29 Eylül 2014 Pazartesi

Hong Kong’da Neler Oluyor? / What’s Happening in Hong Kong?

Mehmet Özay                                                                                                              29 Eylül 2014

Yedi milyonluk Ada şehrinde halkın demokrasi talebine merkezi hükümet ve atadığı validen polis müdahalesi. 

Bir süredir Hong Kong’da yaşayan ‘sivil itaatsizlik’ yönelimli gösterilere polisin sert müdahalesi sadece Ada’da değil, bölgede şok etkisi yarattı. 1997 yılından bu yana gerçekleşen en şiddetli gösteriler olarak tanımlanan gelişmeler geçen hafta sonuna doğru üniversite öğrencileri dersleri boykot edip sokaklara dökülmesiyle büyüdü. Öğrencilerin dağılması beklenirken, hafta sonu ise öğrencilere daha öncede meydanları dolduran ‘Merkezi İşgal’ grubunun katılımıyla gerilim bir kat daha arttı. Hükümet binaları çevresini kuşatan sayısı elli bini bulan göstericiler polisin ‘dağılın’ uyarısı yerine, taleplerini daha güçlü ve kararlı bir şekilde dile getirmeyi yeğledi.

Ada’nın geleceğinde söz sahibi olma noktasında halk ile yönetim arasındaki anlaşmazlıkda güvenlik güçlerinin varlığının açıkça ortaya çıkması ve kullanılan göz yaşartıcı bombalarla bir başka safhaya evrilmiş oldu. Dünyanın en gelişmiş ekonomik faaliyetlerine konu olan Hong Kong da  böylece polis gücüyle tanışmış oldu. Vali Leung Chun-ying televizyondan yaptığı konuşmada gösterileri yasadışı olduğunu söyleyerek bir anlamda göz dağı vermeye devam etti. Benzer bir açıklama Hong Kong ve Macau Özel Yönetimi Başkanlığı’ndan geldi ve gösterilerin yasa dışı oluşuna dikkat çekilerek, ‘düzenin korunması’ çabalarına destek verildiği açıklandı.

Gösterilerin nedeni, halkın kendi valisini kendisinin seçmesi yani serbest seçim talebinden kaynaklanıyor. Çin merkezi yönetimi ise bu talebi dikkate almayarak, Ada’yı yönetecek kişinin kendi isteği doğrultusunda olmasındaki ısrarcı. 1200 kişiden oluşan ve Çin-yanlısı olduğu iddia edilen komite aday tespiti yapıyor. İşte bu, halkın önemli bir kısmının kabul etmediği ve demokratik bulmadığı bir girişim olarak adlandırılıyor. Bu bağlamda, Ada halkı, en azından bir bölümü ise 2017 yılında yapılacak atamayı reddederek, halkın kendi valisini seçmesi talebiyle gösteriler yapıyor.

Ada’da gerginliğin artmasında iki temel neden bulunuyor. İlki Temmuz ayında Devlet Başkanı Xi Jinping’in ‘Beyaz Rapor’ adı verilen çalışmada, 50 yıl süreyle Hong Kong’a ‘bağışlanan’ otonom hakkın geri çekildiğinin vurgulanmasıydı. Ardından, tıpkı Tayland’da gördüğümüz üzere, kısa bir süre önce muhalefete karşılık rejim yanlılarının meydanları doldurması oldu. Bu süreçte, Beijing yönetiminin kararına muhalefet edenlerin etkinliğinin giderek azaldığı yönündeki haberler, Ada’nın geleceğiyle ilgili karamsar görüşlerin ağırlık kazanmasına neden oldu. Aynı dönemde, İngiltere eski sömürgesi Hong Kong’da ‘demokratikleşme’ sürecinden yana tavır almasıyla Çin yönetiminin tepkisini çekti.

Hong Kong’un dünyaca ünlü şirketlerinin bulunduğu caddelerinde ve meydanlarında bunlar olurken, akıllara 1989 yılındaki Tiannanmen Meydanı vak’ası geliyor ister istemez. Zaten o dönemde, Hong Konglular, yönetim yapısı içinde yer alacakları Çin’e karşı Tiannanmen Meydanı’nı dolduran öğrencilerden yana taraf olmuştu. Hong Konglular şimdi benzer bir tabloyu Ada’da bizzat kendileri yaşıyor. Öyle ki, polis göstericilerin dağılmama kararı üzerine, ‘Askeri güç’ kullanma tehdidinde bulunması dikkat çekiciydi.


Çin’in güler yüzlü başkanı Xi Jinping’in gösterilerin şiddetle engellenmesi karşısında nasıl bir yol izleyeceği merak konusu. Bir yanda insan hakları, demokratikleşme söylemi ile gerek Çin içerisinde gerekse Batı’dan gelen talepler, öte yandan Hong Kong gibi küresel kapitalizmin atar damarlarından birinde ekonomik düzenin olası bir felci Çin yönetimini önemli kararlar almaya itebilir. Tabii bu kararların Hong Kong kadar, Çin ve küresel ekonomi ve hak taleplerine verilecek doğru cevap olup olmayacağını zaman gösterecek. 

28 Eylül 2014 Pazar

Tayland: Güneydoğu Asya’nın “Hasta Adamı” / Thailand: ‘A Sick Man’ of ASEAN

Mehmet Özay                                                                                                                 28 Eylül 2014

Tayland siyaseti tüm zaafları ve açmazlarıyla birlikte sadece Güneydoğu Asya’nın değil belki de Asya kıtası içinde ‘hasta adam’ lâkabıyla anılmayı hak ediyor. Bu noktada siyasi gözlemcilerin neredeyse ortak bir kanaatte olduğunu söylemek mümkün. Bir yandan bölgede ‘aktif’ sömürgeleştirilmeye maruz kalmamış bir ülke, öte yandan dünya Budizmi’nin en önemli ayaklarından birini oluşturmasıyla dikkat çeken ve çevresindeki komşu ülkeler gibi çok etnikli/çok dinli bir yapıya sahip olup azınlıklar gibi bir sorunu devasa boyutlarda yaşamayan -Patani’yi bu kategori dışında ele almak gerekir- Tayland, monarşi ile halkın yönetimi arasında bir açmazı tecrübe ediyor. Bu tecrübe elbette yeni değil. Dönemin siyasi çalkantıları/gelişmeleri içerisinde yer bulan ve 1932 yılında monarşiye karşı girişilen müdahalede parlamenter sisteme geçilse de, süreç daimi olarak monarşiye odaklanmış bir siyasi yapı üretti. Monarşi’nin ordu-siyasi elitler ile kurduğu tarihsel ittifak modern dönemde adına parlamenter demokrasi denilen dönemin ‘hakkıyla’ ortaya ortaya konulmasının önündeki engeli oluşturdu. Bugünden bakıldığında ‘1932 Hareketi’nin acaba ‘içerden bir müdahale’ olup olmadığını da akla getirmiyor değil. Daha açıkça ifade edersek, monarşinin toptan devrilmesi yerine, ‘ileriyi’ görebilen saray ve çevresinin siyasi evrime ön ayak olması şeklinde yorumlamak mümkün.

Darbeler ülkesi olmaklığın getirdiği özellik nedeniyledir ki, Tayland, yukarıda dile getirdiğim şekilde hâlâ ‘hasta adam’ olgusuyla anılan bir ülke özelliği sergiliyor. Geniş bir coğrafyaya sahip, Doğu Çin Denizi, Bengal Denizi gibi iki farklı deniz yoluna açılan sınırları, kuzeyinde Çin güneyinde Malay Müslüman dünyası ile etkileşimi bu ülkeyi sadece ekonomik anlamda değil, sosyal ve kültürel dünyasını da zenginleştirecek unsurlar olarak dikkat çekiyor. Bu potansiyel maddi imkânların pratiğe dökülmesinde Tayland’da 1980’li yıllardan başlayan bir ‘kalkınma’ olgusundan bahsedilebilir. Aslında Tayland gibi bir ülkede yakinen tecrübe edildiği üzere, ‘kalkınma’ gibi bir kavramın çok da iç açıcı olmadığını söylemek gerekir. Kalkınmanın toplumda hedef birlikteliği, var olan ahenk düzeyini azamiye çıkarma arzu ve isteği ile içinde bulunduğu coğrafyaya ve dünyaya modellemeler sunma kabiliyeti gibi hususlar dikkate alındığında Tayland’ın pek de bu bağlamlarda esamesi okunmuyor.

Kaldı ki, henüz doğru dürüst anayasası olmayan bir ülkeden bahsediyoruz. Sayısı yirmiyi bulan darbe ve darbe benzeri müdahaleler, ülkede sivil siyaset ve kurumlarının ortaya koyduğu bir anayasadan bahsedilemiyor. Bunun yerine, gücünü Tay kozmolojisinden alan kraliyet kurumu/saray ve buna eklemlenen ordu ve bürokratik yapı ile elitler arasında bir sözlü anlaşmadan bahsedilebilir. Bu sözleşmenin pratikte ülkenin nasıl yönetileceği konusuna verebildiği pratik bir cevap da yok.

Tabii Tayland monarşisi dendiğinde, bu yapının yarı-kutsal bir niteliğe büründüğünü, öte yandan Hindistan/Sri Lanka ve Çin Budist gelenekleri arasında kendine özgü bir yeri olduğunu ifade edelim. Kadim monarşi geleneği süreçte Budizmi koruyan bir kurum olarak hizmet verirken, benzer şekilde monarşi de Budizmin kutsallığından kendine pay almaya başladı. Bugün, modern Tayland’ın içinden çıkamadığı ikilem temelde bu. Son dönemde ortaya çıkan muhalefet hareketine karşılık, Monarşiye karşı gelmenin dinsel bir inanç bağlamında ‘aykırılık’ olacağından hareketle bu kuruma yönelik bağlılığını sürdüren güçlü yapılar olduğu bir gerçek. Bunun başında ordu, siyasi elit geliyor. Yingluck Shinawatra hükümeti son gösterilere direnirken, kimi gözlemciler ordunun tarafsızlığına atıfta bulunuyordu.

Ancak 22 Mayıs’da gerçekleşen darbe, ordunun, dün gibi bugün de, gücünü aldığı monarşiye bağlılığını sergilemekte olduğunu ortaya koyuyor. Bunu salt darbe girişimine bağlamıyorum. Darbecilere davetiye çıkartan sözde muhalefet grubunun lideri Suthep Thaugsuban herhangi bir yargılamaya konu olmazken -ki örneğin Yingluck da buna cesaret edememişti-, ülkenin mevcut sistemi içerisinde seçimle iktidara gelen Yingluck Shinawatra ve bakanlar aynı yapı tarafından mahkemeye çıkartılabiliyor. Tabii Suthep gibi muhalefet kanadını temsil edenlerin bu ‘sivil’ güçlerini nereden aldıkları sorusu önemli. Aslında Suthep’in monarşi yanlısı Demokrat Parti’de başkan yardımcılığı görevini yaptığını daha önceki çeşitli yazılarda dile getirmiştim.

Bununla birlikte, Kral’ın ilerlemiş yaşı ve hastalığı nedeniyle ülke siyasetine doğrudan müdahalesi söz konusu değil. Ancak kralın biyolojik olarak sağlıklı olsa da, tek başına hareket etmediği, bir siyasi mekanizma olarak krala danışmanlık yapan bir komite bulunuyor. Bu komitenin üyelerinin de eski ordu mensupları, siyasiler olduğu dikkate alındığında Saray’da sözü geçen kitle ile sokakta ‘sivil’ muhalefet yaptığını söyleyen Suthep ve benzerlerinin oluşturdukları bloğun ‘sağlamlığı’ ortaya çıkıyor. Suthep, ‘seçilmiş’ Başbakanı ve hükümetin görevden alınıp, yerine ‘atamayla’ getirilen bir Başbakan ve meclis istiyordu. Ve istediği de oldu. Kadim dönemlerde kralın bir bölgeye vali ataması gibi bir atama diyebiliriz buna. Bugün hasta yatağında Kral bunu yap/a/mıyor, ancak kral adına ülkeyi yönetme azmi ve gücünü kendinde bulan ordu yapıyor. Sistem aynı şekilde işliyor, sadece aracılar farklı.

Geçen yıl 31 Ekim’de gösteriler başladığında, Bangkok caddelerinde hayat felç olduğunda az da olsa ‘sivil savaş’ tehlikesinden bahsediliyordu. Dönemin Başbakanı Yingluck -daha doğrusu abisi Thaksin Shinawatra- taraftarları sokağa dökülme egzersizleri yapıyordu. Sivil savaş çıkmadı. Ancak ordu, siviller üzerinde yine baskısını ortaya koyarak sivil yaşamı yeniden yönlendirme, çeki düzen verme ‘görevini’ üstlendi.


Tayland, 1932 yılından bu yana 84 yıllık modern tarihinin en kara günleri yaşıyor. Ülke siyasi yapısı üzerinde egemen güçler bu duruşlarıyla ne ülkeye ve halkına, ne ülkenin üyesi olduğu ASEAN’a ne de genel anlamıyla küresel sisteme bir umut vaad edebiliyor. 

26 Eylül 2014 Cuma

Endonezya’da Suharto Dönemini Hatırlatan Bir İcraat / An Act Reminiscent of Suharto Era in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                                   26 Eylül 2014

Dünyayın en kalabalık Müslüman nüfusuna ev sahipliği ve üçüncü büyük ‘demokrasisi’ olmakla öne çıkartılan Endonezya’da on beş yıldır süren reform sürecinin önemli kazanımlarından biri olan yerel yöneticilerin halk oyuyla seçilmesine olanak tanıyan yasa Parlamento’da dün yapılan bir oturumda kaldırıldı. Bu karar sivil bir darbe niteliğinde etki yaptığını söylemek mümkün. Bu darbe sadece ülkenin prematüre demokrasisine değil, yeni başkan Joko Widodo’ya vurulmuş bir darbe.

Bu değişiklikle, 2004 yılından itibaren uygulanmakta olan ilçe, il belediye başkanları ile valilerin halk oyuyla seçilmesinin öne kapanmış oldu. Son on yıldır Başkanlık koltuğunda oturan Susilo Bambang Yudhoyono’nun görevini tamamlamasına günler kala, mevcut parlamentoda alınan bu karar sadece Yudhoyono dönemine kara bir leke olarak düşmedi. Aynı zamanda, 1998 yılı Mayıs ayında 32 yıllık iktidarını bırakmak zorunda kalan ve bir yazımda kendisini Modern Kral olarak adlandırdığım Suharto’lu yılların ardından başlatılan reform sürecinin de geri tepmekte olduğunun emaresi olarak dikkat çekiyor.

Yasa değişikliğine neden olarak öne sürülen ‘seçimlerin masraflı’ oluşu söylemi herhangi bir rasyonalite taşımıyor elbette. Böylesi bir söylem yerine, bürokratların, siyasilerin, yerel yöneticilerin yolsuzluk suçlamalarına konu olmadan neredeyse bir günün bile geçmediği ülkede, dev bütçeli projelerin şeffaf, hesap verilebilirlik vb. ile hayata geçirilebilmesinin yolunu arayıp bulma çabasının sergilenmesi beklenirdi. Ancak bunun yerine, halkın yanı başındaki yöneticiyi belirleme hakkını gasp etmekde karar kılındı. Parlamento üyelerinin bu icraatı da, aslında gizli/açık bir tür yolsuzluk örneği olarak ülke siyasal günlüğüne kaydedilmiş oldu.

Aslında mevcut parlamentonun böylesi bir kararı alması için ne gibi bir ‘gerçekçi’ gerekçesi vardı diye sormak gerekiyor. Çünkü 9 Nisan parlamento seçimleri ardından, 9 Temmuz’da başkanlık seçimi ülkede yeni bir döneme girildiğini gösteriyordu. Bu dönemin hiç kuşku yok ki, belirleyici ismi Solo (Surakarta) Belediye Başkanlığı, ardından Cakarta Valiliği yapmış olan Jokowi’dir. Yaklaşık bir buçuk yıldır süren Başkanlık seçimleri yarışında ismi sürekli ön plânda olan ve nihayetinde seçim yarısında ipi göğüşleyen Joko Widodo halkın umudu olarak öne çıkıyordu. Görev devir tesliminin yapılacağı 20 Ekim tarihine az bir süre kala Ulusal Parlamento’nun ülkedeki mevcut demokratik yapılanma üzerine kara bir gölge olarak düşen kararın gerekçesi 9 Temmuz Başkanlık seçimiydi.

Başkanlık yarışının iki numaralı ismi, eski general, Suharto’nun üvey oğlu ve ülkenin en zengin ‘politikacısı’ Prabowo Subianto’nun seçimi kaybetmesinin ardından ortaya koyduğu reaksiyon, dün Parlamento’daki kararın alınmasının başlangıcını teşkil ediyor. Prawobo, seçim sonuçlarına itiraz etmiş, üstü kapalı bir şekilde taraftarlarının ‘sabrının taşabileceğini’ öne sürerek toplumsal kaosdan bahsetmiş ve konu Anayasa Mahkemesi’nde uzun süren bir görüşmenin ardından verilen kararla bu itiraza temel teşkil eden iddiaların yeter güçte olmadığına karar verilmişti. İşte bu kararın ardından Prabowo rakibinin elini sıkıp, Parlamento’da ülkenin önemli sorunlarının çözümü için mesai harcamak yerine, pek de gelişkin olmayan ancak umut vaad eden bir tür demokratik seçim sürecini ortadan kaldırmaya matuf bir icraatın öncülüğüne soyundu.

Prabowo, başkanı olduğu Büyük Endonezya Partisi (Gerindra), başkanlık sürecinde ittiak kurduğu partileri de yanına alarak, ‘belediye başkanları ve valilerin’ halk tarafından seçilmesini içeren yasayı değiştirme sürecini başlattı. Ve Suhartolu yıllara dönüş olarak yorumlanan karar dün yapılan parlamento görüşmelerinde 135’e karşı 226 oyla kesinleşmiş oldu. Gerindra’nın bu girişimin ardında Prabowo’nun seçimi bir belediye başkanına kaybetmesinin rolü büyük. Son on yıldır devlet başkanlığına hazırlanan Prabowo, bireysel bir hıncın ötesinde aslında damarlarında dolaşan Suhartoculuk kibrini ortaya koymuş oldu.

Herkes, 20 Ekim’de başkanlık  değişimine hazırlanır; Jokowi ve yardımcısı Yusuf Kalla yeni kabine üyelerini tespitle meşgul olurken, parlamento sadece ülke gündemine değil, ASEAN içerisinde de yankı bulacak bir girişimle meşguldü. Çünkü 9 Nisan ve 9 Temmuz seçimleri, Myanmar’da, Kamboçya’da, Malezya’da, Taylan’da kaoslara şu veya bu şekilde neden olmuş seçim süreçleri karşısında bu dev ülkede başarılı bir seçim sınavı verilmesi, kayda değer bir itibarın oluşmasına neden olmuştu.


Parlamento’da alınan bu karar, Jokowi’ye Başkanlığı öncesinde büyük bir süpriz olduğu kadar, Başkanlığa fiili olarak başladıktan sonra da Parlamento’daki ‘güçlerle’ sıkı bir mücadele içinde olacağının ipuçlarını veriyor. Jokowi’yi başkanlığa taşıyan, kendisini aday olarak gösteren Endonezya Demokratik Mücadele Partisi (PDI-P) ve görece siyasi desteği az partilerin desteğinin yanı sıra, muhalefet bloğunu oluşturan ülkenin önemli partilerinin destekçilerinden de kısmen oy almış olmasıydı. Ancak, Endonezya siyasi yapısında Başkan’ın önemi kadar, nihai karar mekanizmasında Parlamento’nun onayı işte önümüzdeki sürecin Jokowi açısından epeyce zorlu geçeceğinin ibarelerini oluşturuyor.

24 Eylül 2014 Çarşamba

ABD’nin Asya Yüzyılı ve Yeni Eksen Arayışları / Asian Century and the Search for New Axis

Mehmet Özay                                                                                                                  24 Eylül 2014

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Hindistan’a yaptığı resmi ziyaret, bu yüzyıla biçilen ‘Asya’ vurgusunu güçlendirir nitelikteydi. Ancak bu gelişmeyle dikkat çeken husus, Asya vurgusunda belirleyici gücün ABD mi, yoksa bölge güçleri mi olacağı yönünde odaklanıyor. Bir tezatı açıkça içinde barındıran bu durum, Asya Yüzyılı vurgusuna ABD kadar Çin ve Hindistan’ın da rol alabileceğini gösteriyor. Öyle ki, bu ziyaretin ortaya koyduğu gelecek vaadini Hindistan Ulusal Güvenlik Danışmanı’nın, ‘yörünge sıçraması’ kavramında ortaya koymak mümkün.

Bununla birlikte, Çin-Hindistan ilişkilerinin bugün başlamadığı gibi, bu iki ülkenin tarihsel ve kültürel olarak bölgede oynadıkları rol de yabana atılacak gibi değil. Örneğin, bu ziyaretten sadece birkaç ay önce Beijing’de yapılan üst düzey bir törenle Çin-Hindistan (ve de Myanmar) arasında Beş İlke adıyla anılan barışçıl birliktelik sözleşmesinin 60. yılı kutlamaları vardı. Savaş sonrası gelişmelerinde doğan Beş İlke’ye dayalı yapı, Batı-Doğu yani ABD-Sovyetler Birliği özelinde doğan ve başat mücadele sahası Avrupa kıtası olan ‘Soğuk Savaş’ yılların, Güney-Doğu ve Güneydoğu Asya’daki güçleri, ya doğu/batı bloğundan birine yakınlaşan veya adına ‘bağlantısızlar’ denilen oluşumun ipuçlarını da içinde barındırıyor. Bugün Xi Jinping’in Hindistan ziyaretinin, böylesi bir yapının altmışıncı yılına denk gelmesi de oldukça anlamlı. Son dönemde ise. Prematüre de olsa, bunun küresel boyuttaki karşılığı ise BRICS’deki birliktelikte bulmak mümkün.

Ev sahibi Nahendra Modi’nin demecinde yer alan “iki ülkenin birlikte çalışmasının dünyada kalkınma ve ilerlemede önemli kapılar açacaktır” cümlesi, Asya Yüzyılı vurgusunda ABD’nin tek aktör olmadığına işaret ediyor. Bunun yanı sıra, ABD dışında söz söyleme kabiliyetinde olduğu iddiasındaki güçleri ortaya koyuyor.

ABD’nin Asya Yüzyılı söylemiyle ne kast ettiğine kısaca bir bakalım. Söz konusu vurguyu, Hillary Clinton 2011 yılı Kasım ayında yayınlanan makale ile yapmıştı. Clinton özelinde ABD’nin bu çıkışında, Obama yönetimiyle birlikte Ortadoğu ve Afganistan’daki uzun yıllara yayılan savaş dayatmacılığının sona ermesi ile Çin’in bizzat ABD eliyle gelişme gösteren ekonomik kalkınmışlık sürecinin bizatihi ABD’yi esir alacak boyutlarının uç vermesiyle alâkalı. Bu çıkışlar, bölgede kimin ‘ön’ alacağıyla ilintili. Salt ekonomik gelişmişliğiyle öne çıkan bir Çin değil, ‘paranın’ getirdiği bir tür zorunlu silahlanma ve yayılmacılık hissi uyandıran bölgesel atraksiyonlarıyla alâkalı.

Bu yüzyılla ilgili Asya vurgusu öne çıkarken, ABD’nin önceliğinin bütün bir Asya’yı kapladığının düşünülmesi de mümkün değil. Zaten Clinton’un makalesinde vurgu Asya-Pasifik bölgesine. Yani, koca bir Asya kıtasından ziyade, ABD’nin batısındaki deniz sınırını oluşturan Pasifik’in öte yakası, yani Doğu ve Güneydoğu Asya özelinedir. Asya-Pasifik’in, ABD’nin önümüzdeki yüz yıllık politikasında odak bölge özelliğine çıkartılmasında, okyanus sınırının öte ucunda var olan Çin’in bu sınır üzerinden esneme hareketleri sergilemesi bulunuyor. Ancak girişte dile getirildiği üzere, başta enerji olmak üzere küresel emtianın değiş tokuşunda aktarma organı rolü oynayan Hint Okyanusu ve çevresinin güvenliği Doğu ve Güneydoğu Asya sularından ayrı değerlendirilmiyor.

ABD’nin bölge üzerinde yapılaştırıcı tasarımına karşılık Çin’in uluslararası politikalarında yeniliklere gittiğine dair ciddi işaretler var. Bu bir anlamda, ABD Asya Yüzyılı söylemini ‘çerçeveleme’ çabası olarak da değerlendirilebilir. Bunun son örneği, Xi Jinping’in Hindistan’a yaptığı ziyaret. İki ülke arasında 4000 kilometre uzunluğunda sınırın bulunduğu Himalayalardaki çatışmalara kadar varan teritoryal anlaşmazlıklarla koşut giden bu ziyaret, Çin gibi ikili sistemle yönetilen bir ülke ile, bağlantısızlar kulübünün önemli üyesi Hindistan’ın küresel ilişkileri tekelinde yürütme gayretindeki ABD’ye karşı birarada olabilecekleri vurgusuyla öne çıktı.

Bu iki ülkenin biraraya gelişlerini ‘süpriz’ olarak değerlendirmek hatalı olur. Her şeyden önce, yukarıda kısaca değinilen Savaş sonrası koşullarındaki anlaşmanın ötesinde, şu tarihi geçmişi hatırlatmakta fayda var. Çin ve Hindistan sadece bugünkü sınırlarını oluşturdukları coğrafyada değil, Güney, Doğu ve Güneydoğu Asya’yı içine alan geniş bir coğrafyada dini-kültürel yapıları ile yapılaştırıcı rol oynamış iki önemli blok. Her iki yapının Hıristiyanlık ve İslam öncesi, ki bölgeyi konuşurken İslam ve Hıristiyanlık sıralaması daha uygun, dini/kültürel rolleri ile, Batı Asya’dan Doğu Asya’ya uzanan ve deniz ve su yolları ile nüfuz edebildikleri yerlere kadar ilerleyen birer medeniyet unsuruydular.

Bu son ziyaret vesilesiyle, söz konusu bu iki ülkenin, ekonomik temelli gelişmeye odaklı etkileşimlerini farklı alanlara kaydırabilme kabiliyetlerine sahip olup olmayacakları sorusunu sormak gerekiyor.

23 Eylül 2014 Salı

Malezya’da Sömürgecilik ve Ulus-Devlet Sorunu (2)

Mehmet Özay                                                                                                                   23 Eylül 2014

Malezya’da ulus-devlet sorunu bağlamında ‘vatandaşlık’ olgusu önemli bir yer işgal eder. Bu önemi hemen yazısın giriş bölümünde bir uzman görüşüne atıfla ortaya koyalım. Barolar Birliği Anayasa Komisyonu üyelerinden bir avukatın dile getirdiği üzere “Anayasa’da vatandaşlık ile ‘özel etnik yapı’ ayrımı Malezya anayasasını diğer ülke anayasalarından ayırmaya kafi bir özellik taşıyor. Buna ilâve olarak, vatandaşlığı, aynı hedef ve idealler etrafında biraraya gelmiş toplumsal grup olarak ele alacak olursak, bunun Malezya sosyolojisindeki yerinin tartışmaya epeyce açık olduğu görülür.

Malaya topraklarında, etnik ve tarihi kökenleri farklı toplum kesimlerinin biraraya getirilmesi sömürgecilik döneminde bir proje olarak gündeme gelmedi ve getirilmedi de. İngiliz sömürgesi yönetim biçimini tanımlamada çok yaygın bir şekilde kullanılan böl/yönet metodunun aslında Malaya’da uygulanabilecek ne gibi bir temele sahip olup olmadığı sorgulanabilir. Çünkü ortada ‘bölünebilmeye’ müsait toplumsal yapılarla ilgili ciddi bir sıkıntı söz konusuydu. Öyle ki, bu topraklarda hakim unsur olan Malay kitlelerin ‘kırsal’ yaşama bağımlılıktan kurtulma gibi bir çaba içerisinde olmamaları; aksine bu kırsala bağımlı yapıyla organik ilişkileri ve de her bir Malay alt grubunun ait olduğu ‘sultanların’ gölgesinde yaşam sürmek zorunda kalışları -veya buna gönüllü iştirakleri-, onları sonradan gelişme gösterecek göçmen kitleleri ile ilişkilerinde sınırlayıcı etkisi olan ‘kasıtlı bir eylem’ olarak anlaşılmalıdır.

Çin’in güneyinde kır toplumuna mensup kitlelerin hayata sarılabilecekleri yeni bir mekan arayışıyla göç eden ve değişik alt-etnik gruplara mensup Çinli kitlelerin zaten birlikte olma gibi bir özellik taşımıyorlardı. Bunun somut göstergelerinden biri, alt-etnik gruplara aiditeyin bir unsuru olarak tezahür eden ve diğerlerinden ciddi bir ayrışmaya neden olan ‘dil farklılaşması’ydı. Kırsalından çıkmayan Malay ile, madencilik sektörüne eklemlenen Çinli göçmen karşısında İngiliz sömürge yönetimi ekonomik gelişimi hedeflemesi çerçevesinde ihtiyaç duyduğu tarımsal işgücünü Hindistan ve Sri Lanka’dan (Ceylon) karşılama gereği duyuyordu.

Farklı etnik kitlelerin bir araya gelemediği böylesi bir şema içerisinde İngilizlerin ‘bölme’ gibi bir çaba içinde olmasına da gerek yoktu. Bugün dahi süren bu bölünmüşlüğe tarihi perspektiften bakan entellektüel/akademisyenlerin ‘bizi bu hale getiren İngilizler’ demelerinde pek bir anlam aramak mümkün değil. İngilizlerin bu topraklarda ortaya koyduğu icraat, tarihi koşullar çerçevesinde oluşan ve kitlelerin ‘etkileşimsizliği’ üzerine bina edilen yapıyı yönetmekten ibaretti ve böyle de yaptılar.

Peki 2. Dünya Savaşı sonrasında neler olup bitti? Vatandaşlık konusundaki tartışmalara bağımsızlık öncesinde başlandığına kuşku yok. Çünkü İngiliz milletler topluluğuna bağlı kurulacak yeni bir ulus-devletin üyelerinin kimler olacağına karar verilmesi önemliydi. Yapılan pek çok tartışmaların ardından, İngilizlerin öncülüğünde üç etnik yapı yani Malay-Çin ve Hint toplumu temsilcilerinin anlaşmasıyla üç etnik yapının yeni ulus-devletin vatandaşları olmasına karar verildi. Böylece, etnik yapı ayrımı gözetilmeksizin belli şartlara haiz olan herkese vatandaşlık stasüsü verildi. Aslında buna mecbur kalındı. Çünkü bu bir ön şart olarak İngilizlerce masaya getirilmişti. Bu noktada, Malay çevrelerinde bu şarta muhalif seslerin de yükseldiğini not edelim.

Her bir etnik grubun liderleri/elitleri arasındaki sözlü anlaşmaya dayalı ‘toplumsal sözleşme’nin ülke toplum yapısına nasıl yansıdığı aslında bu vatandaşlık olgusunun Malaya topraklarında neye tekabül ettiğini de ortaya koyuyor. Bu çerçevede, Malayların ‘iktidar’ olgusuyla eşleştirilmeleri, diğer ‘vatandaşları’ ülkede misafir konumunda görülmesine neden oldu. Aslında bu ‘misafirlik’ olgusu, aradan geçen zaman zarfında ortadan kalkmış da değil. Kimi Malay politikacılarının bu olguyu şu veya bu şekilde kimi zaman kullanmaları ‘misafir vatandaşlar’ca bir aşağılanma şeklinde algılandığı da vakidir.

Tam da bu noktada, ulus-devlet kavramını gizleyen bir ayrım ortaya çıkmış veya çıkartılmış oluyor. Asli vatandaşlar ile -ki bu aslilik açıkça Federal Anayasa’da yer almasa da, büyük kitleler bağlamında ‘gizli/açık’ bir gerçeklik olarak ‘bumiputra’ (Anayası’nın 153. Maddesi), yani ‘vatanın asıl sahipleri’ kavramıyla yer etmiştir- bu yapıya şu veya bu şekilde eklemlendirilmiş ‘misafirler’ arasında ne türden bir ülke ve hedef birliğinin sağlanacağı ise bugüne kadar çözümlenmeyi bekleyen önemli bir soru. Çoklukla dile getirildiği üzere bunun cevabının ‘ekonomik kalkınmada’ bulunduğu görülür.

Hâl böyle olunca, adına ulus-devlet denilmesi gereken yapı içerisinde geniş kitlelerin ‘vatandaş’ olarak nerede durduğu sorunsalıyla karşılaşılıyor. Çünkü, kendilerine ‘bumiputra’ diyenler vatandaşlığı ‘Malaylılıkla’ eşdeşleştirirken, özellikle diğer etnik yapıların siyasi liderleri, entellektüelleri ve sıradan halk katmanları ‘Malezyalılık’ kavramına sığınıyorlar. Mevcut iktidar kalıpları içerisinde bakıldığında, Malay iktidar odakları da ‘Malezyalılık’ söylemini gündeme getirmiyor değiller. Ancak kurulan ilişkinin başka boyutlarda seyrettiği de bir gerçek. Bu kavrama atıflar olsa da, içeriğinin neye tekabül ettiği konusunda da tartışmalar söz konusu.

İşin içine, burada kimilerince seküler olduğu ifade edilen bir ülkede ‘vatandaşlık’ olgusunun anayasal bir teminat olup olmadığını tartışmaya açacak şekilde din ile, bumiputra ilişkisi bağlamında dile getirecek olursak, ‘Müslümanlıkla’ bağının kurulduğuna dikkat çekmek gerekir. Bu yapı içerisinde bir diğer handikapmış gibi gözüken ise, örneğin ülkede diğer etnik yapıların dışında görece az bir kitleyi oluştursa da Hindistanlı Müslümanların varlığı, bu kitleyi ‘bumiputra’ yapmaya yetmiyor. Çünkü aranan bir başka şart ‘Malay’ olmak. Bu bağlamda, Müslümanlık ile Malaylılığın eş anlamlı kullanılmış olduğu aşikâr bir durum. Mevzuya hakim olanların “ Sabah ve Sarawak’daki yerli kabileleri arasında Müslüman olmayan unsurlar da ‘bumiputra’ sınıflamasına dahil” diyeceklerini işitmek güç değil. İşin komplikasyonu burada bitmiyor. Bu ise başka bir hikâye...


Şimdi ortaya çıkan bu yapı içerisinde ‘Malaylılık’ asli ve üst kategori olarak ‘vatandaşlık nosyonun’da yer alıyor. Peki o zaman, bağımsızlık öncesinde Çin ve Hint kökenlilere niçin ve ne tür ‘vatandaşlık’ verildi sorusu haklı bir şekilde sorulmayı bekliyor. Bu sorunun cevabını ülkenin yetiştirdiği önemli sosyal bilimcilerden Dr. Chandra Muzaffer’le bir görüşmemde almıştım. Sayın Chandra, o dönemde, yani bağımsızlık öncesinin koşullarında biri şehir ekonomisini, diğeri tarım ekonomisini üstlenen bu iki etnik unsurun yeni kurulacak ‘ulus-devlet’ sınırlarına dahil edilmemesi nasıl bir toplum/nasıl bir devlet ilişkisinin hedeflendiğiyle alâkalıdır. Bu cevabın devamında, bugün halen yürürlükte olan ‘Malaylara yönelik imtiyazlar/ayrıcalıklar’ tasarımının, yukarıda zikredilen bağımsızlık öncesindeki ‘misafir azınlıkların’ sahip olduklarıyla kıyaslamasına dayandığı ifadesi ortaya çıkar. Tabii görünürde eğitim/geniş anlamıyla bürokrasi/yönetimi içine alan ayrıcalıklar ile Malaylılık ilişkisi, diğerlerinin yerini sorgulamaya kafi geliyor. Bu çerçevede, ‘Malaylar’ ile ‘misafirler’ arasında mevcut duruma dair reaktif ve savunmacı tarzda gelişen ilişki türü bugüne kadar varlığını sürdürüyor. Gene Dr. Chandra’ya müracaatla bu yapının, kuşkusuz bir entegrasyon sorunu olarak sürekli güncellendiğine tanık olunuyor.

22 Eylül 2014 Pazartesi

Malezya 57 Yaşında / Malaysia in 57th Anniversary of Independence

Mehmet Özay                                                                                                                   22 Eylül 2014

31 Ağustos 1957 tarihinde İngiliz sömürgeciliğinin sona erdiği ve Malay Federasyonu adıyla yeni bir devletin dünya sahnesine çıktığı gün olarak tarihe geçti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında o dönemki adıyla Malaya topraklarına yeniden giren İngilizler, diğer sömürgelerinin aksine Malaya’ya bağımsızlık verme yanlısı değildi. Bunda çeşitli nedenler aranabilir. En başta gelen neden bu toprakların Çin ve Hindistan arasındaki su yollarının üzerinde kayda değer bir öneminin olması. Yani jeo-stratejik olgu... Bir diğeri, İngilizlerin 1876 tarihinde başlayan Malay topraklarındaki varlığına karşı bölge halklarından -yani Müslüman Malaylar ve göçmen azınlıklardan- kayda değer siyasi veya askeri direnişin ortaya çıkmamış olması. Üçüncü sebep ise nüfus yoğunluğu düşük ancak –kaynaklar bakımından zengin ve üretim kapasitesi yüksek bir belde olarak dikkat çekmesi.

Bu girişimde aslında İngilizler gönderilen özel vali ile neredeyse arzulanan hedefi gerçekleştirmek üzereydiler. Bu topraklarda hüküm süren dokuz sultana sunulan, aslında empoze edilen Malay Birliği projesine imzalar da toplanmıştı. Ancak Malay sivillerin/entellektüellerin siyasilerin belki de koca Malay tarihinde ilk defa böylesine büyk çaplı bir karşı çıkışla Sultanların elini kolunu bağladığına tanık olundu. Bu girişim, aynı zamanda, tüm bölge tarihçilerinin hem fikir olarak dile getirdikleri üzere, geç de olsa Malay milliyetçiliğinin yükselişi anlamını taşıyordu. Dato Onn bin Cafer önderliğindeki Malay milliyetçileri çeşitli toplantıların ardından Cohor Eyaleti’nin başkenti Cohor Baru’da “Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu’nu (UMNO) kurdu... Umno’nun kuruluşu, yüzyıllardır süren monarşi hakimiyetinin de ülke siyasetinde tek güç ve ses olmasının sonu anlamı taşıdığına kuşku yok.

Bununla birlikte, İngiliz sömürgeci yönetimi Malaya topraklarına bağımsızlık verilmesi fikrinde gene inisiyatifi elden bırakmadı. Bunun üzerine, İngiliz yönetimi ülkeye bağımsızlığın ancak üç etnik yapının aralarında anlaşması şartına bağladı. Malay milliyetçileri arasında Çin ve Hint kökenli etnik yapılarla birarada yaşamanın koşulları konusunda görüş ayrılıkları çıktığına kuşku yok. Bu bağlamda, dönemin Malay lideri Dato Onn, UMNO’ya Çin ve Hint kökenli politikacıların da alınması ve etnik temelli siyasetten vazgeçilmesi çağrısı kimi Malay çevrelerinde şok ve korku etkisi yaratması bir anlamda Dato Onn’un liderlik kariyerinin de sonu anlamı taşıyordu. Böylece, 1951 yılında Dato Onn, görüşlerinin kabul görmemesi üzerine UMNO’dan ayrıldı. Yerine geçen isim ise bugün adı çokça duyulan Tunku Abdulrahman oldu. İngiltere’de hukuk eğitimi görmüş olan Tunku Abdul Rahman’ın Kedah sarayına yakınlığı, İngiltere’de öğrenim görmüşlüğü gibi özellikeriyle İngilizler tarafından ‘seçilmiş’ bir lider olduğu intibaı vermiyor değil. Tunku, Çin ve Hint etnik yapılarını temsil eden liderlerle uzun süren görüşmelerin ardından İngilizlerin şartlarının yerine getirilmesiyle bağımsızlığı ülkeye kazandıran lider olarak tarihe geçti.

Tabii bu noktada, Malaya topraklarında bağımsızlık ve ulus-devlet sürecinin bittiğini söylemek mümkün değil. Öyle ki, 1963 yılında Brunei, Singapur, Sabah ve Sarawak gibi şu veya bu şekilde İngiliz sömürgeciliğinde uzun süreli yer almış bölgelerin Malaya Federasyonu ile birleşmesi gündeme geldi. Süreçte Brunei’nin dışarda kaldığı, ancak Singapur-Sabah ve Saravak’ın katılımıyla bugünkü Malezya Federasyonu kurulmuş oldu.

Burada Singapur’un özel konumuna değinmek gerekir. Lee Kuan Yew ile Tunku Abdulrahman arasında somut bir şekilde takip edilebilecek Singapur ve Malezya merkezi yönetiminin kimi siyasi konulardaki anlaşmazlığı, 1965 yılında Singapur’un Federasyon’dan ayrılarak -Ada’nın o dönemde karşılaşabileceği tüm potansiyel tehditlere rağmen - Singapur Cumhuriyeti adıyla yeni bir devlet kuruldu.

Bu ikinci kuruluş sürecinin ardından adı Malezya Federasyonu olan devlet, geleneksel Malay devletleri olarak da bilinen Malay Yarımadası’ndaki dokuz eyaletin başındaki dokuz ayrı sultan ile Penang Adası, Malaka şehri, Sabah ve Sarawak merkezden atanan dört özel vali ile yönetiliyor. Federal hükümetin başında ise dokuz Malay sultanı arasında beş yılda bir yapılan dönüşümle bir kişi Federal Sultan olarak ülkenin başında bulunuyor.

Federal Sultan, ülke siyasetinde sembolik rol oynasa da, ülkenin var oluşunu sağlayan üç önemli maddeden biri sultana bağlılık olması dolayısıyla dikkat çekiyor. Sultan, aynı zamanda ordunun başı kabul ediliyor. Eyalet sultanları ise eyaletlerde İslam dini ve Malay geleneğinin hamisi konumunda bulunuyor.

1957 yılında bağımsızlık kazanan o dönemki adıyla Malaya Federasyonu, 1947-1960 yıllarında özellikle kırsal bölgelerde etkin olan ‘Malaya Komünist Partisi’nce gerçekleştirilen gerilla savaşına konu oldu. Savaş sırasında Japonlara karşı İngiliz birlikleriyle yanyana savaşmış olan komüsit gerilla hareketinin temel hedefi bölgede komünist bir devlet tesis etmekti. Bağımsızlık öncesinde başlayan ve sonrasında da bir süre devam eden bu gerilla savaşında İngiltere Krallığı, Avustralya, Yeni Zelanda ve Malaya topraklarında çeşitli ırklardan oluşturduğu askeri birliklerle karşılık verdi.

Ülkenin modern tarihinde dikkat çeken bir diğer önemli gelişme ise etnik azınlıklar arasında zaten var olan hoşnutsuzluğun pratikte anarşiye döndüğü 13 Mayıs 1969 ve sonrasındaki olaylar oldu. Komünist gerilla hareketinin ardından ülkedeki en önemli süreç kabul edilen 13 mayıs 1969 anarşi olaylar yüzlerce kişinin ölmesiyle sonuçlandı. Çinliler ve Malay müslümanlar arasında gerçekleşen çatışmalar başkent Kuala Lumpur olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerine yayıldı.

Bu olayların temelinde bağımsızlıktan itibaren Malayların ekonomik gelişimden pay alamamaları, Çinlilerin giderek artan rollerine dikkat çekilmektedir. Gelişmelerin siyasi sorumluluğu ülkenin kurucu babası ve ilk başbakan Tunku Abdulrahman’a çıkartıldı. Ülke iki yıl boyunca başında Başbakan yardımcısı Tun Razak bin Hüseyin’in olduğu özel bir komite tarafından yönetildi. Malezya entellektüellerinin bir bölümü, bu dönemde ordunun değil de sivillerin ülkeyi yönetmesini benzer ülkelerdeki gelişmelerden farklılık olarak öne çıkarmaktadırlar. Ancak bu süreçle birlikte, ülkenin siyasi ve toplumsal yapısının yeniden yapılandırıldığına tanık olundu. Bu anlamda, eğitimden, ekonomiye ve siyasi idareye kadar Malay haklarının ve azınlıkların konumunun belirlendiği 1970 yılında yapılan Anayasa’daki düzenlemeler, ülkede ırklar arası etkileşimi belirlemesi nedeniyle dikkat çeker. Bu etkinin bugüne kadar sürdüğünü söylemekte fayda var.

1970-1975 yıllarında Başbakan olan Tun Razak bin Hüseyin kalkınma hamlesine, Müslüman Malay nüfusunun yoğun olarak yaşadığı yerler olan kırsaldan başladı. Temelde Tun Razak’ın bu kırsal kalkınma politikasının ardından ekonomik geri kalmışlıkla malul Malay kitlelerinin ‘diriltilmesi’ amaçlanmıştı. Bu süreç, Felda gibi önemli devlet kurumlarının yeşermesine ve gelişmesine konu oldu.  

1981 yılında Başbakan olan ve 2003 yılına kadar bu görev sürdüren Dr. Mahatir Muhammed ülkenin kalkınmasında başat rol oynadı. Küresel gelişmelere paralel olarak neo-liberalizme kapılarını açan Malezya, bir yandan da ekonomi de devlet kontrolünü bırakmadı.

Batıyla ilişkiler kadar, Japonya-Çin gibi bölge ülkeleriyle de ticari ve yatırım ilişkilerini sürdüren Malezya, zamanla ucuz emek ve yatırım imkânlarıyla Japonya-Güney Kore-Çin-ABD ve AB ülkelerinden önemli yatırımlarına konu oldu. İmalat sanayiindeki gelişmelere paralel olarak endüstriyel kalkınma hamlesi bu dönemde dikkat çeker. Ülkenin siyasi angajmanlarına bağlı olarak ‘devlet eliyle İslamlaşma’ süreci de Dr. Mahathir döneminin dikkat çeken hususiyetlerindendi. İslam bankacılığı, helal gıda, hac kurumu gibi kayda değer yapılaşmalar bu dönemde ortaya kondu.

Malezya’nın hem ekonomik hem de islami kurumsallaşma noktasında kayda değer başarısı üçüncü dünya ülkeleri için bir model ülke olarak sunulmasına neden oldu. Uluslararası ilişkilerde bağlantısızlar grubunda yer alan Malezya, önce ‘ASAa’ ardından ASEAN adını alan alan birliğin kurucu ülkeleri arasında yer alıyor.


Güneydoğu Asya ve Enerji Olgusu /Southeast Asia and Energy Case

Mehmet Özay                                                                                                                  22 Eylül 2014

ASEAN adıyla bilinen Güneydoğu Asya birliği, altı yüz milyona varan nüfusuyla ekonomik kalkınmanın son dönemdeki adı olarak dikkat çekiyor. ASEAN’da enerji sorununa dair kıs abir değerlendirme olan bu yazıda, aynı zamanda bölgenin en önemliticaret partneri konumundaki Çin ve bir ölçüde de Hindistan’la ilgili bağlamlara değineceğim. Çünkü ASEAN’ın kalkınma süreçlerindeki bölgenin en önemli iki ülkesi Çin ve Hindistan’la ilişkilerde de bazı gelişmeler/gerilimlerden bahsetmek mümkün.

1990’lardan bu yana ASEAN’da dikkat çeken kalkınma hamleleri, enerji kullanımında 2.5 kat artışı gündeme getirdi. Mevcut büyüme oranları ve nüfus artışı göz önüne alan uzmanlar, gelecek birkaç on yıl içerisinde bölgenin çok büyük enerji yatırımlarına ihtiyaç duyacağı noktasında hem fikir. Bu durum, ekonomik kalkınma ve yatırımlarda Batı’dan Doğu’ya yönelen değişim dalgasının enerji alanındaki yansımasının da o oranda büyümesi anlamı taşıyor.

Endüstrileşme ve şehirleşmenin son dönemde artış göstermesi, aynı zamanda birlik içersinde enerji talebinin de artması anlamı taşıyor. Bu tespitin ardından şu soruyla devam etmek gerekir: Bu talep artışını karşılama noktasında bölge ülkelerinin kapsamlı bir gelecek projeksiyonu bulunuyor mu?

Bölge yer altı ve yer üstü enerji kaynakları bakımından zengin olduğuna kuşku yok. Konvansiyonel enerji kaynaklarına ilâve olarak alternatif kaynaklar da potansyiel olarak bir değer taşıyor. Bu anlamda, kömür, petrol gibi yer altı enerji kaynakları kadar, rüzgâr, dalga ve güneş enerjisi gibi alternatif enerji kaynaklarına da sahip. Genel kullanıma bakıldığında elektrik üretiminde kömür önemli bir rol oynuyor. Petrol vb. ürünlerle kıyaslandığında kömürün daha ekonomik olması bölge ülkelerinin tercihlerindeki temel neden. Elektrik üretiminde ikinci sırada ise ‘hidro elektrik santralleri’ yer alıyor. Mekong ve İrawadi (Irrawaddy) nehirleri gibi önemli su yolları üzerinde baraj yatırımları Laos, Kamboçya, Vietnam ve Myanmar için hayati önem taşıyor. Örneğin kamboçya’nın 2010-2019 yılları arasında 10 adet hidroelektrik santralini planladığı biliniyor.

Öte yandan, alternatif enerji kaynakları bağlamında henüz kayda değer üretim süreçlerine geçilememiş olsa da, orta ve uzun vadede bu alanda yatırımları beklemek mümkün. Bu alanda gerek yatırım maliyetleri gerekse teknoloji açısından Çin bölge ülkeleriyle önemli ilişkileri bulunuyor.

Bununla birlikte bölge ülkelerinin enerji kaynaklarına erişim konusunda Birlik içerisinde keskin ayrımlar olduğu gözleniyor. Malezya-Singapur-Tayland-Brunei bir yana, diğer altı ülkede enerji erişimi noktasında sıkıntılar bulunuyor. Bölge ülkeleri arasında Malezya, Singapur, Vietnam ve Brunei %95 ortalama ile elektrik erişiminde ön sırada yer alıyor. Bu noktada şu gerçeği ortaya koymak gerekir. Dünya genelinde elektrik erişimi olmayan 1.3 milyar kişiden 127.4 milyonu ASEAN ülkelerinde. Ülkeler içinde en çok dikkat çekenler ise Endonezya ve Filipinler. Tabii bunda her iki ülkenin -ki biri 240, diğer 100 milyon gibi- kalabalık bir nüfus yapısına sahip olmasının ve birbirinden bağımsız adalar üzerinde kurulu olmasının rolü büyük.

ASEAN içerisinde Malezya’ya ve Myanmar’a değinmekte fayda var. Malezya bölgenin en önemli ikinci petrol ve doğal gaz ihraçatcısı konumunda. Petrol rezervleri daha çok açık denizlerde bulunan ülkenin, 2013 yılı Ocak ayı verilerine göre tahmini 4 milyar varil rezervi bulunuyor. Malezya ürettiği petrolün yarısını ihraç ediyor. Bu ihraçta hedef ülkeler ise Avustralya, Japonya, Tayland ve Hindistan. Bu rakaml, Malezya’yı Asya-Pasifik bölgesinde Çin-Hindistan, Vietnam ve Endonezya’dan sonra beşinci sırada yer alıyor.

Enerji yatırımları bakımından bölgenin son birkaç yıldır en gözde ülkesi ise Myanmar (Burma). Neredeyse tüm modern tarihi boyunca dışa kapalı bir rejime sahip ülkedeki son dönemdeki ‘demokratikleşme’ süreçlerine paralel olarak, batılı şirketlerin yatırımlar noktasında önemli anlaşmalar imzaladıkları biliniyor. Soğuk Savaş döneminden bu yana Çin’in Myanmarla olan yakın ilişkisi bugün potansiyel enerji kaynaklarının aktivasyonu noktasında işbirliği olarak yerini alıyor. Çin’in bölge enerji koridorunda Myanmar’ın ayrı bir önemi var. Çin’in ‘tek kuşak-tek yol’ (one belt/one road) adını verdiği Hindistan, Myanmar, Bangladeş rotasında hem kara hem deniz bağlantısıyla dikkat çekiyor.

ASEAN bağlamında genel yaklaşımın yanı sıra, dikkat çekilmesi gereken önemli bir alan da Hint Okyanusu’na komşu olmasından kaynaklanan husus. Bu durum, bölgeyi enerji konusunda çok daha hassas kılmaya yetiyor. Bu noktada, Güneydoğu Asya’yı enerji alanında dikkatlere sunan bir diğer olgu ise, Çin ve Japonya gibi ekonomik kalkınmada dünya sıralamasında ikinci ve üçüncü sıradaki ülkelerin enerji ihtiyaçlarının artarak devam etmesi. Bu iki temel özellik Güneydoğu Asya’yı enerji sektöründe küresel dikkatlerin üzerine çevrildiği bir bölge kılıyor.

Hint Okyanusu’ndan geçen petrol tankerleri Çin’in toplam petrol ihtiyacının %80’ini, Japonya’nın %60’ını, Hindistan’ın ise %65’ini karşılıyor.  Dolayısıyla bu su yolunun güvenliği sadece bu üç ülke özelinde dikkat çekilmiyor. Küresel ekonomi ve kalkınma süreçlerini kontrol eden ABD’de bu sularda kimin egemen olacağı konusunda ciddi düşüncelere sahip.  Çin’in bu ana deniz yolunu çeperlere bağlayan yakın bölgede Andaman Denizi, Bengal Körfezi ve gönece uzak bölgede  Basra Körfezi gibi sularda da etkin olma çabası son dönemde gündemde önemli yer işgal ediyor.

Çin’in karadan komşusu olan Myanmar’ın Bengal Körfezi’ne bakan ve birkaç yıldır küresel medyaya konu olan Arakan Eyaleti açıklarında petrol sondaj çalışmaları, liman inşaatı, petrol boru hattı gibi organik kalkınma ve yatırım işleriyle meşguliyeti sabit. Bu girişimde, Çin’in özellikle son otuz yılda sergilediği ve süreklilik arz eden büyümesi, ortadoğu eksenli enerji ithalinin yanı sıra orta ve uzun vadede kendi kaynaklarını oluşturma noktasında çabalar olarak da zuhur ediyor...


Bu amaçla, ASEAN’a komşu olmanın ve tarihsel ilişkilerin getirdiği avantajlarla hareket eden Çin, Endonezya, Myanmar, Laos, Kamboçya’dakiler başta olmak üzere, bölge enerji kaynakları üzerinde batılı şirketlerle girdiği bir tür rekabetin giderek artacağını öngörmek mümkün. 

19 Eylül 2014 Cuma

Malezya’da Sömürgecilik ve Ulus Devlet Sorunu (I)

Mehmet Özay                                                                                                                   20 Eylül 2014

Malezya, 1957 yılındaki bağımsız kararından bu yana, ulus-devletleşme sürecine konu oldu ve olmaya devam ediyor. Hemen burada hatırlatmakta fayda var. Bugün adına ‘Malezya’ denilen ülke aslında iki aşamalı bir ‘bağımsızlaşma’ ve ‘ulus-devletleşme’ sürecine konu olmuştur. İlki 31 Ağustos 1957 tarihinde dönemin Malay lideri Tunku Abdul Rahman’ın ilân ettiği bağımsızlık tarihsel olarak Malaya toprakları kabul edilen Malay Yarımadası’nı içine alıyordu. İkinci süreç ise 16 Eylül 1963 tarihinde Borneo Adası’ndaki -ki bu ada Endonezya tarafından Kalimantan Adası olarak adlandırılmaktadır- Sabah-Sarawak ve Singapur’un katılımıyla gerçekleşen ikinci süreç. Uzun uzun konuşulması gereken bu süreçleri başka yazılara havale ederek, burada temel soruna dönelim.

Bu süreç, lineer bir yayılım göstermediği gibi, kendi haline terk edilmiş bir yapı da değil. Bu anlamda, söz konusu sürecin, bağımsızlık öncesinde sömürgeci gücün, yani İngilizlerin belirleyiciliğine konu olduğunu görmek gerekir. Bu belirleyicilik nedeniyledir ki, bugüne değin ulus-devlet olamama da bu dış gücün tesiri göz ardı edilemez.

Bu girişin ardından sömürgecilik-ulus devlet ilişkisi üzerine kısaca bir şeyler söylemekte fayda var. Eski sömürge topraklarında II. Dünya Savaş’ı sonrasında bağımsızlık eğilimlerini körükleyen ‘milliyetçiliğin’ başat bir ideoloji olarak öne çıktığı ileri sürülür. Ancak, bu görüşte haklılık payı kadar, süreçte ‘bağımsızlık eğilimleri’ ve belki de ondan çok daha fazla rol oynamış sömürgeci güçlerin süreci yönetme kararlılığında oluşu ise pek dikkate alınmaz.

Öyle ki, kimi bölgelerde yüzyıllar süren sömürgeci ve ardından emperyalist yönetimler ve uygulamaları, küresel gelişmelere paralel olarak, artık yeni bir sürece evrilme arefesinde olduğunu 20. Yüzyılın ortalarında kendini iyice ortaya koymaya başladı. Bu bağlamda, adına ulus-devlet denilen sürecin nasıl yönlendirildiği konusunu anlamada, sömürgeci ve emperyalist güçlerin yerli işbirlikçilerle bağının da bir yere not edilmesinde fayda var.

Avrupa eksenli sömürgeci hareketler, gene bu kıtada nükseden ideolojik ayrışmalar, bunun sosyo-ekonomik ve siyasi yansımaları sömürge topraklarını yönetmede sömürgeci güçlere ekonomik anlamda bir ‘yük’ olarak yansıdı. Ancak bu ‘yük’ten kurtulma niyeti ve sürecinin, tam anlamıyla yerlilere terk edilebilecek bir alan açtığını söylemek mümkün değil. Bunun böyle olmadığının en açık göstergesi, sömürge toprakları yönetiminden aktif olarak çekilme süreci, sömürge yönetimlerinin şekillendirdiği ulus-devlet yapıları olarak belirmesidir.

Çokça zikredildiği şekliyle, II. Dünya Savaşı ve sonrasındaki milliyetçileşme süreçleri çeşitli kurumlar vasıtasıyla aslında çok daha önceleri başlatılmıştı. Örneğin, 19. Yüzyıl ikinci yarısında İngiltere’de ‘üniversal eğitim’ anlayışı daha pratiğe dökülmemişken, Güneş Batmayan İmparatorluğun Güneydoğu Asya’daki sömürgesi Malaya topraklarında, eğitimin konuşlandırılış biçimi bu noktada dikkat çekicidir. Eğitim kurumu bağlamındaki bu hazırlık, gelecekte neler olabileceğini kestiren keskin zekâların ürünü müydü, yoksa şartların doğurduğu tesadüfi bir kurumsallaşma mıydı tartışılabilir. Ancak kesin olan bir şey varsa, o da, sömürge topraklarında doğması arzu edilen siyasi yapının bu eğitim süreçlerinde ‘takibe alınmış’ kadrolar eliyle gerçekleştirilmesi niyetiydi. Ki böyle de oldu. Ancak sanıldığı gibi geniş kitlelerin bu eğitim olanaklarından istifadesi söz konusu değildi. Eğitim sürecine konu olan toplum kesimi, İngilizlerin siyaseten kendileriyle anlaşma yolu aradığı -ve de bulduğu- saray çevresi ve elitlerdi.

Tüm bu özellikleri dikkate alarak yeniden Malaya topraklarına dönebiliriz. Malaya topraklarının çok etnikli/çok dinli yapısı modern zamanların algısı çerçevesinde bir ‘kültürel zenginlik’ olarak zikredilse de, bu zenginliğin ulus-devlet yapılaşmasına ne denli katkıda bulunduğu sorunu hâlâ tartışılmaya devam ediyor. Öyle ki, bağımsızlık sürecinde baş gösteren etnik ayrıma dayalı siyasi oluşumlar, bugün dahi ülkeyi idare eden siyasi yapının, aynı etnik ayrıma dayalı siyasi partilerince yütürülmesinin tarihsel temelini teşkil ediyor. Bunun bir başka ifadesi, bağımsızlık öncesi yapılan ‘toplumsal sözleşmeye’ matuf bir şekilde, 57 yıldır ülkede iktidarın aynı eller tarafından yürütülüyor oluşu.

Söz konusu bu ayrım, toplumsal kurumlar içerisinde sadece politik kurumlarda görülmüyor sadece. Her bir etnik yapının çoğunluk gruplarınca benimsenen farklı inanç sistemleri ile dil farklılaşması da geniş kitlelerin biraraya gelmesi önündeki önemli bir etken.

Bu ayrışmada, gene sömürge dönemindeki belirlenmişlik rol oynuyor. Çinlilerin ekonomik kazanımlarına paralel olarak çocuklarını Çince eğitim veren okullar kadar imkânlar ölçüsünde giderek artan bir şekilde İngiliz okullarına göndermeleri; tarım plântasyonlarının değişmez işçi kitleleri olan Tamillerin, işletmecilerin insafına kalmış -derme çatma da olsa- eğitim kurumları oluşturmalarıyla Tamilce eğitime tabi tutulmaları; Malay Müslümanların ise, çoğunlukla ‘seçkinlerin’ çocuklarının gönderildiği Malay okulları...


Eğitim kurumları boyutundaki bu ayrımın bağımsızlık sonrasında da sürmesi modern ulus-devletlerin dil birliğini eğitim kurumları vasıtasıyla tanımlama ve pratiğe geçirmenin Malaya topraklarında ne kadar karşılık bulduğunun da göstergesidir açıkçası. Her ne kadar, bu yaşanan süreçlerin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıktığına şüphe olmayan 13 Mayıs 1969 tarihinde baş gösteren anarşi ortamının ardından topluma yeniden ‘çeki düzen’ verme sorumluluğunun bir sonucu olarak 1970 yılında yapılan düzenlemelerle, ‘Malay diliyle eğitim’e ağırlık veren eğitim kurumları, Çinlileri ve Tamil/Hintlileri ‘ulusal devlet okullarına’ yönlendirmedeki başarısı sorgulanmayı hak ediyor. Dolayısıyla, bugün bu yapının ulus-devlet yapılaşmasına ne denli kayda değer katkı yapacak boyutlara ulaştığı da gündemdeki tartışmalar arasında yerini koruyor. 

18 Eylül 2014 Perşembe

Malezya’da İsyan’a Teşvik Yasası ve Tepkiler / Sedition Act and Reactions in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                    19 Eylül 2014

Malezya’da ‘özgürlükler’ konusu tartışmalarında gündem ‘İsyana Teşvik Yasası’na kilitlenmiş durumda.

Malezya’da İsyan’a Teşvik Yasası  uygulamalarının devamı sömürge dönemi yasası ile günün gerektirdiği ifade özgürlüğü çatışmasını gündeme taşıyor. 2009 yılında Başbakanlık koltuğuna oturan Necib Bin Razak’ın demokratikleşme adını verdiği süreçte yeri olan bu yasa aradan geçen süreye rağmen hala yürürlükte. Bu yasa çerçevesinde politikacı, akademisyen, gazeteci ve aktivistlerin, yani ‘sivil alanda’ söz ve görüş beyan etme makamındaki kişilerin kimi yazıları ve ifadeleri nedeniyle mahkemeye çıkartılması devam ediyor. Bunun en son örneği ülkenin köklü yüksek öğretim kurumu Malaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Azmi Sharom’un mahkemeye çıkartılması daha yüksek sesle tartışmalara neden oluyor.

Özellikle 5 mayıs 2013 seçimlerinin ardından dini/etnik ayrımcılık noktasında dikkat çeken kaygılar, kimi  çevrelerden ‘tehdit’ yüklü söylemler sömürge dönemi yasalarından kalma ‘isyana teşvik yasası’nın kaldırılacağı söylemine rağmen uygulamada yer tutmasının temel nedeni olarak görülüyor. Başbakanlığa bağlı olarak çalışan “Ulusal Birlik ve Entegrasyon Müdürlüğü” çeşitli birimler vasıtasıyla yasaya aykırı olabilecek ifade ve eylemleri izlemekten sorumlu.

Sivil yaşama getirilen bu kısıtlamanın ortadan kaldırılmasına tepkiler tekil bireylerin tepkisiyle sınırlı değil. Baro eski başkanı ve aktivist S. Ambiga ve edebiyat dünyasının önemli ismi A. Samad Ahmad’ın da içinde bulunduğu bir grup “İsyana Teşvik Yasası’nın Kaldırılması Hareketi” adıyla yeni bir oluşumu hayata geçirdiler.

Bu tartışmaların yoğunluğunun artmasında yakın geçmişte kaldırılan İç Güvenlik Yasası’nca -ki ülkede ISA olarak biliniyor- soruşturmaya ve kovuşturmaya uğramama korkusunun artık yer almamasının etkisi bulunuyor. Hemen hemen aynı kişi ve gruplar yakın geçmişte kaldırılan İç Güvenlik Yasası’na -ki ülkede 1960 yılında uygulamaya giren ISA olarak biliniyor- karşı da benzer bir oluşumla mücadele vermişti. Tepkilerin başında hiç kuşku yok ki, söz konusu yasanın sömürge döneminden kalması geliyor.

Söz konusu bu tartışmaların bugünlerde süregitmesi, 16 Eylül ‘Malezya Günü’ kutlamaları öncesine denk geldi. Malezya Günü, 1963 yılı 16 Eylül’ünde Borneo Adası’ndaki Sabah-Sarawak ile Singapur’un katılımıyla Malezya Federasyonu’nun kuruluşu anlaşılır. 51. yılı kutlanan Federal siyasi yapıda, siyasi ve toplumsal alanı meşgul eden önemli konuların başında isyana teşvik yasası geliyor. Bu iki olgunun ortaya koyduğu iki alan bulunuyor. İlki, kimi çeverlerce yüksek sesle dile getirildiği üzere, ülkenin ‘birlik ve beraberliğine’ kast edenlerin varlığı. İkincisi ise, ülkede çok etnikli/çok dilli yapının oluşumunda yapısal anlamda noktayı koyan ’16 Eylül 1963’ tarihli anlaşmasının yıldönümünde Sabah ve Sarawak’da ortaya konan birlik ve beraberlik nosyonu. ‘Ulusal barış’ olgusunun yapılandıran sömürgeci İngiliz yönetiminin Malay liderleriyle Çin ve Hint etnik yapısının liderleri arasında gerçekleştirilen ve adına ‘sosyal anlaşma’ denilen açık/gizli sözleşmeydi. İngiliz yönetiminin benzer bir siyasi yapılaştırma örneğini 1960’lı yılların başlarında da ortaya koyduğu gözlenir. Bunun açılımı da yukarıda zikredilen üç bölgenin Federasyon’a dahil oluşudur.

Süreçte iki farklı tarihde ‘kodlanan’ bu federatif siyasi yapının ulus-devlete evrilmesinin yollarının neler olup olmadığı konusu ayrı bir husus. Ancak bugüne kadar bu evrilmenin ne denli başarılı gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğinin tanıklığını yapan unsurlardan biri ise İsyana Teşvik Yasası. Çünkü, geçmişte, ‘Malay Yarımadası’nda ulus-devlet yapısı olmasa da, siyasi ve toplumsal huzur ve suküna kast eden komünist gerilla hareketine karşı kullanılmak amacıyla yapılan yasal düzenleme aradan geçen yarım yüzyıllık süre sonrasında günün şartları çerçevesinde ancak bu sefer bir siyasi açılım olarak ulus-devlet’e karşı işlendiği ileri sürülen suçlarla mücadelede işlevselleştiriliyor.

Bugün yaşanan sıkıntı yeni değil. Öyle ki, tartışmalara konu olan ‘İsyana Teşvik Yasası’yla ilgili eleştirel yaklaşım, 2012 yılında bizzat Başbakan Necib bin Razak tarafından gündeme getirilmiş ve ilgili toplum kesimlerince heyecanla karşılanmıştı. Bugüne kadar ilgili yasanın kaldırılmamış olmasında sadece dış faktörler değil, iktidarın büyük ortağı konumundaki Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO) içerisindeki fraksiyonların görüş ayrılıklarının yeri büyük.


Bunun doğrudan uzantısı bugünlerde yaşanan söz konusu bu tartışmalarda Başbakan’ın nerede durduğunu gösteren bir başka yaklaşım idi. O da, Başbakan’ın, özgürlüklere sınır konmalı ki, ülkedeki barış ve ahenk ortamı zarar görmesin yönündeki açıklamasıydı. Söz konusu yasa çerçevesinde iktidar ile muhalefet ve sivil çevreler arasındaki mücadele kadar iktidar içerisinde de sınırları belirlenmesi güç bir ayrışmasının olduğunu söylemek mümkün. 

5 Eylül 2014 Cuma

Dünya Hattaları Sergisi / Calligraphers in Kuala Lumpur

http://www.videomak.com/videos/5253/dunya-hattatlari-kuala-lumpurda

<iframe width="560" height="315" src="http://www.videomak.com/v/?vid=1Kx5FsVlc05KbMAUW3uK" frameborder="0"></iframe>