27 Ekim 2017 Cuma

Marawi’den geriye ne kaldı? / What left from Marawi?

Mehmet Özay                                                                                                                       28.10.2017

Filipinler’in güneyinde Mindanao Adası’nın önemli şehirlerinden Marawi’de 23 Mayıs’da başlayan ve beş aydır süren çatışmaların geçen Pazartesi günü sona erdiği açıklandı. Bir grup teröristin şehri ele geçirmek amacıyla başlattığı ‘istila’nın beş ay sonra bitmesiyle artık “Marawi’den geriye ne kaldı?” sorusunu sorabiliriz. Ve bununla birlikte, Moro’dan başlayarak kendini sorumlu hisseden herkesin sorması ve bu soruya cevap bulması gerekiyor. Tabii ki bununla, öncelikle de bölge müslümanları ile bölgeyle ilgilenen her ülkenin ve her kurumun dikkatle eğilmesi gereken bir konuya işaret ettiğimize kuşku yok.

Öncelikle şu hususu açık seçik ortaya koymakta fayda var. Marawi istilası, görünür ve görünmesi istenen nedenler ne olursa olsun, aslında Moro barışına vurulmuş bir darbedir. Bu darbenin izlerinin geçen beş aylık süre zarfında ne kadar fark edildiği ise bir başka konu. Ancak, Moro müslümanlarının bu gelişmeden en önemli zararı gören kitle olduğuna da şüphe yok. Ve bu girişimin hedefinde bizzat onların, yani Moro halkının olduğunun sembolik göstergesi ise, işin başından bu yana küresel medyanın gündeme taşıdığı Marawi’deki cami görüntüsü oldu.

Filipinler savunma bakanı geçen Pazartesi günü yaptığı açıklamada, beş ayın sonunda bölgedeki çatışmanın sona erdiğini ilân etti. Ve bunu bir başarı olarak, hem de Güneydoğu Asya topraklarında malum terör yapısının önünün alınmış olması olarak gündeme getirdi. Bunun bir başarıya mı, yoksa başarısızlığın geldiği noktaya mı işaret ettiği konusu tartışmaya açık. Hatta ve hatta bunun bir son mu, yoksa bir başlangıç mı olduğu da bölgeyle ilgili yazılıp çizilenlerde göz ardı edilmeyen bir husus.

Filipinler’de askeri istihbaratın büyük bir açığı olarak yorumlanan bu istila girişimine karşılık, savunma bakanı, bölge ülkeleriyle işbirliğinin ürünü bir zafere ulaşıldığı gibi çelişkili açıklamalar birbirini izliyor. Aynı zamanda, bu çelişkilere bizzat Malezya savunma bakanının 27 Temmuz’da yaptığı, “Marawi’de ne olup bitiyor haberimiz yok”  tarzında söylemi ve Filipinler hükümetinden açıklama talep ettiği demeciyle tanık olmuştuk. İstihbarat ve güvenlik ağının zaafiyetinin bir diğer ayağını ise, beş ay boyunca isyancıların lojistik destek almaksızın hayatta kalamayacakları ve silahlı mücadeleyi sürdürümeyecekleriyle ilintilidir.

Öte yandan, bölge ülkelerinin olası bir terör girişimi konusunda, bir süredir birbiriyle çeliştiği izlenimi veren yaklaşımları terör konusunun bölgede hakkıyla ele alınabildiğine dair şüpheler uyandırıyor. Bir ada ülkesi sürekli bu konudaki uyarılarını ve ‘duyumlarını’ gündeme taşırken, bölgenin en büyük ülkesi ise Ortadoğu’dan dönen teröre bulaşmış bireylere karşı mevcut yasalar gereği izlemeden başka yapacak bir şey olmadığını söylemesi çelişkilerin en görünür yanını oluşturuyor.

Bu noktada, dikkat çekilmesi gereken husus, Mindanao-Moro Müslümanlarının 2014 yılında ulaştıkları barış anlaşmasının hayata geçirilememiş olması ve yeni devlet başkanı Rodrigo Duterte’nin bu konuda ayak diremesinin bölgede istenmeyen unsurların ortaya çıkmasına şu veya bu şekilde zemin hazırladığını unutmamak gerekir. Başkan Duterte, 2015 yılında yaptığı açıklamada Bangsamoro Barış Anlaşması’nı ‘çılgınca bir girişim’ olarak değerlendirmekten geri durmamış, bunun yerine daha seçimlerden önce ülkenin federalizmle yönetilmesi düşüncesi çerçevesinde bir siyasi çözümü Moro halkına doğrudan ve dolaylı önerdiğine tanık olmuştuk.

Ancak federalizme dayalı bir yönetim şeklinin, Moro halkının ve siyasi temsilcilerinin talep ettiği hakları ne kadar karşılayıp karşılamadığı da bir başka sorun. Nihayetinde 2014 yılı anlaşması Moroluları kendi kendilerini yönetebilme ve bölgenin sosyo kültürel yapılaşmasında yeni bir sürece girilmesi ve ekonomi yönetiminde de söz sahibi olmalarına olanak tanıyor(du).

Marawi istila girişiminin bugün geride bıraktığı son derece somut gerçek ise bölgenin bu en önemli şehrinin en azından bir bölümünün alt ve üst yapısının tarümar olmasıdır. Beş ay boyunca, şehir halkının önemli bir bölümünün -ki resmi rakamlara göre yetmiş bini aşıyor- evlerini terk ederek ülke sığınmacı kamplarında yaşam sürmek zorunda kalkasının getirdiği sosyo-psikolojik ve ekonomik sorunları da kayıplar hanesine eklemek gerekir. Manila yönetiminin Marawi şehrinde yaşanan bu kaosu, sosyo-ekonomik çöküşün altında nasıl kalkacağı ise, hükümetin şu aşamada bir başka zorunlu mücadele alanına işaret ediyor.

Son bir buçuk yıldır çeşitli vesilelerle tanık olunduğu üzere, başkan Duterde bu sefer de bir pervasızlık göstererek ulu orta çıkıp, Marawi’nin yeniden ayakları üzerinde durabilmesi için İslam ülkeleri ve ilintili kurumları sorumlu tutmasına şaşırmayacağız. Yapılan ilk açıklamalarda, şehrin nasıl bir yapılanmaya ve nasıl bir bütçeye ihtiyaç duyacağı konusunda da kafaların ve hesaplamaların net olmadığı görülüyor. Öyke ki, şehrin yeniden imarı vb. çalışmalar için daha önce ilan edilen yaklaşık bir milyor dolarlık bütçenin yerine ‘yanlış yapmışız’ yaklaşık yüz milyon dolar gerekiyor denmesi de ciddiyetsizlik ifadesi olmaktan öte bir anlam taşımıyor.

Batı’dan Doğu’ya gelişen terör süreçlerinde Müslüman toplumların karşı karşıya kaldıkları tehditler, bu tehditleri anlama ve değerlendirme, bunlar karşısında ulusal, bölgesel ve hatta küresel bir ön almanın ortaya konulamamış olması da -maalesef öyle gözüküyor ki, açılan boşlukları şu veya bu yapılanmaların doldurması şeklinde tezahür ediyor.

Bölgede olup biteni Moro Müslümanları bağlamında ele almakta fayda var. Nihayetinde Marawi, Mindanao Adası’nda tarihsel olarak var olan ve en azından son bir yüzyıllık süreçte fiziki, kültürel ve siyasi varlıklarına kastedilmiş bir toplumun önemli yerleşim yerlerinden biri. 1970’li yıllardan bu yana bölgede süren ve tarihi ve rasyonel temelleri olan bir mücadele sonunda 2014 yılında elde edilen barışın ardından, geçen Mayıs ayında ortaya çıka/rtıla/n Marawi istilasının birbiriyle çeliştiğine kuşku yok. Bu noktada, Moro halkının siyasi temsilcileri, Manila yönetimi ve küresel barışa destek sağlama yönünde tavrı olanların Mindanao sorununu varılan barış anlaşması çerçevesinde girişimde bulunmalarında fayda var.


24 Ekim 2017 Salı

Arakan’ı Bitirme Projesi / Project to terminate Arakan-Rohingya Muslim

Mehmet Özay                                                                                                                        24.10.2017

Birleşmiş Milletler’in Cenevre ofisince dün yayınlanan haber, Arakanlı Müslümanların karşı karşıya kaldıkları sorunun ne denli derin ve denli çözümsüzlüğe doğru itildiğini bir kez daha ortaya koyuyor. Cenevre’de BM, Avrupa Birliği ve Kuveyt’in ev sahipliğinde gerçekleştirilen üst düzey konferans sonrasında Bangladeş’e sığınan Arakanlı müslümanlara 340 milyon dolarlık yardım kararı alındı. Ancak, BM’nin benzer hadiselerdeki tecrübelerinden hareketle söylemek gerekirse alınan bu karar, söz konusu meblağın toplandığı anlamı taşımıyor. Zaten BM insani yardım bölümü müdürü Mark Lowcock da birkaç ülkenin ‘keş’ yardımına rağmen, bu hususu açıkça dile getirerek bir anlamda kaygısını ortaya koyuyor.

Arakan eyaletinden sınırı geçerek Bangladeş’e sığınan ve sayısı 900 yüz bin olarak verilen bu kitlenin -ve de bu insanlara ‘kucak açtığı belirtilen 300 bin Bangladeşlinin- Şubat ayına kadarki temel insani ihtiyaçlarına gidermeye yönelik olarak talep ettiği 434 milyon dolardan düşük olması da pek o kadar önemli değil. Aksine burada üzerinde durulması gereken husus, bir başarı olarak ilân edilen bu gelişmenin, hem bizzat BM hem de medya aracılığıyla Myanmar’ın Arakan eyaletindeki Müslüman nüfusun eritilmesine imza atmak anlamı taşıdığıdır.

Toplanacağı ‘müjdesi’ verilen bu meblağ ile Bangladeş’ın Myanmar ile sınır bölgesinde ayakta kalmaya çalışan yüzbinlerce -hatta daha önceki sığınmacılar da dikkate alınacak olursa milyonu aştığı tahmin etmek zor değil- Arakanlı Müslümana bir umut bahşedilmiş olabilir. Bahsi geçen yardım meblağının tamamı toplanabilse bile, sadece ve sadece Şubat ayına kadarki temel giderleri karşımaya matuf bir sınırlılığa sahip olacak.

Bu nedenle, hiç şüphe yok ki, BM mültecilerden sorumlu biriminde çalışan iyi niyetli bireyler, şimdiden Şubat sonrasını kara kara düşünmeye başlamışlardır bile. Çünkü Lowcock, bunun ipucunu da dün yaptığı basın açıklamasında gündeme getirdi. Yani anlaşılacağı üzere BM’de işler tahmin edilebileceği üzere ‘yolunda’ gidiyor...

Ancak BM gibi küresel bir kuruluşun, diğer benzer kuruluşları da yanına alarak, Arakanlı Müslümanların ana vatanlarına dönmeleri konusunda çalışmalar yapması gayet doğal ve beklenen bir durum olsa gerek. Arakan’da 25 Ağustos ve sonrasında yaşanan gelişmeden bu yana geçen zaman zarfında, BM gibi uluslararası kurumların veya küresel güç olduğu iddiasındaki ülkelerin veya siyasi blokların Myanmar hükümeti nezdinde ne gibi adımlar attıklarıysa bilinmemektedir. Bu durum, açıkçası Arakan Müslümanlarının Myanmar hükümeti, ordusu ve radikalleş/tiril/miş Budist halkdan gördüğü zulüm ve baskıyla görünür bir benzerliği olmamakla birlikte, nihai noktada Arakanlıların içinde bulunduğu durumu manipüle etmeye, siyasi ve toplumsal varlıklarını parçalamaya yönelik bir teşebbüsün izleri olarak değerlendirilme ihtimalini içinde taşımaktadır.

Sorun şu... Arakanlı Müslümanlar ne bu yıl, ne 2015 Mayıs ayı, ne 2012 Haziran ayında ilk kez şiddet ve kimi gözlemcilerin ifadesiyle etnik soykırıma maruz kaldı. Geçmişte 1980’li ve 1990’lı yılların ikinci yarıları da benzer süreçlere konu olmuştu. Öyle ki, birkaç ay önceki gelişme dışarda tutularak ifade etmek gerekirse 1980’lerde yine yüzbinlerle ifade edilen zorunlu göç bir gerçeği açık seçik ortaya koymaktadır. O da, Myanmar devletinin elli yıla varan askeri cunta rejimleri döneminde, 2010’dan sonra ise ‘demokratikleştirilmiş’ Myanmar hükümetleri eliyle Arakanlı Müslümanlara yönelik yok edici teşebbüslerde neredeyse ‘normalleştirilen’ bir süreklilik olduğudur.

Arakan eyaletinde uzunca zamandır bir buçuk milyon civarında olduğu belirtilen Müslüman nüfusun şu an ne kadar olduğu meselesi, sadece istatistiki bir veri olarak önem taşımıyor. Bundan daha da önemlisi, Arakanlıların vatan bildikleri topraklara bir daha dönüp dönemeyecekleri ve bir millet olarak var olup olamayacakları meselesidir bugün konuşulması gereken.

Sorunun diğer bir can alıcı yanı ise, tüm bu olan biten zorunlu göçler ve mültecilik koşulları karşısında Arakanlı Müslümanları temsil kabiliyetinde bir siyasi hareketin varlık ortaya koyamamış olmasıdır. Malaya Üniversitesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Jatswan Singh’in de ileri sürdüğü üzere, Myanmar devleti ve aşırı milliyetçi Budist toplum elinden çokça çekmiş olan Arakanlı Müslümanlar normal bir ülke vatandaşının hak edebileceği ve normal bir ülkenin vatandaşlarından esirgemeyeceği hakların tümü gibi eğitim hakkından da mahrumdur. Bu mahrumiyet, medyacıların sıklıkla ‘expose’ ettikleri yarı aç ve sefil vaziyetteki kadınlı erkekli, yaşlı çocuk Arakanlıların bu duruşlarının gizli-açık ortaya koyduğu ‘cehalet’ kapanına kısılmış olmaları durumudur.

Ancak burada şunu da hatırlatmakta fayda var. Belki de 1980’li yıllar öncesinden başlatılabilecek bir süreç boyunca sürekli vatan topraklarından çıkartılan veya kaçmak zorunda bırakılan bu kitlenin Bangladeş’ten Suudi Arabistan’a, İngiltere’den Amerika’ya, Malezya’dan Avustralya’ya kadar çok farklı bölge ve ülkede var olan diasporasının da yaşanan gelişmeler karşısında sessizliğe gömüldüğü meselesidir. Bununla, diasporadaki Arakanlıların hiçbir şey yapmadıklarını söylemek istemiyorum.

Bizatihi tanık olduğum üzere, elbette küçük gruplar, komüniteler halinde gittikleri ülkede var olmaya çalışırken, aralarından aklı eren, eğitimli, dirayetli bireylerin içlerinden çıktıkları topluma liderlik yapma vasıfları taşıdıkları ve bunu pratiğe geçiriyorlar. Bunun manipülasyonlara kapı aralayan yönleri olduğu gibi, çözümü geniş bir toplum veya millet olarak birlikte hareket edebilmede görememe gibi bir basiretsizliğe de düçar olduklarını göz ardı etmemek gerekiyor.

Arakan Müslümanları konusu 2. Dünya Savaşı sonrasında Güney ve Güneydoğu Asya topraklarında ulus devlet kuruluşları sürecinde yaşanan sorunlardan asla bağımsız değildir. Bu nedenle, Arakan sorununu hemen bugün ortaya çıkmış bir insanlık dramı yerine, kökeni geçmişe dayanan vatan, kimlik ve aidiyet üzerinden ele almak ve değerlendirmek gerekir.


16 Ekim 2017 Pazartesi

Korkut Özal Niçin Açe’ye gelmişti? / Why did Korkut Özal visit Aceh?

Mehmet Özay                                                                                                                 17.10.2017

Korkut Özal’ın vefatının üzerinden neredeyse bir yıl geçti. O zamana kadar birkaç kez, üniversitedeki kıymetli hocalarımdan birine Korkut Bey’in sağlığını sormuş, ancak her seferinde bir değişiklik olmadığı cevabını almıştım. Aradan bir süre geçtikten sonra vefat ettiğini öğrendim. Gündelik koşuşturmacaların işlerin yoğunluğundan olsa gerek Korkut Bey’in vefatını biraz geç öğrendim.

Burada Korkut Özal’ı gündeme getirmemin sebebi, vefatının birinci yıl dönümüne yaklaştığımız şu günlerde, kendisinin Açe’ye gösterdiği yakın ilgi ve alâkayı gündeme taşıyarak hayırla yad etmek. Kendisiyle tanışmam, 2006 yılı Sonbahar’ında Altunîzade’deki ofisini ziyaretim vesilesiyle oldu. Ziyaret sebebim ise, Açe Özgürlük Hareketi lideri merhum Hasan di Tiro’nun 1980’li yılların ortalarında dönemin başbakanı Turgut Özal’a gönderdiği ifade edilen mektubun izini sürmekti. Böylece, 2005 Sonbaharı’nda Açe’yle ilgili ilk gözlemlerimin ardından edindiğim ilk izlenimlerin üzerine birşeyler bina etmekti. Söz konusu bu sürecin detaylarını üçüncü Açe seyahat kitabında dile getireceğim. Bu vesileyle, Korkut Bey Açe’ye davetimi kabul etmesi üzerine iki gün süren ziyaretine ve tabii ki kısmen de Açe’ye dair görüşlerini gündeme getireceğim.

Korkut Bey daha ilk görüşmemizden itibaren Açe’ye yönelik ilgisinden bahsetmişti. O dönem itibarıyla, on yıla yakın bir süre, bir bankanın komiserliği göreviyle yılda iki kez Endonezya’nın başkenti Cakarta’ya yaptığı ziyaretler sırasında karşılaştığı mevki makam sahibi kişilere “Yahu, şu Açe sorununu bir halledin” dediğini ve her seferinde Açe konusunu yakinen takip ettiğini dile getirmişti. 2006 yılı Aralığı başlarında ikinci ve kalıcı olarak Açe’ye gitmemde önemli katkısı olan Korkut Bey’in, benim tanık olduğum haliyle Açelilerle ilk teması da Helsinki Barış Anlaşması sonrasında yapılan valilik seçimlerini kazanan İrwandi Yusuf’un Türkiye’ye yaptığı ziyaret vesilesiyle olmuştu. Korkut Bey, o sıralar çiçeği burnunda vali İrwandi Yusuf ile İstanbul’da bir otelde görüştüğünü aktarmıştı.

Bu gelişmeden kısa bir süre sonra, Korkut Bey’i Banda Açe’de karşılamak nasip oldu. Kendisine yaptığım Açe davetini büyük bir alçakgönüllülükle kabul eden Korkut Bey, Nisan ayının sonlarına doğru, Cakarta’ya geleceği bir dönemde iki günlüğüne de olsa Banda Açe’ye uğramıştı. O günlerde Banda Açe’deki “uluslararası” İskender Muda havalimanı eski haliyle hizmet veriyordu. Yetkililerden izin alarak uçağın aprona giriş yerine kadar gitmiş ve Korkut Bey’in uçaktan inişine tanık olmuştum. İlerlemiş yaşına rağmen, dinç bir şekilde uçağın merdivenlerinden indiğini hatırlıyorum. Tabii kendisi Cakarta’da önemli bir bankanın komiseri olması nedeniyle banka birkaç yetkilisini göndermiş ve hatta yine o dönem Açe’de bulunması mümkün olmayan ‘büyükçe’ bir aracı amacıyla Medan şehrinden Banda Açe’ye Korkut Bey için getirtmişlerdi. Havalimanı çıkışında bankanın tuttuğu araç yerine, yine büyük bir alçakgönülllükle ‘Mehmet’in misafirim’ diyerek bizim kiraladığımız ‘küçük’ araçla tüm ziyaretlerimizi gerçekleştirmiştik.

Açe’de daha fazla kalma niyetinin o günlerdeki programı nedeniyle mümkün olmadığını söyleyen Korkut Bey, kalacağı sınırlı saatlerin dolu dolu geçmesini istemişti. Belki sonda söylemem gereken bir hususu burada aktarmam gerekiyor. Korkut Bey, o yaşına rağmen, o döneme kadar Açe’ye geldiğine tanık olduğum kişi ve gruplar içerisinde programa en çok riayet eden, bunun için ısrarcı olan ve performansından hiçbir şey kaybetmeden programı gerçekleştiren kişiydi.  

Programımızda üniversite, valilik, belediye başkanlığı, dönemin önde gelen hocalarından biri ve Türk köyü olarak da bilinen Bitay bulunuyordu. Korkut Bey’in komiserliğini yaptığı banka da sponsor olduğu bir okul ziyaretini uygun görmüştü.

Vali yardımcısı Muhammed Nazar, Korkut Bey’i sabah erken saatte resmi konutunda kahvaltıda ağırlamıştı. Verimli bir görüşme olmuştu... Korkut Bey, özellikle Açe barış sürecinde nelere dikkat edilmesi gerektiği konusunda alçak gönüllüce öneri ve bazı tespitlerini gündeme getirmişti. Bunlar arasında ‘birlik ve beraberliğin’ tesisi şu anda hatırladığım hususlardan biri. Bu anlamda Korkut Bey, “Asıl iş seçimi kazandıktan sonra başlıyor” demişti. Bunun üzerine Muhammed Nazar merkezi hükümetin barış anlaşması hilafına icraatlarından örnekler verince, bu sefer “Sabırlı olmaz gerekiyor. Siz sorun çıkaran değil, sorun çözen taraf olun. Sürdürülebilir bir barış ve iyi bir kalkınma bekliyoruz” demiş ve Ali İmran suresinden bir ayetle örnek vermişti. Konuşmasında bazı ülkelerdeki gelişmeleri gündeme getiren Korkut Bey, “Türkiye’den öğreneceğiniz çok şey var” demişti. Ardından, “Büyük düşünün. Küçük düşünürseniz başarılı olamazsınız.” diyerek siyasetçi olarak ne yapmaları gerektiğine vurgu yaparken, nihai olarak ‘Allah’a tevekkül etmeleri’ gerektiğine de işaret ederek işin manevi boyutunun önemine işaret ediyordu. Konuşmanın devamında da, o yıllarda etkin olan (maaleesef bugüne kadar da varlıkları değişerek de olsa devam eden) ‘sapık ideolojilerin’ tuzağına düşmekten de sakınmaları gerektiğini söylemişti. Ancak aradan geçen on yılın ardından Açe siyasetinde yaşanan kırılmalar, Korkut Bey’in ne kadar haklı olduğunu ve bu anlamda tecrübe sahibi olduğunu da ortaya koyuyor…

Görüştüğümüz kişiler arasında son dönemin önde gelen hocalarından Muhyibuddin Wali görüşmesi ayrı bir önem taşıyordu. (Abuya Muhyibuddin Wali, 7 Mart 2012 tarihinde vefat etti.) Korkut Bey, Muhyibuddin Wali’yi kaldığı otelde kahvaltıya davet etmişti. O gün, biz erkenden otel salonunda hocayı beklemeye başlamıştık. Korkut Bey karşıdan bastonuyla gelen Muhyibuddin Wali’yi görünce, “Hoca değnekle geliyor” diyerek espri yapmıştı. Muhyibuddin Wali, oğlu Rahmat ile birlikte gelmişti. Yoğun bir manevi atmosferde geçtiğini hatırlıyorum bu görüşmenin... Bu nedenle “ağır bir görüşme olmuştu.”
Şah Kuala üniversitesinde kimya bölümü öğretim üyelerinden ve bölümdeki laboratuarlarından birinin müdürlüğünü yapan Zulfian Bey ve diğer hocalarlaydı. Farklı alanlarda da ilgi ve bilgi sahibi olan Zulfian Bey, elindeki bazı raporlarla aralarında bölgenin ekonomik potansiyeli ve zenginliğine dair bazı hususları paylaşmıştı. Korkut Bey bu konuları hassasiyetle dinlemiş ve bazı sorularla da bu ilgisini ortaya koymuştu. Banda Açe belediye başkanı Mawardi Nurdin kendisiyle randevulaşmamıza rağmen, o gün acil bir işi dolayısıyla ofisinde olmaması nedeniyle yardımcısı İlliza Saaduddin Djamal ile kısa bir görüşme yapılmıştı.

Cuma namazı için tarihi Beytürrahman Camii’ne gittiğimizde cami yetkilileri Korkut Bey’e ilgi ve hürmette kusur etmeyerek kendisini ön safa aldılar. Namazın ardından ise, Korkut Bey cami mimarisine dair bazı sorular yöneltmişti.

Okula yaptığımız ziyaret ise ‘pratiğe’ yönelikti. Hâl ve hatır faslının ardından Korkut Bey öğrencilere kısa bir konuşma yapmış ve ardından süpriz bir şekilde gür sesiyle bir ilâhi okumuştu. İlâhilere hiç de yabancı olmayan Açeli çocukların Korkut Bey’in okuduğu ilahiyi hoş bir seda olarak hatırlamalarını ümit ediyorum.

Korkut Bey’in Açe’ye olan ilgisi, gerek Cakarta ve Açe’de gerekse Türkiye’de bu konudaki girişimleri takdirle anılmayı ve örnek alınmayı hak ediyor. Açeli dostlar bu ve benzeri kişilerin tavsiyelerini dinleseler di, belki bugün daha farklı bir konumda olabilirlerdi. Bununla birlikte, vakit kaybına rağmen, yine sağlıklı ve sürdürülebilir bir toplum, siyaset ve ekonomi modeli ortaya koyabilme olanakları mevcut. Ancak bunun için kadim Açe geleneğine dönmek kadar, Korkut Özal gibi kıymetli insanların tavsiyelerine de kulak kesilmeleri ve uygulamaya koymalarıyla mümkün olabilir.


13 Ekim 2017 Cuma

1920’li Yıllarda Cava Basınında Musul Konusu / Mosul Issue in Java Press in 1920s

Mehmet Özay                                                                                                                         13.10.2017

 Musul konusu, son dönemde bölgedeki çatışma ve kırılma süreçlerinin son safhası olarak DAEŞ ve ardından Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin referandum girişimiyle birlikte gündemde. Öte yandan Irak federal yönetiminin Musul’u yeniden hakimiyeti altına almaya çalıştığı da bir başka husus. Bununla birlikte, bölgedeki çeşitli siyasi ittifakların ötesinde, Türkiye’nin bölgeye ilgisinde etnik azınlıklar dengesinin bozulmaması ve Türkmen unsurlarının varlıklarının garanti edilmesi konusu bulunuyor. Bu bağlamda, Türkiye’nin Musul’la dört yüz yıl gibi uzun bir geçmişe dayanan bağı, bugünkü siyasi ve etnik yapılaşmalara kaynaklık ediyor.

Musul, Osmanlı Devleti’nin son dönemi, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında da önem taşıyarak uluslararası arenada gündeme getirilen bir konu oldu. Neredeyse tüm İslam coğrafyasında dönüşümlerin, yıkılışların yaşandığı bir zaman diliminde Osmanlı-Türkiye coğrafyasında yaşanan konuların bir bölümünün daha o dönem henüz adı Güneydoğu Asya Müslüman toplumları olarak anılmayan, ancak Malay Müslümanları olarak bilinen halklar arasında da yankı buldu. Bu çerçevede adı Hindistan vatanı (Tanah Hindia), Hollanda Hindistanı (Hindia Belanda-Hindia Nederland-Hindia Olanda), Hindia, Hindi, Doğu Hindistan (Hindia Timoer), Indies kullanımlarına konu olan 2. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde kurulan bugünkü Endonezya Cumhuriyeti’nin, Cava Adası’nda yayınlanan ve bölgede takip edilen yayın organlarında Musul konusu, tıpkı Balkan Savaşları, Trablusgrap Savaşı, halifeliğin kaldırılması, hilafet, ‘Yeni Türkiye’ olarak da adlandırılan Ankara hükümeti vb. konular gibi yer aldı. Bu çerçevede, söz konusu yayın organlarından sadece birkaçında yer alan haberlere kısaca değinerek Osmanlı topraklarındaki gelişme ile Malay dünyasındaki ilgi ve alâkaya dikkat çekmekte fayda var. Musul konusunu ele alan yayın organlarından bazılarını gündeme getirmek suretiyle, Takımadalar Müslüman kamuoyunun Osmanlı topraklarındaki gelişmeleri nasıl görmeye çalıştıklarına dair bir fikir elde edilebilir.

Kuruluşu 1912 yılına dayanan Muhammediyye adlı dini-sivil organizasyonunun yayınlarından biri olan “Bintang İslam” adlı yayın organında Musul konusunu ele alınır. İstanbul’dan gelen bir habere dayanarak çıkan yazıda, Lozan görüşmelerinde Musul konusunun sadece Türkiye ve İngiltere arasında görüşüldüğüne dikkat çekilir. Bu iki ülke arasındaki görüşmeler sonrasında, petrol yönünden zengin olan Musul’un İngiltere hakimiyetine verildiği belirtilir. Öte yandan, Bağdat’ın kontrolünü elinde tutan Kral Faysal’ın İngilizlerin siyasi kontrolünde olduğu ve İngilizlerin tüm iddialarının da buna dayandığı vurgulanır. Daha önce yapılan açıklamalarda, Musul konusunun İstanbul’da görüşüleceği belirtilmiş, ancak nasıl olduysa konunun Ankara’daki ‘İslam Cumhuriyeti’ Yusuf Kemal Paşa’yı konuyla ilgili İngilizlerle görüşmeler yapmak üzere Londra’ya göndermiştir.[1]

Bintang Islam’ın bir başka sayısında, “Menoedjang Toerki Seberapa Bisa” başlıklı haberde, Musul konusu yine ele alınır. Hicaz’da büyük kongre hazırlıklarının sürdüğü bir sırada Müslümanların Lozan’dan gelen ve İngilizlerin Musul’a hakim olmak istediklerine dair haberle sarsıldıkları belirtilir. Ancak Türkiye’nin bu gelişmeden memnun olmadığı; akabinde İngiltere yönetiminin Yakın Doğu’da deniz kuvvetlerine ait birlikleri gönderme kararı aldığı ve bununla ilintili olarak İngiliz sömürgeciliğine konu olan Hindistan’da Müslümanların, şayet İngiltere ve müttefiklerinin herhangi bir girişimi karşısında, İngiliz sömürge yönetimine sivil itaatsizlik göstereceklerine dikkat çekilir. Bu gelişme, Hindistan’daki Müslümanların herhangi bir gerginlik halinde İslam ve Halife adına Müslümanları destekleyeceklerini ortaya koyar.[2]

Bintang Islam, Mustafa Kemal’in 1923 yılı Ocak ayı ortalarında Ankara’dan Gebze’ye yaptığı ziyaret ve burada bazı Türk yayın organlarının editörleriyle yaptığı toplantı konu ediliyor. Gazetecilere yaptığı konuşmada, “Avrupa’nın hakları vereceğine konusunda kaygım yok.” diyen Mustafa Kemal, o dönem yaşanan barış ortamının kalıcılığı konusundaysa karamsarlığını dile getirdiği görülüyor. Bu noktada konunun Musul sorunundan kaynaklandığı ve M. Kemal’in “Musul’un Türkiye’nin ayrılmaz bir parçasıdır.” dediğine dikkat çekiliyor. M. Kemal konuşmasına şöyle devam ediyor: “Kurucusu olduğum Halk Partisi Türkiye’nin bağımsızlığı ve kalkınmasına yönelik bir harekettir. Bugüne kadar bir ordu mensubu olarak vazife yaptım. Ancak bundan sonra siyasetçi olarak hizmet vermek istiyorum. Şayet Avrupa taleplerimizi dikkate almazsa, savaşı göze alabiliriz. Türkiye şu anda çok daha güçlü olduğuna sizi temin ederim. Amaçlarımızı gerçekleştirecek güce sahibiz.” Yazının sonunda, “Türkiye’nin ve İslam’ın kalkınmasına duacıyız.”[3] notu yazar tarafından dile getirilmesi, derginin Türkiye’ye ve Türkiye’deki gelişmelere ve bunun İslamiyetle bağına dair bir referans olarak görülebilir.

“Musul Konusu” başlıkla haberde... İstanbul’dan alınan haberde Lozan Konferansı’nda Musul konusunun Türk ve İngiliz heyetleri arasında görüşüldüğü, maden ve özellikle de petrol kaynaklarına sahip Musul’un İngilizlere verildiği belirtilir. Bununla birlikte, Kral Faysal’ın Bağdat’a hakim olduğu, Bağdat’ta İngiliz birlikleri bulunduğu ve İngilizlerin talebinin de sadece buna dayandığı belirtilir. Ancak daha önce gelen haberlere göre Musul konusunun İstanbul’da ele alınacağı; ancak her nasılsa Ankara’daki İslam Cumhuriyeti’nin, İngilizler’le Musul konusu ve diğer hususları görüşmek üzere Yusuf Kemal Bey’i Londra’ya gönderdiği; görüşmelerin İslam Cumhuriyeti’nin lehine sonuçlanması için elinden gelenin yapılacağının ümit edildiği belirtilir. Lozan Konferansı’nın tarihlerinin henüz belirlenmediği, bununla birlikte görüşmelerin Müslümanlar lehine gelişmesi ve Musul’un yeniden İslam Cumhuriyeti’ne dahil edilmesi temennisi dile getirilir.[4]

“Medan Moeslimin” adlı bir başka yayın organında çıkan haberde, Musul yakınlarında ‘Kürdistan’ bölgesinde Türk hükümetine karşı bir tür ayaklanmanın çıktığı, 27 bin Türk askerinin bu ayaklanmayı bastırmak üzere harekete geçtiği; geçen üç gün zarfında bu meselenin sona erdiği belirtiliyor. Londra’dan çekilen telgrafta atıfla, 27 bin askerin isyancılara teslim olduğuna işaret ediliyor. Editör bu gelişmelere yorum olarak ‘Söz konusu bu haberlerin yalan olduğunu görmek gerekiyor. İngilizler Musul meselesinden ötürü bu şekilde yalan haberler üreterek Türkiyeye zarar vermek istiyor.’ açıklaması yapıyor. Ayrıca, İngiltere, Türkiye’nin Musul meselesini halletmek için uluslararası kurumlara gitmeyi istemediği; aksi halde, 27 bin Türk askerinin Musul’un kaderini belirlemeye yönelik bir çaba olup olmadığı soruluyor. Bu haberin ardından, konuyla ilgili bazı gelişmelere yer verilerek, söz konusu isyanın liderinin yakalandığı, Ankara’da idam cezasına çarptırıldığı;  Londra’dan gelen haberin ancak yarısının doğruluğuna inanılabileceği belirtiliyor.[5]
Bu konu gazetenin aynı sayısında farklı sayfalarda yine ele alındığı görülüyor. Bu bağlamda, bir general ve iki albay’ın Bağdad’da göz altına alındığına dair bir haber yayınlanmış.  Milletler Cemiyeti heyetinde bulunan söz konusu Türk komutanların İngilizlerce göz altına alındığı belirtiliyor. Neden olarak da bu komutanların Musul’da güvenliği tehlikeye atabilecekleri endişesiyle gerçekleştiğine yer veriliyor. Öte yandan, Milletler Cemiyeti temsilcilerinin İngilizlerin bu girişimini protesto ettikleri ve Türk komutanların bir an önce serbest bırakılmaları yönünde girişimde bulunmuş olsa da İngilizler bunu kabul etmediler. Türk dışişleri bakanı Şükrü Kaya’nın girişimde bulunduğu ve ardından serbest bırakıldıkları belirtiliyor.[6]

Ayrıca, Musul halkının Türk delegasyonunun ziyaretini memnuniyetle karşıladığına vurgu yapılıyor. Haberde ayrıca, İngilizlerin İslamiyete, özellikle de -İslam mücadelesini üstlenmiş olan- Türk İslamına/Müslümanlarına yönelik düşmanlığına vurgu yapılıyor. Ardından İngilizlerin niçin Lahor’da Ahmediyye hareketine açıkça destek verdiği soruluyor. Londra’da Ahmediyyenin temsil ettiği İslam anlayışının İngilizler gibi kapitalist bir devletin çıkarlarına hizmet ettiği, ve bu cemaatin İngilizlerin bir aleti olduğuna kuşku olmadığı belirtiliyor.[7]

Aynı gazetenin bir başka sayısında, İngilizlerin barış görüşmelerinde bulunmak amacıyla Musul konusundaki çalışmalar için Irak ve Ankara’ya gönderdiği yöneticiler konu edilir.[8] Aynı gazetenin bir başka sayısında, Musul konusunda varılan anlaşmadan duyulan memnuniye dile getirilirken, Avrupa gazetelerine atıfla Türkiye’nin arzu ettiği hakkı aldığı belirtiler. Anlaşma sayesinde dünyanın yen ibir savaşın eşiğinden kurtulduğuna dikkat çekilir.[9] Medan Moeslimin’in 1925 yılına ait bir sayısında Musul konusunun bağımsız bir komisyon tarafından ele alınması konusunda bir görüş ortaya konuyor. Haberde İngilizlerin Türklerle Çanakkale önlerinde karşılaşmak istemediği belirtilerek yeni bir savaş arzu edilmediğine atıfta bulunuluyor.[10]

Zaman Baroe adlı yayın organının 1926 yılı Ağustos ayı sayısında Türkiye ile İngiltere arasındaki Musul sorununa dikkat çekiliyor. Fırat’a komşu olan Musul’un petrol zengini olduğu; Türk devletinin, İngilizler yönetimdeki Musul’u almak istediği belirtiliyor. Türk devletinin İngilizlerin gücünden çekindiği için İngilizlerle arası iyi olmayan Rusya’ya yanaştığı, ancak bir süre sonra Rusya’yla işbirliğinin bir çözüm olmadığı; Türkiye ve Rusya’nın elbirliğiyle İngilizleri alt edebilme ihtimali olmasına rağmen, İngilizler’in İtalya ile ittifak kurduğu ve bu nedenle Musul’un İngilizlerin elinde kaldığı belirtiliyor. Bunun üzerine, Türkiye Irak’ta egemenlik kuran İngilizlerle anlaşma imzaladı ve Musul Irak topraklarının bir parçası haline getirildi. Söz konusu bu anlaşma gereğince Türkiye devletinin yüzde onluk bir gelir elde edeceği ifade ediliyor. Türkiye ve İngiltere’nin bu anlaşmadan memnun oldukları, ancak öte yandan Türkiye ile birlikte hareket ederek Musul’dan pay almayı hedefleyen Rusya’nın bu gelişmeden memnuniyetsizliğine dikkat çekiliyor.[11]




[1]“Oeroesan Negri Mousul”, Bintang Islam, No. 7, 10 April 1924, 5 Ramlan Zee 1342, Tahoen II, s. 135. Not: Yusuf Kemal Paşa, 1921-1922’de dönemin Hariciye vekilliğini yaptı. Daha sonra Tengirşenk soyadını alarak milletvekilliği dahil çeşitli görevlerde bulundu.
[2]“Menoedjang Toerki Seberapa Bisa”, Bintang Islam, No. 3 (?), 1923, s. 62-3. 
[3]“Kemal Pacha Berchotbah Kepada Journalist Journalist toerki”, Bintang Islam, No. 6, Tahoen I, p. 134.
[4]“Oeroesan Negri Musul”, Bintang Islam, No. 7, 10 April 1924, 5 Ramlan Zee 1342, Tahoen II, s. 137.
[5]“Pechabaran: Keriboetan di Toerki”, Medan Moeslimin, No. 7, 5 April 1925  (11 Pasa Dal 1343) Tahoen XI, s. 110.
[6]“Pechabaran: Seorang Djendral dan Doewa Orang Major Turky di Tahan di Bagdad”, Medan Moeslimin, No. 7, 5 April 1925  (11 Pasa Dal 1343) Tahoen XI, p. 108. (pp.: 108-109).
[7]“Pechabaran: Seorang Djendral dan Doewa Orang Major Turky di Tahan di Bagdad”, Medan Moeslimin, No. 7, 5 April 1925  (11 Pasa Dal 1343) Tahoen XI, p. 109. (pp.: 108-109).
[8]Medan Moeslimin, No. 14, 10 Mei 1926  (26 Shawal Be 1344) Tahoen XII, s. 239.
[9]“Mosul”, Medan Moeslimin, No. 22-23, 1-10 Augustus 1926  (21-30 Soeroe Waoe 1345) Tahoen XII, s. 336.
[10]Medan Moeslimin, No. 3, 5 Februari 1925 (5 Djoemadilakir 1343), Tahoen XI, s. 39.
[11]V. Goudoever, “Dari Negeri Asing”, Zaman Baroe, No. 1, 16 Augustus 1926, Tahoen I, p. 6. 




10 Ekim 2017 Salı

Keşmir sorununa yeni bir çözüm arayışı -ama nasıl? / A new search of solution to Kashmir conflict

Mehmet Özay                                                                                                                       10.10.2017

Keşmir sorununun çözümü konusunda görüşmelerin yeniden başlatılması hususu yine gündemde. Geçen hafta Londra’da bir kurumun düzenlediği toplantıda biraraya gelen Hindistan ve Pakistan’ın istihbarat birimleri eski başkanlarının yaptıkları açıklamalarla bu anlamda önemli bir gelişme olarak değerlendirilmeli. Sadece geçmişte önemli görevler üstlenmiş iki istihbaratçının değil biraraya gelmesi değil, Keşmir sorunuyla ilgili gündeme taşıdıkları görüşler de dikkat çekici.

Keşmir sorununu ‘terör’le birlikte anan Hindistan’la, Keşmir’i Hindistan’ın ordu varlığına karşı koruduğunu ileri süren Pakistan’ın bu iki üst düzey eski yöneticisinin açıklamaları dikkate alınmalı. Özellikle geçen yıl Burhan Wani adlı Keşmirli önde gelen bir savaşçının Hindistan birliklerince yapılan saldırıda hayatını kaybetmesinden bu yana, Keşmirlilerin toplumsal olarak verdikleri tepkiler ve bunun Hindistan açısından bölgede ‘güvenliği sağlama’ konusundaki girişimleri, Keşmir’i yeniden bir şiddet dalgası içine sürüklendi. Şiddetin ve huzursuzluğun gün be gün tekrarlandığı Keşmir’de işlerin nasıl hal yoluna koyulacağı konusu, tarafları yeniden barış masasına nasıl oturulacağı konusunda düşünceye sevk etmiş görünüyor.

Bu anlamda, Hindistin istihbaratçı Dulat, geçen yıldan bu yana Keşmir’de giderek artan ve devamlılık mahiyeti kazanan şiddet ortamının müsebbibi olarak Hindistan makamlarına işaret etmesi önemli. Sadece son dönemde ordu gücünü harekete geçirmesi bağlamında değil elbette. Uygulanan politikaların yanlışlığına bizzat işaret etmesi, Hindistan çevrelerinde yankı bulunması beklenen talepler olduğuna kuşku yok. Dulat’ın bir başka önemli çıkışı, çatışmanın bir çözüm olmadığı ve tarafların masa başına oturması yönündeki düşüncesine dayanıyor. Dulat’ın bu iki görüşü büyük bir önem taşıdığı gibi, açıkçası Hindistan hükümetine yönelik doğrudan bir mesaj niteliğinde.

Bununla birlikte, Hindistan hükümetinin Keşmir sorununda şiddetin arka plânında ‘yapıcı’ bir unsur olarak Pakistan’ı görüyor. Bu nedenle, Hindistan tarafı, Pakistan’la masaya oturulabilmesi ve görüşmelerin somut bir sürece yayılabilmesinin şartı olarak adına ‘terör’ dedikleri desteğin Pakistan tarafından sonlandırılmasını istiyor. Ancak Dulat yukarıdaki görüşlerine ilâve olarak Hindistan’ın bugüne kadar ki bu belki de olmayacak belkentisine bir anlamda meydan okuyarak Hindistan’ın ‘terör’ adı verilen yapıyla masaya oturulması görüşünü gündeme taşıyor. Buradan Dulat’ın Hindistan yönetimini, hem Pakistan hem de Keşmir halkının temsilcisi grup/lar/la biraraya gelmeye davet etmesi yeni bir açılım olarak değerlendirilebilir. Zaten Hindistan yönetiminin böylesi bir girişimi kabul etmesinin de istisnai olacağını kendisi belirtiyor.

Bununla birlikte, sorununun odağında yer alan Keşmir’i ve Keşmir halkını siyasi temsil gücüne sahip bir yapının  temsilen kimsenin olmaması ise yine başlı başına bir durum. Keşmir sorununun çözümünde daha 1948 döneminde gündeme gelen referandum bir çözüm olarak halen ortada duruyor. Bu  süreçte, Keşmir sorununda koruyucu kollayıcı vasfını taşıyan Pakistan’ın Hindistan ile masaya oturması anlamlı olacağına kuşku yok. Ancak geçmişte bağımsız, özerk bir yönetim bölgesi olarak varlık sürmüş, bugünse yirmi milyonu bulan Keşmir’in kendini siyasi olarak ifade edebileceği olgunlukta olduğu da dikkate alınmalı. Şayet Keşmir’in böylesi bir olgunluğa sahip olmadığı söylenirse, bunda herhalde bugüne kadar Pakistan’ın bölgede yürüttüğü politikaların da bir payı olsa gerek.

Dulat’ın Londra’ki demecine dikkatle bakıldığında, ‘demokratikleşme’den bahsetmesi önemli. Ancak bu demokratikleşmenin Keşmir’den beklenmesi kadar, Keşmir’e korumacılık vasfıyla yaklaşan Pakistan’ın demokrasiyle ilintisi ve geçirdiği süreçleri yabana atmamak gerekir. 1948’den bu yana sorunlu bir ‘demokrasi’ sürecine konu olan Pakistan’ın, bugüne kadar korumacılık vasfıyla yaklaştığı Keşmir’de böylesi bir süreci tetikleyebilecek, destekleyebilecek birikim ve donanımda olup olmadığı da üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. Üstüne üstlük Pakistan, ‘demokratik’ siyasal yaşamına doğrudan bir müdahale olduğuna kuşku olmayan komşu ülke Afganistan’daki yapılanmaların da ciddiyetle ele alınması gerekiyor.

Unutulmamalı ki, 2000’li yılların başında dönemin başbakanı Pervez Müşerref, ülke istihbaratının üst düzey isimlerini, Afganistan’daki silahlı gruplara ‘sempatiyle’ yaklaşmaları nedeniyle görevden aldı. Ülke gündemini böylesine meşgul eden şiddet ile siyasal ve de toplumsal istikrarsızlık kaynağı yapılara mesafe kadar, bunlarla ciddi bir mücadelenin verilmesi Pakistan için olduğu kadar, Keşmir üzerinde de olumlu etkileri olacaktır. Pakistan istihbaratının eski ismi Ehsan-ul Haq, Londra’daki konuşmasında Keşmir’de askeri müdahaleden ziyade, giderek daha çok demokratikleşme, iyi yönetim, hesap verilebilirlik gibi olguların hayata geçirilmesi konusunda bir iradeden bahsediyor. Ancak, hiç kuşku yok ki, bu hususların öncelikle Pakistan’da hayat bulması ve Keşmir’e bir model olması gerekiyor.

Bu anlamda, Hindistan’la masaya oturmadan önce Keşmir’deki siyasi temsil kabiliyetindeki grupların biraraya gelmesi ve ortak bir barış görüşmeleri sürecine nasıl katkı yapabileceklerini deklare etmeleri gerekir. Tabii bu sürece Pakistan yönetiminin nasıl yaklaşacağı ise, Keşmirli siyasetçiler önündeki bir başka konu olarak ortaya çıkıyor. Hele hele Keşmirli siyasetçiler Pakistan’dan bağımsız bir çözüm sürecine yanaşmamaları ise, tastamam Keşmir’in siyasi varlığının devam ettirilip ettirilmeyeceğiyle ilgili olduğunu da söylemek gerekiyor.

Öte yandan, ‘demokratikleşmeyi’ bir çözüm olarak gündeme taşıyan Hindistan tarafının ise bugün iktidardaki Hindu milliyetçisi siyasi yapılanma ve bunun toplumsal yansımasının bu süreçte bir güven unsuru olup olmadığı da üzerinde düşünülmesi gereken bir diğer alanı oluşturuyor. Ülke içerisinde bile Hindu milliyetçiliği ideolojisi üzerine temellenen Bharatiya Janata Party’nın (BJP) varlığı toplumsal barış için bir sorun olarak dile getirilirken, böylesi bir yönetimle Keşmir sorununun nasıl çözüme kavuşturulabileceği de en azından şimdilik rasyonel bir duruşa işaret etmiyor.