31 Temmuz 2019 Çarşamba

Dr. Mahathir ve Basın / Dr. Mahathir and the press


Mehmet Özay                                                                                                                        31.07.2019

foto:freemalaysiatoday.com
Malezya Federasyonu’nda ikinci dönem başbakanlığını sürdüren Dr. Mahathir Muhammed’in geçen hafta Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret iki ülke ilişkilerinde yeni bir dönemi başlangıcı olarak anılmayı hak ediyor.

Konunun enine boyuna tartışılmasını bir başka yazıya bırakarak burada, bu gelişmenin basında nasıl karşılık bulduğuna kısaca değinmek gerekiyor. Halklarının kahir ekseriyetini Müslüman kitlelerin oluşturduğu ülkeler arasındaki ikili ilişkilerin geliştirilmesinde öne çıktığı izlenimi veren kurumlardan biri basın olduğu söylenir.

Bu çerçevede, Malezya Federasyonu başbakanı Dr. Mahathir Muhammed’in geçen hafta Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaretin, ülke basınında denli yer bulup bulmadığı tartışılmayı hak ediyor.

Sınırlı bakışı

Ziyaretin resmi açıklama ile bazı yayın kuruluşları üzerinden kamuoyuna duyurulması, Dr. Mahathir’e ödül başta olmak üzere birkaç konu dışında bu gelişmenin, yazılı ve görsel basında hak ettiği ilgiyi alıp almadığı sorgulanabilir.

Bu noktada, söz konusu bu ziyaretin genel itibarıyla Türkiye basınındaki ele alınışına bakıldığında, Malezya ile ilişkilerin varlığına ve geliştirilmesine dair önemin kavranılmaktan uzak olduğu görülüyor.

Bunu söylerken kötümser bir bakış açısını yansıtmayı değil, mevcut gerçekliği ortaya koyarak, bu kısır döngüden nasıl çıkılabileceği konusunda bir anlamda kışkırtıcı olmayı yeğlemekteyiz.

Basının bu ziyarete sınırlı bakışında, Başbakan Dr. Mahathir’in ilerlemiş yaşının bir etken olduğu düşünülebilirse de, benzer ziyaretlerde aynı tepkisizliği ve ilgisizliği veren basının, temelde davetli ülkeye ve ilgili bölgeye yönelik bilgisizliğinin egemen olduğunu önceki yıllarda yaşanan tecrübelerden hareketle söylemek mümkün.

Temelde, bu ziyaret öncesinde, sırasında ve sonrasında sadece siyasi çevrelerin ve/ya kamuoyuna hizmet eden yarı resmi ve özel basın kuruluşlarının duyurduğu klişe ifadelerin ötesinde iş dünyası, düşünce kuruluşları ve akademi dünyası gibi çeşitli kesimlerle Türkiye-Malezya ilişkileri ve ikili ilişkilerden başlayarak ASEAN, Asya-Pasifik, Hint-Pasifik gibi bölgesel kavramlar üzerinden çeşitli konuların ele alındığı toplantı ve etkinliklere yer verilmeliydi.

“Türkiye-Malezya ilişkileri buna elveriyor mu ki?” tarzında eleştirileri yapacak kesimler olabilir. Ancak yukarıda dile getirdiğimiz etkinliklerin ortaya konmasının şart ve gerekliliği, Malezya Federasyonu’nun 1980’ler ve 1990’lardan itibaren zaman zaman yükselen ve azalan ivmelerle bölgesinde ve küresel plânda oynadığı rol dikkate alındığında önem arz etmektedir.

Veya Türkiye veçhesinden bakıldığında, 1990’lardan itibaren azımsanmayacak sayıda Türk akademisyenin Malezya’da sürdürdükleri akademik yaşamları bile kendi başına yukarıda zikredilen entelektüel ve akademik faaliyetler için bir kaynak niteliğinde olduğu unutulmamalıdır. Kaldı ki, bu grup içerisinden bir de başbakan çıkmış olduğunu unutmamak gerekir.

Basının öğrenme arzusu

Değişik yüzleriyle Türk basınının Dr. Mahathir’in ziyareti karşısında sergilediği vurdumduymazlık kendi başına bir araştırma konusu olarak ele alınmalıdır.

Zaman zaman bölge basınının Türkiye’deki gelişmeleri okuyamadıklarına ve bu konuda ciddi bir zaafiyete sahip olduklarına tanık olurken, benzer bir durumun Türkiye’de genel itibarıyla o ülkelere yönelik benzeri bir yaklaşımla karşı karşıya kalındığını ifade etmek gerekir.

Yakın geçmişte Dr. Mahathir’i sanki vefat etmiş bir siyasi lider olarak andığı gözlemlenen ülkenin en tanınmış gazetecilerinden biri, bu ziyaret çerçevesinde yazacak kayda değer bir şey bulamamış olmalı ki, Dr. Mahathir’in kendi ülke tarihinde yer alan ‘kara günlere’ dair yaptığı açıklamayı, Türkiye’de son dönemdeki terör bağlamlı gelişme/ler için bir benzetme için uygun bulmuş gözüküyor.

Öncelikle, söz konusu yazarın, Malezya’nın modern bir ulus-devlet olarak kurulmasından önce bölgede var olan komünist gerilla hareketiyle ilgili bilgi edinme sürecini daha çok amatör muhabirlerin el çabukluğu marifetiyle ulaştığı, klişe ifadelerin yer aldığı bir internet sitesini kaynak olarak göstermesi, sahip olduğu araştırmacı gazeteci sıfatıyla bağdaşmayacak bir durum arz ettiğini söylemek gerekiyor.

Bunun yanı sıra, Malezya’nın yaşadığı kara günlerde uyguladığı politikanın niçin Türkiye’ye örnek olamayacağını da değinelim.

Malaya siyasi gerçekliği

Malaya Yarımadası’nda komünist hareket, 2. Dünya Savaşı veya Asya-Pasifik coğrafyasında zikredildiği şekliyle Pasifik Savaşı sürecinde bölgedeki yani, Malaya topraklarındaki Çinlilerin Japonlara yönelik tarihsel husumetten kaynaklanan bir direniş vesilesiyle doğdu.

Bu yapı, aynı zamanda İngilizler karşısında Malaya topraklarındaki çeşitli etnik yapıların bağımsızlık hareketlerine verdiği şu veya bu düzeydeki desteğiyle de tanınır.

Söz konusu gerilla hareketinin 1949 yılında Çin’de yaşanan ideolojik değişimle, neredeyse tüm bölgede olduğu gibi Malaya Yarımadası’ndaki varlığı güç kazandı. 1957 yılında Malaya Federasyonu adıyla bağımsız bir devlet kurulmasına rağmen, bu gerilla hareketi Çin Halk Cumhuriyeti’nin gizli/açık desteğiyle düşük yoğunluklu olarak varlığını sürdürdü.

Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, Malaya Federasyonu ve ardından 1963 yılından itibaren aldığı adla yani, Malezya Federasyonu’nun bu gerilla hareketine karşı tek başına mücadele etmedi.

Aksine, bağımsızlık süreci öncesinden başlayarak ve ardından bağımsızlık sonrasında İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) ülkesi olması dolayısıyla, Malaya Yarımadası’ndaki siyasi yönetim, özellikle Avustralya’dan önemli askeri destek aldı.

Bu kısa özete eklenmesi gereken en önemli husus, adına komünist gerilla hareketi denilen bu siyasi hareketin insan kaynağını, Çin’in güneyinden bölgeye göçmen işçi olarak göç etmiş köylü kitleleri oluşturuyordu.

Bu kitle, Malaya topraklarında özellikle kırsal bölgede yaşam süren Çin etnik yapısına mensup kitleler içinden aktif ve lojistik destek bulması, süreçte Malaya ve Malezya Federasyonu yönetimlerinin barışçıl süreci askeri tedbirlerin yanı sıra, ikna ve topluma kazandırma yöntemlerini de hayata geçirme çabalarının arka plânını oluşturmaktadır.

Bir daha hatırlatmakta fayda var… Söz konusu tecrübeli gazetecinin bu siyasi geçmişi gündeme getirirken çabası Türk okuruna Malaya’da modern tarihte neler oldu sorusuna cevap vermek değil. Aksine, Dr. Mahathir’in açıklamalarından yola çıkarak Türk siyasetçilerine ders çıkartmaları yönünde hatırlatma yapma gayretinde. Ancak bunu, siyasal ve toplumsal farklılaşmaları göz ardı ederek ortaya koyma çabası, aslında baştan hatalı bir yönelim olduğuna işaret ediyor.

Gerilla hareketinde yer alan Çinli kitleler, Federasyon ordusunda, bürokratik yapısında yer almıyordu…

Bu gerilla hareketi mensuplarını o dönemki Malaya ve ardından Malezya Federasyonu’nun ordusundan başlayarak devletin diğer kurumlarında kadrolarını yerleştirmiş, ülkenin kendi insanlarına tanklarını ve silahlarını çevirmiş olmadıklarını herhalde detayıyla anlatacak olan Dr. Mahathir değil, iki ülke ve coğrafya arasındaki siyasi ve toplumsal hareketler ile illegal yapıların farklılıklarını öğrenmesi ve kamuoyuna aktarması gereken sorumluluk taşıdığı izlenimi veren gazeteci ve yazar çevresi olmalıdır.

Dolayısıyla, siyasi yönetimin giderek zaten etkisini yitirmiş gerilla mücadelesine karşı topluma kazandırma yöntemini de uygulaması o toplumsal yapının doğasıyla bağlantılıdır. Çin’in güneyinden gelmiş, eğitim düzeyi düşük ve Malay topraklarında başta madencilik olmak üzere çeşitli meslek kollarında çalışan Çinlilerin ülkede oluşturduğu demografik yapı, içinden çıktıkları Çin etnik yapısının diğer unsurlarınca absorbe edilebilmeleri gibi faktörler bu politikanın hayata geçirilmesindeki bazı nedenlerdir. 

Bir diğer önemli husus, 1970’lerin başlarından itibaren Çin Halk Cumhuriyeti’nin bölgedeki komünist hareketlere yönelik aktif/pasif desteğini giderek sona erdirme yönünde bir politika izlemesidir. Malaya topraklarındaki gerilla hareketinin böylesi bir maddi ve de moral desteği yitirmesinin sürecin meşru siyasi rejiminin bu giderek erimekte olan gerilla yapılaşmasına karşı politikasında belirleyici olmuştur.

İşte Dr. Mahathir’in, “Biz bu sorunla mücadelede şöyle bir politika izledik” demesinin ardında böyle bir gerçeği hatırlamak gerekir.

Dr. Mahathir’in ziyareti kuşkusuz ki önemliydi. Ancak bu önemin hakkıyla ele alındığı, değerlendirildiği ve geleceğe yönelik olarak projeksiyonların sunulduğunu söylemek ise mümkün gözükmüyor.



26 Temmuz 2019 Cuma

Turkish economy must expand into the Asia-Pacific


Mehmet Özay                                                                                                                         26.07.2019

foto:freemalaysiatoday.com
Within a few decades, the political stability in Turkey ensured economic modernization in sustainable way. There is no doubt that this is a widely accepted truth and a reason behind Turkey becoming a member of G-20.

Turkey wants to play a big and become a global political player in the coming decades. Pertaining to this strong political will, the country now thinks about how to expand its economic activities by upgrading its currently established conventional trade and investment environments.

Successful developmental models in Asia-Pacific

Though the current global economic stagnation has caused some significant obstacles for sustainable development in recent times, it is undeniable that East and Southeast Asia are still considered as engines for global production and consumption processes.

In fact, these regions are also part of a larger geographical setting, namely, the Asia-Pacific region, which has significant future prospects. Some circles even express a greater vision of the connectivity of the region by including India as well.

Such aspirations were observed in the latest ASEAN summit in Bangkok in June this year. Though there is a political aspiration inherent in this view, nobody can deny India’s status as an emerging economic power house which will be giving a new shape to current relationships.

An analytical approach to the developments in the last half century would indicate that the positioning of Asia-Pacific as a regional establishment in terms of economic modernization is not a new phenomenon. The Asia-Pacific region has been increasingly playing a crucial role for the progress of the global economy. And beyond this, the region has been quite successfully reconstructed considering 21st century globalization.

The early signs of this development were seen in the role of People’s Republic of China (PRC) in the initiation of the reconstruction of the US in the early 1970s. Today all major and minor actors in global setting undeniably agree that the power house called China is determinant in not only regional, but also global economic progress.

Lost opportunities and new occasions

In retrospective analysis, Turkey is seen to have been busy and stuck in domestic issues pertaining to political rivalry among ideologically divided parties. As a result of this, we should honestly say that it has been missing the opportunity to focus accordingly on the Asian developmental perspective for a while.

While this latter issue is still relevant in the context of the rapid progress of the Asia-Pacific, Turkey should have a bold vision to expand and improve its economic capacity through various fronts. But as a first condition, it is a must to overcome the issue of geographical distance which is repeated argument by concerned parties which see it as an obstacle. Ending this distance, which constitutes a psychological barrier as well as a source of contention in front of business initiations, should definitely be a priority.

The strong regional improvement of Asia-Pacific has been observed in the last half century. Major analysts in the West have been arguing why the Western business circles should strongly reposition themselves towards this region in various fields pertaining to economic development, international finance and investment environment, reaching towards and dominating in the newly emerging markets in the Asia-Pacific.

With regard to this grand picture of global tendencies, one can assert that Turkey should not be left behind and should focus on becoming a partner and play-maker with significant long-term planning. For that purpose, policy makers, business associations, and to some extent some socio-cultural organizations in Turkey must have innovative and concerted efforts towards such policies.

Pertaining to this vision, there are some important conditions which should be taken into consideration in order to improve the bilateral relationships with the member countries of regional associations, no matter how the small or big they are. It would be a quite reasonable action, since the prospects of the region are still relevant for long term development.

Need for modelling on strong partnership

As the issues matter for Turkey’s national development, collaboration with some states such as the ASEAN states which can be said to have similarities in some perspectives and have already proved economic activities in the region is very crucial.

In this angle, the Federation of Malaysia, among the member countries of the ASEAN is a strong candidate for a beneficial partnership in various fields for both public and private sectors.

Without being trapped in some misunderstood historical issues or manipulations, as done by certain groups in recent decades, the Turkish government should consider restructuring its relations with Malaysia. Close partnership among the business interests from both countries will ensure stability and encourage in expanding to economically less developed countries through both investment and export activities.

And this process must be, as required, based on the basis of high-level coordinated efforts with the participation of relevant parties from public and private sectors, without alienating the professional contributions of the higher education institutions. The latter seems to have already initiated some valuable insights on the regional countries and societies, though there are still many more areas to be covered accordingly.

Turkish business circles must have an aggressive approach to comprehend why the Asia-Pacific region has been constantly progressing and why they themselves must have multi-level partnerships with the regional actors.

In this context, relevant business circles which are capable in business areas such as textile and apparel business, fishery, food processing, animal farming, maritime, mining, oil and gas industry, which are considered as labor-intensive, can find quite fruitful opportunities to expand and sustain their business agenda for mid and long-term prospects.

I remember that almost a decade ago, an international consortium was going to be established in order to have a search and drilling process in north-west of Indonesia. Though there was an attempt to get an initiation for this quite fruitful investment, the representative of Turkish government in the region did not support it in any way, rather arguing that Turkish companies had no experience in this particular business.

What was quite interesting was that one of the member countries which ultimately took part in this consortium was Malaysia. No one can negate the professionality and experience of the Malaysian petroleum companies and sub-sectors which support the whole process of production till the marketing stage. Someone can attest similar lost opportunities in recent past in various fields of investment in the sub-regions of the Asia-Pacific area owing to the misunderstanding of the situations in the region.

What makes Malaysia an important country is that it is the biggest trade partner of China in the ASEAN, and this relationship has not been hampered due to ideological differences.

It is obvious that the Malaysian state-based companies and private sector in distinct fields have aggressively attempted to increase the amount of bilateral commercial interaction with China. In addition, both countries look for expanding their investment opportunities. The recent dispute pertaining to a huge investment of China in the Eastern coastal area of the Malay Peninsula should not cause any misunderstanding about the direction of the bilateral relations. 

According to the above-mentioned ideas, Turkish authorities should have a new geo-political narrative considering high-level calculation mindful of prospective geographical settings.

It would be helpful for the relevant agencies in the case that investment departments of the relevant corporations have an open policy towards Southeast Asia in order to attain a strong profitable position in the coming future.


20 Temmuz 2019 Cumartesi

Joko Widodo: Yeni Dönem ve Reform Olgusu / Joko Widodo: New Era and Reform Phenomenon


Mehmet Özay                                                                                                                       20.07.2019

foto: en.tempo.co
Endonezya’da Joko Widodo (Jokowi), ikinci başkanlık sürecinin resmen başlayacağı Ekim ayında yapılacak yemin törenine birkaç aylık süre olmasına rağmen, yeni dönemde uygulayacağı politikalara dair ipuçlarını bugünlerde vermeye başladı.

Jokowi, bu süreçte bir yandan da önümüzdeki beş yılında nasıl bir yönetim sergileyeceğinin plânlamasını yaparken, bir yandan da yeni kabineyi oluşturacak bakanların tespiti üzerinde çalışıyor.

Endonezya önemli

Sadece içinde bulunduğu Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nin (ASEAN) önemli bir üyesi olmakla kalmayan, dünyanın dördüncü en büyük ülkesi, üçüncü en büyük demokrasisi ve dünyanın en çok Müslüman nüfusu barındıran ülkesi olma gibi sıfatları taşıyan bir ülkenin gelecek beş yıllık süreçte nasıl yönetileceğine dikkat çekmenin önemli olduğuna kuşku yok.

Bu bağlamda, Jokowi’nin 15 Temmuz günü gerçekleştirdiği ilk kapsamlı siyasi konuşmasına kulak vermekte fayda var.

Söz konusu bu konuşmayı ulusal birlik, bürokraside reform ve alt yapı çalışmalarını hızlandırma gibi alt başlıklar altında toplamak mümkün. Bölgeyi ve ülkeyi takip etmeye çalışan biri olarak söz konusu bu başlıkların sürpriz olmadığı, haddi zatında bir önceki dönemde başlanan politikaların devamı olduklarını söyleyebiliriz.

Küreselleşme vurgulu reform

Jokowi, konuşmasının giriş bölümünde ülkede reform niteliğinde adımların atılması ve bu bağlamda ülkenin önemli bir değişim ve gelişim sürecine ihtiyaç duymasının nedeni olarak, son derece dinamik küreselleşme olgusuna gönderme yaptı. Adına agresif küreselleşme diyebileceğimiz bu sürecin tüm ülkeler gibi, Endonezya için de tehdit ve zorlukları kadar olumlu yönleri ve imkânları da içinde barındırıyor.

Bu nedenle, Jokowi gelecek beş yıllık yönetim sürecinde ekonomik modernleşmeyi sağlayacak, maddi ve insan kaynaklarının önünü açacak ve bunları yapılandıracak politikalara ağırlık vereceğine işaret ediyor. Bu anlamda, örneğin bölge ülkeleriyle kıyaslandığında içe kapanmacı politikalarda ısrarcı olan bir yönetimden, kapılarını yakın çevresinden başlayarak dış çevreye doğru genişletme arzusundaki bir yönetime doğru evrilme eğilimi olduğu görülüyor.

Bu yönde politikalar geliştirilmesinde maddi alt yapıdan ziyade daha çok insan kaynakları önem arz ediyor. Nihayetinde alt yapının ortaya konması kadar, sürdürülebilir bir şekilde işlevsel hale getirilmesinde insan kaynağı birincil öneme sahip.

Yeni etik değerler

Jokowi, mevcut insan kaynaklarının bu yeni döneme adaptasyonuna dikkat çekerken, çeşitli alanlardaki sorunların çözümü için yeni bir etik değerler dizisine ihtiyaç olduğu ve bunun geliştirilmesi yönündeki vurgusu en can alıcı noktalardan birini oluşturuyor.  

Jokowi’nin konuşmasında bu bağlama gönderme yapan cümleleri gördükçe, 1980’lerde Malezya başbakanı Dr. Mahathir Muhammed’in “Malay toplumunu” dönüştürme yönündeki çabaları akla geliyor ister istemez.

Bu noktada, Jokowi’nin ülkenin ekonomik kalkınması için model arayışında olduğu bir dönemde, herhalde ABD’deki değil, yanı başındaki aynı ırk ve kültürel yapıya mensup Malezya toplumundaki değişimler üzerinden bir değerlendirme yapması oldukça rasyonel bir durum arz ediyor.

Tam da burada dikkat çekilmesi gereken husus, Jokowi’nin tüm iyi niyetle ortaya koyduğu üzere sadece bürokraside yer alanların değil, aksine toplumdaki tüm fertlerin yeni bir etik yaklaşım geliştirilmesinde aktif rol alması ve bu süreçten kendilerini izole olmuş hissetmemeleridir.

Bu durum, bize ülke genelinde sorunun salt ekonomik geri kalmışlık tespitinden hareketle, ekonomik modernleşme süreçlerini başarıyla gerçekleştirmenin teknik yollarını keşfetmekle sınırlı olmadığı, aksine topyekün bir toplumsal bilinç ve eylem sergilenmesi gerektiğini ortaya koyuyor.

Öyle ki, Jokowi konuşmasında, bir başka bağlama referansla gündeme getirdiği anlaşılsa da, Endonezya toplumunda dini değerlerden neşet eden etik yaklaşımlara vurgusu oldukça anlamlıdır.

Burada iş etiği olgusunun öne çıktığı izlenimi edinilmekle birlikte, bunun salt kamu sektöründe istihdam edilmiş bireylerin fillerinde ortaya çıkmasıyla sınırlı olduğunu ileri sürmek arzu edilen değişmenin gerçekleştirilebilmesi için yeter şark olduğunu söylemek mümkün değil. Aksine, toplumsal yapının her bir üyesinin kendi bireysel ve grup yapısında geçmişten tevarüs ettiği varsayılan mevcut etik değerlerinde, yeni bir yapılanmaya ihtiyaç olduğunu açık bir şekilde ortaya koymakta fayda var.

Jokowi, böylesi kapsamlı bir değişimin kimileri tarafından hayal mahsulü olabileceğini ima edecek şekilde bir söylem geliştirirken, bu hayalin gerçeğe dönüşmesinin şartını ise ‘ulusal birliğe’ bağlıyor.

Bölünme çabalarına karşı ‘ulusal birlik’

Jokowi’nin burada vermek istediği mesaj, kuşkusuz ki, 2016 yılı ortalarından itibaren ülkede giderek gündemi belirleyen ve “toplumsal yarıkları” ortaya çıkaran gelişmeler.

O dönemki yazılarımızda detaylı bir şekilde dikkat çektiğimiz gelişmeler, Nisan ayında yapılan başkanlık seçimlerinin diğer adayı Prabowo Subianto ile bağlantılı olduğu bugün daha net bir şekilde anlaşılıyor.

Prabowo Subianto, tıpkı 2014 seçimleri sonrasında olduğu gibi, seçim sonuçlarını tanımadığını ilân ederken, bu sefer işi toplumsal kargaşa ve hatta anarşi ortamına sürükleyecek adımlar atmaktan çekinmeyecek bir düzeye taşımasıyla siyasal yaşamda negatif bir aktör olduğu izlenimini bir anlamda teyit etti.

Prabowo’nun, daha Suhartolu yıllarda oynadığı rol(ler), hatta diğer örnekler bir yana, Suharto iktidarını sonlandıran kitle gösterilerine karşı nasıl bir tavır alınacağı noktasında görev başında bir komutan olarak sergilediği eğilimler, onun ne tür amaçlar uğruna başkanlık yarışına girmiş olduğuna dair bir gösterme kabul edilebilir. 

Tabii bu sürecin tek aktörü Prabowo değildi ve olmadı da…

Eski reformcular, yeni statükocular

2016 Haziran’ından itibaren giderek artan ve aralarında sözde İslamcı kesimlerin de olduğu kimi çevrelerin Prabowo etrafında birleşmeleriyle ortaya çıkan gelişmeler, ülkede sağlıklı bir entelektüel ve siyasal yaklaşımın bu çevreler tarafından sergilenemediğini bir kez daha ortaya koyuyordu.

1999’dan bu yana yaşanan tecrübeler ve kendilerini reform sürecinin aktörleri olarak lanse eden bu siyasi çevrelerin, bugün reform yerine statükoculuğuyla öne çıkan Prabowo etrafında kenetlenmiş olmaları oldukça manidardır.

Reform sürecinin başlamasından bugün aradan geçen yirmi yıllık sürenin bu siyasi çevreleri aktörlükten siyasi merkezin dışına çıkmalarına neden olması üzerinde durulması gereken bir konudur. 
Çünkü bugün reformcu söylemin ve bu işi icraata koyma sürecindeki kişi Jokowi’dir. 

Seçimlerin ardından bugün söz konusu o siyasi çevrelerin gelişmeleri yanlış okudukları ve/ya başka çevreler tarafından yanlışa yönlendirildiklerini söylense de, artık onlar için iş işten geçmiş ve siyasal mevcudiyetleri bağlamında bir beş yıl daha kaybedilmiş durumdadır.

Reformda etkinlik ve birlik

Bu bağlamda, artık bugün o söz konusu gerginleştirilen siyasi ortamın geride kaldığı düşünülebilir. Bunda özellikle, Jokowi’nin seçimler öncesinde başkan yardımcılığına kimin olacağı konusundaki kararının büyük önem taşıdığını söyleyebiliriz.

Jokowi, mevcut adaylar arasından Alimler Hareketi (Nahdat’ul Ulema) önde gelen isimlerinden, Ma’ruf Amin Hocayı yardımcısı olarak belirlemesi, Prabowo ekseninde oluşan sözde İslamcı cepheye karşı son derece etkili bir stratejik tercihti. Ve Jokowi’nin başkanlık yarışını önde kapattığı dikkate alındığında, bu tercihte ne denli başarılı olduğu artık ortadadır.

Başkan Jokowi ve başkan yardımcısı Ma’ruf Amin Hoca ile yeni dönemde Endonezya’nın sadece bürokratik reformla, ulaşım alt yapısıyla sınırlı kalmayacak, aksine topyekün toplumsal gelişmeyi hedefleyen bakış açısıyla hareket etmeleri için uygun ortam bulunuyor.

Jokowi’nin bu önemli konuşmasının ardından şimdi sıra, bölge ülkeleriyle kıyaslandığında ekonomik modernleşmede geride kaldığı gözlemlenen Endonezya için günün getirdiği bölgesel ve küresel olanakları en iyi şekilde kullanarak geniş toplum kesimlerinin refahı ve mutluluğuna icraatlar yapacak hükümet kadrolarının oluşturulmasında.


13 Temmuz 2019 Cumartesi

Darbe’ye çalışmak


Mehmet Özay                                                                                                                         13.07.2019

foto:15thjuly.setav.org
Bugün içinde bulunduğumuz şartlarda, 15 Temmuz 2016 darbesinin bir tek grubun kendinde bir teşebbüsü olduğunu düşünmek, vakıanın sosyolojik mahiyetini kavramamakla eşdeğerdir.

Bu anlamda, söz konusu teşebbüsün gelişiminin bir sürpriz olmadığı ve bu girişimin köklerinin birkaç on yıl öncesine dayansa da, kendini en azından bir on yıl öncesinde aşikâr kıldığını söylemek mümkün. Sosyal hadiselerin birdenbire neşet eden olgular olmak yerine, birikimsel olarak gelişme kaydettiğini ve çeşitli toplumsal unsurların bileşiminin ürünü olarak ortaya çıktığını unutmamak gerekir.

Öte yandan, bugünden bakıldığında, belki de giderek artan sayıda kişinin artık gördüğü zannedilebilecek bu sürecin, artık hakkıyla anlaşıldığını düşünmek bile bir tür yanılsama olacaktır.
Aktif ve pasif darbe taraftarlarının sadece yurt içinde değil, yurt dışındaki varlıklarının ve hazırlıklarının bu yöne doğru bir gidişata tekabül ettiği bir on yıl öncesinden izlerini ortaya koymaya başlamıştı.

Bu noktada, aktif ve pasif taraftarlar ifadesinden anlaşılması gereken iki husus vardır. İlki, kendini, darbeye tevessül eden grubun içinde, sivil ve devlete bağlı kurumlar içerisindeki mevcudiyetleriyle aktif olarak tanımlayanlardır. Bu grup içerisinde yer alanlardan bir bölümünün, örneğin pişmanlık duyanlar bağlamında olduğu üzere, sözde masumiyeti dikkate alınabileceklerden bahsedenler olabilir. 

İkincisi ise, bu grupla organik ve/ya ideolojik bağı olmadığı görülen sivil kişiler ile yine devletin çeşitli birimleri içerisindeki kişi ve grupların, bu ana yapıyla girdikleri ilişkiler boyutu üzerinden oluşan bağdır. 

Bu gruba mensup olanlardan bir bölümü -ki, zaman zaman bu yönde dile getirilen söylemlerden hareketle-, kendilerinin ‘ilişkiye zorlanmış’ oldukları iddiasındadırlar. ‘İlişkiye zorlanmışlık’ bağlamına oturan çevrelerin ülke içindeki karşılıklarını, farklı aktörlerin bunların yerini alabileceğinden hareketle, bir an için göz ardı etmek mümkün olabilir.

Ancak bu bağlam içerisinde yer alan ve yurt dışında ülkeyi resmi olarak temsil etme makamında olan kurum/lar mensuplarından gelmesi göz ardı edilmesi mümkün olmayan bir duruma işaret eder. 

Varsayalım ki, bu kitle “Kapılarınızı bu insanlara açın” türünden bir emre muhatap olmuş olsunlar… 

Ortaya çıkan durum, salt kapıların açılmasıyla kalınmadığı, bu kurumun -bilerek ve/ya bilmeyerek- neredeyse karşı tarafa teslim edildiği haline gönderme yapmaktadır.

Bu yöndeki düşünüş tarzında bir tür haklılık payı olduğu, zamanında kurum üzerinde tasarrufta bulunma hakkına sahip olanların, kadroların kahir ekseriyetini darbeye tevessül eden yapıdan devşirmiş olmalarıyla daha bir netlik kazandığı konusunu da hatırlamak vicdani ve de ahlâki bir sorumluluktan bağımsız değildir.

Sürecin ikinci aşaması olarak, yani darbeden hemen sonra, ‘işleri hâl yoluna koymada’ ilk sırada yer alması beklenen, hatta bu noktada resmi sorumluluk taşıdığı açık seçik ortada olan yukarıda dikkat çekilen bu “ilişkiye zorlanmış olanların”, o dönem ve sonrasında ne yapıp ettiklerinin dikkatle üzerinde durulması gerekmektedir.

Açık Medeniyet, Temmuz, 2019, Yıl 2, S. 25, s. 45. (Publication of Ibn Haldun University)


9 Temmuz 2019 Salı

Malezya siyasetinde bazı yeni gelişmeler / Some new issues in Malaysian politics


Mehmet Özay - Kuala Lumpur                                                                                           09.07.2019

foto:malaysiakini.com
Malezya’da 2018 yılı Mayıs ayında yaşanan iktidar değişikliğinin ardından, çeşitli reform süreçlerinin hayata geçirileceği düşüncesi hakimdi. Ancak sürecin istenildiği şekilde işletilemediğine tanık olunuyor.  Dört ana partiden oluşan iktidardaki Umut Koalisyonu (Pakatan Harapan-PH) içerisinde, bu konuda genel bir konsensüs olduğu gerçek.

Kaldı ki, bu iktidar koalisyonu içerisinde, özellikle Halkın Adaleti Partisi (PKR) gibi etnik temele dayanmayan bir siyasi hareketin öncülüğündeki bir iktidar yapısının olması reform konusundaki düşünceleri güçlendiriyor.

Reform arzu edilen hızda değil

Ancak aradan geçen bir yılı aşkın bir süre zarfında, ‘Yeni Malezya’yı inşa edeceği düşünülen Umut Koalisyonu’nun reform süreçlerinde niçin yavaş ilerlediği konusu üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. 

Bu konuda geri adım atılmış olmaması geleceğe umutla bakmayı sağlıyor. İktidarın çok partili koalisyon yapısının ülke siyasal yaşamına yeni bir tecrübe ve bir katkı olarak değerlendirilebileceği gibi, iktidar ortakları arasında etkin ve güçlü bir sesin varlığı ve bunun sürekliliğinin nasıl mümkün olacağı sorusunu da beraberinde getiriyor.

Sadece siyasal yapıda değil, toplumsal kurumların tamamında derin izler bırakmış 62 yıllık bir iktidar geleneğinin ardından gelen Umut Koalisyonu hükümetinin, ülkenin kökleşmiş sorunları çözmeye yönelik reformları nasıl ve hangi süreçte ortaya koyacağı hususu öyle bir çırpıda cevap verilebilecek bir konu da değil. İktidar mensupları da bunun farkında gözüküyor.

Bir yandan dört ana partiden oluşan koalisyon ortaklarının birbirlerine alışması, öte yandan mevcut sorunları çözme iradesinde istikrarın zaman alması kadar, içinden geçilmekte olduğu dönemi zorlayan bir başka husus farklı çevrelerin yeni siyasi arayışları oluyor.

Başbakanlık görevi

Hiç kuşku yok ki, ülkede reform hareketinin başlatıcısı kabul edilen Enver İbrahim’in başbakanlık koltuğuna oturması başlı başına bir reform anlamı taşıyor. 1990’ların sonlarından itibaren siyasal ve toplumsal alanda yenileşmeyi öngören ve bu anlamda reformasi hareketini başlatan Enver İbrahim’in, kısa gelecekte başbakan olması ile bu süreci yönetecek birincil isim olacaktır.

Ancak bugünlerde siyasal gündemi meşgul eden ise, Enver İbrahim’in başbakanlık sürecinin gecikebileceği konusu oluyor.

Başbakan Dr. Mahathir, Bangkok’da yapılan ASEAN zirvesi sırasında verdiği bir demeçte, başbakanlığı Enver İbrahim’e devrinin üç yılı geçmeyeceğini söylemesi kafalarda soru işareti oluşmasına neden oldu.

Bunun nedeni ise, seçim öncesi ittifak anlaşmasında iktidarın elde edilmesi halinde başbakanlığı ilk iki yıl boyunca Dr. Mahathir’in yürüteceği ve ardından görevin Enver İbrahim’e devredeceği yönündeydi.

Başbakan Dr. Mahathir’in ‘üç yıl’ sınırına getirdiği meşru açıklama ise, ülke ekonomisinin içinden geçmekte olduğu dar boğazın atlatılmasının ancak kendisinin Başbakanlık koltuğunda olmasıyla sağlanabileceğini ima etmesi.

Ekonomiyi düzlüğe çıkarma amacına matuf yapılan “üç yıl” açıklamasına rağmen, Dr. Mahathir’in farklı hesaplar peşinde olduğu yönünde de görüşlerin gündeme gelmesine yol açıyor. Bu konuda geçen hafta sonunda yaşanan gelişme bugünlerin ana konusunu teşkil ediyor.

Malay etnik partisinde ısrar

Dr. Mahathir’in geçmişte ülkeyi yöneten Ulusal Cephe koalisyonunun büyük ortağı Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO) milletvekillerine ve üyelerine çağrıda bulunarak kendisinin kurduğu Bersatu’ya (Parti Pribumi Bersatu Malaysia -PPBM) davet etti.

Aslında bu davet yeni değil. 2018 Mayıs seçimlerinden kısa bir süre önce kurulan Bersatu, 12 milletvekili ile mecliste temsil edilme hakkı kazanırken, aradan geçen bir buçuk yıllık süre zarfında yaptığı transferlerle mecliste milletvekilliği sayısını ikiye katlaması diğer partilerdeki özellikle de UMNO’daki milletvekillerini davetin bir sonucu.

Bununla bağlantılı bir diğer husus ise, cılız ifadelerle gündeme getirilmekte olan ve Dr. Mahathir sonrası dönemde başbakanlık koltuğuna şu anki hükümette ekonomi bakanı görevini yürüten PKR milletvekili Azmin Ali’nin adının geçmesi…

Ulusal siyasette Başbakanlık değişimi sürecinde yol alınırken, birden gözler “Enver İbrahimsiz bir süreç arayışına mı giriliyor” şüphesini doğuracak gelişmeler yaşanıyor.

Bu gelişmeler, iktidar ortakları arasında hükümet yapılanmasında yeni arayışlar olduğuna kuşku bırakmıyor.

2018 seçimleri öncesinde siyasi işbirliği anlaşmasına bağlı olarak, Dr. Mahathir’in yarı dönemli başbakanlığının ardından görevi Enver İbrahim’e bırakacağı konusunda yaygın bir kanaat ve de kamuoyunda böylesi bir beklenti var(dı). Bu konuda kamuoyunda değişim olduğunu söylemek zor.

Bir yandan Enver İbrahim’in göreve başlamasının geciktirilmesi olarak anlaşılabilecek ifadeler, öte yandan Bersatu’nun şu anki iktidar içerisinde güç dengesini kendi lehine çevirme yönünde attığı adımlar, Malezya siyasetinde neler olup bittiği veya yakın gelecekte neler olup biteceği konusunu dikkate almayı gerektiriyor.

Bu bağlamda, siyasetin merkezinde iki odak nokta bulunduğunu ileri sürebiliriz. Enver İbrahim’in başbakanlığını bekleyen önemli bir siyasi hareketin ve bu harekete destek veren bir seçmen kitlesinin varlığı karşısında, ulusal siyasette sadece iki yıl değil, öyle gözüküyor ki dizginleri ele geçirerek daha uzun süre rol oynama hesapları yapan Dr. Mahathir bulunuyor.

“Bölünmüş Malaylar” söylemi

Bu gelişmeyi, bir tür ayrışma olarak algılamak mümkün. Ancak ülkenin içinden geçmekte olduğu süreci dikkate aldığımızda, yeni siyasal yapılaşmaların oldukça dinamik olduğunu görüyoruz.

Bu noktada, Dr. Mahathir’in ‘siyasette bölünmüş Malaylar’ söylemi hareket noktasını oluşturuyor.

Kurt politikacıya bunu söyleten içinden geldiği siyasi gelenek olduğu gibi, 62 yıllık UMNO iktidarları sonunda bugün Malezya kamuoyunu oluşturan çok etnikli, çok dinli toplumsal yapıdaki tekil, yani her bir etnik unsurun, henüz kendi ayakları üzerinde duracak siyasal ve toplumsal bilinç kazanmamış olduğuyla açıklanabilir.

Dr. Mahathir’in söylemlerine kulak kabarttığımızda, bu kitlenin Malay etnik yapısı olduğu anlaşılıyor. UMNO da aynı argümanı öne sürerek seçimler öncesinde Malezya İslam Partisi (PAS) ile gizli koalisyon yapmıştı.

Bu siyasi yapı bu iddiasına rağmen seçimi kaybederken, bugün Dr. Mahathir’in yine Malay etnik yapısı özelinde bir siyaset gütmesinin ardında başka ve de köklü toplumsal gerçeklikleri aramak gerekir.

Bugün Dr. Mahathir’in dönüp UMNO üyelerini kendi partisi Bersatu’ya davet etmesi, kimi çevrelerin, “O zaman Dr. Mahathir UMNO’dan niye ayrıldı?” sorusunu yöneltmelerine neden oluyor.
Ancak burada ince bir ayrıntı var. O da, Dr. Mahathir UMNO’dan ancak kirlenmemiş, yani yolsuzluklara bulaşmamış çevrelerin partisine katılabileceğine vurgu yapıyor.

Bu vurguyu yüksek sesle gündeme getirmesinde. PKR içerisinde reform konusunda önemli bir güç merkezi oluşturan özellikle genç politikacıların iddiasının ve iknasının bulunduğunu söylememiz gerekir. PKR’ın bu söylemine iktidardaki diğer partilerin de destek verdiği biliniyor.

Malay toplumunu siyasette temsil edilmesinde birlikten yoksunluk, aslında yukarıda dikkat çekilen reform süreciyle yakından bağlantılı. Reformu sadece kendisi için değil, bütün bir toplum için isteyenlerle, reform sürecini kendine bir tehdit olarak algılayanlar arasında bir ayrışma söz konusu. 

Bunu körükleyen Malay toplumsal yapısından gelen unsurlar olduğu gibi, yine bu olgu üzerinden siyasi avantaj ve kazanım elde etmek için manipüle eden siyasi çevrelerin varlığının olduğu da ortada.


5 Temmuz 2019 Cuma

Japonya’daki G-20 toplantılarında statüko mu değişim mi tartışmaları / Discussions of status quo or change in G-20 Summit in Japan

Mehmet Özay – Kuala Lumpur                                                                              05.07.2019

Japonya’nın ev sahipliğinde gerçekleştirilen G-20 zirvesi, son dönemde küresel ekonomideki gelişmeleri ele alan toplantılara sahne oldu.
Küresel ekonominin iki büyük gücü, ABD ve Çin arasında yaşanan ticaret savaşları konusunda Donald Trump ve Şi Cinping arasında yapılan görüşme, hiç kuşku yok ki, gündemin ana konusunu oluşturuyordu.

Zirve ve beklentiler

Trump ve Cinping görüşmesi, sadece iki ülke arasında ticaret rejimi alanında yaşanan tartışmaları ve anlaşmazlıkları çözmekle sınırlı değildi.

Görünüşte böyle olsa bile, küresel ekonomideki durgunluğu sona erdirmeye yönelik bir dizi karar alınabileceği düşüncesiyle, toplantıya katılan diğer ülkeler başta olmak üzere, Doğu ve Güneydoğu Asya’daki gelişmekte olan ülkelerde gözlemlendiği üzere, genel anlamda bir beklenti doğurdu.

İki liderin yaptıkları toplantı sonunda ortaya çıkan sonuçlar üzerinde durulmaya değer. Trump’ın, geçen Mayıs ayının başlarında, Çin’den gelen bazı ticari ürünlere yönelik yeni vergiler uygulama kararı, dikkatlerin Osaka’da yapılacağı duyurulan toplantılara çevrilmesine neden olmuştu.

Bu noktada, Trump-Cinping görüşmesi, iki ülke arasında ticari ilişkileri canlandırmaya yönelik ciddi bir adım atılmasının beklenmediği yönünde daha önce yapılan tahminleri doğrular şekilde gerçekleşti.

Trump’ın, Çin’e yönelik yeni bir ticari yaptırımda bulunmayacağını açıklaması, belki de görüşmelerin en olumlu yanını oluşturuyordu.

Ancak, bu konuda yıl başında yapılan görüşmelerde de benzer bir kanaat hakimdi. Ve kısa bir süre sonra, ABD tarafından Çin’den gelen çeşitli mallara ek yaptırımların uygulanmaya başlanması iyimser beklentilerin pek de sağlam temeller üzerine oturmadığını ortaya koyuyordu.

Trump, Osaka’da yaptığı açıklamada yeni ticaret vergileri uygulamayacağını söylese de, şu ana kadar uygulamaya koyduğu artırılmış vergileri indirmeyi de gündeme getirmedi.

Öte yandan, Trump’un, Çin tarafıyla yaptığı görüşmeyi ‘mükemmel’ olarak tanımlamasına kanmamak lazım. Bu tür ifadeler Trump’ın klasik söylemi içerisinde yer aldığından, biraz basına ve küresel kamuoyuna görünmenin bir yolu olarak kabul etmek gerekir.

Toplantılar sonrasında benzer bir noktaya gelinmiş olması nedeniyle, Osaka zirvesinin bu noktada ticaret savaşlarını sona erdirme sürecine yapıcı bir katkısının olduğunu söylemek biraz güç.

Statüko devam edecek (mi?)

Anlaşılan o ki, taraflar, gizli veya açık, mevcut statükonun bir şekilde devamı yönünde kararlılar. Bu noktada, ABD tarafı arzu ettiği ticaret kurallarının Çin tarafından kabul edilmesinde ısrarcı olmaya devam ediyor.

Çin tarafı ise, duruşunda pek fazla değişiklik yönünde adım atma niyetinde değil. Bu durum, kimi çevreler tarafından ileri sürüldüğü üzere, ticaret savaşlarının tam da ortasında olunduğuna ve ortada hiç de iyimser bir atmosferin olmadığına işaret ediyor.

Bu yaklaşımı destekleyecek bir diğer husus ise, Başkan Trump’ın dış politikada ve uluslararası ilişkilerde sergilediği tutarsız politikalar.

Bir anlamda, hadi düşman demeyelim, ancak rakip kabul ettiği çevreleri birden dost kabul eden ve bunu abartılı mesajlarla duyurmaktan hoşlanan Trump’ın, kısa bir süre sonra tam aksi istikamette mesajlarıyla gündemi birdenbire değiştirdiği ortada.

Dolayısıyla, son bir yılda yapılan açıklamalar ve uygulamalara bakıldığında, Çin ile yaşanan ticaret savaşlarında sürecin nasıl ilerleyeceğini konusunda kesin bir tahminde bulunmak mümkün gözükmüyor.

Küreselleşmenin hamisi Çin

İki başkan arasında yapılan Osaka zirvesinde ortaya çıkan sonuç, tarafların yeni ticaret vergileri uygulamaya koymama ve yeniden masaya oturulmasına karar vermekle sınırlı kaldı.

Bugüne kadar bu süreçte olumlu ilerleme kaydedilememesi, Osaka zirvesi sonrasında alınan kararın yukarıda zikredilen görüşme sürecinin devamından başka bir şey ifade etmiyor. Burada kritik nokta, görüşmelerin nasıl ve hangi çerçevede yürütüleceğiyle alâkalı -ki, bu konuda taraflardan herhangi bir ifade sadır olmuş değil.

ABD tarafına bakıldığında, Çin’i kapitalizmin kurallarına tam anlamıyla uymaya zorlayan bir ısrarın olduğu aşikâr. Çin yönetiminin bu iddiaya karşı çıkışı, ABD’nin küresel ticaret kurallarının uygulanmasında tek başına karar mercii olamayacağı yönünde.

Bu tabloda, ABD yönetimi, durduğu konuma tezat teşkil edecek şekilde korumacılık vasfıyla öne çıkarken, Çin ilginç bir şekilde küreselleşmenin hamisi kesiliyor.

Çin’in bu noktada yalnız olmadığı da ortada. Japonya, Rusya ve Hindistan tarafından da küresel ticaret yasalarının ve uygulamalarının tek taraflılığına yönelik eleştirel seslere tanık olunuyor. Ve bu talepler, Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) reformunu içerek kadar önem arz ediyor.

Trump’ın açmazı: ulusal talepler ve küresel gerçekler

Trump’ın 2016’dan bu yana amacı, daha seçim kampanyası döneminde ilân ettiği ABD lehine gelişen ticaret açığını kapatmaya yönelik. 

Bu konu, temelde onun seçimleri kazanmasını sağlayan ve kendi içinde sağlam bir argüman olduğu kabul edilse de, kapitalist dünyanın diğer üye ülkelerinin temsilcileri Trump’ın bu çıkışını, ekonomide içe kapanmacı bir yönelim sergilemekle eleştiriyorlar.

G-20’ye ev sahipliği yapan Japonya başbakanı Şinzo Abe, iki günlük toplantıların ardından, yaşanan ticaret savaşlarının büyük etkisiyle küresel ticaretin devamlılığının önemine vurgu yapıyordu.

Gelinen bu noktaya rağmen, ABD’nin kendi kurduğu kapitalist sistemden vazgeçmesi mümkün değil. Bugün olan biten ise, göreceli olarak belki de en çok ABD’yi etkilediği anlaşılan sistemde baş gösteren bozulmanın nasıl düzeltilebileceğine dair politikalar üretmekle bağlantılı.

https://www.dunyabulteni.net/makale-yorum-1/japonyadaki-g-20-toplantilarinda-statuko-mu-degisim-mi-tartismalari-h444700.html