17 Şubat 2017 Cuma

Malezya’daki Suikastte ‘Kim’ Şüphesi / Query upon ‘Kim’ in the assassination in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                       16.02.2017

Nükleer demeleri ile sadece Asya-Pasifik bölgesinde değil, küresel çapta tepkilere neden olan Kuzey Kore bu sefer şu veya bu şekilde bir cinayete taraf olmakla bir başka yüzünü ortaya koydu. Cinayetin işlendiği mekân da, 2014 yılında ulusal havayolu şirketine ait bir uçağının Ukrayna’nın doğusunda düşürülmesi, diğerinin de Kuala Lumpur-Pekin seferini yaparken kaybolması ve ardından Air Asia adlı özel sektöre ait bir uçağın Surabaya-Singapur seferini yaparken Cava Denizi’nde düşmesiyle dünya kamuoyunun gündemine gelen Malezya.


Bu cinayet üzerine gözler elbette Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’a çevrilmiş durumda. 2013 yılında amcası ve bu son vakadan birkaç hafta önce istihbarattan sorumlu Devlet Güvenlik Bakanlığı başkanı başkanı Kim Won-hong’u yolsuzluk suçlamasıyla görevden alan ardından ‘ortadan kaldıran’ Jong-un’un, en sonuncusunu geçen hafta gerçekleştirdiği nükleer füze denemelerle başta komşu ülkeler olmak üzere küresel kamuoyuna meydan okurken, ülke içinde de siyasi gücünü daha da pekiştirmeyi hedefliyor. Söz konusu bu cinayetin uluslararası boyutuna değinmeden önce, bazı detaylarını ortaya koymakta fayda var.

Kuzey Kore devlet başkanı 33 yaşındaki Kim Jong-un’un üvey abisi 46 yaşındaki Kim Jong-nam geçen Pazartesi sabahı Kuala Lumpur Uluslararası Havalimanı’nda (KLIA2) iki kadının saldırısı sonucu yüzüne serpilen kimyasalla hayatını kaybetti. Kuzey Kore lideri Kim Jong-il’in 19 yıllık iktidarının ardından 17 Aralık 2011 tarihinde hayatını yitirmesiyle devlet başkanlığına ortanca oğlu Kim Jong-un getirilirken, bu dönem zarfında bir tehdit unsuru olarak algılanan büyük oğlu Kim Jang-nam ise uzun süredir ülke dışında yaşam sürüyordu. Bu zaman zarfında Malezya dahil bölgedeki birkaç ülke arasında mekik dokuyan Jong-nam’ın zaman zaman Çin’in güneydoğusunda Macau özerk yönetim bölgesinde yaşıyordu. Pazartesi günü de, eşi ve oğlu Kim Han-sol’uyla buluşmak üzere Macau’ya gidecekti.

Profesyonel cinayet
Jong-nam’ın öldürülmesinin Malezya ve dünya basınında yer alması için bir günün geçmesi gerekiyordu. Bunun nedeni ise Kim Chol adına düzenlenmiş sahte pasaportla seyahet etmesi ve Malezya makamlarının olay günü bu gelişmeyi kayıtlara sadece, ‘Kuzey Kore uyruklu bir kişinin hayatını kaybetti’ şeklinde geçmesi oldu. Gerçek kimliğinin ortaya çıkmasının ardından son yılların belki de en önemli casus cinayetlerinden biri olduğuna kuşku olmayan olayla ilgili detaylar aranmaya başlandı. Şu ana kadar en önemli havalimanındaki güvenlik kameralarının ortaya koyduğu veriler dışında başka bir bulguya ulaşılabilmiş değil.

Kuala Lumpur Uluslararası Havalimanı ‘1’ ve ‘2’ (KLIA1 – KLIA2) olarak adlandırılan birbirine son derece yakın iki havalimanından oluşuyor. Jang-nam’ın hayatını kaybetmesine yol açan saldırı ise KLIA2’da gerçekleşti. Bu havalimanı büyük ölçüde Malezya merkezli ve diğer bölge ülkelerinde de faaliyet gösteren ‘Air Asia’ adlı ekonomi sınıfı uçak şirketince kullanılıyor. Jang-nam’ın yaklaşık bir haftadır Malezya’da olduğu ve geçen Pazartesi günü Macau’ya (Çin) geçmek üzere KLIA2’ya geldiği ve ‘self-check in’ makinalarının birinin önünde bir kadının arkadan yüzünü tuttuğu diğer kadının önden yüzüne bir kimyasal madde sıktığı iki kişinin saldırısına uğradı.

Bu vakıa güvenlik kameralarında görülüp anında değerlendirilmediği gibi, olay mahallinde güvenlik mensubu ve havalimanı çalışanı ya da herhangi bir yolcu tarafından fark edilmemiş olması işin son derece profesyonelce işlendiğini ortaya koyduğu gibi ‘mistik’ boyutlarının da gündeme taşınmasına neden oluyor. Ayrıca, Jong-nam’ın bağırıp çevredekilerden yardım istememesi, aksine önce lavaboya gidip yüzünü yıkaması ancak ağrının baş göstermesi üzerine havalimanı çalışanlarından birine yaklaşık yardım istemesi de bir başka önemli detay. Ancak bu saldırının sadece iki kadın tarafından işlenmediği ve saldırıyı yöneten-yardımcı olan dört erkek zanlının da varlığı gündemde. Güvenlik kameralarında görülen kadınlardan biriyle benzerliğinden ötürü dün Vietnam pasaportu taşıyan 28 yaşındaki bir kadın göz altına alındı. Bu sabah, ikinci bir kadının göz altına alındığı açıklandı. Olayın icraat yönüne dair şu ana kadar öne çıkan hususlar sadece bunlar.

Kim Jong-nam: Potansiyel lider
Kim Jong-nam, kapalı bir rejim olan ve adını nükleer denemelerle duyuran Kuzey Kore’de ülkenin kurucu ailesine mensup. Şu an devlet başkanı olan Kim Jong-un’un ‘abisi’ olması nedeniyle babasından sonra devlet başkanlığına geçmesi bekleniyordu. Ancak 2001 yılında sahte pasaportla Japonya’ya yaptığı ziyaret nedeniyle gözden düşen Jong-nam, babası Kim Jong-il’in 2011 yılında vefat etmesinin ardından kardeşi Jong-un devlet başkanlığına geçti.

Dünyaya kapalı ve diktatöryal bir rejimle yönetilen dünyanın son birkaç ülkesinden biri kabul edilen Kuzey Kore’de reform yapılması konusunda görüşleriyle bilinen Kim Jong-nam, 2011 sonrasında bir tehdit unsuru olarak ortaya çıktı. Her ne kadar, Kuzey Kore’de devlet başkanlığını üstlenmesi mümkün olmasa da, gerek bölgesel gerekse küresel güçler noktasında ‘potansiyel bir lider’ olarak değerlendirildiğine kuşku yok. 2012 yılında devlet başkanı ve de kardeşi Jong-un’a yazdığı belirtilen mektupta kendisinin ve ailesinin canının bağışlanmasını istemesi de doğal bir tehdit altında bulunduğunun farkında olduğunu gösteriyor.

Kuzey Kore’de güç temerküzü ve rejim içi dengeler
Jong-nam’ı mevcut Kuzey Kore rejimi için bir tehdit unsuru kılan bir başka husus ise, 2013 yılı Aralık ayında infaz edilen ülkenin o dönem iki numaralı ismi olarak bilinen amcası Jang Song Thaek’a yakınlığı. Bununla ilgili olarak Güney Kore istihbaratının, “Jong-nam’ın son beş yıldır maruz kaldığı tehdit karşısında Çin yönetiminin yakın korumasında” olduğu yönündeki açıklamasıydı. Kuzey Kore’nin daha önce dört kez suikast girişiminde bulunmuş olması da, bu konuda Kuzey Kore yönetiminin ‘kararlılığını’ gösteriyor. Bu son girişimde bulunulmasından önce, Jong-nam’ın Güney Kore’ye iltica edeceği haberlerinin de bir rolü olduğu düşünülebilir. Kuzey Kore lideri Jong’un’un iktidara gelmesinden kendisine muhalifler olan veya bu potansiyeli taşıyan sivil ve asker 140’ı aşkın kişinin hayatına kast etmiş olması, kendisine karşı önemli bir tehdit unsuru olduğuna kuşku olmayan abisi Jang-nam’a karşı da benzer bir teşebbüsde bulunabileceğinin işaretidir.

Bu cinayetin Kuzey Kore yönetiminin ısrarla devam ettirdiği ve sonuncusunu geçen hafta gerçekleştirdiği nükleer füze denemeleriyle şu veya bu şekilde bir bağlantısı var. Son beş yıldır ardı arkasına füze denemeleri gerçekleştiren başkan Kim Jong-un, özellikle ABD yönetimi başta olmak üzere uluslararası çevrelerden gelen tepkilerin sıcak bir müdahaleye dönüşebileceği ihtimalini gözden uzak tutmuyor olmalı. Komünist rejimle idare edilen ve altmış yıldır Çin başta olmak üzere birkaç ülke dışında dünyaya kapalı bir rejim olarak varlığını sürdüren Kuzey Kore’de değişimin nasıl ve ne şekilde gerçekleşeceği küresel kamuoyu için bir muamma. Bununla birlikte, çeşitli çevrelerin ülkede rejim değişiliği için alternatif girişimler üzerinde kafa yorduklarına ise şüphe yok. Bu noktada, tıpkı benzeri ülkelerde olduğu gibi, ülke yönetimindeki aynı aileye mensup bir başka kişiyi -ki bu kişinin Pazartesi günü öldürülen Jong-nam olmaması için hiçbir neden yok- yönetime getirilmesi de ihtimaller dahilindedir.

ABD yönetiminde Kuzey Kore kararlılığı
ABD’deki yönetim değişikliğinin, kısa vadede Kuzey Kore yönetimine yönelik herhangi bir yaptırım veya sıcak müdahaleyi gündeme getirip getirmeyeceği netlik kazanmış değil. Bununla birlikte, Başkan Donald Trump’ın konuyla ilgili bazı açıklamalarında bunun ipuçlarını bulabilmek de olası. Öyle ki, Kuzey Kore’nin geçen hafta sonu gerçekleştirdiği füze denemesinin ardından Trump, gerekli ‘en sert tepkiyi’ verecekleri yönündeki açıklaması, Kuzey Kore yarımadasında bir hareketliğe olanak tanıyacak şekilde de değerlendirilmeye müsait. Bununla birlikte Trump’ın açıklamasında, “Kuzey Kore büyük bir problem olduğu aşikâr ve bununla güçlü bir şekilde mücadele etmeliyiz.” derken, herhangi bir plân ve projeye sahip olduğunu söylemek de mümkün değil. Öte yandan, Washington’un BM elçisi Nikki Haley’in, “Kuzey Kore’ye sadece sözlerimizle değil eylemlerimizle de yaptığının hesabını vermesi gerektiğini göstermeliyiz.” anlamına gelecek açıklaması da dikkat çekiciydi. Füze denemesinin ardından BM’de konuyla ilgili acil toplantıda da ABD tarafı Kuzey Kore’nin bu açık tehditi karşısında Japonya ve Güney Kore’nin yanında olduğunu güçlü bir şekilde ifade ediyordu.

Barack Obama’nın birinci yönetim sürecinde Kuzey Kore’yle ‘masaya oturma’ girişimleri gündemdeyken, Kuzey Kore füze denemelerinde ısrarcı olması bu olasılığa son vermişti. Şimdi ise, Başkan Trump her ne kadar, yaklaşık son bir aydır Amerikan iç sorunlarıyla meşgul olsa da, ‘Amerikan çıkarlarını’ doğrudan tehdit ettiğini alenan ifade eten Kim Jong-un’a karşı gerekli tedbirlere başvurabilir. Bu bağlamda, Japonya ve Güney Kore ile yakın, Çin’le ise ‘çok özel bir anlaşmayla’ işbirliğinin önünü açarak Kuzey Kore’de bir rejim değişikliğini gerçekleştirme yönünde adım atabilir. En azından bu yönde hareket geçme konusunda potansiyel bir politikaya sahip olduğuna kuşku yok. ABD yönetiminin en güçlü isimlerinden biri olan Savunma Bakanı Jim Mattis, bu ay başında Güney Kore’ye yaptığı ziyaret sırasında, “Kuzey Kore yönetiminin nükleer silah kullanma teşebbüsü etkin bir karşılık bulacaktır” açıklaması ortada. Unutmayalım ki, Kuzey Kore son altmış yıldır Güney Kore ve ABD ile teknik anlamda savaş halinde.

Öte yandan, Kim Jong-un’un her daim dışardan bir müdahaleyi beklentisini göz ardı etmeyecek kadar da Kuzey Kore üst düzey yönetiminin görüşlerini dikkate alıyor olmalı. Bu çerçevede, Çin’e yakınlığıyla bilinen abisi Jong-nam’ı düne kadar ‘ortadan kaldırmamış’ olmasının neden olabileceği bir tehlikeyi bertaraf için nihayet uygun bir fırsat yakaladığı anlaşılıyor. Geçen Pazartesi günü Kuala Lumpur’da işyenen bu cinayet, Kuzey Kore vechesinden bakıldığında olası bir müdahale ve sonrasında gelecek potansiyel yönetim değişikliğinin önüne ‘şimdilik’ geçilmiş olduğu inancını güçlendiriyor olmalı.  


13 Şubat 2017 Pazartesi

Malezya-Singapur Arasında Ada Krizi / Malaysia and Singapore In the middle of Island Crisis

Mehmet Özay                                                                                                                         13.02.2017

Güney Çin Denizi’nde teritoryal haklar meselesi gündemdeki yerini korurken, çok kısa bir süre önce birdenbire Malezya ile Singapur hükümetleri arasında daha önce anlaşmazlığa konu olan Beyaz Ada konusu yeniden gündeme taşındı. Konunun gündeme gelmesi Hague’daki ‘Uluslararası Adalet Mahkemesi’nin 2 Şubat günü resmi sitesinden konuyu duyarmasıyla oldu. Ardından, 3 Şubat’ta Malezya Başsavcısı’nın konuyla ilgili basına yaptığı açıklama her iki ülkeden ve konuya vakııf olan uluslararası akademisyen ve araştırmacılar gibi çeşitli çevrelerin tartışmaya katılmalarıyla bugüne kadar devam etti.

‘Beyaz Ada’ olarak bilinen Ada, Malezya’ya 7.7, Singapur’a ise 25 deniz mili mesafede olup, Malayca ‘Pulau Puteh’, uluslararası metinlerdeki karşılıklarından bir diğeri ise, Portekizce bir kelime olan ‘Pedra Branca’ adıyla biliniyor. Bu adanın bugünlerde yeniden gündeme gelmesinin sebebiyse, İngiliz sömürge dönemi arşivlerinde yapılan araştırmalarda elde edilen yeni bulgular. Yeniden diyoruz, çünkü 1979’da haritacılıkla ilgili bir eserin yayınlanmasıyla Malezya ve Singapur arasında başlayan anlaşmazlık, uluslararası mahkemenin 2008 yılında aldığı kararla Ada’nın Singapur’a devredilmesiyle sonuçlanmıştı.

Ancak geçen Ağustos ayından Aralık ayının sonuna kadar İngiliz sömürge arşivlerinde yapılan bazı araştırmalar sonucunda üç yeni belgenin bulunduğunun açıklanması, adayla ilgili mahkeme kararının yeniden gözden geçirilmesini gündeme getirdi.  Her ne kadar, 2 Şubat’tan bu yana yaşanan gelişmeler Malezya ve Singapur hükümetlerinin son dönemde gelişen sağlıklı ikili ilişkilerini etkilemeyeceği belirtilse de, bu anlaşmazlığın hem iki ülke iç siyasetini hem de uluslararası ilişkilerde yeni bir sorun olma gibi farklı boyutları bulunuyor.

Bu noktada, söz konusu ‘Beyaz Ada’ üzerinden iki komşu ülke Malezya ve Singapur arasında teritoryal haklar meselesinin yeniden gündeme gelmesi birkaç açıdan önem taşıyor. Öncelikle bu konuyu, Malezya ve Singapur ikili ilişkileri dışında, 2008 yılından sonra Asya-Pasifik bölgesinde Doğu ve Güney Çin Denizleri’nde ‘suların epeyce ısınmış’ olduğu gerçeğinden bağımsız düşünmek mümkün değil. Bu nedenle Beyaz Ada konusunu, Doğu ve Güney Çin Denizi’nde adalar, mercan kayalıkları, kumullar vb. doğal oluşumlar çerçevesinde bölge ülkelerini farklı bağlamlarda içine alacak şekilde oluşan teritoryal haklar meselesinin yeni bir boyutu olmasıyla dikkat çekiyor. Öyle ki, bu adanın Malezya, Singapur ve Endonezya’ya sınır teşkil etmesi ve Güney Çin Denizi’nin en güney ucunda yer alması, bu adayı jeo-stratejik ve de jeo-ekonomik bir önemle ele alınmasını gerektiriyor. Bu nedenle, ada ve çevresi daha geniş bir su yolunun, yani Güney Çin Denizi’nin bir parçası kabul ediliyor.

Bir diğer önemli husus, Adayla ilgili egemenlik iddiasının yeniden tartışmaya açılmasının, giderek karmaşık ilişkiler halini alan Malezya ulusal politikasında hem iktidar hem muhalefet çevrelerince gündeme getirilme ihtimali taşıyor. Öyle ki, adanın 2008 yılında uluslararası mahkemece Singapur’a verilmesi, nasıl ki o dönem Malezya muhalefeti tarafından eleştiri konusu edildiyse, bugün de elde edilen yeni bulgular çerçevesinde adanın egemenlik hakkı konusu ülke siyasetinde bir karşılık bulmaya aday gözüküyor. Bunun zemini de oldukça hazır. Başbakan Necib bin Rezzak’ın geçen yıl sonunda yaptığı bir açıklamada, 2018 yılının seçim yılı olacağını ima etmesi sonbaharda yapılacak muhtemel genel seçim öncesi kamuoyunda Malay milliyetçiliği damarının ortaya çıkartılmasında ada konusu oldukça işlevsel bir malzeme olmaya ada.

Singapur gibi nüfusunun kahir ekseriyetini Çin etnik çoğunluğunun oluşturduğu bir ülkeye karşı teritoryal hak meselesinde bir adım öne geçebilecek olmak kuşkusuz ki, Malezya’da pirim yapacak bir konudur. Geçen yılın sonlarına doğru Başbakan Necib bin Rezzak’ın Çin’e yaptığı ziyarette yaklaşık kırk beş milyar dolarlık ticaret-yatırım anlaşması sonrasında en hafif ifadesiyle, ülkenin Çin karşısında zayıf bir konuma getirildiği iddialarına ‘Beyaz Ada çıkarmasıyla’ karşılık verilebilecektir. Malezya kamuoyunda dikkatle izlenen bir diğer konu olan “1 Malezya Kalkınma Fonu”yla (1MDB) ilgili süreçin bitmek bir yana, bazı ülkelerde soruşturmaların devam ediyor ve hatta bazı cezaların gündeme gelmesinin doğurduğu, iktidar çevrelerince açıkça ifade edilmese de, bir ‘siyasi buhran’dan bahsedilebilir. Seçim öncesinde muhalefet partilerince yoğun bir şekilde işleneceğine kuşku olmayan yukarıda zikredilen bu iki konuya karşılık iktidar bloğunun omurgasını oluşturan Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu’nun (UMNO) din ‘kartının’ yanı sıra, ‘milliyetçilik’ gibi her daim karşılığı olan bir konuda işe yarayabilecek Ada’yla ilgili bu son gelişmeyi de kullanacaktır.

Bu çerçevede, Beyaz Ada’yla ilgili geçmişte neler yaşandığını kısaca hatırlatmakta fayda var.  Malezya hükümetince 1979 yılında ülkeyi çevreleyen denizler, su yolları bağlamında teritoryal sınırları belirleyen bir eserde Beyaz Ada’nın Malezya egemenlik sahasında gösterilmesine Singapur yönetiminin karşı çıkmıştı. İki ülkenin konuyla ilgili karşılıklı iddiaları yaklaşık yirmi yılın sonunda, yani 2003 yılında Uluslararası Adalet Mahkemesi’ne taşındı. Uzun bir sürecin ardından uluslararası mahkemeye taşınan konuda karar ise 2008 yılında geldi ve mahkeme adanın Singapur toprağı sayılmasına karar verdi.

Uluslararası mahkemenin derin araştırmaları sonunda ulaştığı nihai kararın detayları ve teknik kısmını şimdilik bir yana koymak gerekir. Ancak, mahkemenin 2008 yılında Ada’yı Singapur’a vermesine neden olan kararından sonra, Malezya hükümetince özellikle geçen yıl Haziran ve Aralık ayları arasında İngiliz sömürge arşivlerinde yaptırıldığı anlaşılan ‘akademik’ çalışmalarda üç yeni bulguya ulaşılması konuyu yeniden gündeme taşıdı.

Konunun siyasi boyutunun dışında, geçmişte sömürgeci Avrupalı ulusların kendi aralarındaki anlaşmalarla, Müslüman Malay topluluklarının yaşadığı ‘Malay Yarımadası’ ve ‘Doğu Hint Adaları’nı içine alan devasa bir coğrafyayı kendi çıkarları uğruna nasıl ikiye ayırdıkları konusu yeniden güncellenecektir. İngiltere ve Hollanda Krallıkları arasında 17 Mart 1824 tarihinde imzalanan ‘Londra Anlaşması’yla Malaka Boğazı’nın kuzeyi ve güneyi bu iki sömürgeci güç tarafından paylaşılırken, bu süreç aynı zamanda, bugün Malezya ve Endonezya adıyla bilinen iki ulus-devletin doğmasına neden olan karmaşık ve uzun ilişkilerin ilk nüvesini oluşturuyordu. Sömürgecilik döneminin bitmesine rağmen, bölge tarihi kadar, Beyaz Ada örneğinde olduğu üzere teritoryal ilişkileri bugün dahi sömürge yönetimlerinin biçtiği anlaşmalar ve ilişkilerle anlaşılmaya çalışılmaktadır.

Önümüzdeki aylarda uluslararası adalet mahkemesi Beyaz Ada ile ilgili yeni bir karara imza atması halinde, bu durum, Doğu ve Güney Çin Denizi’nde ilgili ülkeler arasında benzer adalar konusundaki anlaşmazlıklar için de bir örneklik teşkil etme olasılığı bulunuyor. Bu nedenle, yenien gündeme taşınan Beyaz Ada sorunu sadece Malezya ve Singapur arasında bir konu olmakla kalmıyor. Aksine bulunduğu coğrafi konum, teritoryal hak meselesinde kararın arşiv belgelerine dayandırılarak alınıyor olması ve de doğuracağı siyasi ve ekonomik sonuçları itibarıyla özellikle bölgedeki ilgili ülkelerce yakından takip edilecektir.


6 Şubat 2017 Pazartesi

Asya-Pasifik’teki ‘Trump şoku’ Mattis’in ziyaretiyle yatıştı / Schock soothed after Mattis’s visit to Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                         06.02.2017
ABD yeni yönetiminin Savunma Bakanı James Mattis, ilk önemli ziyaretini geçen hafta Asya-Pasifik’e yaptı. Bakan Mattis’in bu ziyaretinin Güney Kore ve Japonya’ya yapılmış olması kuşkusuz ki, ABD yönetiminde güvenlik konularının gene en ön sırada yer aldığına işaret ediyor. Bu ziyaret, bir anlamda ABD Başkanı Donald Trump’ın daha önce sarf ettiği bazı söylemlere rağmen, taraflar arasında güvenlik konusunun geçen yıl kaldığı noktadan devam edeceğini ortaya koyuyor. Bakan Mattis’in önce Seul ardından Tokyo’ya yaptığı görüşmelerde güvenlik ittifakının devamı konusunda verdiği güvence iki ülke yönetimince memnuniyetle karşılandığı gibi, ABD’nin bölgedeki varlığını önemseyen diğer ülkelerde de olumlu yankı bulduğuna kuşku yok.
Kuzey Kore’nin tehditleri
Bu çerçevede, Kuzey Kore’nin nükleer füze denemeleriyle bölge ülkeleri için güvenlik tehdidi oluşturmaya devam etmesi, Çin yönetiminin Doğu ve Güney Çin Denizleri’nin büyük bir bölümünde hak iddialarından geri adım atma yönünde herhangi bir ciddi emare göstermemesi, ABD’nin bölgedeki Güney Kore ve özellikle Japonya gibi güçlü müttefikleriyle bu konuyu öncelikli olarak ele almasında temel nedenleri oluşturuyor. Bununla birlikte, ABD’de yeni yönetimin bir süredir küresel kamuoyuna vermeye çalıştığı ‘içe kapanmacı’ yaklaşımlara rağmen, Asya-Pasifik bölgesindeki bu ilk ziyaretinin nedenlerini ABD kamuoyuna açıklama konusunda pek de zorlanmayacaktır. Bu anlamda, bölgedeki mevcut güvenlik sorununun ABD’yi ve ABD halkını da yakından ilgilendirdiğine kuşku yok. Öyle ki, Kuzey Kore’nin nükleer füze denemeleri etki alanı birincil derecede Güney Kore ve Japonya’yı hedef almış gibi gözükse de, Kuzey Kore liderinin defaatle dile getirdiği tehditler dikkate alınacak olursa, açıkça hedefte Amerikan’ın da olduğu ortada.
Güvenlik işbirliği devam edecek
Bu çerçevede Bakan Mattis’in, “Tıpkı dün olduğu gibi bugün de iki ülkeyle güvenlik anlaşmalarının geçerlilidir” şeklinde yaptığı açıklama, görüşmelerin özeti mahiyetindeydi. Bakanın yukarıda dile getirilen açıklaması, Kuzey Kore yönetiminin bir süredir gerçekleştirdiği nükleer füze denemelerine yakında kıtalararası denemelerle devam edeceği ve Çin’in ise, Doğu ve Güney Çin Denizi’ndeki teritoryal hak iddialarından geri adım atmayacağı yönündeki açıklamalarına bir yanıt teşkil geliyor. Bu gelişme hiç kuşku yok ki, Donald Trump’ın seçim kampanyası ve sonrasında iki ülke savunma işbirliğinde maliyetlerin paylaşılması vurgusunun rafa kaldırıldığı anlamı taşımasa da, Savunma Bakanı’nın ağzından ittifak sürecinin devamı son derece önemli bir gelişmeydi. 
Bununla birlikte, Bakan Mattis’in bu iki ziyaretinde Tokyo ayağı, iki ülke arasında son dönemdeki gelişmelerin bir süreçte ilerlemekte olduğunu ortaya koyuyor. Japonya Başbakanı’nın, özellikle Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) konusunda doğan belirsizlik ve güvensizlik ortamını gidermeye yönelik olarak seçimlerden hemen sonra Washington’da Donald Trump’la iki saatlik görüşmesi hatırlanacaktır. Başbakan Abe, önümüzdeki hafta da, yine Washington’da Trump ile bir kez daha görüşecek.
Asya-Pasifik’de Trump tedirginliği
Savunma Bakanı Mattis’in Tokyo ziyareti, Abe’nin ilk ve ikinci ziyaretleri arasında bir bütünlük sağlamaya ve iki lider arasındaki buluşmayı birbirine yakınlaştırmayı ve anlamlaştırmaya dönük bir işlev görüyor. Hiç kuşku yok ki, Mattis’in ziyareti, ikinci Trump-Abe görüşmesi öncesinde iki ülke arasında ilişkilerin hangi alanlarda derlenip toparlanabileceğini belirlemeye yönelikti. Ayrıca, Savunma Bakanı’nın ziyaretinin, ‘Trump şokunun’ atlatılmasına ve başta Güney Kore ve Japonya kamuoyları ile belki de bölgedeki tüm ilgili ülkelere olumlu bir mesaj verilmesi gibi psikolojik bir boyutunu da hafife almamak gerekir. Mattis’in Tokyo’daki görüşmelerine biraz daha detaytan bakılabilir.
Savunma bakanının, Başbakan Şinzo Abe ve Dışişleri Bakanı Tomomi Inada’yla görüşmelerinde ABD’nin ‘dış tehditler’ karşısında Japonya’nın ulusal savunmasına desteğinin süreceğini açıklaması önemli bir gelişmeydi. Bu noktada, Bakan Mattis, iki ülke arasındaki ortak savunma anlaşmasının 5. Maddesi’ne atfen, “Bir yıl önce, beş yıl önce olduğu gibi, bundan on yıl sonra da geçerliliğini koruyacaktır.” açıklaması Japon yöneticilerin yüreğine su serpiş olmalı. Üstüne üstlük Doğu Çin Denizi’nde Çin’le yaşanan adalar krizi de bu madde kapsamında değerlendirilmesi Japonya nezdinde memnuniyeti bir kat daha artırmıştır.
ABD’nin bölgedeki askeri varlığı
Öte yandan, Japonya’nın savunması için bugüne kadar ABD’nin yüklendiği ‘mali külfetin’ ne kadarının Tokyo yönetimince karşılanacağına dair bir bilgi mevcut değil. Ancak bölgedeki ABD askeri varlığı salt ‘gider hanesiyle’ de ilintili bir husus değil. Bu güvenlik ağı ya da kuşağı sayesindedir ki, ABD ilgili ülkelerde siyasi rejimleri kendilerine ‘ittifak’ kıldıkları gibi, ABD’li şirketler vasıtasıyla ekonomilerini canlandıracak yatırımlara kapı araladılar. Dolayısıyla, Trump’ın daha önce yaptığı açıklamaları, ABD’nin askeri varlığı sanki bölgeden çekilecekmiş gibi algılanmış olsa da, bunun pratikte sorunlar yumağı haline gelecek bir politika olduğuna kuşku yok. Bu nedenle, Güney Kore ve Japonya yönetimleri, ABD destekli savunma süreçlerini tek başlarına ne kadar sürdürebilecekleri sorusu orta ve uzun vadede kayda değer bölgesel güvenlik açığına işaret edecektir.
İlişkilerin ekonomik boyutu
Başkan Trump’ın ABD’yi TPPA’dan çektiği hatırlanacak olursa, Japonya başbakanı Abe’nin ABD’deki seçim sonrasında gerek bölge ülkeleriyle alternatif ticari anlaşmalar ve birliktelikler oluşturulması konusundaki niyeti hala gündemde bir olasılık olarak yerini koruyor.
Öte yandan, ikili ticari ilişkiler noktasında Trump’ın Japon otomotiv sektörü başta olmak üzere iki ülke ticari ve yatırım ilişkilerini ABD menfaatlerine dönük olarak yeniden gözden geçirme kararının pratiğe nasıl yansıyacağını biraz daha bekleyip görmek gerekecek. Başbakan Abe’nin bu hafta Trump’la yapacağı görüşme bu sürece dair ipuçları verecektir. Kaldı ki, Abe’nin geçen hafta otomotiv sektörünün güçlü ismi Toyota’nın başkanı Akio Toyoda ile görüşmesi, ABD ziyaretine hazırlık anlamı taşıyordu. Öte yandan, Toyota başkanının gelecek beş yıllık süre zarfında ABD’ye on milyar dolarlık yatırım yapılacağı yönünde geçen ay yaptığı açıklama, Trump yönetimine gönderilen önemli bir mesajdı.
ABD’nin Asya-Pasifik’teki yeni rolü
Japonya hükümetinin hem Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) hem de ulusal ve bölgesel güvenlik konusunda ABD ile bu denli yakın temasta bulunma arzusu, en basit ifadesiyle 1945 sonrası oluşan dünya sistemi alışkanlığının devam ettirilmesinden kaynaklanıyor. Bu alışkanlığı oluşturan da ABD’nin bizatihi kendisi. 2. Dünya Savaşı sonrasında önce Sovyet Rusya ardından Komünist Çin ve bir ölçüde de Endonezya ve Hindistan’ın başını çektiği ‘Bağlantısızlar’ girişimi karşısında rol alan ve bölgeye rol biçen ABD yönetimi hem ekonomi modelleri hem güvenlik çemberi olgularıyla bölgede kayda değer bir yer edindi. ABD yönetimlerinin bölgeyle ilgili belki de karşı çıktıkları tek unsur çeşitli ülkelerde neşet eden diktatöryal rejimler, ajandasında demokratikleşmeyi rafa kaldıran devletler, insan hakları yaklaşımlarına kulak asmayan hükümetlerdi. Ancak zaten Lee Kuan Yew, Dr. Mahathir Muhammed gibi liderlerin bizatihi gündeme taşıdıkları Asyalılık değerleri savunusu şeklinde ‘haklı’ bir gerekçeye dayandırılarak Batıdan gelen eleştirilere pek de kulak asılmıyordu.
Japonya-ABD ilişkilerinin geleceği
Ancak durum bu kadar da basit değil. 2. Dünya Savaşı’nın yeniden oluşan küresel dengeleri içerisinde mağlup Japonya, galip ABD eliyle dünya kapitalist sistemine eklemlendi. Bu çerçevede, Japonya hem ekonomik yapılaşması hem de piyasa düzeni ve tüketim toplumu özellikleriyle bölgede bir atardamar rolü üstlendi. Öte yandan, Japonya’nın askeri savunma sistemlerinin ülke sınırları dışında rol almasına mani olunur ve sınırlı bir askeri varlığa mahkum edilirken, aslında ABD ile Japonya öyle kolay kolay aşılabilmesi mümkün olmayan sıkı bağlarla birbirine bağlanmış oldu. Japonya’nın dış tehditler karşısında savunma hattını ABD garanti altına alırken, Japonya’da kurulan ekonomik sistem bu ülkeyi, ABD merkezli kapitalist yapılaşmanın Doğu Asya’daki temsilcisi olmak kadar, bir yandan da üreticisi ve tüketicisi konumuna getirdi. Temelde bu nedenlerden ötürü, yeni başkan Trump’ın ABD’yi TPPA’dan çekmesi, savunma harcamalarında kesenin ağzını kapayacağını ifade etmesi Japonya tarafında soğuk bir duş etkisi yarattı.
Çin faktörü
Japonya ve Güney Kore başta olmak üzere bölgedeki diğer bazı ülkeleri de Amerikan’ın varlığına ‘muhtaç kılan’ unsurlardan öne çıkan bir diğer olgu ise, Çin’in bölge ülkelerine güven vermeyen ve bu güveni verebileceğini ortaya koyan bir çaba içinde olduğuna tanık olunmamasıdır. Çin de 1980’lerden başlayarak küresel kapitalist sistemin gereklerine uyacağına söz vermiş olsa da, Çin’i bir model ülke konumunda ele alınmasına sebep olacak sosyal, kültürel ve de yönetimsel program ve pratikleri bulunmuyor. Bu nedenledir ki, örneğin Endonezya ve Malezya gibi ülke yönetimlerinin ekonomi ve yatırım ilişkileri noktasında Çin’le biraz fazla yakınlaşma eğilimi gösterdiğinde, ülke halkları tarafından halen ‘komünist’ ideolojiyle anılan Çin’e teslimiyet olarak yorumlanabiliyor.
Bakan Mattis’in Asya-Pasifik ziyareti, ABD yeni yönetiminin küresel politikalara ısınma evresinde bir önceki yönetimin bıraktığı yerden işleri ele almakta olduğunu gösteriyor. Bu sürecin benzer ziyaretlerle olgunlaştırılıp olgunlaştırılmayacağını bekleyip görmek gerekiyor.

2 Şubat 2017 Perşembe

Endonezya Yerel Seçimleri Bağlamında Açe’deki Gelişmeler / Local Elections in Indonesia and Developments in Aceh

Mehmet Özay                                                                                                                        02.02.2017   
Açe’de bir seçim sürecini daha izleme imkânı buldum. 15 Şubat’ta yapılacak yerel seçimler 2006 ve 2011 valilik, 2009 ve 2014 eyalet parlamentosu seçimleri sonrasında, yani son on yılda beşinci seçime işaret ediyor. İki hafta sonra yapılacak seçim hazırlığı ve sonuçları üzerine bazı görüşleri paylaşmadan önce bir hususa kısaca değinmekte fayda var. Açe özelinde, 2006 yılı öncesinde sağlıklı bir seçim sürecinden bahsetmenin mümkün olmadığı hatırlanmalı. Yaşanan çatışma döneminde ulusal partiler Eyalet siyasetinde varlık gösterse de, bunun temsil süreçlerindeki zaafiyetleri de bir o kadar gerçeklik payı taşıyordu.

1970’lerin ikinci yarısından itibaren merhum Hasan di Tiro’nun önderliğinde başlatılan bağımsızlık hareketi ve bu hareketin inişli çıkışlı süreçleri, 26 Aralık 2004 tarihindeki ‘doğal’ afetle birlikte sona erdi. Hareketin o dönemki lider kadrosunun inisiyatifi, ‘merkez’ yani Cakarta yönetiminin uluslararası kamuoyu karşısında duruş belirtme arzusu ya da zorunluluğu, nihayetinde 15 Ağustos 2005 tarihinde Açe’ye ‘otonom yönetim statüsü’ veren Helsinki Barış Anlaşması’nı getirdi. Sadece Açe’nin modern tarihinde yeni bir döneme işaret etmekle kalmayan, Endonezya Cumhuriyeti’nin merkez-çevre ilişkisinde yeni bir siyasi anlayışa evrilmesinde de rolü olan Helsinki Anlaşması sonrasında Açe yeni bir seçim daha yaşanacak.

15 Şubat günü, Endonezya’da başta başkent Cakarta olmak üzere ülkenin değişik bölgelerinde de yerel seçimlerin yapılacağını hatırlatalım. Bu çerçevede, geçen Ağustos ayından bu yana Cakarta’da meydana gelen ve Türkiye’de konuyla ilgili olduğu varsayılan çevrelerin dahi ne olup bittiğini anlayamadığı gelişmeler nedeniyle başkentteki seçimler ‘güvenlik’ merceği altında. İşin Cakarta boyutu şimdilik bir yana, Açe Eyaleti’ndeki seçimler de farklı nedenlerle güvenlik boyutu ile gündeme getirildi ve seçim gününe kadar da gündemde kalmaya devam edecek. Bununla birlikte, seçimlerin Açe’deki karşılığının, Eyalet sınırlarını aşan bir önemle ulusal gündeme oturtulmasına neden oluyor. Neredeyse bir yıl öncesinden her şeyin seçimlere endekslendiği ülkede, iki hafta sonra yapılacak ve başta Açe valiliği olmak üzere tüm eyelet kapsamında yerel yöneticilerin belirleneceği süreçte son dönemece girildi.

Bu bağlamda, Açe’deki seçimler sadece Açeliler tarafından değil, merkezdeki çeşitli güç odaklarınca da yakından takip ediliyor. Öyle ki, adayların birer birer ortaya çıkmaya başlamasıyla birlikte merkezdeki ‘güvenlik’ odaklı kurumlar, seçimlerde Açe’yi öncelikli güvenlik sorunu olan ilk üç bölge içerisine almakta gecikmediler. Öte yandan, ulusal siyasi partiler de nüfus olarak küçük bir yüzdeye tekabül etse de, sembolik öneminden hareketle Açe’deki seçimlerde varlıklarını ortaya koymaya çalışıyorlar. Bu nedenle gerek aday belirleme süreçlerinde gerekse kompleks koalisyon oluşumlarında yer alma konusunda epeyce efor sarf ettiler.

Bu noktada, son beş yılda görev yapan Açe vali ve yardımcısının yeniden aday olması nedeniyle geçiş sürecinde valilik makamına eski bir ordu komutanının atanmış olması merkezin ‘güvenlik’ odaklı yaklaşımının ilk ciddi icraatı olarak ortaya çıktı. Akabinde ordu ve polis güçlerinin takviye edilmesi merkez tarafından ‘güvenlik’ unsurunun Açe özelinde giderek ne boyutta algılandığını açık ve net ortaya koyuyordu. Bununla birlikte, bir savaş hazırlığı ‘pozlarında’ Açe yerel medyasının ilk sayfalarını kaplayan ‘güvenlik unsurlarının’ yakın geçmişte yaşananları unutmamış olan Açe toplumu nezdinde olumlu bir algıya neden olduğu herhalde söylenemez.

Buna rağmen, elbette Açe’deki durumun kendine özgü farklılıkları bulunuyor. Bu farklılıklara kısaca değinmek suretiyle hem Açe’de hem de başkent Cakarta’daki siyasi elit nezdinde ne tür yansımaları olacağı konusunda fikir cimnastiği yapabiliriz. Helsinki sürecinin doğal bir uzantısı olarak Açe Eyaleti, Endonezya içinde hem bağımız adayların hem de yerel partilerin kurulup siyaset yapabildiği ilk bölge olarak biliniyor. Bağımsız adaylara artık başka bölgelerde de rastlansa da yerel partilerin varlığı halen sadece Açe ile sınırlı. Bugün Açe valiliği için yerel partiler temsilcileri kadar, bağımsız adayların da bulunduğu altı aday yarışıyor. Adaylardan dördü, uzun yıllar Açe bağımsızlığı için aynı harekete mensup olmuş kişiler, yani Dr. Zeyni Abdullah, Müzekkir Manaf, İrvandi Yusuf ve Zekiraya Saman. Diğer ikisi ise, daha önce belediye başkanlığı ile valilik yapmış olan Tarmizi Karim ve Abdullah Puteh.

Aynı hareket içinde yer almış, ancak bugün parçalı yapının unsurları olarak ortaya çıkan dört adayın varlığı manidar bir duruma işaret ediyor. Bu nedenle, bu seçim süreci, Açe bağımsızlık hareketi lideri Hasan di Tiro’nun 3 Haziran 2010 tarihinde vefatının ardından yaşanan sarsıntının çok daha güçlü hissedildiğine işaret ediyor. Tiro, hayatının yaklaşık son on yılında sağlık problemleri nedeniyle aktif siyasetin içinde yer almamış olsa da, lideri bulunduğu ‘hareket’ için hayatta oluşunun getirdiği bir bağlayıcılık işlevini sürdürüyordu. Tiro’nun vefatından kısa bir süre sonra yapılan valilik seçimini, hareketin iki güçlü ismi Dr. Zeyni Abdullah ve Muzakkir Manaf ‘vali ve yardımcısı’ sıfatıyla katılarak ipi göğüslemişti.

‘Açe Partisi’ adlı yerel partinin temsilcileri olarak siyasi arenada rol alan bu iki liderin, aradan geçen beş yılın ardından ciddi bir kopuş yaşaması, bugün her ikisinin de birbirine rakip adaylar olarak ortaya çıkmasına neden oldu. Öyle ki, bu iki lider arasındaki kopuşun, onlarca yıllık varlığının Helsinki Barış sürecinin ardından siyasi yapıya dönüşen hareket içerisinde peş peşe yaşanan kopuşları sembolize ettiğini söyleyebiliriz. Bunun bir sonucu olarak, aynı bağımsızlık hareketinin sivil kanadında yer alan ve 2005 yılındaki barış sürecinde daha yerel partiler kurulmadığından bağımsız aday olarak seçimlere girip 2006-2011 yıllarında valilik yapan İrvandi Yusuf bulunuyor. Gerek geçmişte hareket içerisindeki konumu, gerekse valilik döneminde edindiği tecrübe ve ‘merkezle’ ilişkileri İrvandi Yusuf’u bugün kurucusu olduğu ‘Açe Milliyetçi Partisi’nin başında bir siyasi lider olarak kamuoyunda önemli bir yere taşıdı. Hareket içerisinden çıkan dördüncü isim ise, düne kadar geri plânda kalmayı yeğleyen Zekeriya Saman.

Dünün bağımsızlık hareketi içerisinden çıkan bugünün dört vali adayının ortaya koyduğu parçalı yapı, Hasan di Tiro’nun vefatıyla hareketin siyasi ömrünü tamamlamasının getirdiği bir ‘doğal son’a tekabül ediyor. Bununla birlikte, eyalet yönetiminin en güçlü makamı olan valiliğe talip olmak, hiç kuşku yok ki, “özgürlük” hareketinin mirasının paylaşılmasıyla da bağlantılı. Şayet hareketten kalan bir miras söz konusu ise, bir süredir yaşananlar dikkate alındığında bu mirasın paylaşımının ‘rasyonel’ bir sürece tekabül etmediği ortada. Ancak Açe’nin ülke içerisinde tek başına bırakılmayacak kadar önemli oluşunu da göz ardı etmemek gerekir. Yukarıda kısaca değinilen merkezi oluşturan ‘güçlerin’ evvelinden itibaren eyelet siyasetinde ortaya çıkan bu parçalı sürecin yapılaştırıcı unsurları olmaya aday oldukları biliniyordu.

Bugün, örneğin İrvandi Yusuf’un yardımcı olarak kendine Demokrat Parti’nin eski milletvekillerinden birini; Müzekkir Manaf’ın ise, ‘Büyük Endonezya Hareketi Partisi’nden (Gerindra) birini yardımcı olarak belirlemesi bunun somut göstergelerinden biri. Tabii bu noktada, söz konusu bu süreçten ötürü, Açeli siyasi liderleri edilgen bir konuma indirgemenin sağlıklı bir bakış ortaya koymayacağı da ortada. Dünün bağımsızlık hareketi içerisinde yaşanan kırılmalar karşısında, içerden çözüm arayışlarının sergilenememiş olması, Eyalet siyasetinde güçlü bir şekilde var olmayı arzu eden Açeli liderlerin, ulusal partilerle masaya oturma ve koalisyon kurmayı bir tür strateji olarak belirlediklerine işaret ediyor. Helsinki Barış Anlaşması’yla kendilerine otonom yönetim hakkı tanınan ve bu bağlamda yerel parti kurma imtiyazı tanınan Açelilerin, ulusal partilere Eyalet siyasetinde neredeyse eşit bir kulvar açıyor olmalarının ciddi bir sorgulamayı hak ettiğine kuşku yok.

Diğer iki adaydan Tarmizi Kerim, çatışma döneminde Lhok Seumawe şehrinde belediye başkanlığı yapan, ardından merkez tarafından çeşitli bürokratik görevlerle ‘ödüllendirilen’ oldukça tercübeli bir aday. Son aday Abdullah Puteh ise, 2000-2005 yılları arasında valilik yapan, ancak karıştığı yolsuzluk vak’ası sonrasında hapis cezası alan biri. Yaklaşık iki buçuk milyon civarında seçmenin bulunduğu Eyalette söz konusu bu altı adayın yarışında sırasıyla ‘bölgecilik’, ‘Açelilik’, ‘merkeze adaptasyon’ gibi stratejiler belirleyici olacak. İrvandi Yusuf ve Müzekkir Manaf valilik yarışını önde bitirebilecek en önemli iki aday konumunda. Bununla birlikte, Açe siyasetinde ‘demokratik’ süreçler kadar, farklı faktörlerin de halen belirleyici olduğunu hatırta tutmalı. Ve bu iki adayın dışında farklı bir adayın seçimi kazanmasının da bu anlamda pek süpriz olmayacağını söyleyebiliriz.