30 Mayıs 2017 Salı

Filipinler’de Barış Süreci Tehlideke / Mindanao Peace Process in Peril

Mehmet Özay                                                                                                                          30.05.2017

Filipinler’de Mindanao Adası’nın Marawi şehrinde sıkıyönetim ilânı, bölgede güvenlik sorunun ne denli hassas olduğunu bir kez daha kanıtladı. Marawi’deki silahlı terör grubu içerisinde sadece Filipinlilerin değil, komşu ülke vatandaşlarının da bulunması, sorunun ASEAN boyutuna işaret ediyor. Ancak, terör grubunun Marawi’de ortaya koyduğu DAEŞ yanlısı söylem ve icraatlar, gelişmenin uluslararası boyutunu oluşturuyor. Daha önce Solo Adası’nın güneyinde de benzer eylemler yapmış olan grubun bu faaliyeti hiç kuşku yok ki, bölgede zaten var olan güvenlik kaygılarını daha da artırıyor. Bu durum, bölgedeki Moro Müslümanlarını temsil eden Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) ile 2014 yılında varılan, ancak şu ana kadar hayata geçirilemeyen barış süreci kadar bölgenin siyasi istikrar, güvenlik politikaları ve ekonomik kalkınma süreçlerini de etkileyebilecek boyutlarıyla dikkat çekiyor.

DAEŞ var olduğunu kanıtlama peşinde
Ulusal düzeyde değerlendirildiğinde, bu sıkıyönetim ilânı, öncelikle devlet başkanı Rodrigo Duterte’nin bir yıla yaklaşan başkanlığı boyunca ortaya koyduğu uyuşturucuyla mücadeleye yeni bir boyutun, yani terörle mücadelenin eklenmesi anlamı taşıyor. Öyle ki, şehirde ordu güçleriyle çatışmaya giren Maute ve Ebu Seyyaf adlı grupların kendilerini DAEŞ’le ilişkilendirmeleri ve DAEŞvari eylemleri ortaya koymaları sorunun bölgesel ve hatta uluslararası bir nitelik taşımasına neden oluyor. Bununla birlikte, Filipinler ordusunun zaten bir süredir Ebu Seyyaf grubuna yönelik, özellikle Solo Adası ve çevresinde operasyonları olduğu biliniyor. Marawi şehrinde grubun liderine yönelik operasyon da, Filipinler ordusunun ‘uluslararası terörizmle’ mücadelesinin bir devamı niteliğinde.

Başkan Duterte’nin Rusya gezisini yarıda keserek ülkesine dönmesine neden olan gelişme, yukarıda zikredilen silahlı örgütlerin uzun süredir aranan liderleri Isnilon Hapilon’u korumak amacıyla güvenlik güçleriyle çatışmaya girmeleri; kamu binalarını işgal ve özellikle de Hıristiyan vatandaşları esir almaları ve hatta hayatlarına kast etmeleri üzerine gerçekleşti. Ve akabinde, başkan Duterte’nin de dikkat çektiği üzere bu grupların bölgede, tıpkı DAEŞvari bir ‘islam devleti’ kurmak istedikleri gündeme geldi. 

Moro Müslümanları ve bölgesel kriz
Müslümanların çoğunlukta olduğu bir bölgede gündeme gelen sıkıyönetim ilânının zamanlaması, ‘Müslüman Mindanao Özerk Yönetimi’ adıyla resmi bir yapının varlığına karşın, bölgede adı terörle anılan grupların eski ve yeni bağlantılarına dikkat çekilmesi gerekir. Buna ilâve olarak, Filipinlerin güneyinde Moro Müslümanlarının sömürge döneminden başlayarak bugünlere kadar gelen bağımsızlık ve özerk yönetim talepleri için mücadele veren ve son dönemdeki barış görüşmelerinde de ortaya konulduğu üzere, Filipinler hükümetince ve uluslararası çevrelerce tanınan Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) ve Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi (MNLF) gibi yapıların adlarının karıştırılmaya çalışılması, gelişmelerin dikkatle ele alınmasını gerektiriyor.

Nüfusunun çoğunluğu Müslümanların oluşturduğu Marawi şehri başta olmak üzere Mindanao Adası genelinde sıkıyönetim ilânını getiren bu gelişme, terörle mücadelede etkin bir çabanın sergilenmesi kadar, kamu diplomasisi boyutunun da hesaba katılmasını gerekiyor. Özellikle, uzun dönemli çatışmalara konu olmuş ve halen sürdürülebilir barış ortamına girilmemiş Mindanao gibi bölgelerde sıkıyönetim ilânı ve bunun ortaya konuluş tarzı iyi plânlanmalı. Ancak başkan Duterte’nin Marawi şehrindeki teröristlerle mücadele uluslararası siyaset literatürüne adı ‘diktatör’ olarak geçmiş eski devlet başkanı Ferdinand Marcos’un 1972-1981 yılları arasında ülke genelinde uyguladığı sıkıyönetimle kıyaslaması, bölge müslümanları kadar tüm halkı endişeye sevk ettiği gözlemleniyor. Öyle ki, Mindanao katolik rahipler yaptıkları ortak açıklamada, Minadao Adası’nda sıkıyönetimin gerekçelerini kabul etmekle birlikte, bunun geçici olması yönünde görüş beyan ettiler.

Sorun Güneydoğu Asya’nın genelini ilgilendiriyor
Marawi’de çatışan gruplar içerisinde komşu ülke vatandaşlarından oluşan teröristlerin de olması, bölge ülkelerinin Mindanao Adası’nda başgösteren güvenlik sorunundan azade olmadıklarını ortaya koyuyor. Daha çok yerelde tanınan Maute ile, adını 2000’li yılların başından itibaren Malezya’nın Borneo Adası’ndaki Sabah Eyaleti’nde adam kaçırma eylemleriyle duyuran Ebu Seyyaf grubunun, son dönemde kendilerini DAEŞ destekçisi olduklarını ilân etmeleri güvenlik olgusunun Filipinler’in güneyinde lokal bir sorunun olmanın ötesine taşıdı. Ortadoğu’da ortaya konulan mücadele neticesinde DAEŞ’in varlık alanının daraltılması, var olan yapıların alternatif bölgelerde var olma çabası şeklinde tezahür ediyor.

Bunun Güneydoğu Asya’daki karşılığı ise, sivil halk arasında sempatizan kazanmak kadar, bölgede şu veya bu şekilde silahlı mücadele veren bazı grupları yanına çekme şeklinde gerçekleşiyor. Bu nedenle DAEŞ, son bir yıldır giderek alan daralması yaşarken, alternatif ve ses getirici eylemlerle var olduğunu ASEAN topraklarında da sergilemeye çalışıyor. Bölgeden Suriye ve Irak’a savaşmaya giden kadroların bir bölümünün bölgeye dönmesi veya dönecek olması nedeniyle yaklaşık bir yıldır bölge ülkelerinde DAEŞ sendromuna tanık olunuyor. Endonezya ve Malezya’da emniyet birimlerinin operasyonlarıyla göz altına alınanlar veya ‘pasifize’ edilenler olduğu bilinirken, Singapur güvenlik tedbirlerini sürekli yeniliyor ve üst düzeyde tutuyor. Bu terör oluşumunun bölgede sıçrama yapabileceği potansiyel olarak başka alanların da olduğu ortada.

Moro mücadelesi ve özerk yönetim
Kırk yılı aşkın bir süredir bölge Müslümanlarının bağımsızlık mücadelesi, gerek coğrafi gerekse alt etnik yapıların farklılığı nedeniyle bir tür ittifak yapılarının ortaya çıkmasına olanak tanıdı. Aslında bu yapılaşmanın bölgedeki Müslümanların birlikteliği ve Manila merkezi yönetimi nezdinde tanınırlık ve haklarının alınması konusunda bir tür zorunluluk olarak da ortaya çıktığını söylemek mümkün. Bu oluşumlar içerisinde bölgedeki kesin rakam bilinmemekle birlikte, beş ilâ on milyon arasında olduğu tahmin edilen Müslümanların büyük ölçüde temsil eden MILF ile MNLF çatışı altında birleştikleri biliniyor.

Bununla birlikte, başta Ebu Seyyaf olmak üzere irili ufaklı silahlı grupların da zamanla bölgede zemin kazanmasına neden oldu. Öyle ki, MILF ve MNLF’in Manila hükümetleriyle yaptıkları barış anlaşmalarına rağmen, şu ana kadar bölgeye nihai barışın getirilememesi hem bu yapılar içerisinde hem de küçük silahlı oluşumların uluslararası terör oluşumlarıyla birlikte hareket etmelerine zemin hazırlıyor. Örneğin, Ebu Seyyaf, özellikle 2000’li yıllarda adam kaçırma eylemleriyle adını duyuran ve bu çerçevede yukarıda zikredilen iki meşru oluşumla yollarını ayıran bir yapı. Bölgenin geniş anlamıyla güvenlik sorununun çözülememiş olması, hedeflerinde bağımsızlık ve özerklik gibi siyasi bağlamı olmayan, aksine güvenlik sorununu kendilerine malzeme yaparak çıkar ilişkileri üzerinden var olmaya çalışan küçük silahlı oluşumların varlığı en önemli tehlikeyi oluşturduğu uzun süredir biliniyor.

Bu bağlamda, Meuta ve Ebu Seyyaf gibi gruplara yönelik bugüne kadarki girişimlerin başarısız olmasında, Moro Müslümanlarının tarihsel ve geleneksel yaşam alanlarını oluşturan bu coğrafyada kalıcı bir siyasi çözümün sağlanamamış olmasının yeri tartışılmaz. Bu noktada şunu hatırlatmakta fayda var. Daha önce kendisiyle mülakat yaptığımız bir MILF lideri, bölgede özerk yönetimin hakim olması halinde, söz konusu silahı grupları kontrol edebileceklerini dile getirmişti. Bugün bölgeye barış gelmediği gibi, çeşitli güç merkezlerinin yukarıda zikredilen terör yapılarından hareketle bölgedeki geniş Müslüman kamuoyunun haklı taleplerine yönelik olumsuz bir algının geliştirilmesinde rol oynadıklarına şüphe yok.

Sıkıyönetim kısa vadeli olmalı
Sıkıyönetimin, sadece Marawi şehriyle sınırlı kalmayıp, özellikle Müslümanların yoğunlukta olduğu Ada’nın batı ve güney batı bölümlerini kapsayacak şekilde genişletilmesi bölge halkı üzerinde olumsuz bir etki oluşturacaktır. Bu bağlamda, sorun sadece Ebu Sayyaf’a veya ona eklenlenmiş daha küçük gruplar sınırlı kalmayacaktır. Bölgede etkin bir rol oynadığı bilinen MILF içerisinde, özellikle barış sürecinin bugüne kadar akamete uğramış olmasından ötürü bazı hoşnutsuz grupların olduğu biliniyor. Bu grupların, Ebu Sayyaf’ın kışkırtmaları ve vaadleriyle mobilize hale getirilmeleri bölge için önemli bir tehlike anlamı taşıyor. Bu süreçte, Manila yönetiminin, özellikle de başkan Duterte’nin Moro Müslümanları sorununu bir an önce çözüme kavuşturmak yerine, bir önceki başkan Benigno Aquino döneminde imzalanan barış anlaşmasını ‘dondurarak’ ve sorunu zamana yayarak hafife alma yaklaşımı bölgede farklı tepkileri de beraberinde getirecektir. Duterte’nin mevcut özerklik anlaşması yerine, Mindanao sorununu daha seçimler öncesinde dile getirdiği üzere federal yönetim yapısıyla çözme amacı taşıdığı biliniyor.

Geçen hafta Kuala Lumpur’da gerçekleştirilen 31. Asya-Pasifik Toplantıları’na katılan Filipinli siyaset bilicim Doç. Dr. Aries Arugay’la yaptığımız mülâkatta, başkan Duterte’nin Mindanao Adası’ndan gelmesi nedeniyle sorunun çok yönlülüğü ve tarihi boyutuna en vakıf kişi olduğuna ve bu nedenle çözüm konusunda da bir niyet sahibi olduğuna dikkat çekti. Arugay da, bir önceki yönetimin MILF ile yaptığı barış anlaşmasına Duterte yönetiminin ‘dordurduğu’ yönünde yukarıda dile getirilen görüşü onayladı. Ayrıca, başkanın bölgede tüm grupları içerecek bir barış süreci yanlısı olduğuna ve bunun bir aracı olarak da Federal sistem getirmek suretiyle bölge barışı için yeni bir kanal açma amacı taşıdığını ifade etti. Oysa, MILF lideri Hacı Murad İbrahim geçen Aralık ayında AA’ya verdiği mülâkatta, merkezi yönetimle Kuala Lumpur’da yapılan görüşmeler sonrasında 2014 yılı anlaşmasının ardından yeni bir anlaşmanın gündeme gelmeyeceğini ve 2017 yılı Temmuz ayına kadar Senato’nun Bangsamoro Temel Yasası’nı onaylamasını beklediklerini beklemişti.

15 Ekim 2012 ‘Çerçeve Anlaşması’ ve 28 Mart 2014 ‘Bangsamoro Temel Yasası’ anlaşmaları sonunda 2016 yılında Mindanao ve Sulu Adaları’nda belli bölgelerde özerk yönetime geçilecekti. Ancak aradan geçen süre zarfında, Moro Müslümanlarının uzun süredir bekledikleri kendi kendilerini yönetmelerine olanak tanıyacak özerk yönetim bir türlü sağlanamadı. Özellikle son birkaç yıldır bölgede yaşanan güvenlik sorunları ve bugün Marawi şehrinde şiddete dönüşen gelişmenin özerk yönetim hakkının verilmemesiyle doğrudan ilişkisi var. Mindanao barış sürecinde Uluslararası Kontak Grubu olarak adlandırılan ve Türkiye’nin de içinde yer aldığı kurumun bu süreçte Filipinler hükümetiyle barış süreci konusunu ele alması, sadece Moro Müslümanlarının haklıtaleplerinin bir an önce yerine getirilmesini değil, Güneydoğu Asya bölgesinde giderek kaygıları artıran uluslararası terörle mücadelede de mesafe kat edilmesi anlamı taşıyacaktır.

25 Mayıs 2017 Perşembe

Çin’in Yeni Küreselleşme Hamlesi ve ASEAN / China’s New Globalization Attempt and ASEAN

MEHMET ÖZAY                                                                                                                25.05.2017

Çin devlet başkanı Şi Cinping’in kara İpek Yolu projesini dünyaya tanıtmasının yankıları sürüyor. Projenin, üç kıtada yetmişe yakın ülkeyi içine alacak şekilde yapılandırılacağı dikkate alındığında dev bir teşebbüs olduğuna kuşku yok. Bu bağlamda, İpek yolu projesinde öncelik, Asya ve Avrupa kıtaları arasında. Buna ilâve olarak Afrika ve Amerika kıtası ülkelerinde yapılan çağrının yankı bulması halinde bunun yeni bir küreselleşme dalgası olacağına kesin gözüyle bakılıyor. Temelde Çin gibi siyasi yönetimi ile ekonomi yönetimi arasında keskin ayrımlara konu olan bir ülkenin, İpek Yolu gibi bir projeyi gündeme taşıması içinde ABD olsun veya olmasın küresel kapitalizmin imkânlarının nerelere ulaşabileceğini ortaya koyması bakımından da dikkat çekici.

Çin’in küreselleşmede liderlik hedefi
Kimi çevrelerin ileri sürdüğü üzere bugün Trump yönetiminin ekonomi politik okumalarındaki yanlışlığın veya yanılmasamasının bir sonucu olarak içine kapanma eğilimi sergileyen ABD, Anglo Sakson dünyasının diğer öncü ülkeleriyle birlikte 1980’li yıllardan itibaren birinci küreselleşme dalgasına damga vurdu. 2013 yılından bu yana Çin yönetiminin gündeminde olan İpek Yolu projesi, en son devlet başkanı Cinping’in bu yılın Ocak ayında Davos’taki ekonomi toplantılarında gündeme getirdiği küreselleşmede liderliği ele alma konusundaki yaklaşımının pratiğe geçirilmesi söz konusu. Hiç kuşku yok ki, bu projenin gündeme gelmesi katılımcı ülkeler, ticaret ve yatırım bağlamlarındaki niceliksel durum yeni bir küreselleşme dalgası olmaya aday.

ASEAN, Çin’in hinterlandı
Tek Yol-Tek Kuşak adıyla anılan kara İpek Yolu projesinin bir yanında Güneydoğu Asya ülkeleri veya bir başka deyişle bu ülkelerin oluşturduğu birlik, yani ASEAN bulunuyor. Söz konusu bölge, daha çok deniz İpek Yolu bağlamında değerlendirmeyi hak ediyor. Bununla birlikte, bölgenin Çin’le ticari ilişkileri, hammadde zengini olması, ucuz iş gücü gibi nitelikleriyle Çin’in İpek Yolu projesinde destekleyici bir özelliğe sahip. Bu noktada ASEAN, bu dev projede Çin’in geniş bir hinterlandı hizmeti görmeye aday. Kaldı ki, bugüne kadar Çin’in ekonomik kalkınmasında, Güneydoğu Asya hammadde kaynakları, yatırım, insan kaynakları ile bilgi ve teknoloji ithalatı gibi alanlarda önemli bir işlev gördü ve görmeye de devam ediyor.

Bunun pratikteki karşılığıysa, ASEAN’ın bir numaralı ticaret ortağının Çin; Çin’in ticari ilişkileri bağlamında da ASEAN’ın 3. en büyük ticaret ortağı olması bulunuyor. Böylesine derin ticari ve ekonomik işbirliğine rağmen, ASEAN’ın bir blok olarak Çin’e teslim olduğundan bahsedilemez. ASEAN’ın bir tür denge politikası olarak gündeme getirdiği bu yapılaşma, bölge ülkelerinin önemli bir kısmının Çin’le ‘kontrollü’ bir ilişki geliştirmeleri kadar, bölgenin hem yatırımlar hem ticaret konusunda diğer küresel aktörlere de yer açan uluslararası bir özellik sergilemesinde yatıyor.

Tarihsel, demokrafik ilişkilerin de bu süreçte kayda değer bir rolünden bahsedilebilir. Bu açıdan bakıldığında, söz konusu ilişkilerin Çin ile ASEAN arasında doğal kabul edilebilecek bir ilişki sürecine yol açtığı ifade edilebilir. ASEAN birliğindeki her ülkede azınlık konumundaki Çin kökenlilerin varlığı ve bu kitlenin ticaret ve ekonomi dünyasındaki rolleri, çeşitli alt etnik grub üyesi olma, dini-spiritüel bağlamlardaki benzeşmeler dolayısıyla ASEAN içerisinde işbirliklerini zamanla Çin’le de sergilediler. Bu süreçte, örneğin Singapur’un gerek hükümet düzeyinde gerekse iş dünyası bağlamında Çin’in önüne açan  neredeyse bri kılavuzluk rolü oynaması dikkat çeker. Bölgenin diğer ülkelerinin ticaret öncelikleri, bazılarının siyasi arka plandan hareketle Çin’le yakınlaşma süreçlerinin de geçen yarım yüzyılda yol katedilmesinde rolü bulunuyor.

Yeni bir küreselleşme hamlesi
ASEAN tarafından İpek Yolu gelişmesine bakıldığında ise, ilk etapta bölge ülkelerinin yeni kalkınma hamlesi için yeni alt yapılara ihtiyaç duyması geliyor. 1980’lerden bu yana gerçekleştirilen ve imâlat sanayii ile bugünkü kalkınma düzeyine gelen bölge ülkeleri bir sıçrama yaparak farklı endüstri dallarında aktör olma çabasında. Yani, bölge ülkeleri ikinci bir küreselleşme sürecine muhtaç konumda. Ve bu sürecin acilen hayata geçirilmesi için de önemli bir finans kaynağına ihtiyaç var.

Başkan Cinping’in kara ve deniz İpek Yolları projelerini gündeme getirmeye başladığı 2013’den bu yana Çin ile bölge ülkeleri arasındaki ticaret ve alt yapı yatırımları gündeme geldi. Ve bunun bir uzantısı olarak Çin yönetiminin geçen birkaç yıl zarfından Myanmar, Laos, Kamboçya ve Malezya ile yaptığı anlaşmalar bu sürecin bir etabını oluşturuyor. Tüm bölgeyi hem birbiriyle hem de Çin’le entegre edecek demiryolu projeleri de hayata geçirilmeyi bekliyor. Son dönemde ulaşım alt yapıları ile somut bir hal alma eğilimi sergileyen yeni dönem ilişkilerinin ötesinde Çin’in İpek Yolu projesinin ASEAN için bir çekim merkezi olduğuna kuşku yok.

ASEAN’ın yeni kalkınma hamlesine ihtiyacı

Temelde, birlik içerisinde tekil ülkelerden öte, bir blok olarak ASEAN hem jeo-stratejik, hem jeo-ekonomik önemiyle yeni bir kalkınma hamlesine ihtiyaç duyduğu bir süredir dile getiriliyor. ASEAN bir birlik olarak, üyelerinden birini yani Singapur’u kendi içinden çıkardığı, Asya Kaplanları adıyla anılan ülkelerin izinden giderek 1980’li yılların başından imalat sanayii temelli bir kalkınma gerçekleştiriyor. Bölge ülkeleri, aynı şekilde bu kalkınmacı politikaların devamından yana bir eğilim sergiliyor.

ASEAN’ın bugüne kadar ki ekonomik gelişmesinde ABD’nin başını çektiği küreselleşme sürecinin rolü göz ardı edilemez. Ancak bugün, ABD’nin bir süredir kendi iç dinamiklerindeki çatışmalardan ötürü şimdilik dışarda kaldığı izlenimi veren ve adına yeni küreselleşme diyebileceğimiz süreci Çin yönetme niyetinde. Ve bu süreçte, Çin’in bu teşvik edici yaklaşımı bölge ülkeleri için cazip bir fırsat sunuyor. İmalat sanayiinin hız verdiği kalkınmacı politikaların bugün ulaştığı noktada alt yapı yenilenmesi ile şehircilik, petrol, finans, turizm gibi alternatif alanlarda yatırıma duyulan ihtiyaç Çin’e yakınlaşmanın nedenleri arasında bulunuyor.

Çin’le ilişkilerde handikaplar
Bununla birlikte, bölge ülkelerinin en azından bir bölümünde, Çin’in siyasi yapısı, özgürlükler vb. alanlardaki duruşunun neden olduğu bazı handikaplar da hissedilmiyor değil. Bu bağlamda, Çin’in siyasi rejimi ve bu rejimin halen akıllardan çıkmayan Tiannanmen Meydanı’ndaki gelişme, Hong Kong’da son birkaç yıldır gelişen demokrasi yanlısı harekete yönelik girişimler kadar Güney Çin Denizi sorununu bu çerçevede ele almak gerekir.

Bu hususlara, henüz bölge ülkelerince yüksek sesle dile getirilmese de Kore Yarımadası’ndaki sorunda Çin’in rolünü eklemek gerekir. Bu nedenle, Çin her ne kadar ekonomik kalkınmacılık yolunda önemli adımlar atmış ve bölge ülkelerindeki özellikle acil ihtiyaç hissedilen alt yapı yatırımlarına destek verebilecek bir fon sağlayıcı ülke olarak ortaya çıksa da, güven eksikliği bölge ülkelerini iki kez düşünmeye sevk ediyor.

‘Gizli gündem’ var mı?

Çin yönetimi Güney Çin Denizi örneğinde olduğu üzere teritoryal egemenlik iddiasında tarihe referansla bölge jeo-politiğine yön vermeye çalışırken, ASEAN’da da yakın tarih hafızalardan silinmiş değil. Soğuk Savaş döneminde bölgede siyasi ve toplumsal hareketler, bölge rejimleri için ciddi tehdit oluşturan komünist partileri ve bunların Çin ile olan şu veya bu şekildeki ilişkileri, bölge ülkelerinin bugün Çin’le olan ekonomi ve ticari alandaki ilişkilerinde temkinliliği elden bırakmamalarına neden oluyor. Bu noktada, Malezya ve Endonezya hükümetlerinin son dönemde Çin’le yukarıda belirtilen nedenler çerçevesinde daha da yakınlaşma politikalarına karşılık siyaset ve sivil toplum çevrelerinden eleştirilerin mevcut olduğunu da eklemek gerekir. Bu anlamda, İpek Yolu projesinde yatırım finansmanını yükünü çekmeye aday olduğunu ilan eden Çin’in bunun karşılığında ülkelerden neler beklediği, herhangi bir gizli gündemi olup olmadığı da gündeme taşınan sorular arasında.

Trump yönetiminin ‘önce Amerika’ olgusuyla bir tür içe kapanma sinyalleri verdiği bir dönemde, Çin’in öncülüğündeki Tek Kuşak-Tek Yol projesi ümit vaad ediyor. Bu yapılanma, olası kazalara kurban gitmediği taktirde, ABD’siz de olsa küresel kapitalizmin yeni bir sürece evrilmesine aracı olacaktır. Bu çerçevede, ASEAN bugüne kadar Çin’le olan ilişkilerinde izlediği temkinli yaklaşımı, bu yeni süreçte de elden bırakmayacaktır.


17 Mayıs 2017 Çarşamba

Hıristiyan Vali krizi nasıl tırmandırıldı? / Escalation of the Christian Governor case?

Mehmet Özay                                                                                                                        17.05.2017

Geçen yıl Eylül ayından itibaren Endonezya’da başkent Cakarta valisi Basuki T. Purnama veya yaygın adıyla bilindiği üzere Ahok’la ilgili başlayan iddialar, valinin iki yıl hapis cezası almasıyla sonuçlandı. Öte yandan, İlk turu Şubat, ikinci turu da Nisan ayında yapılan Cakarta valilik seçimlerini ise süpriz aday olarak nitelendirilebilecek Milli eğitim ve kültür eski bakanı Anies Baswedan kazandı. Bu iki gelişmenin birbiriyle ilişkisi kadar, Eylül ayında yaşananlar ülkede toplumsal ve siyasal dinamiklerin her açıdan harekete geçirildiği bir dönem oldu.

Etnik kökeni itibarıyla Çin’li ve dini aidiyet yönünden Hıristiyan olan eski vali Ahok, seçim sürecinde bazı muhalif çevrelerin kendisine yönelik aleyhte propagandada bir ayet-i kerimeye atfı üzerine yaptığı bir değerlendirme İslama hakarete olarak yorumlanarak tepkilere ve gösterilere neden oldu. Ahok, bu gelişme üzerine özür dilediğini belirtse de, önü alınamayan süreç sonrasında yüzbinler meydanları doldurdu. Ardından, Ahok yargı süreci sonrasında hapis cezası alırken, oluşan toplumsal baskı neticesinde de seçimi kaybetti.

Öncelikle, eski vali Ahok’un aldığı hapis cezasını, yargının ‘bağımsızlığı’ olgusundan hareketle sorgulamak mümkün değil. Bununla birlikte, Ahok’un hapis cezası almasının ulusal sınırları aşıp uluslararası medya gündemine oturmasında, valinin etnik kökeni ile kendisine muhalif tarafların dini kimliklerinin çatışması ve bu anlamda çok etnikli, çok dinli Endonezya toplumunda bir toplumsal ayrışmanın gündeme gelmesinin rolü var. Bu çatışmacı süreçte ön plâna çıkan aktörler, eski vali Ahok ile kendisine karşı muhalefet hareketini yürüten, görece azınlık bir kitleye hitap eden ‘İslam Savunucuları Cephesi’ oldu. Ancak aktörler bununla sınırlı değil. Ülkenin köklü dini-sivil yapılanmaları olan Alimlerin Uyanışı ve Muhammediyye gibi akımlar gösterileri desteklemek bir yana eleştirel bir tutum takınsa da meydanları dolduran yüzbinlerin içinde bu iki grup da dahil olmak üzere toplumun her kesiminden insanı bulmak mümkün. ayrıca, geçen Eylül ayına kadar tabiri caizse süt liman giden seçim hazırlıklarının birden kızışması, siyaset dünyasının neredeyse tüm öncü partilerin ve liderlerinin çatışmacı ortam içinde aktif rol almaları, rejim tartışmalarının yanı sıra gelinen nihai noktada İslamcılık tartışmalarının da gündeme taşınmasına neden oldu. Bu aktör çeşitliliği nedeniyle, İslam Savunucuları Cephesi adlı oluşumun varlığının ötesinde farklı hedeflere kilitlenmiş çok aktörlü ‘toplumsal çatışmanın’ varlığı söz konusu.

Ahok’un hapse gönderilmesi, Anies Baswedan’ın başkentin yeni valisi olması suların durulması anlamına gelmedi. Aksine, bu iki gelişme de, Müslümanların sergiledikleri “başarı” olarak sunulurken siyasi anlamda ise ülkede ‘islamcılık’ olgusunun yeşermekte olduğu iddialarının gündeme taşınmasına neden oluyor. Bununla birlikte, Ahok’a destek verenlerin de sadece başkent Cakarta’da değil, farklı şehilerde de bazı kitlesel gösteriler düzenleyerek yargı sürecine tepkilerini ortaya koymaları da hassas bir gelişmeye işaret ediyor. Bu süreç, çok etnikli ve çok kültürlü toplumsal yaşamın tehdidi yönünde bir algının yaygınlaşmakta olduğuna işaret ediyor. Bu karşılıklı toplumsal tepkilerin yanı sıra, kimi çevrelerin siyasi ikbal çabaları kadar, rejim tartışmaları, İslamcılığın yükselişte oluşu gibi hususlar dikkate alındığında, geniş çaplı bir siyaset kızışması ve çatışmasından bahsedilebilir. Söz konusu bu hususların her biri tek tek ele alınmayı hak edecek öneme sahip olduğuna kuşku yok.

Bu gelişmelerin dünyanın farklı bölgelerindeki gelişmelerden bağımsız olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak Cakarta özelinde gelişen süreçte birbiriyle çelişen pek çok olgudan bahsedilebilir. Örneğin Ekim ayında, aralarında İslam Savunucuları Cephesi lideri Habib Rizieq, Ulusal Emanet Partisi manevi lideri ve eski meclis başkanı Amien Rais, Kalkınma ve Adalet Partisi (PKS) ve Meclis eski başkanı Hidayat Nur Vahid gibi isimler bulunuyordu. İstiklal Deklarasyonu olarak kamuoyuyla paylaşılan kararların başında başkentteki Müslüman kitlelerin bir tek Müslüman aday etrafında birleşmesi bulunuyordu. Ancak buna rağmen süreçte, deklarasyon değil, siyasilerin kararı belirleyici oldu. Bir yandan 2004-2014 yılları arasında devlet başkanlığı yapan eski general Susilo Bambang Yudhoyono’nun orduda görevli oğlunu aday göstermesi, öte yandan 2014 başkanlık seçimlerini kaybeden Büyük Endonezya Partisi (Gerindra) genel başkanı ve eski general Prabowo Subianto’nun Milli eğitim ve kültür eski bakanı Anies Baswedan’ı aday gösterdi. Ahok’un Eylül ayı sonunda yargılanmasına neden olan konuşmayı yapmasına kadar ortada söz konusu bu adayların varlığı söz konusu değil. Kampanya sürecinde, aralarında İslamcı tabir edilen siyasi partilerin de bulunduğu irili ufaklı partiler bu iki siyasi lidere ve de adayları desteklediyor. Örneğin, Gerindra, PKS ile koalisyona girerken Anies Baswedan’ın yardımcısı olarak da bu partiden işadamı Sandiaga Uno’yu seçti. Bir diğer İslamcı parti olarak bilinen Birleşik Kalkınma Partisi (PPP) ise Yudhoyono’ya destek verdi. Ulusal Emanet Partisi (PAN), Ulusal Uyanış Partisi (PKB) gibi gene Müslüman seçmene hitap ettiği bilinen partilerin ise her iki aday üzerinde bölünmüş desteği söz konusu oldu. Oysa beklenti PKS, PAN, PPP, PKB gibi İslamcı parti adının yakıştırıldığı siyasi oluşumların birlikte hareket ederek ortak bir aday çıkarması yönündeydi.

Ancak böyle bir gelişme olmadığı gibi, yukarıda dikkat çekilen siyasi bloklaşmayla girilen Şubat ayındaki ilk tur seçimde Ahok ilk sırada yer aldı. İkinci turda Anies Baswedan’ın oyların çoğunu kazanmasında ise İstiklal Deklarasyon’unun etkili olmasından ziyade, matematiksel hesaplar dikkate alınmalı. Seçim sonrasında ise, söz konusu birlik çağrısının aktörlerinin yerine yine İstiklal Camii’nde yapılan “şükür gününe” İslam Savunucuları Cephesi lideri ile milliyetçi duruşuyla Gerindra lideri Prabowo’nun gelmiş olması bir başka dikkat çekici noktaydı. Zaten Prabowo bu seçimde adayları Anies’in kazanmasında ‘cephe’ liderine teşekkür etmesi de ayrıca önemliydi.

Bu süreçte İslam Savunucuları Cephesi’nin başını çektiği gelişmelere destek veren Hizbut Tahrir gibi halifelik talebiyle gündeme gelen oluşumun yasaklanması ise valilik seçimlerinin farklı alanlarda tezahür eden etkisinin son bir örneğini oluşturuyor. Bu süreçte, Ahok’un yaptığı konuşmanın, ardından özür dilemesi ve yargılanması süreçlerinin doğallığı kadar, din ve etnisite ayrıştırıcılığına dayalı tutumun toplumsal ve siyasal platformda yüksek sesle dile getirilmesi, ülkede siyasi rejimin temellerini oluşturan Beş İlke (Pancasila) ve Farklılıkta Birlik ilkelerine yöneltilen bir çıkış olarak değerlendiriliyor. Hizbut Tahrir örneğindeki gibi bir toplumsal hareket, Alimlerin Uyanışı ve Muhammediyye gibi iki önemli dini-sivil hareketin liderlerince kabul görmediği gibi, rejimin temellerinin korunmasına yönelik atıflarıyla da gündeme geldiler. Alimlerin Uyanışı, Muhammediyle gibi oluşumlar temkinli yaklaşımdan, şiddete varma eğilimi sergileyebilecek gösterilere karşı durma gibi farklı şekillerde tepkiler verdiler. Kitlesel gösterilerin içinde yer almayan bu oluşumların sözcülerinin yaptıkları açıklamalar ve devletin çeşitli organlarıyla yaptıkları görüşmelerde bir tür tampon işlevi gördüklerini ortaya koyuyor.

Başkent valilik seçimleri üzerinde siyasilerin böylesine kıyasıya mücadelesinin elbette bir sebebi var. Ülke genelinde temsiliyet kabiliyeti yüksek bir seçim olması kadar 2019 yılında yapılacak başkanlık seçimleri için de bir sınama anlamı taşıyor. Öyle ki, 2012 yılında valilik seçimini kazanan o dönem bağımsız aday Joko Widodo (Jokowi), 2014 yılında Mücadeleci Demokrat Parti (PDI-P) ve diğer bazı partilerin desteğiyle başkanlık koltuğuna oturdu. Ardından valilik seçimleri için Jokowi’nin yardımcılığını yapmış olan ve başkent halkının popüler desteğine sahip Ahok’un PDI-P tarafından aday gösterilmesinin siyasi rekabeti kışkırtıcı bir yani olduğuna kuşku yok.

Bu nedenle, başkent valiliğinin devlet başkanlığı için bir araç olduğu kanaati siyasi ikbal çabalarına kapı aralıyor. Buna sebep ise, 2012 yılında vali seçilen Joko Widodo’nun 2014 yılında daha görev süresi bitmeden devlet başkanı seçilmesiydi. Bu noktada, 2004-2014 yılları arasında devlet başkanlığı yapan eski general Susilo Bambang Yudhoyono’nun orduda gayet iyi bir konumda bulunan oğlunu ulusal siyasette öne çıkama gayretine tanık olundu. Hedefte valilikte alınacak siyasi tecrübe ile Agus’un Demokrat Parti’nin başkan adayı olarak 2019’da seçimlerine girmesiydi. Ancak ordudaki görevinden istifade ederek vali adayı olan Agus Yudhoyono valilik seçiminin ilk turunda elendi. Öte yandan, 2014 başkanlık seçimlerinde Joko Widodo-Yusuf Kalla ikilisine karşı yarışı kaybeden eski general ve Büyük Endonezya (Gerindra) Partisi genel başkanı Prabowo Subianto’nun süpriz bir vali adayını öne çıkarmasında yine 2019 seçimleri için yeniden adaylık ve bu süreçte vali üzerinden popüler destek toplama arzusu hakimdi.

Bugün başkent valiliği üzerinden yapılmakta olan en önemli hesapların bu yönde olduğu görülüyor. Ancak bu gelişmede, Jokowi’nin daha Solo (Surakarta) belediye başkanlığından başlayarak sahip olduğu bireysel karakteristiklerin göz ardı edilerek, başkanlık sarayına kadarki siyasi sürecini bazı partilerin desteğine bağlamak hatalı. Kaldı ki, bu sürecin diyelim ki, Jokowi’yle aynı karakteristikleri paylaşmayan, bir başka aday tarafından tekrarının da, büyük süprizler olmadıkça, meçhul olduğuna şüphe yok.

Tüm bu süreçte, sadece İslam dünyası içinde değil, Batılı ülkelerle ilişkilerde de demografik özelliğine yani, en çok müslüman nüfusa sahip bir ülke olarak öne çıkartılan Endonezya’nın başkenti Cakarta’nın ne türden alt yapı sorunları olduğu, bu sorunların üstesinden gelinmesi için vali adaylarının ne gibi projeleri olduğu gibi konular maalesef gündemde yer almadı. Oysa, bu demografik özelliğine atfen bile temsili bir yeri olduğu varsayılabilecek Cakarta’nın bir İslam mimari ve sanatı gibi alanlardan başlayarak şehri kuşatan başta nehirleri, parkları, meydanları, camileri olmak üzere kamusal alanlarının ne türden bir zenginlik içerdiği veya içermesi gerektiği hususu ön plânda tutulmalıydı. Ülkede gözlerin Cakarta’daki seçim yarışına döndüğü bir zaman diliminde dünden kalan ve geleceğe yansıtılan siyasi hesaplar yerine şehir dönüşümü konusunda örneklik yapacak bir başkent valilik seçiminin ülkenin diğer bölgelerindeki irili ufaklı şehirler için de bir vizyon geliştirmenin yolu olabilirdi.


15 Mayıs 2017 Pazartesi

İpek Yolu: Çin’in küresel kalkınma perspektifi / Silk Road: Global Development Perspective of China

Mehmet Özay                                                                                                                         15.05.2017

Çin devlet başkanı Şi Cinping’in 2013 yılında ortaya attığı İpek Yolu projesi artık küresel gündemde. 14-15 Mayıs günlerinde 29 ülkenin devlet ve hükümet başkanının ağırlandığı Pekin’deki toplantılarda, Tek Yol-Tek Kuşak adıyla söz konusu İpek Yolu projesi kullanışlı hale getirilmeye çalışılıyor. Çin yönetiminin günümüzde en önemli dış politikası olarak gündeme gelen ve hatta yüzyılın projesi olarak değerlendirilen bu gelişme, tarihi İpek Yolu güzergâhının yeniden canlandırılması kadar, bundan öte anlam/lar/ıyla dikkat çekiyor.

Çin’in küresel sorumluluğu
Çin, 1949 yılından bu yana komünist ideolojiyle idare edilirken, özellikle son otuz yılda da Batı’nın liberal ticaret politikalarını uygulayan bir ülke. Ekonomik kalkınmışlık düzeyine ulaşan Çin, bugün İpek Yolu projesinde tanık olunduğu üzere, siyasal rejimiyle çelişkilerine hiç değinmeden bu gelişmişliğini, küresel bir vizyon çerçevesinde diğer ülkelere sunan ve hatta bunu “yatırım fonlarıyla” desteklemeye matuf bir nitelik arz ediyor. Bu noktada, “karşımızda hangi Çin var? sorusu kadar, “Çin yönetimi bu proje ile neyi hedefliyor?” soruları üzerinde durulmayı hak ediyor.

Bu gelişme hiç kuşku yok ki, Başkan Şi Cinping’in 2013 yılı başında yaptığı başkanlık konuşmasında dile getirdiği ve ülkede reform ve rönesans yönelimli bir gelişmeye kapı aralanacağını ifade eden konuşmasıyla bağlantılı. Cinping bir yandan siyasi bir rejim olarak komünizmi temsil eden partiye karşı sorumluluk taşıyor. Öte yandan, ülkenin yönünü liberal ekonomiye çevirmeye başladığı 1970’li yılların ikinci yarısından bu yana giderek daha çok eklemlenilen küresel kapitalizme karşı da bir sorumluluk içerisinde. Bugün gelinen noktada, Başkan Cinping bu eklemlenmeyi iç ve dış faktörlerin de tetiklemesiyle bir küresel güç olmaya doğru ilerletme arzusunda. Bunun pratikteki karşılığı ise, ülke içerisinde uzun dönem iki haneli ekonomik büyümedeki düşüşten yeniden yükselişe geçmek, küresel plânda ise İpek Yolu gibi büyük vaatler içeren bir projenin inisiyatifini üstlenmek.

Ulusaldan küresele Çin kalkınmışlığı
Son otuz yıldaki ekonomik kalkınmışlığın, ülkenin batı ve güney sahillerindeki bölgelerle sınırlı oluşu, ülkede bir tür rekabeti ve de toplumsal huzursuzluğu körüklediğine kuşku yok. Bu noktada, Şi Cinping gibi vizyoner bir başkan ve yakın çevresi, bir süredir ekonomideki gerilemeyi ve durağanlığı  ateşleyecek bir açılım peşinde. Kaldı ki, nüfusu bir milyarı aşan ülkenin bugüne kadarki kalkınma hamlelerinden arzu edilen payı almamış farklı bölgelerdeki geniş toplum kesimleri de, kalkınma hamlelerinden pay almanın beklentisi içerisinde.

Bu nedenle, ülkenin kuzey, doğu ve batı bölgelerinde eyaletlerde de kalkınma hamlelerini birer birer hayata geçirilmesi hedefleniyor. Bu anlamda, merkeze ve deniz ulaşım ağına kapalı bu bölgelerin yeni bir modelle kalkınma süreçlerine eklemlenmeleri söz konusu. Bunun en önemli yolu geçmişte bu bölgelerin nasıl rol oynadıklarının analiziyle ilgili. İşte bu noktada, Çin yönetimi tarihi ve geleneksel İpek Yolu’nu gündeme taşıyarak, ülkenin kalkınma süreçlerini merkezden çepere yayma yolunu arıyor. Bu noktada, bu ulusal kalkınma politikası daha geniş perspektifteki İpek Yolu projesinin bir aşamasını oluşturuyor. Çin’in orta ve batı bölgelerinden başlayacak ve Orta Asya, Güney Asya ekseninden Avrupa kıtasına ulaşacak İpek Yolu projesi de Çin’in yukarıda dikkat çekilen kamuya bağlı alt yapı ve yatırım şirketleri merkezli kalkınmacı süreci örnek alacak. Bu süreçte, İpek Yolu’nun geçeceği ülkelerde de benzer yatırım profilinin ortaya çıkacağı konusunda güçlü emareler var. Öyle gözüküyor ki, Çin yönetimi, ulusal bütünlük içerisinde Güney-Güneydoğu Asya ile Doğu ve Batı Avrupa ile yolları kesiştirecek küresel bir ağa imza atma peşinde.

Bu proje, Çin’in tarihi geçmişten ilham alan ilk projesi değil. Güney Çin Denizi’nde egemenlik iddialarını gündeme getiren Çin yönetiminin en güçlü referans kaynağı tarih olduğu biliniyor. Ancak Şi Cinping önderliğinde Çin yönetimi bugün, İpek Yolu projesiyle Güney Çin Denizi yaklaşımından farklılık arz edecek ve hatta çelişecek şekilde küresel bir vizyonun liderliğine kapı aralamaya çalışıyor. Çelişecek diyoruz, çünkü Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki askeri ve sivil yapılaşmasının bölge ülkeleri ve küresel ticarette söz sahibi ülkelerce, serbest ticareti faaliyetleri engelleyici olacağı gerekçesiyle tepkiyle karşılanıyor.

İpek Yolu küresel egemenlik yolunda bir araç
Çin, İpek Yolu projesiyle salt ticari ilişkiler ağını genişletme çabası içinde değil. Aksine siyasi bir vizyon sergileyerek, ekonomik bir güç olmanın ve bunu daha da geliştirmenin yanı sıra, kendini küresel çapta siyasi bir güç olarak da kabul ettirme peşinde. Temelde bu çıkış, hiç kuşku yok ki, ABD’de Donald Trump yönetiminin, “Önce Amerika” politikasıyla içe kapanma eğilimli bir ekonomi politikasını öncelleme girişimine tanık olunduğu bugünlerde çok daha farklı bir anlam içeriyor. Bu nedenledir ki, Çin yönetiminin, bu devasa ticaret projesinde nasıl bir yol izleneceği kadar, küresel güç unsurlarıyla nasıl farklılaşacağı ya da ortak bir yol izleyeceği noktasında da dikkat çekici bir nitelik taşıyor. 

Çin yönetiminin İpek Yolu inisiyatifini, küresel boyutta bir siyasi ve ekonomik güce tedavül ettirme uğraşında olduğunu ortaya koyan ise başkan Cinping’in açılış konuşmasında gizli. Başkan bu konuşmasında, 125 milyar dolarlık İpek Yolu projesi çerçevesinde düzenlenen toplantılara bizzat iştirak eden ülkelerin dışında, Avrupa ve Afrika kıtalarındaki -ve hatta Amerika dahil olmak üzere- her ülkeyi de süreçte kendilerine katılmaları çağrısında bulundu. Böylece, küresel zenginliğin ve barış paylaşımı argümanını dile getirdi. Bu anlamda, Cinping yaptığı açıklamada, sadece Batı, Güney ve Güneydoğu Asya ile Doğu Avrupa’yı değil, Avrupa ve Afrika kıtasını da dahil ederek küresel ticarette çıtayı yükseltmeyi arzu ediyor. Bu konuşma, büyük ümitler vaad eden yaklaşımıyla bir anlamda siyasi mesihçi bir yaklaşım olarak da değerlendirilebilir. Öte yandan, “… adil, makul, şeffaf küresel ticaret ve yatırım kuralları…” gibi söylemlere yer verilen bu konuşmada bir an için konuşan kişinin isim göz ardı edildiğinde, karşımızda on altıncı yüzyıldan bu yana küresel ticarette başat rol oynamış Batı Avrupa’nın denizci milletlerine mensup bir siyaset lideri olduğunu varsayabiliriz.

Çin ve değerler
Bununla birlikte, özellikle Anglo-Sakson geleneğe mensup milletlerin güttüğü küresel ticaret politikalarında emtiadan, alt yapıdan önce veya en azından bunlarla birlikte, ‘değerler zümresinin’ de kayda değer bir rol oynadığı görülür. Bugün ise, bu benzer olguları dile getiren Çin yönetiminin karşı karşıya kaldığı en önemli sorun ve çelişki ne türden değerler zümresiyle küresel kamuoyunun karşısına çıktığıyla ilintilidir. Bu noktada Çin yönetiminin doğudan batıya doğru genişleyen bir rotada, ticarete konu olacağı varsayılan emtia kadar, belki bundan daha ziyade bu ticari faaliyetlerin nasıl ve hangi temeller üzerinde yükseleceği konusuna nasıl bir yaklaşım sergileyeceği yakın dönemde tartışma gündeminin ilk sıralarında yer alacaktır.

Çin’in, doğu ve özellikle de Güney Çin Denizi’nin yüzde doksanlık bölümüne yönelik egemenlik iddiası bölge ülkeleri başta olmak üzere, bölge denizlerinde ticari ve de siyasi çıkarlar gözeten ülkelerce eleştiriliyor. Oysa, İpek Yolları projesi, en azından şimdilik yüksek sesle bir itiraza yol açmış gözükmüyor. Bu hususta, birkaç nedeni ileri sürmek mümkün. Örneğin, İpek Yolları projesinde onlarca ülkenin yer alması, özellikle Güney ve Güneydoğu Asya ülkelerine Çin’in doğrudan alt yapı yatırımları, küresel ekonominin dar boğazı aşma konusunda yeni açılımlara ihtiyaç duyması, ABD yönetiminin Asya-Pasifik bölgesinde küresel ekonominin yüzde 40’ına tekabül edecek kapsamlı ticaret ve işbirliği anlaşmasını rafa kaldırmış olması gibi unsurlar akla geliyor.

Çin, tercübe ettiği tüm kalkınmacı süreçlere rağmen, Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika’nın yenilikçi üretimcilik adıyla anılan ve bir anlamda ‘keşifçi’ ruhun bilimsel araştırma ve kapitalist üretim süreçleriyle buluştuğu alanlarda pek de söz sahibi olduğu söylenemez. Bu ve benzeri nedenlerle Çin, 1980’li yıllardan itibaren ‘başarıyla’ gerçekleştirdiği kalkınmacı modelini, imâlat sanayiinden, orta sınıflaşma eğilimlerinin belirgin hale geldiği kendi iç nüfus yapısı içerisindeki tüketim alışkanlıklarına evirdi. Bununla birlikte, ülkenin güneydoğu doğu sahillerindeki şehirleri ve bölgelerdeki orta sınıfların ötesinde, ülkenin devasa coğrafyasının çeşitli köşelerinde bu süreci hararetle bekleyen daha fazla sayıda kitlenin varlığı ve talepleri Pekin yönetiminin gündeminde. İşte bu bağlamda, Çin yönetimi İpek Yolu projesi gibi, geleneksel ticaret ilişkileriyle başlatılacak bir sürece yaslanmayı bir zorunluluk addediyor.


13 Mayıs 2017 Cumartesi

Güney Kore’de Seçim ve Anlamı / Presidential Election and Its Meaning in South Korea

Mehmet Özay                                                                                                                         13.05.2017

Doğu Asya’nın ekonomik mucizesiyle tanınan ülkesi Güney Kore’de beklenen seçim nihayet 9 Mayıs’ta yapıldı. Bu erken başkanlık seçimi ülkenin bu yıl otuzuncu yılına giren demokratik yollarla başkan seçilme geleneğinde bir ilke tekabül ediyor. Bir başka deyişle, bir önceki başkan Park Geun-hyu, son otuz yılda görev süresi dolmadan görevinden el çektirilen ilk başkan olarak ülke modern tarihinde yerini aldı.

Park Geun-hyu’nun siyasi yaşamının böylesi bir sonla bitmesinde sadece yolsuzluk olgusuna bağlamak mümkün değil. Yolsuzluğun neredeyse içselleştirildiği bölge ülkelerindeki yaygınlığına rağmen, ilgili kurumlarının sergilediği çabalarla yargı zaman zaman görevini yerine getirerek yolsuzluğa karışmış olanlara cezasını veriyor. Ülkedeki siyasi partiler ve siyasiler ile sadece Güney Kore’nin değil, küresel kapitalizm üretim mekanizmasında kayda değer bir rolü olan önde gelen şirketlerden gayri resmi “fonlar” alınması skandalın çıkış kaynağını oluşturuyordu. Ancak geçen yıl ülkede yaşananlar bununla sınırlı kalmadı. Aksine, devlet başkanı Park Geun-hyu’nun bir aile dostunun elinin ülke siyasetinin en üst noktalarına kadar uzanması çok daha temel siyasetin ötesinde ‘ahlaki’ bir tutumla alâkalıydı.

Bu durum, adına demokratik denilen bir işlerliğe sahip siyaset kurumunun ile geniş kamuoyu arasında yazılı olmayan bir tür toplumsal sözleşmeye dayanan güven ilişkisinin yitimi anlamına geldi. Zaten geçen yıl sonuna doğru gerçekleştirilen dev gösteriler de temelde bu güvenin yıkılışına bir tepki olarak başkanın derhal görevini bırakması çağrını niteliği taşıyordu. Bu noktada, Güney Kore gibi ilerlemeci bir profil çizen, sadece bölge ülkelerince değil, küresel anlamda kalkınmacı ekonomilerin öncüsü kabul edilen ülkelerden biri olmakla birlikte, bu siyaset ve toplum yapısı içerisinde yolsuzlukla-ahlak ilişkisi ve güvenle-ahlak ilişkisi arasında uzun uzadıya durup düşünmek mümkün.

Güney Kore halkı bugünlere gelene kadar büyük bedeller ödemiş bir ülke. Örneğin, yüz binlerce insanın hayatına mal olan Kore Savaşı’nın ardından ABD destekli bir yapılanma sergileyen Güney Kore, disiplinli ve çalışkan halkının sayesinde bugünkü kalkınma süreçlerine erişebildi. Tabii bu süreçte bu halkın sağlıklı bir yönlendirmeye tabi tutulmasının önemini yadsımak mümkün değil. Öyle ki, bu süreçte ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında yaşarken, eğitim ve ekonomik yaşamı Japonya modeli üzerinden gerçekleştirdi.

20. yüzyıl ikinci yarısı boyunca küresel kapitalizmin Asya-Pasifik bölgesindeki atardamarı olarak adlandırılabilecek bu iki ülkesi, bu rolleriyle bölge ülkeleri için gıpta edilecek birer model olarak anılırlar. Japonya ve Güney Kore’nin bu ekonomi modelinin iki ana organı olarak ortaya çıkmasında, hiç kuşku yok ki bankaları ve mali kuruluşlarıyla, bilgi ve teknolojileri ile ABD’nin varlığı dikkat çeker. Öyle ki, ABD bölgede sadece gelişmekte olan komünizm tehlikesine karşı silahlı bir ittifak gücü kurmakla kalmamış, aksine küresel kapitalizm ağının oluşumunda bu iki ülkeye kayda değer desteği sunmuştur.

Bu arka plânın ardından bugün neler olduğuna değinmekte fayda var. Bu yılın başlarında ABD’de yeni yönetimin savunma, dışişleri bakanları ve ardından başkan yardımcısının bölgeye yaptığı ziyaretler, temelde Güney Kore ile Japonya’nın ABD’nin güvenlik şemsiyesinde olduğunun teyidine matuftu. Söz konusu güvenlik ihtiyacı Çin’in küresel bir güç niteliği kazanması kadar, Kore Yarımadası’nda 1950-1953 yılları arasında gerçekleşen Kore Savaşı’nın de facto devam etmesinin de bir ürünüdür. Bugün hâlâ aynı ırka mensup, sınırın iki yakasında aynı aileden fertlerin yaşadığı Kuzey ve Güney Kore devletleri birbiriyle de facto savaş halindedir. Tabii, Güney Kore’nin ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında olması, aynı zamanda bu ülkenin savunması ve herhangi bir saldırı durumunda ABD’nin desteğine muhtaç olduğu anlamı taşır.

Bu genel çerçevede Kuzey Kore’nin rolünü de iyi görmek gerekir. Fiili olarak 1953 yılında sona eren Kore Savaşı’ndan bu yana Kuzey Kore, bir devlet olarak ABD’den gelecek bir saldırı karşısında varlığını savunmaya endekslemiş bir nitelik taşıyor. Kuzey Kore’nin psiko-patolojik durum olarak değerlendirilmeyi hak edecek bu yapılanmasının son dönemde konvansiyonel ve nükleer füze denemelerinde geldiği aşama ile sadece savunmada değil, saldırı kabiliyetinde de olabileceğini kanıtlıyor. Bu nedenle, Güney Kore’deki seçimlerden çok kısa bir süre önce, ABD başkanı Donald Trump’ın Pasifik Deniz kuvvetlerine ait önemli bir öncü gücünü Kore Yarımadası açıklarına gönderme kararı, böylesi bir saldırı ihtimalinin giderek güçlenmiş olmasına atfediliyor. Ancak Trump’ın saldırıya ramak kaldığını kanıtlarcasına aldığı kararın bir sonraki aşamaya taşınması, bir bakıma yukarıda dile getirilen de facto savaşın fiiliyata dökülmesi anlamına gelecektir. Bununla birlikte, Trump’ın Kuzey Kore’yi hedefe koyan ve daha önceki söylemleri dikkate alındığında biraz da sürpriz kabul edilebilecek bu çıkışına karşın Güney Kore’deki seçim sonuçları Kore Yarımadası ve Uzak Doğu’da siyasi ve askeri yapılaşmanın yeni bir seyir takip edebileceğinin ipuçlarını ortaya koyuyor.

9 Mayıs seçimlerinde Güney Kore halkının liberal demokrat parti adayını yüzde 40’ı aşan kayda değer bir oyla başkanlık sarayına göndermesi, ABD’nin zorlamasıyla bir bölgesel çıkışa kapının kapatılabileceği anlamı taşıyabilir. Her ne kadar, seçim kampanyası sürecinde adaylar halkın ekonomik durgunluk, özellikle 30 yaş altı genç kitleler arasında işsizlik oranının yüzde 10 gibi yüksek bir oranda olmasından kaynaklanan sorunlara konuşlanmış olsalar da, Kuzey Kore sorunu bundan bağımsız değil. Halk, ekonomiyi önceller ve ekonomik dar boğazın aşılması, yeni iş olanaklarının yaratılması yönünde talepleri sıralarken, herhalde bir savaş ortamına destek verip tüm bu doğabilecek imkânların bir anda ellerinden gitmesi yönünde karar vermiş olamazlar. Kaldı ki, başkan seçilen Moon Jae-in, kampanya döneminde Kuzey Kore sorununa yaklaşımında barışçıl çözüm yanlısı olduğuna gönderme yapan açıklamalar yaptı. Moon’un bu çıkışı yeni değil. 2003-2008 yıllarında dönemin devlet başkanı liberal demokrat partili Roh Moo-hyun’un en yakın çalışma arkadaşlarından biri olarak geçmişte de bu yönde bir eğilim sergilediği biliniyor. Halkın ekonomik istikrar ve siyasi güven tesisi vurgusuna tanık olunan seçim sonrasında istikrar ve güvenin sadece ülke içinde değil, Kore Yarımadası ve Uzak Doğu’yu içine alacak bir genişleme gösterme istidadı söz konusu. Bu konuda yeni başkan Moon’un siyasi iradesi, halkın desteğinin küresel aktörlerce de dikkate alınması bekleniyor.


10 Mayıs 2017 Çarşamba

Güney Kore’de Yeni Dönem / A New Era in South Korea

Mehmet Özay                                                                                                                        10.05.2017

Güney Kore dün yapılan başkanlık erken seçimlerini Liberal Demokratik Parti adayı Moon Jae-in kazanması, uzunca bir süredir ülkede yaşanan siyasi krize noktayı koydu. Böylece, on yıldır iktidarda olan muhafazakâr parti yerini ‘liberal demokratik parti’ye bırakırken, Güney Kore yeni bir döneme giriyor. Bu değişim, ülkede başkanlık sisteminin demokratik seçimlerle uygulanmaya başlanmasının otuzuncu yılında gündeme gelmesiyle bir başka anlam taşıyor. Daha önceki başkanlar döneminde de yaşanan yolsuzluk vakalarına rağmen, muhafazakâr Park Geun-hye’nın daha yönetim süresi sona ermeden başkanlıktan el çektirilerek yargılanması, seçmenlerin liberal parti adayına yönelmelerinde başat bir neden olarak öne çıkıyor. 

Güney Koreli seçmenler Salı günü sandık başına giderken, öncelikleri arasında ekonomik dar boğazın atlatılması, kalkınma süreçlerinin yeniden halkın refahına yol açacak şekilde yapılandırılması, özellikle genç işsizlerin rekabetin son derece yüksek olduğu ülke iş sektöründe hak ettikleri yeri alma talepleri gibi ekonomi ağırlıklı bir gündem bulunuyordu. Uluslararası gündemi meşgul eden Kuzey Kore krizinin ise Güney Kore halkı tarafından ikinci sırada yer alması dikkat çekiciydi. Çok kısa süren seçim kampanyası sırasında da adaylar seçmenin bu yöndeki taleplerini dikkate alan açıklamalarla gündemin nabzını tutmaya çalıştılar.

Halkın reform beklentisi
Seçim komisyonunun bu sabah sonuçları açıklamasının ardından Moon Jae-in görevine hemen başladı. Eski bir insan hakları avukatı olan yeni başkan Moon, bu özelliğinin yanı sıra, 2003-2008 yılların liberal demokrat partiden devlet başkanlığı görevini yürüten Roh Moo Hyun’un en yakınındaki isimlerden biriydi. Tıpkı Roh Moo Hyun gibi Moon da yer aldığı öğrenci hareketleri, 1987 yılında ülkede önemli bir reform olarak değerlendirilen seçimle iş başına gelen başkanlar dönemini başlattı. Moon siyasi yaşamda, 2012 yılında yapılan seçimlerine başka adayı olarak katılsa da, milliyetçi parti adayı Park Geun-hye karşı yüzde 52’ye yüzde 48 oyla seçimi kaybetti.

Moon’un bugün kazandığı siyasi zafer hiç kuşku yok ki, kendi siyasi tarihi açısından önemli bir dönem noktası. Bununla birlikte, 9 Mayıs seçimleri, 1987 yılında başlayan ve otuz yıla ulaşan demokratikleşme sürecinin ikinci aşaması olarak ülke siyasi tarihine geçecek öneme sahip. Başkanlar, siyaset dünyası ve belli başlı ailelerin yönetimindeki dev küresel şirketler arasındaki ‘etik dışı’ yakınlaşmalardan neşet eden siyasi ve toplumsal sorunlar bugün halkın oylarıyla yadsınmış durumda. Halkın yüzde 40’ı aşan oranda liberal demokrat adaya verdikleri destek bu tepkinin somut bir yansıması. Halk verdiği bu destekle, liberal değerleri öne çıkaran bir siyasi hareketin yeniden ülke siyasetinde hakim olması istediğini ortaya koydu.

Aktivist ve siyaset adamı olarak dikkat çeken Moon’un sahip olduğu bu özellikleri, bir yandan halkın öte yandan devlet mekanizmasının işleyişi konusundaki tecrübesi onun ülkedeki toplumsal ve siyasal gelişmelere ve tepkilere olumlu tepkiler verebileceği görüşünü güçlendiriyor. Bu anlamda, erken seçim dolayısıyla kampanya döneminin çok kısa geçmesine rağmen, halkın nabzını tutan lider konumundaki Moon, bu özelliğini başkanlığı döneminde de sürdürmesi bekleniyor. Öte yandan, bir önceki başkan Park’ın yolsuzluklarla biten başkanlık sürecine yakinen tanık olması dolayısıyla halk nezdinde gündeme gelen reform ihtiyacının da acilen karışılık bulması gerektiğinin farkında.

İkinci demokratikleşme süreci
Başkanlık görevinden azledilen eski başkan Park Geun-hye, sadece iş dünyasıyla olan yolsuzluk sorgulamalarına konu olmadı. Halk nezdinde bundan çok daha fazla güven zedeleyici konu, yakın bir aile dostunun devlet işlerine nüfuz edebilecek bir konumda bulunmasıydı. Bu durum, geniş kamuoyu nezdinde siyaset kurumuna yönelik güvenin sarsılmasına neden oldu. Bu bağlamda, yeni başkanın şeffaf ve hesap verilebilirlik gibi genel değerlerin hakim olacağı bir yönetim sergilemesi bekleniyor. Öte yandan, endüstrileşmiş ve kalkınmış bir ülke özelliği taşıyan Güney Kore’de iş sektöründe geleneksel değerlerin varlığını sürdürdüğü aile şirketlerinin varlığı hem siyasetle hem geniş kamuoyu ile ilişkilerde yeni bir sistemin gündeme getirilmesini şart koşuyor. Ailelerin güdümündeki iş dünyasının sadece eski başkan Park’la ilgili yaşananlardaki rolleri ve etkileri değil, ülkenin kalkınma süreçlerine konu olduğu son otuz yıldaki varlıkları yeni dönemde sorgulanmaya başlanacaktır.

Bu nedenle, 9 Mayıs seçimleri, bir süredir sorunlarla çalkalanan Güney Kore iç siyasetinde ve ekonomisinde değişim ve reformun öncellendiği yeni bir dönemin başlaması anlamına geliyor. Başkan seçilen Moon yaptığı ilk açıklamada, “kuralların ve sağ duyunun öne çıkacağı adil bir ülke” vizyonu çizmesi dikkat çekiciydi. Bu anlamda, başkanın masasında siyaset kurumlarıyla iş dünyası arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi; halkın siyaset kurumuna güveninin yeniden tesisi; oluşan ekonomik sınıflar arasındaki ayrışmanın giderilmesi gibi önemli konularda reform nitelikli yaklaşımlar bulunuyor.

Bu yıl, ülkede demokratikleşmenin otuzuncu yılı olmasıyla da liberal demokrat Moon’un başarısı önem taşıyor. 1987 yılında başkanların halk tarafından seçilmesiyle başlayan demokratikleşmenin sadece siyaset dünyasını değil, iş dünyasının da demokratikleştirilmeye acil ihtiyaç göstermesinden ötürü bir dönüm noktası kabul ediliyor. Ve bu anlamda, Moon yönetiminin ikinci bir demokrasi hamlesi ile geniş kitlelere toplumsal, siyasal ve de iş dünyasında yeni imkânlar açması beklentisi yüksek. Başkan Moon yönetiminin bu yöndeki icraatlarının başarıyla ortaya konmasının kuşku yok ki, bölgedeki diğer ülkeler nezdinde de güven ve istikrar ortamının tesisine katkısı olacaktır. 

Kore Yarımadası’nda tansiyon düşebilir
Başkan seçilen Moon, kampanya döneminde Kuzey Kore sorununa yaklaşımını barıştan yana bir politika belirleyerek ortaya koydu. Bu bağlamda, Kore Yarımadası’nda sıcak bir gelişme yerine, masa başında halledilmesine yönelik açıklamaları dikkat çekiciydi. Bugün ise bu imkânın daha da öne çıkmakta olduğu gözlemleniyor. Öyle ki, hafta başında ABD ile Kuzey Kore yönetimleri arasında Oslo’da başladığı ifade edilen görüşmelerin bu gelişmeden bağımsız olmayacağı düşünülebilir.

Bu noktada, Kuzey Kore’nin nükleer füze denemeleri, ABD’nin ve bölgedeki müttefiklerinin bu gelişme karşısında verdiği tepkilere karşılık Güney Kore’de yeni başkanla birlikte, giderek gerginleşen ortamın değişebileceği öngörmek mümkün. Yeni başkan Moon’un aynı ırka mensup Kuzey Kore ile savaş yerine, mevcut sorunun masa başında çözümü konusundaki çabası hiç kuşku yok ki, Güney Kore halkının ekonomi öncelikli taleplerine da karşılık geliyor. Bir sıcak gelişmenin yol açabileceği kayıplar yerine, güven tesis edici politikaların hem iç hem dış politikada birbirini destekleyici etkisi olacaktır. Bu bağlamda, yeni başkan bu çerçevede, bir yandan ülkede toplumsal birliği ve güveni tesis konusunda çaba sergilerken, öte yandan da Kore Yarımadası’na barışın nasıl getirilebileceği konusunda mesai harcayacak.

Moon’un bu yöndeki politikasının olumlu karşılık bulacağı yönündeki görüşlerin ağırlık kazanmasında Kuzey Kore’den gelen mesajların da katkısı bulunuyor. Öyle ki, Kuzey Kore yönetiminin önde gelen medya organında seçimlerden çok kısa bir süre önce yapılan açıklamada muhafazakâr eğilimli adayların değil, sol ve liberal görüşlülerin kazanması yönünde görüş beyan ediliyordu. Tabii bu noktada, sadece Güney Kore’de iktidar değişiminin değil, Kuze Kore yönetiminin de bugüne kadar Birleşmiş Milletler’in aldığı kararlar çerçevesinde uygun adımları atması gerekiyor. Hiç kuşku yok ki, barışa doğru bir eğilimin hakim olduğu Kore Yarımadası’nda bu yeni dönemde ABD’nin ve Çin’in izleyeceleri politikalar da belirleyici olacaktır.
 

9 Mayıs 2017 Salı

İbni Haldun ve el-Buhari Üzerinden bir Medeniyet İnşası / Ibn Khaldun and al-Bukhari: An Attempt for revival of civilization

Mehmet Özay                                                                                                                         08.05.2017

Malezya’nın Kedah eyaleti başkenti Alor Setar, 5-6 Mayıs günlerinde eğitim alanında tarihi bir hadiseye tanıklık etti. Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) tarafından kuruluşu tamamlanan İbni Haldun üniversitesi ile Alor Setar’da faaliyet gösteren uluslararası el-Buhari üniversitesi arasında eğitim işbirliği protokolü imza töreni gerçekleştirildi. Bu çerçevede İbni Haldun’u temsilen üst düzey delegasyonun yaptığı ziyaret çeşitli toplantılar, görüş alış verişleri ve etkinliklere konu oldu. Bugüne kadar, Türkiye’den çeşitli üniversitelerin Malezya ve Endonezya’da eğitim işbirlikleri yaptığını biliyor ve hatta bazılarına yakınen tanık oluyorduk. Bununla birlikte, İbni Haldun üniversitesinin bu girişimini farklı kılan unsurlar nedeniyle hasseten dile getirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. 

Yukarıda ismini zikrettiğim iki üniversite arasında eğitim işbirliği anlaşması imza töreninden başlayarak iki gün süren etkinliklerde yer alan konuşmacılar yüksek öğretim ve medeniyet ilişkisi üzerinde durdular. Bu çerçevede, TÜRGEV yönetim kurulu üyesi ve İbni Haldun Üniversitesi yönetim kurulu üyesi Bilal Erdoğan, İbni Haldun mütevelli heyeti üyesi Prof. Dr. İrfan Gündüz, İbni Haldun üniversitesi başkanı Prof. Dr. Recep Şentürk ile uluslararası el Buhari üniversitesi mütevelli üyesi Muhammed Zeynel Shaari’nin yaptıkları konuşmalar bu eğitim işbirliğinin medeniyet inşası yolunda önemli bir inisiyatif olduğunu gösteriyor. Söz konusu iki üniversite hakkında kısa açıklamadan sonra “medeniyet” vurgusuna aşağıda yeniden değineceğim.

TÜRGEV tarafından kuruluşu tamamlanan İbni Haldun üniversitesi İstanbul’daki kampüsünde önümüzdeki eğitim öğretim döneminde faaliyetlerine başlayacak. Üniversitenin temelde sosyal bilimler alanında ihtisas sahibi olması öngörülüyor. Prof. Dr. İrfan Gündüz Hoca’nın konuşmasında dile getirdiği üzere, artık “üniversitelerin alameti farikası olmalı” diyerek atıfta bulunduğu ‘ihtisaslaşmak’ aslında üniversitenin adında da kendini sembolik olarak ortaya koyuyor. İbni Haldun gibi dünya sosyal bilimler dünyasına mal olmuş bir bilim adamının gösterdiği çizgiye paralel bir üst bakış açısını yakalamak üniversitenin hedefini oluşturuyor. Bu bağlamda, İbni Haldun’un sosyal bilimler alanında çok yönlü bir bilim adamı olarak öne çıkması bizlere bu yeni kurulan üniversitenin sosyoloji, felsefe, tasavvuf, tarih gibi alanlar başta olmak üzere sosyal bilimler sahasında önemli çalışmalar yapmaya aday olduğunu gösteriyor.

Üniversite yetkililerinin konuşmalarından bu üniversitenin dinamik bir araştırma üniversitesi olacağını çıkartmak mümkün. Bu noktada, sadece yüksek lisans ve doktora çalışmalarına konuşlanmayı belirlemiş olsa da, mevcut mevzuatın zorlamaları nedeniyle lisans öğretiminden de ferâgat edilmeyecek. Bu plânlamaya uygun olarak toplam öğrencilerin yüzde 25’i lisan, yüzde 75’i de yüksek lisans ve doktora programlarına katılacak. Bir diğer hususu ise, üniversiteye kayıt yaptıracak toplam öğrencilerin yüzde 35’inin farklı milletlerden olması şartı oluşturuyor. Bu üniversitenin kampüs yaşamında ve araştırma sahalarında uluslararası bir nitelik kazanması için vazgeçilmez bir özellik olduğuna kuşku yok.

Malezya tarafında işbirliği anlaşmasına konu olan uluslararası el-Buhari üniversitesi hakkında kısaca şunlara değinmek gerekir. 2010 yılında kurulan üniversite, çeşitli coğrafyalardan farklı milletlere mensup öğrencileri üniversite kampüsünde biraraya getirmesiyle tanınıyor. Bu üniversitenin alt yapı imkânları noktasında oldukça donanımlı olması, işbirliğini cazip kılan unsurlardan biri. Hem içinde bulunduğu coğrafya hem alt yapı konusunda zenginliği el-Buhari üniversitesinin İbni Haldun üniversitesiyle işbirliği sayesinde önümüzdeki dönemde çok daha canlı bir nitelik kazanmasına yol açacağını söylemek mümkün. Hatta bunun bir süre önce başlatılan çeşitli programlarla Türkiye’den öğrencileri ağırlamaya başlamasıyla bu sürece kısmen başladığını söylemek bile mümkün.

İbni Haldun üniversitesinin daha kuruluş aşamasında hem öğrenci seçimi, hem işbirliği anlaşması imzalanan el-Buhari üniversitesiyle eş zamanlı olarak eğitim öğretime başlayacak olması, üniversite yönetiminin uluslararasılaşma konusundaki ciddiyetini ortaya koyuyor. Bu inisiyatifin, yerleşik üniversite kuruluşu ve uluslararası işbirliği olgusunun da dışında yeni bir inisiyatif olarak ortaya çıktığı görülüyor. Sosyal bilimler alanında ihtisas sahibi olacak bir üniversitenin daha kuruluş aşamasında geniş Malay coğrafyasının bir bölümünü teşkil eden Malezya ile bu anlamda işbirliğine kapı aralaması coğrafyalararası medeniyet inşasına da bir giriş ve başlangıç teşkil ediyor.

Eğitim, özellikle de yüksek öğretim ile medeniyet ilişkisi arasındaki ilişki aşikâr. Bu bağlamda, üniversiteye adını veren İbni Haldun gibi bir bilim adamının gösterdiği çizgide yeni bir medeniyet perspektifi ortaya koyma çabası bu oluşumu daha başlangıçta dinamik kılan bir unsur. Medeniyet ve kültür dairesinde bireyler, gruplar ve geniş toplumun hem özne hem obje olduğu bilinir. Bununla birlikte özellikle son dönemde toplumsal ve siyasal değişimler kadar medeniyet konusu da gündemimizde giderek canlı bir şekilde yer alıyor. Bu bağlamda, bir medeniyet iddiasının hakiki temellerini kampüslerde ve araştırma kurumlarında atılması ve geliştirilmesi önem taşıyor.

Bu medeniyet iddiası ve inşaası olguları İbni Haldun üniversitesi yönetiminin önceliklerini oluşturuyor.
Toplumsal yaşam ve toplumsal yaşamdaki değişimler yönetilebilirlik, yönlendirilebilirlikle malul olduğu hatırda tutulduğunda bu üniversitenin girişimini de dikkate almak ve dikkatle incelemek gerekir. Genç kitlelerin eğitim alanında salt birer tüketici değil, içinden çıktıkları toplumsal yapıdan başlayarak küresel daireye kadar genişleyen bir yelpazede ait oldukları medeniyeti keşfederek, yeniden yapılandırarak kuvveden fiile geçirilmesi bu anlamda geniş bir coğrafyayı kucaklayıcı bir perspektife sahip olmalarını gerektiriyor. İrfan Gündüz Hoca’nın konuşmasında vurguladığı üzere, bu inisiyatif, “gövdesi Anadolu’da olan bununla birlikte bir ayağı, Türk dünyasında, bir ayağı Amerika’da, bir ayağı Malezya gibi İslam dünyasının diğer bir köşesinde bulunuyor”. Ve bu anlamda ümmet anlayışı çerçevesinde toplumsal dinamiği hayata geçirmenin başlangıcını oluşturuyor. İbni Haldun üniversitesi böyle bir vizyonla hayata geçirilirken, bu yapılanmanın bir yanında uluslararası üniversitelerle işbirliği bulunuyor. Malezya’daki uluslararası el-Buhari üniversitesiyle işbirliği bunun somut bir ifadesi olarak karşımızda duruyor.

Bu noktada, neredeyse her ülkede ciddi toplumsal sorunların başında yer alan eğitim olgusunu her daim reforma tabi tutmak ve bu yönde kayda değer adımlar atmak gerekiyor. İbni Haldun’un kuruluşu ve çizdiği vizyonu bu bağlamda ele almak gerekir. Bireysel değişim, eğitim süreçlerine tabi olan gençleri erken dönemlerden başlayarak böylesi bir medeniyet kuşağı içerisinde değerlendirilmesi gelecekte kurulacak yapılaşmalar için önem arz ediyor. Bu bağlamda, İbni Haldun üniversitesi’nin Malezya’da uluslararası el-Buhari üniversitesi ile başlatmış olduğu işbirliğibu çerçevede ele alınmayı hak ediyor. Bununla birlikte, her zaman dile getirdiğimiz üzere Malezya’nın tek başına geniş Malay dünyasını temsil etmesi mümkün olmadığını bir kez daha tekrar etmekte fayda var. Bu nedenle bu işbirliğini ‘Malezya’ sınırlarının çok daha ötesinde sosyolojik ve antropolojik olarak üç yüz milyonluk geniş Malay coğrafyasına giriş olarak telâkki edilerek, yapılanma bu cihette geliştirilmelidir.


8 Mayıs 2017 Pazartesi

ASEAN 30. Zirvesi ve bölgesel değişimler / 30th Summit of ASEAN and Regional Changes

Mehmet Özay                                                                                                                         01.05.2017

Bu yıl ASEAN dönem başkanlığını yürüten Filipinler 28-29 Nisan günlerinde başkent Manila’da 30. ASEAN genel zirvesine ev sahipliği yaptı. Bu yıl, aynı zamanda ASEAN’ın kuruluşunun ellinci yılı olması dolayısıyla bu zirve bir başka anlam ifade ediyor. Zirvenin, “Değişim Ortaklığı ve Dünya’yla Bütünleşme” başlıklı teması, birliğin önümüzdeki dönemde iki farklı ve yeni açılımına dikkat çekiyor. “Değişim ortaklığı”, birliğin bir değişim süreci yaşadığına ve bunu üye ülkelerin tamamının katılımıyla gerçekleştirilmesine vurgu yaparken, “Dünyayla bütünleşme”, ASEAN’ın bölgesel bir birlik olmanın ötesinde, gelişmekte olan şartlar çerçevesinde küresel bir aktör olarak öne çıkmasının yollarının arandığını ortaya koyuyor.

Bölgesel ve küresel anlamda kayda değer bir geçiş dönemi yaşanırken, söz konusu zirve hem ev sahibi Filipinler hem  ASEAN önem taşıyor. Filipinler devlet başkanı yaklaşık bir yıl önce başkanlık koltuğuna oturmasından kısa bir süre başlattığı uyuşturucu çeteleri ve kullanıcılarına yönelik politikalarına destek arayışında olurken, ASEAN bağlamında da, Kore Yarımadası’nda neredeyse eli kulağında olan sıcak çatışma karşısında neler yapılabileceği gündemde önemli bir yer işgal etti. Bu iki konunun yanı sıra, Çin yönetiminin Güney Çin Denizi politikalarında, bu devasa denizin yüzde 90’ına yönelik egemenlik iddiasının yanı sıra, Spratly Adaları çevresindeki suni adalar üzerinde hangarlar, uçuş pisti, radarları da içeren sivil ve askeri amaçlı inşa faaliyetlerine devam etmesi üyeler arasında ortak bir politika belirlenememesinde başat rol oynamaya devam etti. Bu durum, ASEAN ile Çin arasındaki kayda değer ticari ve yatırım ilişkilerine ve bunun geliştirilmesine yönelik politikalara rağmen, bölgede güvenlik politikalarının en ön sırada yer alması anlamı taşıyor.

Her ASEAN zirvesi bölgesel sorunlar gündeme geldiğinde, dönem başkanlığını yürüten devletin ve kısmen de olsa, bu devletin ‘ardındaki’ küresel gücün belirleyiciliği dikkat geçiyor. Daha önce Kamboçya ve Laos zirvelerinde gözlemlenen husus, Filipinler’deki zirvede de karşımıza çıktığına dair güçlü emareler yok değil. Başkan Duterte’nin zirveden birkaç gün önce yaptığı açıklamada, Güney Çin Denizi konusunda “Çin’le kim başedebilir ki?” diyerek konuyu hasır altı etme çabası içerisindeydi. Oysa bir önceki devlet başkanı Benigno Aquino yönetimi, 2013 yılında Çin’le teritoryal anlaşmazlığını uluslararası tahkim mahkemesine taşımış ve mahkeme Filipinler lehine karar vermişti. Duterte yönetimi ise, bugün bu konuyu ulusal dış politikasının gündeminden çıkartığı gibi, bu yaklaşımı ASEAN içerisinde de sürdürmeye ‘gönüllü’ gözüküyor.

Ancak aynı Duterte, zirvenin son günü yani Cumartesi yaptığı açıklamada ise, “ASEAN bölgesinde anlaşmazlıkların uluslararası kurallar çerçevesinde halledilmesi gerektiği” yönündeki açıklaması başkanlığı boyunca yaptığı çelişkili açıklamalarına bir yenisini eklemekten başka bir anlam ifade etmiyor. Başkan Duterte’nin yaptığı açıklamalardan bir diğeri ise, “her ülkenin egemenlik haklarına saygı” çerçevesini gündeme taşıması oldu. Bu açıklamanın ardında, Duterte’nin başkanlığının ilk günlerinden itibaren uygulamaya koyduğu uyuşturucu çeteleriyle mücadelesi karşısında uluslararası çevreler nezdinde maruz kaldığı eleştirilere bir set çekme, öte yandan bölge ülkelerinden destek arayışı bulunuyor.

Zirvenin açılış konuşmasını yapan Malezya başbakanı Necib bin Rezzak ise, gündemi ekonomik kalkınmışlık ve adil paylaşım üzerinden belirlemeye çalıştı. Başbakan Necib konuşmasında ekonomik gelişmenin toplumun tüm kesimlerini kapsamanının önemine dikkat çekerken, bununla Malezya’nın ‘başarısına’ gönderme yapıyordu. Başbakan bu konuşmasıyla, bu yıl yapılacak genel seçimler için kendi kamuoyuna mesaj gönderirken, bir yandan da ASEAN üye ülkelerindeki ekonomik dengesizliğin ‘radikalizme’ yol açma tehlikesini gündeme taşıdı. Bu mesajın doğrudan hedefi ise kuşku yok ki, Filipinler’di. Tarihsel olarak Luzon Adası’nda Manila merkezli bir gelişmeye konu olan ekonomik yapı, tüm çabalara rağmen kalkınmanın meyvelerini diğer adalarda alabildiğini söylemek mümkün değil. Bu çerçevede, 2010-2015 yılları arasında gayri safi milli hasılanın üçte ikisinin Manila ve çevresinde gerçekleşmesi, bu konuda maalesef bir ‘devamlılık’ olduğunu ortaya koyuyor. Mindanao ve çevre adalardaki Müslümanların sömürgecilik dönemi mücadeleleri bir yana, modern Filipinler devletinde bağımsızlık ve/ya özerklik taleplerinin arkasında diğer bazı çok temel nedenlerin yanı sıra ekonomik geri kalmışlığın da bir faktör olarak yer aldığı görülür. Sadece Müslüman kitleler değil, ülkenin değişik bölgelerindeki adalarda topraksız köylülerin mücadeleleri, komünist partisinin yeşerip büyümesi, kendilerini ‘yerli’ olarak tanımlayan kitlelerin verdikleri ‘haklar mücadelesinde’ de bu husus görmek mümkün.

Zirvede ele alınan konuların başında gelen, Kore Yarımadası’ndaki gerginliğin ASEAN topraklarında sıcak bir gelişmeden ziyade, ekonomi ve ticaret ağırlıklı etkisi ile çatışmanın doğuracağı bir göç dalgasına nedeniyle önemle takip ediliyor. Bu nedenle, bölgede giderek yaklaşmakta olan çatışma ortamı sadece Yarımadayı değil, dün olduğu gibi bugün de ekonomileri dış yatırımlarla şekillenmiş ASEAN üye ülkelerini de sarsacak boyutlar içermesi nedeniyle yer aldı. Başkan Duterte, Yarımada’da sıcak gelişmeyi engelleme adına Duterte ABD’yi Kuzey Kore’nin oyununa gelmemesi yolundaki uyarısı önemliydi. Ancak Duterte, Kuzey Kore’nin bu füzelerle biçimlendirdiği ‘oyunu’ bugünkü hale getirirken, yanı başındaki komşusu Çin’in ne gibi katkısı olup olmadığını ve sıcak bir çatışmanın eşiğinin yaşandığı bugünlerde Çin’in nasıl bir ‘yapıcı rol’ üstlenebileceğini ise gündeme almadı.

ASEAN’ı tedirgin eden konuların bir diğeri ise serbest ticaret anlaşmalarıydı. Güvenlik olgusu ile ekonomik ilişkilerin at başı gittiği bölgede ABD’de yeni başkan Donald Trump’ın, “Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması”nı (TPPA) rafa kaldırması sonrasında yeni arayışları da beraberinde getirmişti. Geçen yıl 2.5 trilyon doları bulan birliğin gayri safi hasılası, ASEAN’ın ekonomik büyüklüğünü ortaya koyarken, birliğin genel sekreteri Le Luong Minh’in de açıkladığı üzere, dünyanın önde gelen güçleri ve ekonomi blokları tarafından ASEAN cazip bir ‘partner’ olmayı sürdürüyor. Bu çerçevede, ABD’nin boşalttığı alanı Çin’in doldurması kadar, bu süreçte Çin’e mahkum olmama adına ASEAN’da bir gayretinde olduğu söylenebilir. ABD’nin şimdilik ‘kaybetmiş’ göründüğü ticareti işbirliğinde ASEAN bir birlik olarak kendi aralarında serbest ticareti geliştirmenin yollarını arıyor. Bunun en önemli aracı ise, birliğin bu yıl başı itibarıyla ekonomik işbirliğini hayata geçirmiş olması oluşturuyor. ASEAN, aynı zamanda bölgesel işbirliğinde öne çıkmaya hazırlanan Çin’le ‘Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık’ (RCEP) çerçevesinde görüşmelere devam ediyor. TPPA’nın yerini alması ve 16 üyeli olması beklenen RCEP’de taraflar arasında şu ana kadarki görüşmelerde, 15 başlıktan ikisi üzerinde anlaşma sağlanması yavaş, ancak emin adımlar atıldığını gösteriyor.

Zirvenin ana teması olan, “Değişik Ortaklığı ve Dünya’ya Bütünleşme” çerçevesinde de görüldüğü üzere, ASEAN’ın bir değişime ihtiyaç olduğu bir süredir zaten tartışma konusu. Birliğin ekonomik işbirliği anlaşmasına rağmen, siyasi bir bütün olarak varlık göstermemesi üye ülkelerde ilgili çevrelerden eleştirilere neden oluyor. Bu anlamda ASEAN sözleşmesindeki, “üye ülkelerin birbirlerinin iç işlerine karışmaması” yönündeki madde sürekli bir engel olarak ortaya çıkıyor. Öte yandan, ASEAN, Güney Çin Denizi sorunu gibi bölgeselden küresele evrilen sorun bağlamında, Çin gibi küresel bir gücü karşısına alıp almama gibi bir ikilemle karşı karşıya. Bu noktada, ellinci yılına ulaşan birlik içerisinde liderlik konusunun sürüncemede bırakılmış olması da, sürdürülebilir ve belirleyici siyasi mesajlar verilmesine mani oluyor. ASEAN’ın bir lider ülke çıkart/a/mamış olması, aslında üye ülkelerin tek tek kendi ulusal politikalarındaki istikrarsızlığın da bir göstergesi. Bu noktada öne çıkan iki ülkesiyle ilgili kısa bir değerlendirme yapmakta fayda var.

Ekonomik büyüklük bakımından üye ülkeler arasında ilk sırada bulunan Endonezya’da siyaset dünyasının alabildiğine parçalı yapı arz ediyor. Kimilerinin görmezden geldiği, aralarında asker ve polisin de bulunduğu yönünde güçlü bir intiba uyandıran ve başkent valilik seçimlerine kadar nüfuz eden çok aktörlü iç siyaset bağlamı ASEAN’ın doğal lideri konumunda görülen bu ülkeyi liderlik makamına taşıması beklenemez. Ekonomik gelişmişlik noktasında ikinci sıradaki Tayland bulunuyor. Ancak modern dönemde sadece yarı-tanrı Kralıyla değil, darbeleriyle de meşhur ülkesi Tayland, siyasi bir model olarak kendi halkına bir umut vaad etmediği ve ülkenin güneyinde Patani’de savaş halinin varlığı gibi nedenlerle ASEAN içerisinde bir liderlik profili sergilemekten çok uzak. 2014 yılında darbeden bu yana cunta rejimiyle idare edilen, anayasa üzerindeki tartışmaları halen devam eden, iç politikada ise güçlü bir halk desteğine sahip muhalefet hareketiyle sorunlarını aşamamış, demokratikleşme ile ilgili süreci ‘zamana yayan’ ve bunun karşılığında kral danışma kurulu-ordu-Bangkok zenginleri işbirliğinde yönetimi elinde tutan bir yapı bulunuyor.

Bu noktada, ciddi bir liderlik sorunu yaşayan birliğin, “dünyayla bütünleşme” olgusunu hem teori hem pratik olarak gündeme taşımasının da zorluğu ortaya çıkıyor. Kaldı ki, ASEAN sözleşmesinin revizyona ihtiyacı olduğu uzmanlarca gündeme getirildiği bir ortamda, ‘küresel yapı içerisinde ciddi bir aktör olma konusunda hedefleri tutturmak mümkün değil. Geçen yıl tanık olunduğu üzere, bir yandan ABD öte yandan Rusya’nın ASEAN liderlerini kendi ülkelerinde konuk etmeleri, Çin’le Güney Çin Denizi sorununun çözümü konusundaki tartışmalarda birlik içerisinde ‘birliği yansıtan’ bir görüş ortaklığının yoksunluğu, ASEAN’ın nasıl ve ne şekilde bir küresel aktör olabileceği konusunda ciddi kaygılara neden oluyor.

Zaten ev sahibi devlet başkanı Duterte de, zirveden birkaç gün önce yaptığı bir açıklamada, “Güney Çin Denizi anlaşmazlığını gündeme almanın gereği yok. Çin’e baskı yapmak mümkün değil” tarzında bir yaklaşım sergileyerek hem dönem başkanı Filipinler hem de birliğin bu can alıcı meseleyi bir kez daha hasır altı etme yönelimini ortaya koyuyor. Başkan Duterte’nin bu açıklaması, liderlik konumunda olabilecek iki ülkeyle ilgili yaptığımız değerlendirmenin, bir bakıma Filipinler nezdinde de aynı açmazlar içerdiği görülüyor.