kesimlerini içinde barındırması bu kitleyi İslamcı hassasiyetlere sahip kitleler ve partilerden ayırıyor olabilir.

Tam da burada, bir gazeteci arkadaşla bizim dışardan ‘İslamcı’ olarak nitelediğimiz partiler konusundaki konuşmamda, “Endonezya’da siyasi partilerin İslamcı olma gibi bir tavrından söz etmek mümkün değil.” demesi aklıma geliyor.

Şayet böyle adlandırılan partilerin varlığı bir gerçeklik olsaydı, her daim seçimlere giren partiler arasında önemli bir sayıyı bulan bu partilerin biraraya gelip iktidarı rahatça elde edebilirlerdi. Aslında bu konunun, üzerinde uzun uzun düşünülmeyi ve yazılmayı gerektirdiğine burada değinmiş olayım.

Beşir Hoca özgürlük ve İslamcılık!

81 yaşındaki Ebubekir Beşir Hoca’nın cezaevinden salıverilmesi aslında tek başına önemli bir gelişme. Hakkında daha önce 2002 Bali bombalamalarında adı geçen kişi olması, ülkenin temel ilkelerini oluşturan Beş İlke yani Pancasila’yı reddetmesi, dobra ve samimi görüşleri onu belli çevreler nezdinde sürekli hedef haline getirmişti.

Endonezya makamları Hoca hakkında bu kararı verirken, hiç kuşku yok ki, ülkenin yanı başındaki komşusu Avustralya’nın ilgili makamlarının yönlendirmesinin kayda değer bir rolü olduğunu düşünmek mümkün.

Bu gelişme karşısında, tıpkı yukardakilerde olduğu gibi, yine eleştiriler ortaya konuldu. Beşir Hoca’nın salıverilmesinin terörle mücadeleyi zayıflatmasından, uluslararası çevrelere nasıl hesap verileceğine kadar bazı görüşler ortaya konuldu. Ancak 2002 sürecinde rolü olduğu söylenen Hoca hakkındaki iddialar, 2006 yılında yanlışlanmıştı.

2009’da Açe’de var olduğu söylenen gelişmenin, o dönem Açe’de bulunan ulusal ve uluslararası gelişmeleri yakından izleyen ve tanık olan biri olarak ellerinde silahlı bir grubun başkent Banda Açe’ye yakın bir bölgede eğitim yapabileceği hiç akla yatkın bir iddiayı oluşturmuyordu. Açelilerin mahallelerine, köylerine girenleri geleneksel komşuluk ve kontrol mekanizmasıyla izlemeleri, açıkçası dışardan gelen eli silahlı bir grubun varlığının oldukça şüphe taşıdığını ortaya koyuyordu.

Bu karar neticesinde Jokowi’ye getirilen eleştiriler, uluslararası arenada olumsuz bir figür olarak boy göstertilen Beşir Hoca’yı seçimlere birkaç ay gibi kısa bir süre kala serbest bırakma kararının ‘İslami hassasiyetleri olan seçmenlere hoş görünme çabası olarak gündeme getiriliyor.

Jokowi’nin avukatı, meşhur hukukçu ve bir dönem adı devlet başkanlığı için de geçen Yusril Ihza Mahendra ise başkanın kararında Beşir Hoca’nın giderek kötüleşen sağlık durumu olduğunu açıkladı. Ancak belli çevrelerin hedefi bununla da sınırlı değil. Beşir Hoca’nın, bu gibi durumlarda salıverilenlerden Pancasila yemini etmesi şartının yerine getirilmediği yönünde.

Aynı Jokowi’nin 2017 yılı Ağustos ayında ülkedeki dini gruplar arasında yer alan Hizb’ut Tahrir adlı cemaatin faaliyetleri, ülkenin siyasi ideolojisi Pancasila’yla çeliştiği gerekçesiyle kapatılması yönünde verdiği karar hatırlandığında, aradan geçen kısa sürede oldukça farklı bir kararın ortaya konulduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz.

Tüm bu gelişmeler dikkate alındığında ortada oldukça önemli bir gelişmenin olduğu görülüyor. Aslında bu gelişme pek de yeni değil. İslam ve Müslümanlık ülke siyasetinde sürekli başat bir unsur olması daha kuruluş yıllarında kendini ortaya koymaya başlamıştı. Sukarno’nun başını çektiği 9’lar Meclisi toplantılarındaki gelişmelerden bu yana toplumsal yaşamın vazgeçilmez yapısı İslam’ın siyaset kurumunda karşılık bulmaması mümkün değildi.

Bağımsızlık yılları öncesinde kurulan Masyumi (Majlis Shura Muslimin Indonesia) adlı ve o dönemin Müslüman yapıları arasında birliği yansıtan siyasi hareketin Sukarno tarafından 1960 yılında yasaklanmasının ardından bir daha adına İslamcı denilebilecek partiler ittifak kurarak iktidar olamadılar. Belki de Masyumi sonrasının ulusal ve uluslararası şartlarından ötürü böyle bir cesareti göstermeyi göze alamadılar.

Buna rağmen, İslamiyet siyasilerin her daim işlevselleştirebilecekleri bir araç olarak mevcudiyetini sürdürdü. Bugün de, kimilerinin adını komünistlikle ve Çin yandaşlığıyla andığı Jokowi, İslamcılık denilebilecek açılımlarla kamuoyunda şaşkınlıkla izleniyor.

Öte yandan, eski general ve sırasında adı insan hakları ihlalleriyle anılan, ülkede sekülerleşmenin yönlendiricisi ve Cava milliyetçiliğinin doruğunu oluşturmuş Suharto’nun üvey oğlu olarak, onun sadece hem biyolojik hem ideolojik varisliği hükmünü kazanmış ve üstlenmiş olan Prabowo Subianyo sözde İslamcı partilerin ve grupların peşinde birleştikleri bir siyasi olarak gündeme gelebiliyor.


13 Ocak 2019 Pazar

Malezya’da Federal Sultan’ın istifası / Federal Sultan’s resignation in Malaysia


Mehmet Özay                                                                                                                         13.01.2019

foto:malaymail.com
Malezya’da bir süredir gizliden gizliye süren ‘monarşi’de ne oluyor sorusu kendini kamuoyuna açarken, birbiri ardına gelen değişimlerle gündem oluşturuyor.

Kelantan Eyaleti sultanı olan 5. Muhammed Faris Petra’nın daha görev süresinin dolmasına üç yıl varken Federal Sultan olarak görevinden çekilmesi kararının ardından, ülkedeki 9 eyalette hüküm süren sultanlardan oluşan sultanlar konseyi 24 Ocak’ta yeni Federal sultanı atayacak.

Hazırlıklar, Pahang eyaleti prensinin yeni Federal sultan olacağı yönünde. Bu çerçevede Pahang eyaleti sultanlık konseyi Cuma günü yaptıkları toplantıda, Pahang prensini yani, eyaletin halen hayatta olan sultanı Ahmet’in oğlu Abdullah’ı yeni federal sultan olarak atanabilmesi için öncelikle eyalet sultanlığına getirilmesi kararı aldı.

Buna neden olarak ise, Pahang eyaletinin başında bulunan 88 yaşındaki Sultan Ahmet’in ilerleyen yaşı ve hastalığı nedeniyle federal sultanlık görevini yapamayacak olması gösteriliyor. Bu süreçte, 59 yaşındaki en büyük oğlu Abdullah’ın önce eyalet sultanlığına getirilmesi ve ardından da federal sultan olarak göreve başlaması öngörülüyor.

Bu çerçevede, ‘prens Abdullah’, 15 Ocak Salı günü Pahang eyaleti başkenti Pekan’da sultanlık sarayında yapılacak törenle görevi babasından devr alacak. Federal sultan için sultanlar konseyi 24 Ocak’ta kararı onayladıktan sonra Pahang Sultanı 31 Ocak’ta yemin ederek görevine başlamasına kesin gözüyle bakılıyor.

5. Muhammed modern Malezya tarihinde

5. Muhammed’in federal sultanlıktan çekilmesi, birkaç açıdan önem taşıyor. İlki, ülkenin 62 yıllık modern tarihinde federal sultanlık makamında ilk defa böyle bir değişimin yaşanıyor oluşu. Aktif görevde bulunan bir sultan görevinden çekilerek yerini bir başkasına bırakması, geleneklerine bağlılığı ile dikkat çeken ülkede şaşkınlığa yol açtığına kuşku yok.

Her ne kadar, ‘monarşi’nin rolünün sembolik olmasından ötürü ülke siyasetinde bir anlamı olmadığı söylense de, monarşinin varlığı kimi alanlarda belirleyici olmaya devam ediyor. bu bağlamda, 5 Muhammed’in federal sultanlık makamından çekilmesi önemli.

Öyle ki, bu gelişme, geçen yıl 9 Mayıs’ta yapılan 14. genel seçimlerde bağımsızlıktan (1957) bu yana iktidarın ilk defa değişmesi gibi önemli bir gelişmenin ardından ikinci büyük değişim olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

Değişimin nedeni evlilik mi?

Söz konusu istifa, ana akım medyada 5. Muhammed’in bu yılın başındaki yeni evliliğine bağlanıyor. Sultan, 2015 yılında Moskova güzeli seçilen bayanla evliliğinin ardından, diğer sultanların yabancı bir bayanı, federal sultanın eşi olarak sarayda yer almasına karşı çıkmaları yatıyor. Bu bir neden kabul edilebilir. Ancak, bağımsızlık öncesi dönemde de olsa, nihayetinde sultanlıklarda yabancılarla evlilik tecrübesi bulunuyor.

Örneğin, Cohor Sultanlığı’nın meşhur isimlerinden Sultan Ebubekir ile oğlu Sultan İbrahim’in bu tür evlilikleri bulunuyor. Böyle bir gelenek olduğuna göre, salt Rus bir kadınla evliliğin 5. Muhammed’in istifasına yol açması görünür bir neden olsa da arka planda başka gerçeklikler olduğunu düşündürtüyor.

Bu nedenle 5. Muhammed’in yabancı evliliğini, salt bununla açıklanması mümkün gözükmüyor.

5. Muhammed’in evliliğini gizli tutması, gelenekleri dikkate almamasıyla dikkat çekmişti. Geçen yıl Kasım ayında iki aylık sağlık izni aldığı bir dönemde devlet erkanının haberi olmaksızın sessiz sedasız gerçekleştirdiği evlilik, sosyal medya üzerinden ülke gündeme oturmuştu.

Dr. Mahathir o dönemde kendisine sorulan bir soruya, “Böyle bir bilgi bize ulaşmadı.” diyerek karşılık vermişti. Bu gelişme, Federal Sultanlık makamı ile hükümet arasında geleneklerin dışında bir tür ilişkinin varlığına dolaylı bir gönderme yaptığına kuşku yok.

Siyasal değişim ve Sultanın rolü

5. Muhammed, 9 Mayıs seçim akşamı ve sonrasında yaşanan değişimlerle anılan bir isim olarak zaten tarihe geçmiş bulunuyor.

1957-2018 yılları arasında 61 yıl boyunca aralıksız ülkeyi yönetmiş olan Ulusal Cephe koalisyonu ve özellikle de bu iktidar koalisyonunun omurgasını oluşturan Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu’nun (UMNO) varlığını sultanlar ve de Federal sultan ile bağdaştırmamak mümkün değil. Sabık Sultan siyasal değişim sürecindeki kilit rolü ile kimi çevrelerin dikkatlerini üzerine çekmemiş olamaz.

Öyle ki, siyasi-seküler iktidarı elinde tutan Malay etnik partisi UMNO ile sömürgecilik döneminden kaynaklanan ilişkilerin modern döneme aktarılmasıyla sembolik konuma indirgenen sultanlık makamı arasında organik bir bağ olmadığı söylenemeyeceğinden, 5 Muhammed’in hükümet değişimine yeşil ışık yakan yaklaşımı tarihi bir gelişme olarak değerlendiriliyor.

Nihayetinde ülkede siyasi egemenliği etnik bir temel üzerinden ortaya koyarak, ‘Müslüman-Malay’ etnik yapısını bu sürecin merkezine oturtmak elbette ki, sultanların varlığının korunması ve devamı için de büyük önem arz etmektedir.

Seçimlerin yapıldığı 9 Mayıs akşamı, ülkede kökleşmiş iktidarın değişip değişmeyeceği konusu kendini acaba darbe olur mu söylentilerine vardırırken, sivil darbe anlamına gelebilecek gelişmeler de yaşanmıştı.

Dönemin başbakanı ve yardımcısının hapishanedeki muhalefet lideri Enver İbrahim’le görüşmeleri; UMNO, Malezya İslam Partisi (PAS) yöneticilerinin girişimleriyle muhalefet saflarından meclise girmeye hak kazanan bazı isimler üzerinden milletvekili transferleri gündeme gelmesi.

Bunlara ilâve olarak, dönemin sultanı 5. Muhammed’in Dr. Mahathir yerine, Enver İbrahim’in eşi Dr. Wan Azizah’yı başbakanlık koltuğuna oturtma çabaları bunların en azından şu ana kadar tanıkları tarafından ortaya konulmuş unsurlardı.

Hükümet değişiminin ve başbakanlığı Dr. Mahathir’e tevdisinin ardından yine Malay-Müslüman etnik azınlığın veya bu azınlık içinde öne çıkan milliyetçi kadroların sindirmek istemedikleri bir diğer gelişme, Başsavcı atanmasında yaşandı.

Bir Hıristiyan Hintli olan Tommy Thomas’ın atama kararnamesi, bazı önemi görüşmeler sonrasında federal sultan tarafından iki hafta gecikmeyle imzalanmış olmasıdır. Bu ve benzeri gelişmelerin Malay-milliyetçiliğinin kalesi hükmündeki UMNO ve yakın çevrelerinin girişimleri olarak okumak yanlış olmayacaktır.

Bu ve benzeri süreçlerin önümüzdeki dönem yeni açılımlarıyla birlikte gündeme geleceğini düşünmek ise mümkün. Bu durum, sabık federal sultan 5. Muhammed’in, şu an iktidarı oluşturan Umut Koalisyonu hükümeti ve muhalefet rolüyle yetinmek zorunda olan UMNO arasındaki kapalı kapılar ardında süren mücadelede hedef olabileceği intibaını güçlü bir şekilde ortaya koymaktadır.

Yukarıda dikkat çekilen süreçlerde sabık Sultanın bir yandan Enver İbrahim’i bağışlar ve ‘Bireysel olarak onun suçlu olduğuna zaten inanmıyordum’ türünden açıklamalar yaparken, öte yandan, Dr. Mahathir’i başbakanlık koltuğuna oturtmamak için bazı girişimlere teşebbüs etmesi, sultanın salt kendi iradesiyle hareket edip etmediğini gündeme getirilmesine neden oluyor.

Ancak, 5. Muhammed seçim sonuçlarını tanıdığını açıklaması ülkenin modern tarihinde bir dönemin kapanıp yeni bir dönemin açılması anlamı taşıyacak kadar önemli bir sürece işaret ediyordu.

Kaldı ki, 5. Muhammed, seçimlerden kısa bir süre sonra da hapisteki Enver İbrahim’i ‘bağışlamasıyla’, son yirmi yılın muhalefet ve reform döneminin liderine siyasetin başına geçeceği süreci başlatmıştı.  


10 Ocak 2019 Perşembe

Filipinler’de Moro-Mindanao halkı referanduma gidiyor / Moro people plebiscite in the Philippines


Mehmet Özay                                                                                                                        10.01.2019

Filipinler’in güneyinde Müslüman topluma özerk yönetimin kapısını aralayacak referandum 21 Ocak 2019’da yapılacak.

Bu gelişme, Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) ile Filipinler merkezi hükümeti arasında 1997 yılında başlayan ve dönem dönem inkıtalara uğrayan görüşmelerin uzun yıllar sonra meyvesini vermek üzere olduğunu gösteriyor.

2014 anlaşmasından referanduma

Filipinler merkezi hükümetiyle MILF arasında Bangsamoro Kapsamlı Anlaşması (BKA) bir önceki devlet başkanı Benigno Aquino döneminde, 27 Mart 2014 tarihinde imzalanmıştı. Aquino’nun çabalarına rağmen, yasayı ulusal kongreden geçirememesi üzerine süreç akamete uğramıştı.

2018 yılı Mayıs ayında yapılan görüşmeler sonrasında senatodan geçen Bangsamoro Temel Yasası (BTY) halkın referandumuna hazır hale getirildi. Kapsamlı anlaşmadan hareketle oluşturulan Bangsamoro Özerk Yönetim Organik Yasası devlet başkanı Rodrigo Duterte tarafından imzalanmasıyla referandum kapısı açılmış oldu.

Referandum engellenebilir mi?

Kongre yasada, özerk yönetime verilen bazı hakları geri alma yönünde inisiyatif geliştirse de, MILF tarafı yasayı ‘mükemmel olmamakla birlikte iyi bir başlangıç diyerek’ kabullenmiş gözüküyor.
Birbiri ardı sıra gelen gecikmelere son dakikada bir yenisinin eklenmesi ihtimali de Manila çevrelerinde konuşulan konular arasında. Bu endişe, Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu referanduma dair yapılan iptal başvurularını dikkate alarak 21 Ocak sürecine engel olmasından kaynaklanıyor.

Devlet Başkanı Rodrigo Duterte, geçen hafta yaptığı bir açıklamada, Anayasa Mahkemesi’nin bu dilekçeleri dikkate almayacağını umduğunu, aksi takdirde bölgenin yeniden çatışma ortamına dönebileceği uyarısında bulundu.

Yukarıda dikkat çekilen olumsuz gelişme olmadıkça, Müslüman halkın çoğunlukta olduğu Mindanao Adası ve Sulu Takımadaları’nda belli bölgelerde 21 Ocak’ta yapılacak referandumun kabul edilmesi bekleniyor. Barış görüşmelerinin son aşaması kabul edilen bu referandum, sadece Moro-Mindanao halkı için değil, başta Filipinler olmak üzere Güneydoğu Asya toplumları için de önem taşıyor.

Moro-Mindanao Müslümanlarının siyasi temsilcisi konumundaki MILF yetkilileriyle daha barış görüşmeleri sürecinde yaptığımız görüşmelerde referandumdan umutlu olduklarını ifade ediyorlardı.
Referandumun olumlu sonuçlanması MILF’i yönetime taşıyacak. Özerk yönetim valisi ise, büyük bir değişiklik olmazsa MILF lideri Hacı Murad İbrahim’in bu görevi üstlenmesi ve 2019-2022 döneminde bölgeyi yönetmesi bekleniyor.

Özerk yönetim

Bu yasanın yürürlüğe gireceği bölgeler, ‘Müslüman Mindanao Özerk Bölgesi’ adıyla anılıyor ve bölgedeki siyasi yapı iki farklı birimden oluşuyor. Bunlardan ilki, Filipinler’in ikinci büyük adası Mindanao ile Sulu Takımadaları’nda beş eyalet ve iki şehri kapsıyor.

Yani, Mindanao Adası’nda Maguindanao ve Lanao del Sur eyaletleri; Sulu Takımadaları’nda ise Basilan, Sulu ve Tawi-Tawi eyaletleri. Mindanao Adası’ndaki Marawi ve Lamitan şehirlerindeki halk da sandık başına gidecek.

İkinci grupsa, 2001 yılında yapılan referandumda özerk bölge yapısı içerisinde yer almayı onaylayan Cotabato ve Isabela şehirleri Lanao del Norte’de altı kasaba ve Kuzey Cotabato’da 39 ilçe bulunuyor.

Devlet başkanı Duterte bir süre önce, söz konusu Organik Yasa’nın ülkenin güneyinde Müslümanların çoğunlukta olduğu Mindanao ve Sulu Takımadaları’nda yönetim yapısına yönelik yasal düzenleme olduğuna vurgu yaptı.

Ancak bu gelişme, bölgede böylesi bir uygulamanın ilk defa ortaya konulduğu anlamı taşıyor. Aksine, 1989 yılında uygulanmaya başlanan Müslüman Mindanaou Özerk Bölgesi adıyla bilinen kısmi özerklik içeren uygulamanın başarısızlığı bölgede çatışmaların devam etmesine neden olmuştu. 2014 yılındaki anlaşmanın ardından gelişme gösteren düzenlemeler ise mevcut durumu yani, özerklik uygulamasını daha da geliştirmeyi ve kapsamlı hale getirmeyi amaçlıyor.

Yerel parlamento ve yeni yönetim kültürü

Özerk yönetim, yeni bir idari uygulama olarak 80 sandalyeli yerel parlamentonun hayata geçirilmesine ve Müslümanların kendi kendilerini yönetmelerine olanak tanıyacak.

Merkezi hükümet, söz konusu bu parlamentonun sürekliliğini sağlayacak alt yapıyı oluştururken, aynı zamanda savaş dönemi sonrasında beş yıllık rehabilitasyon sürecinde ilave bütçe ile bölgenin sosyo-ekonomik kalkınmasını sağlayacak.

Özerk yönetimin Mindanao ve Sulu Takımadaları bölgesinde kayda değer toplumsal, ekonomik ve siyasi değişimleri beraberinde getireceğine kuşku yok.

Bu noktada, öncelik bölgede barışın tesisi ve sürekliliği olduğundan etnik ve dini yapılar arasındaki ilişkiler, güvenlik, ekonomik kalkınma, eğitim, ulusal ve dini yasaların uygulanması başta gelen konular arasında bulunuyor.

Organik yasa, yeni bir yönetim yapısını ve yönetim kültürünü bölgeye adapte etmenin alt yapısını oluştururken, uygulamada karşılaşılacak sorunların, herhangi bir çatışma ortamına meydan vermeden çözüme kavuşturulması işte bu yeni siyasi kültürün hususiyetleri olacak.

Özerk yönetimin, mevcut toplumsal kurumlar nezdinde de bir değişim ve yenilenme anlamı taşıyacaktır. Bu noktada, yeni yönetim başta Müslüman kitle ve bölgedeki diğer dini ve etnik toplumların hayatına yenilikler getirecek uygulamaları, tarafların ortak katılımı ve rızasıyla gerçekleştirmelidir.

Bu sürecin sağlıklı bir şekilde sürdürülebilirliğini sağlamada en önemli sorumluluğu toplumsal ve siyasal liderlere yüklüyor. Hiç kuşku yok ki, bu liderler arasında dini liderler önemli bir yer tutuyor.

Ekonomik kalkınma barışta süreklilik

Bir diğer önemli konu ise, uzun dönem hakim olan çatışma süreci nedeniyle ekonomik geri kalmışlığın ortadan kaldırılması konusundaki çalışmaları içeriyor. Bölgenin Güney Çin Denizi gibi önemli suyolları üzerinde bulunması, Adalar’ın doğal zenginlikleri ile denizaltında zengin enerji kaynaklarının varlığı merkezi hükümet ile MILF arasındaki görüşmelerin önemli bir bölümünü teşkil ediyordu.

Önümüzdeki süreçte doğal kaynakların paylaşımının bölgedeki geniş toplum kesimlerine refah getirmesinin yollarını aramak yeni yönetimin en önemli sorumluluk alanlarından biri olacak.

Bununla birlikte, geniş halk kesimlerinin bölge yönetimine güven beslemesini sağlayacak ekonomik kalkınma konusunda kısa sürede mesafe alınabilmesini beklemek yerine, bu süreci sürdürülebilir bir şekilde geliştirmek ve bu durumu halka anlatmak önem taşıyor. Aksi takdirde kısa süreli beklentilerin halkı boş bir umuda sevk etmesi barış sürecinin zedelenmesi anlamına gelebilir.

Bu bağlamda, ülkenin ulusal ekonomik ve toplumsal kesimlerin ekonomik kalkınmışlık düzeylerinin Mindanao ve Sulu halkı için bir örneklik teşkil ettiğini düşünerek, ortada pek de ümitvâr bir durum olduğunu söylemek mümkün değil.

Bu çerçevede, bölgede barış sürecine konu olmuş bölgelerin aradan geçen süreçte halen ekonomik geri kalmışlıkla anılıyor olmasını Moro Müslümanları siyasi temsilcilerinin dikkate almaları gerekiyor.

Bölgenin kayda değer şekilde hammadde zenginliği düşünüldüğünde, yapılması gereken mevcut kaynakların üretim süreçlerine aktarılmasında uygulanacak idari ve teknik mekanizmanın sağlanması. Bu sürecin sağlıklı ve sürdürülebilir şekilde yönetilebilmesi için özerk yönetimin merkezi hükümetin yanı sıra, özellikle uluslararası çevrelerle işbirliğine önem vermesi gerekiyor.

Yine bölge ülkelerinin olumsuz bir üne sahip olmasına yol açan yolsuzluk olgusundan Müslüman özerk yönetiminin azade olması için de kapsamlı idari yasaların ve ahlaki edimin birarada ele alınacağı bir yaklaşıma ihtiyaç var.

Mindanao ve Sulu bölgesinin tarihin erken dönemlerinden itibaren İslamlaşma sürecine konu olması ve bölgede kurulan site devletlerinin varlığı yüzyıllar boyunca İslam kültür ve geleneğinin varlığına işaret ediyor.

Bu çerçevede 1976 yılından itibaren bölgede bağımsızlık mücadelesi verilmesi ve ardından dönemin getirdiği koşullar altında özerklik anlaşmasında karar kılınması bölge halklarının taleplerinin etnik milliyetçilik gibi kısır bir bağlamda ele alınmamasını gerektiriyor.

Müslüman halkın gerek demografik, gerekse teritoryal hakimiyet olarak uzun sömürgecilik evresi ve ardından Filipinler ulus devleti ile devam eden süreçte sürekli gerilemeye maruz kalması, bölgedeki Malay Müslümanların haklarının ve taleplerinin göz ardı edilmesini değil, bilakis dikkatli bir incelemeye tabi tutularak bu haklarının tam anlamıyla verilmesini gerektiriyor. Yukarıda dikkat çekilen ‘organik yasa’nın böylesi bir işlevi olacağı varsayılıyor.