29 Şubat 2024 Perşembe

Küresel yönetim ve çok kutupluluk söyleminde neredeyiz? - Where are we in the discourse of global governance and multipolarity?

Mehmet Özay                                                                                                                            29.02.2024

Dünyanın, kayda değer bir süredir doğru yönetilmediğine dair kaygılar, yerini bu sorun üzerinde düşünmek ve çözüm bulmak çabasından uzaklaşarak, giderek umutsuzluğa bırakıyor.

9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolik anlamda Soğuk Savaş’ın sona erdiği söylemi, 26 Aralık 1991 yılında SSCB’nin çöküşüyle pratik olarak da tamamlanmıştı.

Ortaya çıkan bu durum, teorik olmasa da, pratik olarak oluşumuna zemin hazırladığı, Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderme yapan, ‘tek kutupluluk’ olgusunun bir zafer olarak ilânıyla, yeni ve temel bir sorun olarak zuhur etmesi arasında geçen kısa süre, küresel ortamın yeni bir dönemle yüz yüze geldiğini gösteriyordu.

Belki, ilk etapta, ‘tek kutupluluk’ olgusunun küresel ortama getireceği varsayılan ve de olumlu olarak addedilen ‘neo liberal katkı’nın, pek de rasyonel olmadığı kısa sürede ortaya çıkmıştı.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden kısa bir süre sonra, küresel kamuoyu birbiri ardına önemli gelişmelere tanık oldu.

Özellikle kendini, Ortadoğu’da ABD öncülüğündeki Arap dünyasının bir bölümünü hedef alan işgal ve savaşlarla ortaya koyan ve ardından, bir şekilde devamlılık gösteren süreç, her türünden eşitsizlikler, tek-kutuplu küresel sistemin, küresel barış ve huzur için yeter sebep olamayacağının anlaşılmasında önemli göstergelerdendi. 

Bunun yerine, alternatif arayışlarında ‘çok-kutupluluk’ olgusu yer etmeye başladı. 

Kapitalizme alternatif mi?

Çok kutupluluk taleplerinin ardında, hiç kuşku yok ki, kapitalizm üzerinde temellendiği gizli/açık sömürünün varlığının önemli bir etkisi vardı.

Öyle ki, söz konusu bu sömürüyü neredeyse her platforma yayma amacıyla hareket eden bu sisteme karşı meydan okumalar, ‘çok kutupluluk’ talepleriyle birlikte gündeme taşındı.

Bu bağlamda, bir tür küresel adalet arayışında, güç ve servet paylaşımı olgusuna dikkat çekiliyordu...

Şayet dünya, ABD eksenli tek kutupluluktan kurtulur ve çok kutupluluğa evrilirse, güç ve servet paylaşımı da sağlanmış olacaktı.

Söz konusu bu çok-kutupluluk olgusu ve söylemi sanki, var olan küresel eko-politik ilişkilere alternatif üretmiş ve bu alternatif eko-politik sistem, kayda değer ülkelerce kabul görmüş gibi bir algı gizli/açık kendini ortaya koyuyordu.

Oysa, olan bitene bakıldığında ortalıkta, böylesi bir alternatiften bahsetmek mümkün değildi...

Çin’e bakış

O dönem itibarıyla, Batı’da bazı akademisyenler, düşünce kuruluşları yetkilileri ve siyasiler dışında, Çin’e henüz ciddi bir gönderme yapılmıyordu....

Bununla birlikte, Çin’in bir alternatif olmaklığından öte, yine Batı liberalizmi/neo-liberalizmi içinde kalacağı ve toplumsal dönüşüm yaşayacağı düşüncesi ve algısı da, kendini gizli/açık hissettiriyordu.

Bu durum, gelecek projeksiyonunun bir şekilde yine, Batı’dan geldiğini ortaya koymasıyla dikkat çekiciydi.

Geniş kesimlerin Çin’e yönelimle ilgili belirsizliklerinde, dönemin önemli bir geçiş süreci olmasının getirdiği özellikler unutulmamalı. Küresel toplum açısından bir arayışın olduğu kesindi, ancak tekrar olmakla birlikte, geniş kesimler için hedefin ve çözümün Çin olması pek mümkün değildi...

Ya da bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, o dönem itibarıyla Çin’in, ne türden bir alternatif oluşturucağı konusu henüz muğlaklığını koruyordu.

Bu çerçevede, küresel toplum söylem ile pratikte yapılmak istenen arasında, gayet önemli bir açığın ortaya çıkmakta olduğunu fark etmekte gecikmeyecekti.

Tek kutuplulukda dikkat çeken ve ABD eksenli bir liberal/neo-liberal söylem hakim idiyse, ‘çok kutuplu’ olarak ortaya konulan kavramın akıllara getirdiği birden fazla küresel aktörün, belli bir eko-politik düzen veya birbirinden ayrışan eko-politik düzenlerin varlığına atıf yapılıyor olmalıydı.

Oysa, tek kutupluluğu temsil eden ABD’nin karşısında, rakip, eşit partner vb. bağlamlarda olacağı düşünülen herhangi bir temsili yapı görmek mümkün değildi.

Avrupa’nın alternatifliği

Bununla birlikte, ABD’yi karşısına alabilecek bir Avrupa düşüncesi, Batı dünyasının kendi içerisinde Atlantik boyutunda var olan kırılmayı onarmaya matuf bir yaklaşım olarak dillendiriliyordu.

Bu durum, çok-kutupluluk oluşturma sürecinin, Batı neo-liberal teori ve pratiğine sahip vya buna -en azından- söylem düzeyinde yakın ve aşina ülkeler arasında olduğu aşikârdı.

Bu noktada, Avrupa’nın ‘Birlik’ olmasına rağmen, ABD karşısında kutup oluşturabilecek bir ‘Birlik’ düzeyine ulaşıp ulaşmadığı sorgulanmaya değerdir.

Avrupa’yı İngiltere ve Hollanda dışarda tutacak olursak, eko-politik zeminde ABD ile kimi ölçülerde örtüşen bir zemin kadar, belki de daha çok örtüşmeyen yanlarıyla dikkat çeken ve birbirleriyle bütünlüklü değil, parçalı nitelik arz eden Avrupa ülkeleri bulunuyordu.

Aradan geçen süre zarfında Avrupa Birliği’nde yaşanan değişimler, Kıta’nın bir kutup oluşturacak bir ‘Birlik’ düzeyinde olmadığını kanıtlamış durumdadır.

Japonya umudu

Çok-kutuplaşmayı açımlamaya yarayacak bir diğer çıkış, yine o dönem itibarıyla Japonya’yı bir alternatif güç olarak konumlandırma söylemini dillendiriyordu ki, aslında bunun pek iler tutar bir yanı bulunmuyordu.

Nihayetinde karşımızda, 2. Dünya Savaşı veya Asya-Pasifik’te kullanıldığı şekliyle, Pasifik Savaşı sonrasının Japonya’sı bulunuyordu.

Japonya, -tıpkı Almanya benzeri-, sadece kendi ulusal sınırları konsepti ve ilintili alanları oluşturması kendi karar sürecine terk edilmediği gibi, eko-politik yapısı da, ABD tarafından çerçevelendirilmiş bir ulus devletti.

Bu durum, Japonya’yı çok kutupluluk söyleminde, kendi başına bir kutup olmaya yeter bir güç olarak ortaya çıkarmıyordu.

Alternatif arayışına devam

Bu durumda şu soruyu sormak gerekiyor: “1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla sembolleşen Doğu Bloku’nun çöküşünden sonra, Batı neo-liberal teori ve pratiğinden bağımsız bir alternatif yapı üreten eko-politik sistem çıktı mı?

Soruyu biraz daha genişleterek yineleyecek olursak, “Karşımızda -teorik-ideolojik bağlamda olmasa da, fiili ve fiziki olarak eriyip giden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) özelindeki eko-politik yapının yerini alabilecek bir alternatif yapı var mıydı?” şeklinde zikredebiliriz.

SSCB’nin teorik-ideolojik varlığını olmasa da, fiili ve fiziki varlığını ortadan kaldırma becerisini gösteren liberal/neo-liberal ideolojinin gücünü pekiştirmesi, aslında küresel toplumun önemli bir bölümünün alternatif oluşturma gibi bir çabasından da söz edilemeyeceğini açık seçik ortaya koyuyordu.

Şayet böylesi bir alternatif var idiyse, o zaman bu alternatif örneğin niçin, SSCB’nin de varlık sürdüğü bir dönemde ortaya çıkma iradesi sergilememiştir?

Yoksa, o döneme kadar ‘büyük şeytan’ konumundaki -hangi şeytan daha büyük, kestirmek güç- SSCB’nin ortadan kalkmasıyla ansızın bir alternatif yapının zuhur etmesi mi bekleniyordu?

Bu durumda, salt SSCB’nin fiili ve fiziki varlığının sona ermesinin, küresel barışı getirmediği ortadadır.

Aksine, küresel barıştan giderek uzaklaşan veya bir süredir dillendirildiği üzere, ‘yeni bir Soğuk Savaş’ olgusunun oluştuğu/oluşturulduğu bir küresel gerçeklikle karşı karşıya kaldığımıza kuşku yok.

Bu durum, ne SSCB sisteminin ne de bu sistemi de içine alan 20. yüzyıl Soğuk Savaş döneminin olumlanması anlamına yorulmamalıdır.

Burada sorgulamaya değer olan, ABD gibi küresel bir eko-politik güç karşısında alternatif söylemlerle ortaya çıktığı iddiasındaki kesimlerin, niçin bir eko-politik teoriyi biçimlendirmemiş ve bunu pratiğe geçirememiş olmalarıdır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/kuresel-yonetim-ve-cok-kutupluluk-soyleminde-neredeyiz-where-are-we-in-the-discourse-of-global-governance-and-multipolarity/

27 Şubat 2024 Salı

Bilim adamlığı ve ahlâk sahibi olmak ilişkisi / The relationship between being a scientist and being a moral person

Mehmet Özay                                                                                                                            27.02.2024

‘Bilim adamı’ ve ‘ahlâk sahibi olmak’ gibi iki kavramı karşı karşıya getirmek, hem tehlikeli hem de önemli...

Tehlikeli, çünkü gayet ciddi bir sorgulamayı içinde barındırıyor. Önemli, çünkü ahlâkla nitelendirilmemiş bilim adamlığının, ne ‘bilim’ ne de ‘adamlık’la bir bağı düşünülebilir...

Bilim adamı olmanın, temel itibarıyla pozitif bir önyargıdan kaynaklanan sorgulanamaz bir vecheyi bünyesinde barındırmasından ve genel geçer bir kabul olarak karşımıza konmasından ötürü, ‘Acaba, bilim adamının, ahlâk sahibi olmaklığında bir eksiklik olabilir mi?” sorusu irkiltici bir nitelik arz ediyor.

Evet, bunda haklılık payı yok değil...

Ancak, bu hususu ciddi anlamda gündemimize almak ve tartışmak, hiç kuşku yok ki, önceliklerimiz arasında yer almalıdır...

Temel yapısal sorun

Genel yaklaşım itibarıyla, bilim adamı ve ahlâk sahib olmak durumuyla ilgili olarak, sadece bir kaç kişi, birkaç bilim adamı ve bunların ahlâklı olmamalarıyla sınırlı olup, sanki göz ardı edilebilecek bir durummuş gibi bir intibaya yol açabilir.

Aslında, bilim adamlığı gerçekliğini tüm boyutlarıyla düşündüğümüzde, ortada vazgeçilmez bir öneme sahip kurumsal ve yapısal bir zaafiyetle karşı karşıya olduğumuzu söylemek gerekiyor.

Bilim adamlığı ve ahlâk sahibi olmak ilişkisinin, alışkın olduğumuz üzere gündelik, seküler hayatın akışı içerisinde adına, bilimsel denilen ve içinde bilimsel etkinliklerin yapıldığı kurumlarda yer alan bireylerin en basitinden eksik, kadük, yapmacık, sıradan vb. sıfatlarla anılmayı hak eden eylemler dizisiyle sınırlı olduğu düşünülmemelidir.

Bu çerçevede, sadece sınırlı bir kitle ve kurum bağlamında, akademi dünyasıyla sınırlı olmayan aksine, İslam toplumlarının içinde yer aldığı açmazların, sorunların, tehlikeli gelişmelerin önemli bir bölümünün temelinde, bilim adamı ve ahlâk ilişkisindeki zıt kutuplaşmadan kaynaklandığı iddiasını ileri sürmekle, gayet önemli bir toplumsal, siyasal, ekonomik ve nihayetinde insani bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu hatırlatmak istiyoruz.

Adanmışlık ve ahlâk

Bilim adamlığı işinin, temel itibarıyla, kendini belirli bir bilim alanına adamışlıkla, bu alanın kendi öz dinamikleriyle iştigalle ve süreçte, bu alana özgü bilgi üretimi olarak ortaya çıkan sonuçlarıyla anlamlı bir bütün olduğu görülür.

Böylesine bilimsel bir alanın tüm süreçlerinin ve bunlardan hasıl olacak sonuçların, bilim adamının ahlâkiliğiyle doğrudan ilintili olması, toplumun geniş çevreleri nezdinde, bilim adamı kadar, onun yaptığı işin kabul edilebilirlik ve saygınlık kazandırılmasını sağlar. 

Bu noktada, bilim uğraşının salt bir mesleki kategoriye indirgenemeyecek boyutta bir önemi bünyesinde barındırması, ne denli önemli bir gerçeklikle karşı karşıya bulunduğumuzu bize gösteriyor.

Temelde, adına meslek denilen ve modern dönemde popüler bazı alanlarıyla karşımıza çıkan iş-çalışma sektörlerinin herbirinde, böylesi bir ahlâkiliğin olduğunu söylemek abartı olmak yerine, tastamam insan-meslek, insan-insan ve insan-toplum ilişkisi içerisinde değerlendirilmeyi hak ediyor.

Burada, diğerleri bir yana, bilim adamlığını tercih etmemiz, bilim olgusu ve uğraşının insan toplumlarının yapılaştırılmasındaki, gelişmesindeki, anlamlılık kazanmasındaki rolüne, önemine, yönlendirmesine vb. dair önemden kaynaklanıyor.

Anlam çerçevesi

Bu çerçevede, bilim işini bir tür eğitim süreçlerinde edinilen ve ardından, akademi dünyasında aktör olarak içerisinde yer alınan, sıradan bir alan olarak görmek yerine, topluma uzun erimli bağlamlarda katkıyı, süreçleri yönetebilmeyi ve de anlamlı bir evren oluşturabilmeyi ansıttığını söylemek gerekiyor.

Öte yandan, bilim adamlığı işini nihayetinde, kişiye maddi kazanımlar getirecek bir meslek edinimine indirgemek, bilim olgusu ile çatışan önemli bir anlam kırılması olarak karşımıza çıktığı da muhakkak.

Nihayetinde, bilim adamlığından beklenti kendini, bilime adamışlıkla ve bu çerçevede, insan ve toplum iyiliğini öncellemede ortaya çıkıyor.

Burada dikkat çekilen kırılma, acaba bilim adamlığı sıfatlarıyla yani asistan, doktor, doçent, profesör vb.- donanırken, bu ara süreçlerin ve sonrasında oluşacak durumun, ‘bilim adamı’nın kendine bir mevki, makam üretmesi ve/ya bilim adamı sıfatını taşıyan kişinin tastamam, böylesi mevki ve makamları hedef tutması ve hatta mevki  ve makamların peşinde koşmayı birincil hedef haline getirmesi sorunlu bir duruma tekabül ediyor.

Burada, yanlış anlamaya yol açmamak adına, gayet kendinde bilim adamlığının nihayetinde, bilime, insana ve topluma hizmetle konuşlanmanın gereği olarak, çeşitli makam ve mevkilere ulaşılmasına aracı olmasında -ilkesel olarak- herhangi bir sakınca bulunmuyor.

Burada, bahse konu edilen husus, bilim adamlığı işine başlanılmasından itibaren, kişinin yöneliminin bilimi, bilimsel araştırma süreçlerini, bilimsel üretim süreçlerini -tabiri caizse- birer kuma gibi kullanmasıyla ilintilidir.

Bilimin ve bu bilimi oluşturan tüm ara tabakaların ve süreçlerin ikincilleştirilmesi anlamına gelen bu durumun, bizatihi bilim ve bilimsel faaliyet ile çeliştiği ortadadır.

Bir başka yanlış anlamaya fırsat vermeme adına, burada bir bilim kutsaması yapılmadığını da belirtmekte yarar var...

Burada söylenmek istenen, bilim adı verilen alanın kendine özgü karakteristiklerini ve dinamiklerini hiçe saymaya doğru eğilim sergileyen ve bunun bizatihi adına, ‘bilim adamı’ denilen bireylerce ortaya konmasının gizli bir tehdit ve tehlike oluşturduğunun hatırlatılmasıdır. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/bilim-adamligi-ve-ahlak-sahibi-olmak-iliskisi-the-relationship-between-being-a-scientist-and-being-a-moral-person/

 

26 Şubat 2024 Pazartesi

Mohammad Said dan Politik Global

Mehmet Özay                                                                                                                            23.02.2024

Musim gugur tahun 1948 menyaksikan perkembangan penting mengenai beberapa masalah geopolitik di Barat atau khususnya Eropa dan di seluruh dunia pada umumnya. Negara-negara terkemuka dalam lingkungan politik global pascaperang atau negara-negara pemenang Perang Dunia Kedua sedang belajar tentang munculnya era baru yang samar-samar untuk membangun kembali perdamaian global.

Proses ini tidak jauh dari persaingan politik antar negara-negara terkemuka. Dalam hal ini, Amerika Serikat dan Uni Soviet atau Republik Sosialis Soviet Bersatu (USSR) sepakat untuk meningkatkan posisi mereka terlebih dahulu di skala Eropa dan kemudian di skala global. Pada tahun-tahun ini, mereka menyaksikan secara kontradiktif tahap-tahap awal Perang Dingin antara AS dan Uni Soviet secara bersamaan.

Kedua negara berada dalam posisi untuk mencapai kekuasaan lebih dari yang lain. Arahan kedua pemenang – yaitu AS dan Uni Soviet – dari Perang Dunia Kedua hingga Perang Dingin berarti memperburuk cita-cita untuk menciptakan tatanan dunia yang damai, yang sangat dibutuhkan oleh semua negara. Dengan kata lain, tepat setelah perang yang paling dahsyat menyebabkan gejolak global, pendekatan politik negara-negara terkemuka mulai terhuyung-huyung dalam menghadapi permasalahan yang beragam dan sangat besar.

Dalam proses ini, konteks utama dibingkai pada isu Berlin, sebuah titik panas perpecahan ideologis di dunia politik Barat, yang selalu menjadi pokok bahasan di PBB. Ada dua fenomena yang terjadi di sini: isu Berlin dan uji kredibilitas PBB yang didirikan pada 24 Oktober 1945, yakni hanya beberapa bulan setelah Jepang menyerah. Persoalan Berlin mencerminkan terbaginya wilayah Jerman antara Barat dan Timur. Berlin, ibu kota Jerman Barat, secara geografis terletak di bagian dalam Jerman Timur, dan sulit melindungi kedaulatannya dari potensi invasi ke Uni Soviet. Singkatnya, isu Berlin terjadi ketika Uni Soviet melarang akses darat antara Jerman Barat dan Berlin Barat.

Melalui kebijakan aksinya, Rusia mengerahkan kekuatan ‘politik’nya melawan lingkaran kekuasaan Barat, dan tidak ada keraguan bahwa isu Berlin berada di garis depan konflik antara Rusia dan Amerika Serikat. Hal yang lebih buruk dari situasi konflik yang muncul secara signifikan ini adalah ketidakmampuan PBB untuk mengatasi pertanyaan ideologis Eropa ini. Hal ini dan beberapa isu internasional lainnya yang menjadi pembahasan penting di PBB menarik minat Haji Muhammad Said (HMS), kolumnis terkemuka Waspada.

Mungkin patut dipertanyakan mengapa HMS mengikuti isu-isu ini, yang tampaknya menjadi perhatian utama negara-negara Barat! Mungkin ada yang berpendapat bahwa ia bukan hanya seorang jurnalis yang menyiarkan peristiwa-peristiwa global yang terjadi di suatu tempat di belahan dunia lain, yang disiarkan oleh kantor-kantor berita internasional. Selain itu, ia memiliki kualitas intelektual yang cukup. Ia tidak hanya secara implisit menindaklanjuti diskusi-diskusi politik di Barat, namun ia juga menafsirkannya melalui pendirian politik-filosofisnya. Pendiriannya tak lepas dari situasi politik Indonesia yang belum mendapatkan pengakuan politik di mata internasional. Sebagaimana diketahui, perjuangan kemerdekaan Indonesia tidak hanya melawan kekuasaan kolonial, yakni Belanda, namun juga negara yang mendukung kolonialisme secara politik, militer, dan mungkin secara moral. Ada yang berpendapat bahwa HMS menelusuri kebijakan-kebijakan Barat sepanjang sesi yang diadakan di PBB.

HMS nampaknya sudah cukup sadar bahwa PBB, sebagai lembaga payung internasional, dapat menyelesaikan beberapa permasalahan penting regional dan global hanya beberapa tahun setelah Perang Dunia II. Sebagaimana dinyatakannya dalam artikelnya yang berjudul “Suasana Sedjagat Minggu Ini” pada tanggal 27 November 1948 di Waspada, permasalahan-permasalahan ini pada dasarnya merupakan permasalahan bersama dan sekaligus dapat diselesaikan oleh komunitas internasional.

Dengan kata lain, permasalahan-permasalahan tersebut merupakan respons terhadap kepentingan bersama komunitas global. Hal ini memberikan gambaran mengenai kekuatan-kekuatan terkemuka di era pascaperang, yang berada dalam posisi untuk tidak menciptakan tatanan dunia yang damai. Malah masing-masing fokus pada agenda politiknya yang jauh dari membangun tatanan global yang menguntungkan masing-masing negara. Seperti yang diungkapkan HMS, negara-negara besar yaitu Amerika Serikat dan Uni Soviet hanya lebih memilih kebijakan terbaik bagi kekuasaannya.

Kebijakan salah serupa akan mengulangi kondisi sebelum perang yang diciptakan oleh negara-negara besar di Barat. HMS menilai seluruh perkembangan tersebut, baik yang terjadi dalam konteks Eropa maupun yang lebih bersifat global, seperti isu Palestina, melalui perspektif kebenaran dan keadilan. Kedua konsep ini cukup berharga untuk diucapkan dalam jurnalisme. Dan HMS, sejak awal jurnal jurnalismenya, bertekad untuk memproduksi dan menyebarkan kebenaran serta meningkatkan keadilan di masyarakat.

Tidak diragukan lagi, salah satu isu krusial lainnya di era pascaperang adalah isu Palestina. Di sisi lain, Palestina tidak bisa dibandingkan dengan negara lain yang bisa diselesaikan oleh PBB. Sebagaimana dicermati dengan jelas oleh HMS, “Soal Palestian sudah seperti tidak jadi soal antara Arab dengan Jahudi lagi”. Sebaliknya, hal ini menjadi perhatian global karena pentingnya Yerusalem, yang dianggap sebagai tanah suci umat Islam. Dalam konteks ini, memperoleh kedaulatan politik di tanah air rakyat Palestina sudah melampaui haknya. Tekanan politik dan militer kaum Yahudi menyebabkan berakhirnya berdirinya Israel pada tanggal 14 Mei 1948, sebagai negara bangsa baru di tanah Palestina.

Dapat dipahami bahwa -setidaknya salah satu alasannya- adalah karena pihak-pihak yang terkait dengan isu Palestina tidak cukup tegas secara politik. Misalnya, Inggris sepenuhnya mendukung sikap politik negara-negara Arab, namun kemudian mengubah pendiriannya dan mengambil sikap yang dapat digambarkan sebagai sikap ragu-ragu. Untuk memahami perubahan posisi Inggris, kita harus meninjau kembali tahap awal Perang Dunia Pertama.

Sebab pada masa itu, bahkan sebelum perang, Inggris terus berkomunikasi dengan perwakilan elite bangsa Arap. Misalnya, Sharif Hussein, kepala keluarga Sharif, yang secara historis dikenal sebagai pelindung wilayah Hijaz. Sayangnya, HMS tidak mengingatkan pembacanya tentang tahap awal hubungan Inggris dan Arab. Namun, dapat dipahami bahwa perpecahan negara-negara Arap menjadi alasan utama mengapa Inggris pernah menganjurkan pendirian politik Arap terhadap kepentingan Yahudi di Timur Tengah.

Pada tahap ini, patut dipertanyakan motif apa yang mendorong para pemimpin dan kebijakan Arab untuk memecah belah dan secara signifikan kehilangan tanah Palestina ke tangan orang-orang Yahudi. Yang diamati adalah para pemimpin Arab tidak mempunyai wawasan untuk menghilangkan ancaman Israel pasca runtuhnya Daulah Utsmaniyah.

Meskipun gencatan senjata antara Yahudi dan Arab berhasil dilaksanakan, sebagaimana dinyatakan oleh Mohammad Said, kegagalan negara-negara Arab untuk mencapai pemahaman yang dapat dipercaya di antara mereka membuat Inggris harus memainkan isu-isu ini demi kepentingan mereka.

Karena itu, meskipun Mohammad Said merujuk pada sesi-sesi yang diadakan di Perserikatan Bangsa-Bangsa dalam kolomnya, dia secara implisit mengkritik otoritas dan kekuatan penyelesaian masalah Perserikatan Bangsa-Bangsa. Tindak lanjutnya dalam politik global bertujuan untuk mengajarkan masyarakatnya literasi politik dan mempersiapkan mereka menghadapi kasus Indonesia yang akan diambil alih oleh kalangan global yang sama di tahun-tahun mendatang.

Waspada, Opini, Jumat, 23 Februari 2024, hal. B3.

https://epaper.waspada.id/epaper/waspada-jumat-23-februari-2024/

25 Şubat 2024 Pazar

Bilimsel faaliyet, araştırma ve fon sağlayıcı kuruluşlar gerçeği / The realities of scientific activity, research and funding institutions

Mehmet Özay                                                                                                                            25.02.2024

Müslüman toplumların geri kalmışlığı meselesinin, her türünden olmak üzere, günümüz tartışmalarının temelini teşkil ettiğine kuşku yok.

Bu noktada, adına genel itibarıyla, sosyal ve fen bilimleri denilen ve bu alanlar içerisinde gerçekleştirilen bilimsel faaliyetler (scientific activities), araştırma kurumları (research institutions) ve bu süreçleri destekleyen fon sağlayıcı kuruluşların (funding institutions) varlığı ve bunların etkinlikleri bizatihi, ‘araştırmaya’ konu olması gerektiğini yüksek sesle dile getirmek gerekiyor.  

Temelde, olumlu bir bağlama vurgu yaptığı anlaşılan ve bilimle, bilim üretimiyle iştigal eden akademi dünyası olgusunun olumlu yanlarından biri, araştırma olgusuna verdiği önem ile bu araştırmaların sürdürülebilir bir şekilde ortaya konmasını sağlamaya yönelik imkânları araştırmacıların hizmetine sunmasıdır.

Bu durum bize, akademi dünyasının işsizlere istihdam sağlama dışında ve ötesinde, çok daha anlamlı bir rolü ve işlevi olduğunu gösteriyor.

Peki bu durumda, yaşanmakta olan gerçeklikler bize ne söylüyor?

Çıkar çevreleri ve bilim

Yüksek öğretim kurumlarının ve araştırma enstitülerinin, toplumun belli kesimlerini beslemenin veya işsizlere istihdam sağlamanın ötesinde, kendinde bir anlamı olduğunun fark edilmesi, bize bu ve ilgili kurumlar ile bu kurumlarda yer alan bireylerin bilimsel çabalarının yapısallığı konusunda bir fikir veriyor.

Bu kurumların, sosyolojik anlamda, -adı ve kimliği her ne olursa olsun- çıkar çevreleri olarak adlandırılan yapıların tekeline terk edilmesi, adına bilimsel denilen faaliyetler, bu faaliyetleri ortaya koymada araçsallık niteliği taşıyan araştırma ile bu süreci destekleyen fon sağlayıcılık gibi rol ve işlevlerin sağlıklı bir şekilde sürdürülebilirliğine, ciddi anlamda halel getireceğini unutmamak gerekiyor.

Günümüz Müslüman toplumlarında bilim, bilimsel faaliyet, araştırma, araştırma süreçlerinin fonlanması vb. süreçlerde karşı karşıya kalınan sorunların temelinde, böylesi bir yapılanmanın varlığına dikkat çekmek akademik bir zorunluluk ve sorumluluk olarak değerlendirilmelidir.

Bu yaklaşım bize, günümüz Müslüman toplumlarında bilim, bilimsel faaliyet, araştırma, araştırma süreçlerinin fonlanması vb. süreçlerde var olan tüm girişimlere rağmen, niçin arzu edilen adımların sağlıklı bir şekilde atılamadığı, atılan adımların kısır ve kadük kaldığı, sürdürülebilir bir nitelik taşımadığını anlamamıza imkân tanıyacaktır.

Bu noktada, evreni geniş tutarak söylemekte fayda var ki, “Fas’tan Endonezya’ya kadar” söylemine içkin olan modern dönemdeki Müslüman toplumların egemen siyasal varlıklarına karşılık, bu oluşumların bilim, bilimsel faaliyet, bu faaliyetlerin ortaya çıkmasını sağlayan araştırma ve bu araştırmaları mümkün kılan kamusal ve özel fonların sürdürülebilir bir şekilde ortaya konulmaması üzerinde durulmayı hak ediyor.

Bilim, bireysel çaba ve kurumsallaşma

Bilimsel faaliyetlerin ve genel itibarıyla bilimin gelişmesinde, kurumsal anlamıyla ‘yüksek öğretim’ ve ‘araştırma’ olguları öncesinde bireysel çabaların ve bunların sürdürülebilir bir şekilde ortaya konmasının; farklı coğrafyalardaki benzeri ve/ya aynı yöndeki adımların ve bunların zamanla birbirleriyle etkileşimlerinin ve hatta, tarihsel şans denilen olguların ve süreçlerin katkısı göz ardı edilemez.

İnsan düşüncesinin merak, anlama, öğrenme, icad etme, uygulama gibi basamaklarıyla adına taksonomi (taxonomy) denilen süreçleri hayata geçirmesi modern dönemde, Batı Avrupa’da bilimlerin sınıflandırılmasıyla yapısal bir özellik kazanmıştır.

Bu noktada, 19. yüzyıl başlarından itibaren sosyal ve fen bilimler çatısı altında gelişme gösteren bilimsel alanların, kurulu yüksek öğretim kurumları bünyesinde veya özel araştırma kurumları bağlamındaki faaliyetleri bugün adına, “gelişmiş Batı medeniyeti” dediğimiz olgunun ortaya çıkmasındaki son aşamaya tekabül eder.

Bu kısa yazı, uzun dönemleri ele almaya müsait olmadığından vurguyu, özellikle 19. yüzyıl başlarına tarihlenen bilimlerin tasnifi ve kurumsallaşmasına olarak belirlemek gerekiyor.

Bilimsel/lik dışılık ve geri kalmışlık

Müslüman toplumların, ilginç bir şekilde, -her ne kurumsal yapıda olursa olsun-, geri kalmışlığı söyleminin başlangıç noktası da, 19. yüzyıl başlarından itibaren gündeme getirilmesini yabana atmamak gerekiyor.

Bunun, yukarıda dikkat çekilen ve bilimsel anlamda gelişmiş ve/ya o dönemler itibarıyla gelişmeye yönelik önemli adımlar atmış olan, Batı’yla karşılaşmanın sonucu olarak gündeme taşınması gayet manidardır…

Bu noktada, yine her ne kadar, Müslüman toplumların geri kalmışlığını, 19. yüzyılla başlatmanın karşı karşıya kalınan sorunu gayet basitleştirme anlamına geldiğini, diğer bazı yazılarımda olduğu gibi burada da tekrarlamak istiyorum.

Müslüman toplumların, geç yakaladığı anlaşılan modern bilimsel faaliyetler ve bu süreçleri yürüten kurumsal yapılarla iştigal etme, bilimsel kurumların teşkili ve bunların devamlılığı, sadece eğitim-öğretim kurumları olarak yapılanmayla ilgili ve sınırlı değildir.

Aksine, bunun dışında ve ötesinde, söz konusu yüksek öğretim kurumlarında bilgi üretmenin temelini oluşturan, araştırmaya ve bu araştırma süreçlerini sürdürülebilir bir şekilde desteklemeye matuf girişimlerin eksikliği ve zayıflığıdır.

Hatta, biraz daha eleştirel olarak söylemek gerekirse, velev ki, şu veya bu şekilde var olan kurumsal yapılara rağmen, bu süreçlerin hakkıyla anlaşılıp anlaşılamadığını bile sorgulamakta yarar var…

Çağdaş medeniyeti yakalamak

Müslüman toplumların geri kalmışlığı meselesinin özellikle, 20. yüzyılda ulus-devletlerin (nation-states) oluşumuyla birlikte, Batı Avrupa’yı ya da eski sömürge devletlerini tüm kurumsal bağlamlarıyla -ve gizli açık da olsa, kültürel açılımlarıyla- ve de, özellikle bilimsel kurumlarıyla yakalama arzusunun kaçınılmaz olduğuna kuşku yok.

Bunu bir anlamda, sömürgeleştirilmiş Müslüman halkların yaşadığı coğrafyalar dikkate alındığında, tarihsel bir devamlılığın izi olarak da görmek mümkün.

Diğerleri bir yana, Osmanlı Devleti ve devamı niteliğinde olduğu iddia edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin, ‘Batılılaşma serüveni’ olarak adlandırılan ve ardından, ‘Çağdaş medeniyetler seviyesi” (contemporary Western civilization) olarak ilkeleştirilen yaklaşımların hedefinde, hiç kuşku yok ki, bilim, bilimsel çaba, araştırma, araştırma kurumları, fon sağlayıcı organlar vb. kurumsallaşmaların gündeme gelmesine rağmen, bunların kamu yararı, bilim yararı, akademik yararı gibi alanlarıyla ne kadar ciddi, sağlıklı ve sürdürülebilir bir şekilde ele alınıp gerçekleştirildiği sorgulanmaya değerdir.

Maalesef referanslarımızı yine, ‘Batı eksenli’ (Western-oriented) yaparak, öncesi bir yana, daha sömürgecilik dönemlerinden itibaren, sömürge yapılaşmalarının (colonial constructions) Müslüman toplumların yaşadığı coğrafyaları, kültürleri, inanç ögelerini, toplumsal gerçeklikleri, siyasal oluşumları velhasıl, toplumu oluşturan tüm kurumsal unsurları öğrenme merakı, arzusu, zorunluluğu ve bunu pratikte, ilgili sömürgeci yapıya bir fayda sağlayıcı duruma taşımada kayda değer bir başarıdan bahsetmek mümkün.

Bir devamlılık olarak bunun izlerini, bugün Batı üniversiteleri, araştırma kurumları, fon sağlayıcı organları vb. süreçlerinde görmek mümkündür.

Batı modernleşmesinin, ‘başarı hanesi güçlü’ bir olgu olarak, bunun temelinde bilimsel faaliyetlerin (scientific activities), yüksek öğretim kurumlarının (higher education institutions), düşünce üreten kurumların (think tank) yani, araştırmaya ve araştırmayı destekleyeme ve bunların sürdürülebilirliğine gayet özel önem ve ihtimam gösteren bir anlayışın olduğuna kuşku yok.

Ciddi engel/leme/ler

Bu çerçevede, Batı modernleşmesi eksenine kurgulanmış olan Müslüman toplumların ve 20. yüzyıl ilk çeyreğinden başlayarak ortaya çıkan ulus-devletler bünyesinde araştırma, bilimsel faaliyet, bunları destekleyici özel ve kamusal fon sağlayıcı kurumların varlığının sürdürülebilirliğinin önündeki engel/leme/lere değinmek gerekiyor.

Bunların başında, belki de, herkesin istisnasız hem fikir olduğu anlaşılan, “ekonomik zorunluluklar” geliyor.

Bir başka deyişle, ekonomik yoksunlukların, akademik yaşam, araştırma, öğrenme, üretme süreçlerine imkân tanımayacak ölçüde, Müsüman toplumların varlığını kemirmesidir. Bu hususun, Müslüman toplumlarda ekonomilerin nasıl yönetildiği sorunuyla yakından ilintisini göz ardı etmemek gerekiyor…

Ancak, bu temel maddi nedenin ötesinde, var olan maddi koşulların imkânlılıklarını dahi anlamlı bir şekilde kullanmaya mani olan, bir ‘zihniyet’ mesele/siyle karşı karşıya kaldığımız aşikârdır.

Ortada, belirli bir tür zihniyetin varlığından söz edilebilse de, bu zihniyetin yozlaşmış (corrupt) bir form ile ortada olup olmadığını iyi değerlendirmek gerekiyor.

Müslüman toplumlarda gözlemlenen yüksek öğretim kurumları, araştırma enstitüleri, fon sağlayıcı kuruluşların ne türden bilimsel faaliyetleri, ne türden bilimsel paradigmalarla, ne tür sürdürülebilirlikler çerçevesinde ortaya koyduklarını değerlendirmek ve analiz etmek bize, bu toplumların sorunlarının nerede olduğuna dair bir fikir verecektir. 

21 Şubat 2024 Çarşamba

İslam ekonomisine dair bazı notlar / Some notes upon Islamic economy

Mehmet Özay                                                                                                                            21.02.2024

İslam ekonomi ile ilgili gündeme getirilen düşüncelerin, yaşadığımız dönemin sorunları karşısında bir alternatif boyut olarak gündeme taşınıyor.

Var olan sorunlara bir çözüm bulma sadedinde, bu çabanın anlamlı bir yeri olduğuna kuşyu yok...

Nihayetinde, bu söylemi dile getiren akademisyen, entellektüel, profesyonel çevreler sadece, Müslüman toplumlar içerisinde var olan devasa ekonomi problemleri çözme uğraşında olmadıklarını, aynı zamanda ‘olası bir çözümün’ dünya toplumlarının karşı karşıya olduğu ekonomi sorunlarının da üstesinden geleceği söylemini, gayet anlamlı bir şekilde dile getiriyorlar.

Sıklıkla gündeme taşınan, İslam ekonomisi kavramı özelinde, bazı hususlara değinmekte yarar var.

Ekonomi ve ahlâk

Bu sorunların bugünlerde bazı akademik, entellektüel, profesyonel platformlarda tartışılmakta olduğu üzere, ‘ahlâki’ (moral/ethical) boyutunun öne çıkartılıyor olması, gayet ilginç ve düşündürücüdür.

Bu noktada, ‘ahlâki’ olmayan bir ekonomi veya ekonomiler sistemiyle karşı karşıya olduğumuz hususu kendiliğinden ortaya çıkıyor demektir.

Paranın dini-imanı!

Burada iki olgu akla geliyor: İlki, halk/iş çevreleri arasında yaygın olarak kullanılan, “paranın, dini imanı yoktur!”.

Bu yaklaşım, sadece dinle pek de bağdaşık olmayanlarca -diyelim ki, seküler!- çerrelerce değil aksine, kendini dini alan içerisinde sayanlarca da zaman zaman gündeme taşınmasını, ‘toplumsal gerçekliğin bir ifadesi olarak’ değerlendirmek gerekiyor.

Toplumda bireyler arası mali ilişkilere bakılarak yapıldığı varsayılan böylesi bir ifadede, epeyce bir doğruluk payı bulunuyor. Maddi anlamda, herkesin kendi çıkarının peşinde olması bu hususa gönderme yapıyor.

Bununla birlikte, ahlâki temellere dayanmayan bir ekonomi sisteminin kurallar bütününden azade olmadığını düşünmek zor.

Burada sorun, tarihsel olarak diyelim ki, bir ekonomi sistemini yapılaştıran unsurların, “ekonomide ahlâk” olgusu üzerinde düşünmedikleri varsayılabilir. Bu durum, doğal olarak böylesi bir sistemin “adaletsiz” olduğu sonucunu da doğuracaktır.

Bu tartışmaya bir başka yerde devam etmekte yarar var...

Ahlâki zeminde büyüyen kapitalizm

İkincisi, Max Weber’in, Batı Avrupa’da yerleşik bir ekonomi sistemi halini alan ve ardından, Kuzey Amerika’da varlığını gayet kendine özgü koşullarla geliştiren kapitalizmi anlama çabasında, bu ekonomi sistemine biçtiği ve Hıristiyanlık içerisinde Protestanlaşma sürecinde ortaya çıkan Kalvinvi (Calvinist) “ahlâki” (ethical) tutumdur.

Yukarıda dile getirilen görüşün dışında ve ötesinde burada, bir dini inanç normu olarak başlayan ekonomik ilişkilerin, “kendinde nedenlerden ötürü” kendi rasyonalitesini oluşturarak ekonomi alanında başat hale gelmesi söz konusudur.

Bu sürecin, yani oluşan ‘rasyonel ekonomi ilişkilerinin’ kendi kaynağı kabul edilen dini inanç normlarını değiştirip değiştirmediği de araştırmaya matuftur...

Geçmiş ve yaşadığımız dönem

Burada hemen şunu söylemekte yarar var: İslam ekonomisi kavramının sadece, yaşamakta olduğunuz döneme özgü bir açılım değildir...

Bunu söylerken, aynı zamanda acaba geçmişte Müslüman toplumlarda ekonomi ilişkilerinin her daim ‘ahlâki’ boyutla örtüşüp örtüşmediğini de sorgulamak gerekiyor.

Bu çerçevede, örneğin, en yakın geçmişten başlamak gerekirse, Osmanlı toplumsal yapısında ekonomi kavramı, kurumları, sorunları vb. söylem dizisinin hiç kuşku yok ki, bize gayet önemli tartışmaların olduğunu gösteriyor.

Bu alanda çalışan, Osmanlı ekonomi tarihçilerinin verileri dikkat çekicidir... Bu hususu farklı bir yazıya havale ederek devam ediyorum...

İslam ekonomisi

Günümüz gelişmelerine bakıldığında, İslam ekonomisine vurgu yapanlar arasında, dini kimlik ve aidiyet bağlamında, Müslüman olmayanların da yer aldığı hatırlandığında, konunun biraz daha çetrefil bir hâl aldığını söylemek mümkün.

Öncelikle şuradan başlayalım...

İslam ekonomisi kavramının ortaya çıkmasına sebep, tıpkı diğer toplumsal alanlarda ve kurumsallaşmalarda olduğu gibi, Müslüman toplumların oluşmaya başladığı, -Hicri birinci yüzyılın -aşağı yukarı- ilk yarısını kapsayacak şekilde (610-661), Peygamber (s.a.v.) ve Hülefa-i Raşidin dönemindeki uygulamaların temel alındığı ortada.

Nihayetinde, doğulu-batılı düşünürlerin hem fikir olarak dile getirdikleri üzere, bir din olarak İslam’ın, diğer dini yapılardan öne çıkmasına yol açan, toplumsal yaşamın her evresini çekip çeviren ve yapılandıran bir dini anlayış olduğu hatırlandığında, burada temelde bir sorun gözükmüyor.

Bununla birlikte, 10. ve 11. yüzyıla kadar süren ve ‘konsolidasyon’ dönemi olarak adlandırılabilecek olan uzun süre zarfında, ne tür ekonomik kurumların oluşturulduğu ve bunun toplumsal adaleti ne denli sağladığı konusu üzerinde durulmayı hak ediyor.

İslami ekonomisi ve ötekiler

Yine, bu aynı döneme dair olmak üzere, örneğin felsefe, devlet sistemi gibi ‘yüksek’ düşünce yapılaşmalarının oluşmasında, Hellen-Yunan-Roma dönemlerinde birikimsel olarak gelişme gösteren yazılı kaynakların, -veya varsa bunların fiziki, yaşamın içerisinde devam eden kurumsal oluşumların-, Müslüman düşünürler, alimler, varsa ‘ekonomistler’ bağlamında ne türden bir etkileşim sağladığı da bir başka alanı temsil ediyor.

Her ne kadar, felsefeye “olumlu gözle bakmayan” alimler grubu olmakla birlikte, örneğin Ghazali gibi, felsefeyi velev ki, reddediyor konumunda olsa da, toplumsal gerçeklik noktasında göz ardı edilmemesinde olduğu gibi, acaba İslam ekonomisi kurumlarını elinde tutan çevrelerin, söz konusu bu kadim dönemdeki ekonomi faaliyetlerine ve etkileşimlerine dair, bir tür öğrenme sürecini tecrübe edip etmedikleri de gayet ilginç bir çalışma alanı olarak karşımızda duruyor.

Bu sürecin dışında ve ötesinde, belki, -kaba bir dönemlendirmeyle-, 16. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’da gelişme gösteren yeni bir evreye doğru yönelen ekonomi yapılaşmasıyla karşılaşana kadar, Müslüman toplumların ve bu toplumların içinde yer aldığı devlet sistemlerinin ekonomik yapılaşmalarıyla, diğer Müslüman olmayan devletler arasında ne türden farkların olduğu da gayet önemli bir araştırma alanıdır.

Nihayetinde, İslam’ın yayılma sürecine konu olan ilk dört yüzyıllık dönem, genel itibarıyla siyasal ve askeri açılımları öncelleyen veya şartların buna zorladığı bir yapılaşmayı ortaya koymasına karşılık, Müslümanların siyasal egemenliğine geçen coğrafyalarda ve de bu bölgelerdeki toplumların ekonomi yapılaşmalarının ne denli değiştirici, dönüştürücü veya yeni bağlamlarla, İslam ekonomisi için eklektik süreçlere yol açtığı da, bilinmeyi hak eden süreçler ve olgular arasında yer alıyor.

Adalet vurgusu

İslam ekonomisinden kasıt, toplumda ekonomik koşullar -bunlar, her ne ise- adaletli bir şekilde ortaya konulması ve yapılandırılması olarak kabul edildiğinde, erken dönemlerin, -en azından fiziki anlamda-, İslam devletleri gerçekliği bize sanki, bu alanda ‘pür adalet’ olgusunun her daim sağlandığı intibaını veriyor.

Bu hususun, tartışmaya açık olduğunu düşünüyorum...

Öte yandan, İslam’ın yayılma ve konsolidasyon süreçlerine tekabül eden, yine bu erken dönemlerde sadece, Müslüman olmayan devletler ve toplumlarla olan savaşlar ve etkileşimler değil, aynı zamanda Müslüman siyasal yapılar arasında süregiden bir mücadelenin, çekişmenin ve de savaşların varlığını dikkate aldığımızda, İslam ekonomisinin bu süreçlerde ne türden bir adalet yapılaşması ürettiği ve bunda sürdürülebilirlik sağlandığı sorusunu gündeme taşımak gerekiyor. 

İslam ekonomisiyle ilgili tartışmaların, bugünün sorunlarına çözüm bulma çabası kadar, uzak ve yakın geçmişte Müslüman toplumların ne türden ekonomi modelleri ürettikleri ve bu sistemlerin ne türden adalet yapılaşmaları ortaya koyduğunu yeniden ve farklı gözle değerlendirmek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/islam-ekonomisine-dair-bazi-notlar-some-notes-on-islamic-economy/

 

18 Şubat 2024 Pazar

Patani’ye barış gelir (mi?) / Peace comes to Patani?

Mehmet Özay                                                                                                                            18.02.2024

Patani’de ‘barışa’ yaklaşılıyor mu sorusu, bugünlerde gündemde…

Tayland’ın güneyinde yaşam süren Patanili Malay Müslümanlar ile Tayland merkezi hükümeti arasında barış görüşmelerinde önemli bir evreye gelinmesi sevindirici bir gelişme.

Özellikle, 2022 sonunda Malezya’da iktidarın değişmesiyle birlikte, başbakan Enver İbrahim’in Tayland’a ziyaretiyle gündeme gelen barış süreci, aradan geçen yaklaşık bir yıllık süre zarfında olumlu bir şekilde ilerlediği konusunda açıklamalar yapılıyor.

Malezya’da yeniden başlatılan barış görüşmelerinden ümit var olunması, önümüzdeki birkaçlık süre zarfında bir nihai barış sürecine gidilebileceğini gösteriyor.

Malezya arabuluculuğu

Bugün Malezya’nın ev sahipliğinde yürütülen görüşmeler, aslında bir ilk değil…

2013 yılında yine Malezya’nın katkılarıyla başlatılan görüşmeler, özellikle Bangkok siyasetindeki başıbozukluk nedeniyle on yıl boyunca sürekli akamete uğradı.

Malezya’nın BRN ile Tayland merkezi hükümeti arasında oynadığı rolü, aynı coğrafya parçasında yaşanan ‘Malay Müslümanlar’ konsepti içerisinde değerlendirdiğimizde bu rolün gayet doğal bir aktörlük anlamına geldiğini söylemek gerekiyor.

Görüşmelerden hasıl olarak bir barış sürecinin Malezya’nın kuzeyinde güvenlik koridorunun oluşması anlamına gelecek.

Her ne kadar, Patani bölgesindeki düşük yoğunluklu çatışmalar Malezya üzerinde ciddi anlamda bir ulusal güvenlik etkisine sahip olmasa da, hem Malezya tarafındaki hem de Tayland tarafındaki Malay Müslüman nüfusun -ve de, bölgedeki diğer Müslüman olmayan azınlıkların- huzurlu ve güvenli bir yaşam sürmeleri için elzem bir durum olduğuna kuşku yok.

Patani’yi hatırlamak

Patani, düşük yoğunluklu çatışma bölgesi olarak Güneydoğu Asya’da dikkat çekiyor.

Pek çok grubun varlığına rağmen, söz konusu barış görüşmeleri olduğunda “Patani Malay Ulusal Devrimci Cephesi” (Barisan Revolution Nasional Melayu Patani-BRN) gündeme geliyor.

Patani’nin bağımsızlığı hedefiyle başlayan ve bu anlamda kökleri, 1904’lere kadar Tayland ulus-devleti öncesine uzanan mücadelede çoklu aktörlerin varlığı zamanla, mücadelede takip edilecek yöntemler konusundaki ayrışmadan kaynaklandığını söylemek mümkün.

Tarihsel gelişmeler dikkate alındığında, önce İngilizlerin ve ardından, Japonların bölgedeki büyük hedeflerine kurban giden Patani Sultanlığı topraklarının, nihayetinde Siam ve ardından, modern adıyla Tayland’da kalması Patanili Müslümanların kadim vatanlarında bağımsız yaşama arzularının somut gerekçesini oluşturuyor.

Bununla birlikte, yine bu tip bölgelerde ‘ana akım’ bir siyasi-askeri organın varlığı, her daim varlığını sürdürmüştür. BRN’ni bu anlamda değerlendirmek gerekiyor…

Her ne kadar, Patani ile merkezi hükümet arasında barış görüşmeleri süreklilik arz etse de, özellikle, Tayland siyasal yaşamının sürekli darbelerle inkitalara maruz kalması, başlatılan barış görüşmelerinin sonuçlanamamasına neden oluyordu.

Monarşi ve Bankong siyaseti

Bu noktada gözlerin sadece, Bangkok Merkez siyasetinde Monarşi, ordu ve Bangkok eliti’nin yapılandırdığı bir düzlemden söz edilmesi, Patani’nin niçin ve hangi koşullarda çatışma bölgesi olmaya devam ettiğine de kısmen cevap veriyor.

Bölgedeki diğer monarşilerden farklılaşan yönüyle, Tay Kralı’nın Budizmle içiçe geçen ve yarı tanrısal bir figür olduğunu hatırlatmakta yarar var.

Bununla birlikte, kadim köklere sahip bu monarşi kurumunun hamisi konumundaki ordunun ve monarşi ile orduya siyaset ve ekonomi dünyasıyla katkıda bulunan Bangkok elitinin varlığını incelenmeye değerdir.

Büyük Patani bölgesi adıyla da bilinen ve Tayland’ın Malezya ile sınırını teşkil eden bölgedeki dört eyalet özerk yönetime tabi olsa da, özellikle, Narathiwa merkezli başta olmak üzere Patani şehri ve çevresinde zaman zaman ortaya çıkan çatışmalar ve bombalamalar hiç kuşku yok ki bölge için bir güvenlik sorunu anlamına geliyor.

Patanililer ne talep ediyor

Güneydoğu Asya’daki Müslüman azınlıkların 1970’lerin ikinci yarısında, bağımsızlık talepleriyle başlayan mücadelelerinden bugüne epeyce zaman geçti.

Aşağıda kısaca değineceğim diğer iki bölge gibi, Patanililerde dönemin getirdiği şartlar çerçevseinde bağımsızlık için çaba sarf ederken, bugün gelinen noktada ‘bağımsız’ olma şartlarının yetersizliği, Patanili liderleri ‘özerk yönetim’ üzerinde görüş birliğine itmiş gözüküyor.

Bu durumda, “Patanililer ne talep ediyor?” sorusuna cevap, tarihsel olarak Budizmin önemli merkezlerinden biri olmuş Siam-Tay Krallığı’nın dini, kültürel yapılaşması içerisinde yer almak istememeleri oluşturuyor.

Bu durum da, nasıl ki Budizm Siam-Tay Krallığı için başat bir dini-kültürel ve siyasal durum ise, Patanililer için de Müslüman olmak, Malay olmak aynı önem derecesindedir.

Gelinen bu noktada, Patanili mücadele liderlerinin barışın odağına ‘özerk yönetimi’ koyarken, bu çerçevede başta dini, eğitim, dil ve ekonomi alanlarında kendi başlarının çaresine bakma taleplerini masada sürekli yilenedikleri gibi, önümüzdeki birkaç ay boyunca bu unsurlardan taviz vermeden anlaşmayı imzalamak arzusundalar.

Patani: Açe ve Mindanao’nun izinde

Yukarıda dikkat çektiğim üzere 20. yüzyıl ulus-devletler oluşumunun ardından, Müslüman azınlıkların ve/ya Müslüman çoğunluğun oluşturduğu bölgede gündeme gelen bağımsızlıkçı hareketlerin izlerini tarihsel, siyasal ve kültürel olarak iyi takip etmek gerekiyor.

Aradan geçen yarım yüzyıllık süre sonrasında bağımsızlık fenomeni bir nihai çözüm olarak ortadan kalkarken, bunun yerine birlikte yaşamanın temel parametlerinin oluşturmanın yolları aranıyor.

Bu formülasyonun bölgedeki üç ana çatışma bölgesinden yani Açe ve Mindanao’da barışa adım atılması, üçüncü bölge yani Patani’de de benzer bir sürecin gerçekleştirilebileceği anlamına geliyor.

Bazı çevrelerin, -ki, bu çevrelerin bölgeyle ilgili tarihsel, siyasal ve kültürel bilgilenme süreçlerinde kayda değer bilimsel ve entellektüel açıklar mevcuttur-, anlamak istemediği nedenlerden ötürü örneğin, Açe’de var olan çatışma süreci, özellikle 26 Aralık 2004 tarihindeki deprem ve tsunaminin oluşturduğu çok özel koşulların sonucu 15 Ağustos 2005’deki Helsinki Barış Antlaşması’yla barış sürecine merhaba demişti.

Mindanao bölgesinde 2000’li yılların başından itibaren gündeme gelen barış görüşmeleri 2014 yılında nihayete ererken, Mindanao da, tıpkı Açe gibi, özerk yönetim ile yönetilmeye hazırlanıyor.

2019’da başlayan ve üç yıl süreceği belirtilen geçiş süreci, kovid 19 ve bazı diğer nedenlerden ötürü üç yıl daha uzatılarak 2025 yılına sarkmış oldu.

Patani’de özellikle, 2013’de başlayan sürecin hem Tayland’daki son gelişmeler hem de Malezya’da yeni iktidarın çabaları ile bugün barışla neticelenmeye giden bir sürece evrildiği anlaşılıyor.trr

Patani barışının gerçekleşmesi için kapıları sonuna kadar açtığı söylenebilecek Malezya’nın olası bir barış sürecinden kazanımının bölgesel güvenlik, insan ve mal mobilizasyonu, ekonomik etkileşim vb. gibi süreçlerden pay sahibi olacaktır.

Bu süreçte Patanililerin kimsenin hamiliğine ihtiyaçları olmadığını, ancak arzu eden devlet, kurum ve kuruluşlarla ortak paydalar etrafında işbirliğine açık olduklarını söylemek herhalde yanlış olmayacaktır.

Nihayetinde Güneydoğu Asya tarihsel süreçlerinde Patani Sultanlığı adıyla bir siyasi yapının varlığını ortaya koymuş bir toplumdan bahsediyoruz.

Patani Sultanlığı bağımsızlığını kaybetmesinden bu yana, neler kaybettiyse, açıkçası hem bölgedeki hem de dünyanın başka bölgelerindeki Müslümanlar da benzeri kayıplarla karşı karşıya kalmışlardır.

Patani üzerinden hareketle şunu ortaya koymakta yarar var...

Hem Güneydoğu Asya’da azınlık konumundaki Müslüman grupların hem de halkının kahir ekseriyetinin Müslüman olduğu ulus-devletlerin özerk yönetimlere sahip veya sahip olacak bu bölgeler için ortak kazanımlar çerçevseinde hareket etmeleri en uygun süreç olacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/pataniye-baris-gelir-mi-peace-comes-to-patani/