30 Eylül 2013 Pazartesi

Padang Depremi’nin 4. Yıldönümü / 4th Year After The Padang Earthquake

30 Eylül 2013
Bugün 30 Eylül... Padang Depremi’nin 4. Yıldönümü... 30 Eylül 2009’daki depremin üzerinden dört yıl geçti. Endonezya merkezi hükümetinin uluslararası yardım çığlıklarına cevap veren STK’lar birer birer Batı Sumatra Eyaleti Başkenti Padang’a akmaya başladı. Kimi anında hareket etti, kimi gecikerek geldi... Kimisi de ‘onlar gidiyor bari bende gideyim’ hesabıyla meseleye yaklaştı... Sahadan sağlıklı bilgiler almak yerine bu tip durumlarda görüşlerine pek de iltifat edilmeyecek merkez birimlerin verilerine odaklandılar...

Depremin ilk günü Padang’a ulaşan Türk olarak ilk gözlemlerimizi sadece Padang’da değil, önemli kayıpların olduğu söylenen Parimana’a da giderek yaptık... Acaba büyük bir kayıptan söz etmek mümkün müydü Padang’da? Birleşmiş Milletler’in yardım birimleri birbiri ardına ‘ölü sayılarını’ verirken, şehirde yaşam devam ediyordu. Elbette yıkılan binalar, yıkıntılar arasına sıkışmış bedenler vardı. Ancak durum ulusal ve uluslararası medyanın işlediği ve resmettiği gibi değildi... Bu depremin altında kalkamayacak bir ülkeyse Endonezya o zaman G-20’de ne işi var diye sormak gerekmez mi? İnsan kaynakları konusunda yeterli donanıma sahip değilse, onca bakanlık, müdürlük, eyalet birimleri, üniversiteler, cemaatleri ne iş yapar diye sormaz mı insan? Zaten öyle de oldu... Avrupa’dan gelen kimi yardım ekipleri ki aralarında özel eğitimli köpekleriyle gelenler bile vardı- Valilik binasında oluşturulan Kriz Yönetim Merkezi’nin önünde ‘esnemiyorlar mıydı?’

Peki Padang depremi İslam Konferansı Teşkilatı (OIC) için ne anlam ifade ediyor? Söz konusu teşkilatın Banda Açe’deki sözde yetim çalışmaları yapan bürosunda yetkililer ne iş yapıyordu o dönem? Sözde müdürü Türkiye’de geçirmekte olduğu tatilden anında döndü mü dersiniz? Ya da Güney Afrikalı yedeği, elindeki imkanlara rağmen, hemen depremin birinci günü Padang’a ulaşabilmiş miydi? Bu cevaplara biz hayır diyoruz kanıtlara, tanıklara bakarak... Ya Cidde’den verilen deprem mesajlarına ne demeli o zaman? ‘Hemen elemanlarımızı gözlem heyetimizi gönderiyoruz’ diyen Cidde bürokrasisi, zaten orada bir çalışanı olduğundan habersizdi... Ne işler dönüyordu Padang’da? Teşkilat’a üye ülkeleri ayağa kaldırma bağlamına girecek ‘yardım söyleminin’ ne kadarı gerçekleştirildi? Öte yandan, İstanbul’da “Asya Masaları”na konuşlanmış zevat, sahadan birinci elden duydukları ve aldıkları bilgilere inanmak yerine, uluslararası ajansların sunumlarına alâka gösteriyorlardı. “Gelmeyin yapabileceğiniz neredeyse hiçbir şey yok” argümanına ‘ısrarla’ karşı çıkıyorlardı...

Çünkü artık ‘kan isteyen’ medya yoktu ortada sadece, adına şu bu denilen STK’lar da vardı... Velhasıl geleniyle gelmeyeniyle deprem gerçekliğine odaklanmak yerine, Benedict Anderson’dan ilhamla söylersek ‘kurgulanmış’ gerçeklikleri üzerinden iş yürütmeyi yeğliyorlardı... Bu işlerde maharet yaptıkları zannedilen zevat ise zamanla o kurumdan bu kuruma atlayarak dünyalıklarını kazanıyorlardı...

Nihayetinde bir eleman göndermekle yerinde ‘uzmanlarınız’ bir de gözlem yapsın talebine atlıyorlardı... Uzman gelip bizzat gözlem yapıp akabinde “Asya Masaları”nda kurulmuş olan zevata yukarıdaki aynı cevabı yolladığında kendilerini binlerce dolarlık masraf yapmaktan kurtaranlara dönüp bir ‘teşekkür’ bir etme nezaketi, duyarlılığı sergilemekten acizdiler... Bunların yüzleri de kızarmıyor artık... Edebin ne büyük nimet olduğunu bu gibi zamanlarda idrak ediyor insan... Tıpkı Padanglılara ‘veriyoruz’ dedikleri yüzer bin dolarlık yardımları gerçekleştirmedikleri gibi... Nasıl olsa kimse yutmaz... Alırsın açık olan marketten bisküit, su ve de bölgenin olmazsa olmazı pirinci dağıtırsın biter gider... Eyvallah!


Bugün Padang Depremi’nin dördüncü yıldönümü.... Padang Depremi gerçeklerini her yıl hatırlatmaya devam edeceğiz... 

Filipinlerde Zamboanga Çatışmaları ve Bangsamoro Barış Süreci / Clashes in Zamboanga and Bangsamoro Peace Process

Mehmet Özay                                                                                                                  30 Eylül 2013


Moro Barış süreci devam ederken, birden 9 Eylül’de Zamboanga şehrinde ortaya çıkan çatışmalar gözlerin yeniden Filipinlere çevrilmesine yol açtı.

Mindanao Barış sürecinde Ekim ayında devam edecek görüşmeler öncesinde Mindanao’nun güneyindeki Zamboanga’da silahlı bir grubun girişimi bölgede gündemin baş sıralarında yer aldı. Barış sürecinin başladığı 15 Ekim 2012 tarihinden itibaren taraflar arasında herhangi bir çatışmanın olmaması işlerin yolunda gittiğinin bir göstergesi olarak okunuyordu. Ancak geçenlerde yaşanan çatışma hadisesi yakın geçmişte neler olduğunu bir kez daha gözler önüne serilmesini gerektiriyor.

Önce Manila’nın silahlı grubun girişimine verdiği tepkiye bir bakalım. Öyle ki, bu gelişme sadece Zamboanga’da güvenlik güçlerini harekete geçirmekle kalmadı, üstüne üstlük Filipinler Devlet Başkanı Benigno Aquino sorunu çözme adına bölgeye gidip haftalarca kalarak çatışmaların sonlandırılmasını bizzat takip etti. Aquino’nun bizzat bölgeye giderek ‘krizi yönetmesi’, senato seçimlerinden sonra elinin daha da kuvvetlenmiş olduğundan hareketle, Mindanao sorununu kesinlikle çözme kararlılığında olduğunu gösteriyor. Buna ilâve olarak, Sulu Sultanlığı’na bağlı olduklarını ifade eden silahlı bir grubun geçen Mart-Şubat aylarında Malezya’nın Sabah Eyaleti’ne ‘çıkartma yapmasından’ ders alan Malezya Hükümeti Zamboanga’daki gelişmeleri yakından takip ederken, sınırlarındaki güvenlik önlemlerini de artırdığını açıkladı.

Peki Barış’ın öte yanında yer alan Moro İslami Özgürlük Cephesi (MILF) ne diyor? MILF, silahlı grubun eylemine başından beri mesafeli durdu ve gelişmeyi barışı kösteklemeye yönelik bir ‘fitne’ olarak değerlendirdi. Kendileriyle görüştüğümüz kimi yetkililer, grubun herhangi bir ‘ideolojisi’ olmadığını, sadece ‘kimi çevrelerin’ girişimine alet olduklarını ifade ediyorlar. Mindanao gibi, benzer çatışma bölgelerinde ‘özgürlük savaşçıları’nın yanı sıra, bölgede süregiden istikrarsızlıktan nemalanan resmi kurumlar ve bireylerin yanı sıra, çeşitli türden illegal işlere karışmış maftatik organizasyonların varlığını dikkate almakta yarar var. Tam da bu noktada geçen yıl Moro’da barış sürecinin başlamasından kısa bir süre sonra kendisiyle görüştüğümüz MILF lideri Hacı Murad İbrahim’in bir ifadesine göz atalım. Hacı Murad, Mindanao’da Müslüman gruplar arasında birliğin sağlandığını, bununla birlikte sadece azınlık bir grubun bu sürecin dışında bulunduğunu ifade etmişti. Yani ortada küçük bir ihtimal de olsa, kendi başına hareket edebilecek grupların varlığına atıf yapıyordu. Nitekim geçen bir ay zarfında böylesi bir gelişmeye yakinen tanık olduk.

Çeşitli kaynaklar, özellikle de Bangsamoro adına Barış sürecine katılan bazı çevrelerle yaptığımız görüşmelerde Moro Ulusal Özgürlük Cephesi (MNLF) lideri Nur Musairi faktörü üzerinde duruyorlar. Her ne kadar silahlı grup Bangsamoro adına hareket etse de, MILF Barış sürecinin akamete uğramaması adına gelişmeler karşısında kararlı bir duruş sergileyerek Barış’a ne denli katkı yapabileceğini gösteriyor. Kaynaklar, silahlı grubun Bangsamoro tarafında bulunmakla birlikte, ‘hata’ yaptıklarını açıkça belirtiyorlar ve bu noktada, Nur Musairi’nin başını çekmesi dolayısıyla da bazı tereddütlerini ortaya koyuyorlar.

Bu noktada Nur Musairi’nin daha önceki barış girişimine ve akabinde yapılan bazı görüşmeleri hatırlatmakta fayda var. Nur Musairi’nin Mindanao’da ortaya çıkmış özgürlük hareketlerinin önemli liderlerinden biri olduğuna kuşku yok. Ancak 1996 yılında aktörü olduğu Barış girişimi sonuç getirmemişti. Musairi’nin son dönemde bölgede yapılan seçimlerde de tabandaki desteğini yitirdiği konusunda görüşler bulunuyor. Bir dönem Mindanao hareketinin sözcüsü konusunda olsa da, Musairi’nin ilerlemiş yaşına ve müdahil olduğu önceki Barış sürecinden sonuç alınamamış olması 2000’li yılların başından itibaren inisiyatifin MILF’e geçmesine neden oldu. Bangsamoro özgürlük hareketleri içerisindeki bu dönüşümlere rağmen, bölgede ‘etkinliğini ortaya koymayı’ hedefleyen İslam Konferansı Teşkilatı, bugünkü adıyla İşlam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) 2007 yılında Manila’ya bir heyet gönderdiği biliniyor. İlginçtir, yukarıda ifade ettiğimiz üzere o yıllarda inisiyatifin MILF’e geçmesine rağmen, İİT’nin ‘ısrarla’ Nur Musairi üzerinden barışı götürme çabasının anlaşılabilir bir yönü olduğunu ifade etmenin bir rasyonalitesi bulunmuyor. O dönem, İstanbul’da da yapılan görüşmelere davet edilen grup da yine Nur Musairi’nin ekibi olduğunu kimi çevreler açıkça ortaya koyuyor. Öyle ki, Genel Sekreter’in direktifleriyle ve içinde bir Türk çalışanın da bulunduğu İİT Heyeti’nin görüşmeleri Mindanao’da yapmak yerine Manila’dan dışarı çıkmaması da akıllarda soru işareti bırakan hususlardan.

Bu tip çatışma bölgelerinde çeşitli gruplarla sahada görüşmeler yapılması süreçlerin en önemli aşamasını teşkil ettiğini bu konularda çalışmalar yapan her kurum ve kuruluş bilir. Bu çerçevede İİT’nin sahaya gitme konusundaki çekincesinin ne olduğunu sormakta yarar var. Bugün, bir yanda Filipinler Devlet Başkanı Aquino’nun, öte yanda MILF’in bölgede ‘Normalleşme’ adına Barışı güden yaklaşımları ortadayken, kimi gözlemcilerin ifade ettiği üzere birdenbire silahlı grupların ortaya çıkması ve bu grubun arkasında da Nur Musairi’nin olması daha birkaç yıl önce -kimi uyarılara rağmen- bu liderle temaslar yürüten İİT’nin ‘Müslüman azınlıklar’ noktasında ‘sahayı okuma’, politika geliştirme, barış süreçleri vb. bağlamlarda elinin pek de kuvvetli olmadığını ortaya koyuyor. Zaten MILF’in ileri gelenleri de bu hususu dile getirmekten çekinmiyorlar. Nur Musairi’nin ‘işlevinin’ uzunca bir süre önce bittiğini ve tabanının olmadığı söyleniyor. Burada durup acaba adına ‘İslam ülkeleri’ denilen kimi ülke yetkililerinin MILF lider kadrosuna ‘adınızdan ‘İslam’ kelimesini çıkarın baskısını yapması da kayda değer bir husus olduğuna kuşku yok. Hem içinde adına ‘İslam’ ülkeleri denilen bütün içinde yer alacaksınız, hem de son derece meşru, tarihi ve adil bir hareketin referanslarını İslam’la ilişkilendirmesini ‘uluslararası çevrelerden çekinme’ adına eleştireceksiniz! Kaldı ki, buna en iyi cevabı gene Hacı Murad İbrahim’in verdiği de biliniyor. İbrahim, “Hayır, biz İslam’la barışın nasıl ortaya konulacağını kanıtlayacağız” diyerek şerefli ve haysiyetli bir duruşun nasıl ortaya konulacağını ilgili kesimlere gösteriyor.

Barış sürecinde karşılaşılan ‘garip’ hususlardan biri de, sürece müdahil olacak tarafların kimler olacağı noktasında. İlginçtir ki, Filipinler merkezi hükümeti İİT’yi masada görmeyi arzuladığını ifade etmesine rağmen, gene geçen yılki röportajımıza atfen Hacı Murad İbrahim’in “Malezya dışında, halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerdin barış sürecine o kadar da aktif katılımına şahit olmadık maalesef. Bunun arkasında neyin veya nelerin yattığını bilmiyoruz.” dediğini hatırlamakta yarar var. Ortada bir meşruiyet sorunu olduğuna kuşku yok. Bu sorunun ortadan kaldırılması için İİT’ye üye ülkelerin -ki bunlardan bugün kaçının konuya vakıf olduğu ve çözüme katkı yapabileceği şüpheli olsa da- vakit geçmeden bir dizi aktif süreçleri gündeme getirmesinde fayda var.

Bu noktada, bugünkü Barış sürecinde Filipinler hükümetinin İİT’yi masada istemesi de enteresan değil mi? Zaten yukarıda değindiğimiz üzere “halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin barış sürecine o kadar da aktif katılımına şahit olunmaması” İİT’nin gerek 2007’deki girişiminin gerekse 2012 Ekim ayında başlayan yeni barış sürecinin neresinde bulunduğuna dair çok net fikirler veriyor.

Barış görüşmelerini izleyen ve sahada çalışmalar yapan Uluslararası Gözlem Ekibi’ni (UGE) oluşturan Endonezya, Japonya, Norveç’in sürece katkısına kuşku yok. Ancak bununla birlikte, bazı ‘tuhaflıklarla da’ karşılaşılmıyor değil. Örneğin, bölgede Müslümanların çoğunlukta yaşadığı ülkelerden temsilcilerin olmaması manidar. Öte yandan, görüşmelerin sürdürüldüğü Malezya’da Bangsamoroluların hayata geçirmek istedikleri sivil oluşumların resmen kurulmasına yetkililerin ‘yeşil ışık’ yakmaması bir handikap olarak değerlendiriyor.

UGE’yi teşkil eden ülkelerin sadece ‘barış’ üzerinden bölgede bulunmadıkları, bölgeyi yakinen bilenlerin ifade ettiği üzere son derece önemli ekonomik değerlerin bulunması dolayısıyla özellikle, Norveç ve Japonya’nın bu sürece azami katkıda bulunmaktan çekinmedikleri de vaki. Japonların Mindanao’yu 2. Dünya Savaşı’ndan ‘bildikleri’ ve günün getirdiği stratejik çıkarlar üzerine kurulu uluslararası ilişkiler bağlamında Barış sürecinde oluşu oldukça anlamlı. Norveç nerede duruyor bu fotoğrafda diye bir soru yöneltilebilir. Norveç, ilk defa gelmiyor. Norveç, tıpkı diğer İskandinav ülkeleri gibi bölgenin önemli ülkesi Endonezya’da kayda değer faaliyetler yaptığı gibi, son dönemde öne ‘çıkartılan’ Myanmar’da Büyükelçilik açmakla kalmadı, kısa sürede yatırımlar, işbirlikleri noktasında ‘aktif’ süreçlere de geçti bile. Öyle ki, Norveç geçenlerde MILF üst düzey yönetimini resmi olarak Oslo’ya davet etmiş ve bir hafta süren görüşmelerde dahi bulunmuştur.

Bugüne kadar Manila yönetimi ve MILF liderlerinin izledikleri politikalar Zamboanga’daki girişime prim vermediğini ortaya koyuyor. Ekim ayında Kuala Lumpur’da yeniden başlayacak gelişmeler öncesnde Zamboanga’da sürecin neredeyse bitmiş olduğuna dair göstergelerin ortaya çıkması her iki tarafın masaya gene aynı kararlılıkla oturacakları izlenimi veriyor. Ancak barış sürecinde hangi ülkelerin aktif katılımcı olarak yer alacakları, yakın ve orta vadede Mindaano’da şekillenecek siyasi, ekonomik, kültürel yapılanmaların da rengini ortaya koyacağına kuşku yok.


23 Eylül 2013 Pazartesi

Malezya’da Statüko mu ve Değişim mi? / Statusquo or Change in Malaysia?

Mehmet Özay                                                                                                                     23 Eylül 2013
Malezya’da seçim sonrasında oluşan yeni siyasi atmosferin ve çeşitli toplumsal kesimlerin talepleri ile bir dizi gerginliklere evrilmiş görünüyor. Bu noktada daha önce birtakım önemli gelişmelerin olacağına vurgu yapmıştık. Elbette bu gelişmelerin sadece siyasi elit ve dolayımıyla sınırlı olduğunu söylemek mümkün değil. Ülkenin etnik çoğulcu kimliği, siyasi ve sosyal tabanlardaki her türlü açılımın doğrudan öteki üzerinde etkisini göstermekte gecikmiyor.

Yeni oluşmuş parlamentoda hükümetin ve muhalefetin ‘rutin’ işlerini yapacakları savı, yerini seçim sonuçlarının ‘meşruiyeti’ noktasındaki dolayısıyla bunun toplumsal yaşama etkisi 5 Mayıs seçimleri sonrası siyasi yaşamda gerginliklerin bitmek yerine mevcutları üzerine yenilerinin eklendiği gözleniyor. Bir diğer açıdan bakıldığında söz konusu gerginliklerin bir tür değişim sancısı olarak değerlendirmek de mümkün. Bir yanda Ulusal Cephe koalisyonunun Parlamentoda çoğunluğu kazanmasına rağmen, aldığı oy oranı nedeniyle meşruiyet bağlamı sadece muhalefet, yani Halk Cephesi’nin sokak gösterileri, alternatif medya üzerinden cephe alışıyla sınırlı kalmadı ve kalmıyor. Aynı zamanda, Dr. Mahathir Muhammed’in ve UMNO içerisinde sesi gür çıkan kimi ‘eski tüfeklerin’ hükümete yönelik ‘dozu ayarlanmış’ eleştirileri de devam ediyor.

Sondan başlayacak olursak Dr. Mahathir’in UMNO’nun yenilenmemesi, yani gençleştirilmemesi halinde biteceği yollu açıklaması gündeme bomba gibi düşüyordu. Bu öneri aslında reform niteliği taşıyor. Bu noktada “UMNO’nun ne zaman yaşlandığı” gibi bir sorunun yöneltmesi de mümkün… Üst düzey yönetime baktığımızda UMNO Başkanı Necib, pek öyle ‘yaşlı’ da sayılmaz. Dr. Mahathir’in bu mesajı Ekim ayında yapılacak UMNO genel kurulu öncesinde denk düşmesi önemli. Genel kurul çalışmalarından önce yapılacak genel başkan, başkan yardımcıları, kadın ve gençlik kolları gibi sadece UMNO içerisinde değil, aynı zamanda Ulusal Cephe koalisyonunda da önemli rol oynayacak siyasetçileri belirleyecek parti için seçim bir kilometre taşı. Dr. Mahathir’in bu uyarı ya da öneriyle ne demek istediğini anlamak için önceki genel kurul toplantılarında yaşananları hatırlamak gerekir.

Bu çerçevede, 2008 seçimlerinde yaşanan siyasi erozyon sonunda 2009 yılındaki UMNO Genel Kurul toplantısında dönemin Başbakanı Abdullah Badawi, UMNO içi ittifakların yeniden şekillenmesinin bir sonucu olarak seçim yenilgisinden sorumlu tutulan isim olmuştu. Bu süreç, Badawi’nin yerine Necib’in UMNO dolayısıyla Ulusal Cephe hükümeti Başbakanı olmasının yolunu açmıştı. Acaba şimdi de benzer bir süreç mi gerçekleşecek sorusu gündemde. Seçimler öncesinde Dr. Mahathir, ulusal parlamentoda üçte iki çoğunluğun kaybedilmesi halinde Başbakan Necib’in meşruiyetinin sorgulanacağı üzerinde durmuş ve bir lider değişiminin kaçınılmazlığına vurgu yapmıştı. Ancak ne olduysa, seçimlerin hemen ardından Başbakan Necip-Dr. Mahathir görüşmelerinden sonra Başbakan Necib’in ‘rahat bir nefes’ aldığı yollu haberler medyada yer etti. Ne tür hesaplaşmaların olduğu konusunda ‘dışarıya’ bilgi sızmazken, son dönemde Dr. Mahathir’in yukarıda aktardığımız görüşünü sarf etmesi yeniden rota belirleme sürecine referans yapıyor. Gözlemcilerin, 5 Mayıs 2013 genel seçimlerinde ortaya çıkan tablonun ülke siyasetinin ‘Ulusal Cephe’ bağlamında ortaya çıkan görece bütünlükçü yapısından, etnik bağlam üzerine oturan bir yapıya doğru evrildiğinden pek de kuşkusu yok. İlginçtir, mevcut siyasi partiler de zaten birbirlerine yönelttikleri eleştirilerde birinci madde ‘karşı tarafın etnik temele dayalı siyaset yaptığı’ argümanı oluyor.

Açıkçası, Dr. Mahathir’in önceki hükümet döneminde Uluslararası Ticaret ve Endüstri Bakan Yardımcısı olan ve seçimlerin ardından Kedah Eyaleti Başbakanı olarak göreve başlayan oğlu 49 yaşındaki Mukhriz’in UMNO Genel Başkanı yardımcılıklarından birine seçilmesi konusunda lobi yaptığı konusu gündemde. Bu çaba sonuç verdi ve Mukhriz, başkan yardımcılıklarından birine seçilebilmek için yarışacak. Göz koyduğu sandalye ise üç başkan yardımcısından Hişamuddin Hüseyin Onn. Bu noktada gözlemciler, Başbakan Necib’in mevcut üç başkan yardımcısından ‘memnuniyetini’ dile getirerek stakükonun korunmasından yana olduğunu ve yardımcılarının yeniden seçilmesini arzu ettiğini açıkça ifade ediyor. Başbakan Necip ile Savunma Bakanı Hişamuddin Hüseyin Onn’un akbaralık bağı dikkate alındığında başkan yardımcılığı çekişmesi daha da önem kazanıyor. Dolayısıyla, Dr. Mahathir’in bu çıkışının Başbakan’ın yakın ve orta vadeli hesaplarını alt üst etmeye yönelik bir plânın izi olduğu yollu değerlendirmeler yapıyorlar.

Anılarında “Başbakanlığım süresince ailemden hiçbir ferdin politika yapmasına izin vermedim” diyen Dr. Mahathir, Başbakanlığı bırakmasının ardından oğullarından Mukhriz siyasete girmişti. Genç ve dinamik bir siyasetçi olarak tanınan ve belli çevrelerde sempati de bulan yaklaşımı ile Dr. Mahathir’in UMNO saflarında yükseliş yıllarını akla getiriyor. Bugün ilerlemiş yaşına rağmen, ülke siyasi ve ekonomi yaşamına verdiği demeçlerle rota çizmeye devam eden Dr. Mahathir, hiç kuşku yok ki ülkenin geleceğinin ‘sağlam ellerde’ kalması konusunda sonuna kadar mücadelesini sürdürecek. Bu noktada ‘aileden’ birinin yakın gelecekte bu görevi üstlenmesinin ne Malezya siyasi geleneği ne de bölge ülkeleri siyasi eliti gerçekliği bağlamında hiç bir mahzuru yok.

Temelde yukarıda zikredilen gelişmelerle ilintili olduğuna kuşku olmayan bir başka husus ise ülkede siyaset yapma tarzının ‘etnik milliyetçilik’ üzerine kurulu izlenimi veren gelişmeler. Her ne kadar hükümet ve ilgili çevrelerce tarafından ‘yalanlansa da’ gündeme getirilen politikalar ve geleceğe matuf kimi öneriler bu konuda ciddi sıkıntıların halen mevcut olduğunu ortaya koyuyor. Bu politikalar arasında geniş kitleleri ilgilendiren hiç kuşku yok ki, eğitim alanında Malay Müslüman gençlere tanınan haklar ile Çin ve Hint azınlıkların gerek kendi okullarını yönetme gerekse öğrencilerinin üniversitelere kaydedilmesi konusunda yaşadıkları sıkıntılar geliyor. Burada da ‘eski tüfeklerin’ yanı sıra, UMNO içerisinde aşırı milliyetçi eğilimliler olarak anılan grup içerisinden seçim ‘kayıplarının’ birinci derecede sorumlusu tutulan Çinli etnik kitleye yönelik bir tür ‘siyasi intikam’ söylemi kendini belli ediyor. Zaten seçim öncesinde Başbakan Necip, yeniden oylarını kazanmaya çalıştığı Çin etnik kitlelerine yönelik vaadlerinin önemli bir kısmını -tıpkı Kelantan ve Terengganu’da Malay Müslüman seçmene yönelik seçim kampanyası söyleminde olduğu gibi- seçim sonrası oluşacak atmosphere göre belirleneceğinin işaretini çok açık seçik bir şekilde ortaya koymuştu.

İşin ekonomi boyutunda ise her yıl bütçeden belli bir payın Malay (bumiputra) işadamları çevrelerine tahsisinin mevcut siyasi ve sosyal gelişmeler içerisinde değerlendirilmeyi hak etmesi. Bu yıl, Bumiputra Ekonomik Kalkınma Planı çerçevesinde otuz milyar Ringgit (yaklaşık on milyar Dolar) ‘bumiputra’ iş çevrelerine gitti. Bu paranın ekonomide bir karşılığı var mıdır sorusunun anlamı üzerinde durmak yerine, bunu sömürgecilik döneminden nükseden ‘ırkların ekonomi temelli ayrımları’ ile modern dönemde ülkenin siyasi dinamiğini elinde tutan UMNO içerisinde güç dağılımının bir ifadesi olarak okumak gerekir. Dolayısıyla bugün yaşananlar, meseleye vakıf olanlar için hiç de süpriz değil. Dikkatlere sunulması gereken ise hiç kuşkusuz 13 Mayıs 1969 tarihinde yaşanan anarşi olayları… Bu önemli gelişmeye sebep, 30 Ağustos 1957 tarihinde kazanılan bağımsızlıktan sonra, Malayların bir türlü arzu edilen eğitim ve ekonomi alanındaki geri kalmışlıklarının halline gidilememesiydi. Ardından yasal değişiklikliklerle Malayları, yani Bumiputra’yı öncelleyen ve bugüne kadar uygulanagelen ekonomi politikalarının bu kitle arasında plânlanan ekonomik varsıllığa neden olmadığı söz konusu politikaların halen sürdürülmesinden anlaşılabilir. Zaten, Başbakan Necip, seçimler öncesinde buna atıf yapmıştı. Başbakan, elbette bu işi rasyonel temellere oturtma adına, Bumiputra’ya yapılan ‘devlet yardımının’ Malezya toplumundaki diğer kesimlere de etkisi olacağını ileri sürüyor. Malayların eğitim donanımı, çeşitli sektörlerdeki profesyonellikleri vb. dikkate alındığında, bumiputra şirketlerinin bu maddi desteği somut olarak kullanmalarında eni konu Çinli iş çevrelerine ihtiyaç duyacağı kesin. Zaten yetkililer de buna vurgu yapıyorlar… Yani ayrımcılık değil, paylaşım!

Aslında, yukarıda zikrettiğimiz Dr. Mahathir’in ‘güçlü bir UMNO inşası’ süreci olarak yorumlanabilecek girişiminin ardında da bu etnik yapının, yani Malay etnisitesini temsil makamındaki UMNO’da vaki olan zaafiyetin giderilmesine yönelik. Hiç kuşku yok ki, Dr. Mahathir seçim sonuçlarını oluşan siyasi dağılımı, bunun toplum kesimleri üzerindeki etkisini okuyabiliyor. 2008 ardından 2013 seçimlerinin getirdiği kayıpların, doğrudan UMNO ile bağlantısını kurmakta zorluk çekmiyor. Çünkü siyasetin ve dolayısıyla ülke yönetiminin motoru konumundaki UMNO’nun ‘siyasi varlığını’ tehdit eden her gelişmenin ülkeyi tehdit anlamı taşıdığını medya ve toplum ile paylaşmaktan da geri durmuyor. Bu nedenledir ki, gelecek seçimlerin neye gebe olabileceğini tahmin edebilen bir siyasi akıl olarak Dr. Mahathir, bir lider değişimi olacaksa onun şimdi olması gerektiği yolundaki kanaatini açıkça ortaya koyuyor. Zaten oğlu Mukhriz de yaptığı açıklamada, genel başkanlık yardımcılıklarından birine seçilmesinin 14. Genel Seçimlere hazırlık olduğunu açıklaması bunu teyid ediyor.

Öte yandan, UMNO ve hükümet çevrelerinin Hint kökenli seçmene hitap eden partileri bir tek parti çatışı altında toplanması çağrısı dikkat çekiyor. Bu gelişme, Ulusal Hükümet’te  yer almakla birlikte geçen seçimlerde büyük yara alan MCA (Malaya Çin Partisi)’nin bir diğer Çin azınlık partisi olan ‘Hareket  Partisi’yle (Gerakan) birleşmesi siyasi arenada safların sıklaştırılmasının bugün itibarıyla ancak etnik ayrımlara dayalı olarak gerçekleştirilebileceğini ortaya koyuyor. Temelde, bu önerinin dahi kendi içinde bir çelişkiyi barındırdığı ileri sürülebilir.

Tam da bu noktada altmış yıl öncesine baktığımızda Dato Onn bin Cafer’in her ırktan katılımlarla kurulacak bir siyasi parti gibi dönemine göre son derece ileri siyasi projesinin bugün dahi ülke siyasi elitince gündeme getiril(e)meyişini nasıl izah etmeli?

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=275252

20 Eylül 2013 Cuma

Patani Barışı ve Türkiye’nin Rolü (II) / Peace Process in Patani and Turkey’s Role

Mehmet Özay                                                                                                                    20 Eylül 2013

Patani’ye yaptığımız geziye dair anlatıya devam ediyoruz. Patani bölgesinin Tayland-Malezya arasında bölünmüşlüğünü belki de en iyi resmeden Padang Besar’ın (Büyük Meydan) coğrafi dağılımıdır. Malezya’nın en kuzey eyaleti Perlis’den Tayland’a giriş yapılan gümrüğün bulunduğu yerleşim yerinin adı hem Malezya’da hem de Tayland’da aynıdır, yani Padang Besar. Satun Eyaleti’ne bağlı bu kasaba, Tayland’a girdiğimizde karşımıza çıkan Patani Malay Müslüman kültürünün coğrafi kopuşunu aktarmakla birlikte, insan dokusunun benzerliği, ailelerin bir bölümünün Malezya diğer bölümünün Tayland’da hayat sürmesi, her gün sürgit devam eden sınır geçişlerine bağlı yaşam Patani hüznünü yansıtır biraz da.

Patani’de barış sürecine girildiği şu zamanda, dikkatleri sadece ‘Songkla, Patani, Yala, Narathiwa’ ile sınırlı dört eyalete endekslemenin hatalı olacağını hatırlatmak gerekir. Doğu Çin Denizi’ne bakan bu dört eyaletin yanı sıra, Batı’da Bengal Körfezi’ne bakan Satun’u ısrarla hatırlatmak istiyoruz. Satun bugün bölgeye şu veya bu şekilde ‘ilgi’ duyanlarca hatırlanmıyorsa ve hatırlatılmıyorsa, bunun büyük bir eksiklik olduğunu ifade edelim. Satun bir Patani Malay Müslüman bölgesidir ve öyle kalmalıdır.

Satun, aynı zamanda bize, Tay yönetiminin Patani üzerinde kurguladığı ve uygulamaya geçirdiği ‘büyük projenin’ neye tekabül ettiğine dair bir fikir vermektedir. Bangkok yönetimi, asimilasyon ve iç göçlerle Satun Patani Malay nüfusunu kırmakla kalmamış, bunun devamı mahiyetinde Eylate’in dini/kültürel ve sosyal yapısında kayda değer değişiliklere neden olmuştur. Öyle ki, bu iç göçlerde başvuru merkezi Budist Tay nüfusu ile ‘karışık’ Çin unsurlarının bölgede doğurulan ekonomik aktivitelere cezbedilmesininin bir ürünüdür.
Satun, diğer dört Eyalet’te devam eden mücadelenin neye tekabül ettiğinin de bir göstergesidir. Bu nedenledir ki, ısrarla diyoruz ki, siz Cidde’den ve İstanbul’dan  ‘Kimliğinizi koruyun’ çağrılarınızı yapmanızın hiç bir anlamı ve gerçeklikte de hiç bir karşılığı yok. Kimliğini korumak isteyen ve koruma konusunda her türlü araçları olabildiğince ortaya koyan Patanililer. Bu ve benzeri cümleleri sarf etme cüretini sizlere veren Patanililerin mücadelelerini, diyelim ki Açelilerin siyasi ve askeri yoğunlukta ortaya koymamaları mıdır? Öyle ya, aynı coğrafya, benzer sosyo-kültürel ve dini ‘iklim’ içerisinde aşağı yukarı benzer süreçlere konu olmuş iki mücadele bölgesinden birine diğerinden farklı muamele göstermenin bir açıklaması olmalı. Kaldı ki, Açe’yi de anlama konusuna ne kadar ilgi ve çaba sarf edildiğini, hangi insan ve maddi kaynakların seferber edildiğini de (!) yakinen gözlemliyoruz. Bu yaklaşımınızı, yoksa başka yerlerde olduğu gibi, diyelim ki Patani’de de barış olduğunda ‘Barış pastasından pay almanın’ bir aracı kılmak için değil de, hüsn-ü niyetle söylersek bir cehaletin ürünü olarak dillendirdiğinizi varsaymak gerekir. Eyaletlere değinmişken, Songkla’yı da dikkatlere sunalım... 

Songkla, Satun kadar olmasa da, benzer asimilasyon ve iç göç süreçlerine tabi olmuş ve bugün bütün bir eyalet olarak değil de, sadece üç/dört ilçesi Patani ‘kayd-ı şartına’ bağlıdır. Burada, daha önce bölge tarihine dair detaylı olarak dile getirdiğimiz hususlardan birine kısa bir referans yapma gereği duyuyorum. Meşhur Siam Ayuttha Krallığı’nın (1350) bölgede siyasi gücünü kazanmaya başladığı dönemi konu alan el yazma eserlerde Songkla’dan Malay Müslüman şehri olarak bahsedilmektedir. Bu coğrafi ve kültürel tanımlamaları gündeme getirmemizin nedeni Patanili dostlarla sohbet ederken, Patani neye tekabül eder sorumuza aldığımız karşılıkla alâkalıdır. “Patani bugünkü mevcut sınırlarından çok daha geniş bir coğrafyaydı”.

Yazının başından itibaren dile getirdiğimiz ‘coğrafya’ açılım bir şeye işaret etmek için elbette. Malay Yarımadası’nın Hint-Çini’ne doğru daralarak çıktığı bölgeyi içine alan ve bugünkü Eyaletlerin hiç kuşku yok ki gerçek Patani’yi yansıtmadığı ayan beyan ortada. Yala’da dostlarla sohbet ederken, Patani’nin coğrafi olarak neye tekabül ettiği yollu sorumuza aldığımız cevap, genç neslin nasıl bir Patani kimliğiyle teçhiz olduğunu da ortaya koyuyordu açıkçası. 

Patani mücadelesi yukarıda dile getirilen bu coğrafi bilinç üzerinde gerçekleştirilen yıkım projesine karşı yapılmaktadır. Bu yıkım projesinin en önemli ayağını ise Tay kimliğine eklemlenmedir. Patani’de Tayland kimliğinin -ki buna Tay kimliği demek daha doğru- neye tekabül ettiği önemlidir. Bu, aynı zamanda Patani halkının ait olduğu din ve kültür arenasındaki yerini de tespitte bir ipucu niteliğindedir. Tarihte önemli yer tutmuş Siam Krallığı’nın adını Tay’ olarak değiştirmesi karşısında Patanililerdeki karşılığını gene dostlara sorduğumuzda aldığımız önemli bir cevap vardı. Bu anlamda, Patani’de ‘Tay’ bir tür nötr karşılığa tekabül ederken, ‘Siam’ sömürgecilikle, baskı ve zorbalıkla eşdeğer negatif bir değer olarak karşımıza çıkar. Bu zorbalığın kavramsal karşılığına bulmak hiç de zor değil. Pek fazla derinlemesine girmeden ifade edeceğim. Ulus-devlet olgusunu popüler kılan, o dönemki İngiliz hakimiyeti karşısında varlığını koruma mücadelesi veren ve 20. yüzyıl ilk birkaç on yılında hüküm sürmüş Kralı Vajiravudh’dur. Kral, Tay ulusunu bir tür Hıristiyanlıktaki ‘Teslis’ inancını hatırlatacak şekilde ‘ulus-din-kral’ üçlüsüne bağlılık olarak zikreder. Bu üçlüden birine bağlılık, diğer ikisine bağlılığı gerektirmektedir. Bu bağlamda, bu kavram neye tekabül etmektedir? Yani, Tay ulusu/milliyetçiliği; Tay dini/Budizm ve de Tay Kralı’na. Peki Patani halkından yüzyıldır talep edilen nedir? İşte, tastamam bu ‘ulus’a eklemlenmesidir. Bunun pratikteki karşılığı ise okullarda, medyada Tay dilini, kültürü yaygınlaştırma çabalarıdır. Ana caddelerde, okullarda, resmi kurumlarda, Müslümanların açtıkları vakıflarıda dahi Tayland Kralı’nın ve de eşinin resmi Kral’ı öncelleyen bir kimlik inşasının aracıdır. Öyle ki, bir Tay kanalında aktörlerinin Patani Müslümanları olan, ancak Tayca konuşulduğu ve bir evin odasına asılı Kral’ın resmi önünde ailecek ‘kutsayıcı beden dilini kullanıldığı’ bir dizi filme rast geldiğimde yukarıda soyut açılımını verdiğim kültürel değişimin somut karşılığının ‘İşte bu olsa’ gerek dedim içimden.
Gelelim Türkiye’nin katkısına... Türkiye’nin bölgeye dair ilgisi en azından niyet olarak kısmen izhar ettiği ortada. Ancak aktif ve üretken politikalar ve icraatları henüz ortaya çıkabilmiş değil. Çünkü bunun alt yapısı konusunda niyet hasıl olmuş değil, çabalar da gözükmüyor. Ancak bunun böyle gitmeyeceğini bölge insanı bize hatırlatıyor. İşin tarihi, kültürel cephesi hazır... Yetkililer herhalde bundan haberdardır... Bu konuda ‘uyarıcı’ işaret Güney Sınır Eyaletleri Yönetim Merkezi”nde görevli Vali yardımcısı –ve de tek Patanili Malay olan- Dr. Maroning Salaming’den geliyordu. Öyle ki, Sayın Salaming’le görüşmemizde Osmanlı ile irtibatın dört yüzyıl öncesine dayandığı ifade ediyordu. Bununla ilintili olacağını düşünebileceğimiz tarihi karşılaşmayı ise, Portekizli meşhur tarih yazıcı Fernando Mendes Pinto’da bulmak mümkün. Pinto, 1556 yılına ait kapsamlı anlatısında Siam’da İslamiyeti yaymak amacıyla Mekke, Kahire ve ‘Constantinople’dan gelen Türk ve Arap tebliğcilerden bahseder.

Bu hatırlatmaya bir an önce kulak kabartmakta fayda var. Eğitimiyle, dış ticaretiyle, turizmiyle, denizciliğiyle vb. Patani’de ne yapılacaksa her şey yerli yerinde ortadadır. Bir yanıyla Doğu Çin Denizi’ne öte yanıyla Bengal Körfezi’ne bakan Patani toprakları tarihte oynadığı role oynamaya elbette ki adaydır. Bir yerlerde dile getirdiğimiz üzere, Malaka Boğazı’ndaki yoğun deniz trafiğine alternatif kılacak önemli bir proje Patani topraklarında hayata geçirilmeyi bekliyor. Burada açılacak bir kanal Hint Okyanusu’nu doğrudan Çin Denizi’ne bağlayacak önemli bir arter niteliğindedir. Ortada kaçınılmaz ve kendini açıkça ortaya koyan bir potansiyel güç vardır ve bu güç reaktive edilmeye ihtiyaç duymaktadır. Bu noktada Başbakanlık özelinden başlayarak çeşitli kurumlar Patani politikalarına başlamalıdırlar.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=274972

17 Eylül 2013 Salı

Ertuğrul Gemisi Faciasına Dair Bir Mülâhaza

Mehmet Özay                                                                                                                    17 Eylül 2013

1890 yılı Eylül ayından bugüne 123 yıl geçti... Dönemin oluşmakta olan yeni dünyasına ‘müdahale’ etme amacına matuf olarak Doğu denizlerine ‘yola çıkan’ ‘Ertuğrul’ adlı geminin serüveninin yıldönümü. Ertuğrul adı, Osmanlı Devleti’nin ‘kök babası’ olarak anılabilecek Ertuğrul Gazi’ye atfen verildiğine kuşku yok. Ertuğrul Gazi adı nasıl bir devletin kuruluşuyla birlikte anılıyorsa, ‘Ertuğrul’ adı verlien geminin serüveni de Uzak Doğu ile yeni ilişkiler ağının başlangıcı anlamına gelecekti.

Bu ziyaret vesiyeliyle neler akla geliyor? Öncelikle, Osmanlı Devleti ile Japonya arasında gerçekleştirilen ilk diplomatik ilişkiler olduğu, seyahat sırasında geminin Hindistan, Malaya ve Singapur’da uğradığı limanlarda Müslüman yöneticiler ve ahali arasında yarattığı ve kimilerinin Pan-İslamcılığın somut bir girişimi iddiasında bulunabilmesine yol açan bir ‘aura’nın yanı sıra, yaşanan felâketin ardından kazadan sağ kalabilenleri kurtarma ‘operasyonunda’ rol alan bölgedeki Alman gemilerinin rolünü unutmamak gerekir. Tüm bu unsurlar, aslında dönemin Osmanlı yönetiminin ilişkilerini ortaya koyması bakımından dikkat çekici. Ancak hasıl olması beklenen gelişmelerin, ki bunların başında belki Pan-İslamcı eğilimin kuvvet bulması, Rusya’ya karşı bir Osmanlı-Japon ittifakının geliştirilmesi geliyor. 

Bunlar gerçekleşmiş midir yoksa Osmanlı’nın küresel politikalar geliştirme arzusunun gemi kazasının sembolik olarak ortaya koyduğu üzere devletin kaçınılmaz sonunun bir göstergesi midir? Bu bağlamda, örneğin 1892 yılında Pahang Sultanlığı’nda gündeme gelen ve İngilizlerin Malay topraklarından çıkartılmasını amaçlayan İslamcı toplumsal hareketin Ertuğrul’un ziyaretiyle ilgisi var mıdır? Ya da bir başka soruyla devam edersek, bu resmi ziyaret vesilesiyle Güneydoğu Asya’ya bakarken ve de yazıp çizerken, bölgenin İslami entellektüel hareketlerinin doğurduğu veya o dönem doğurabileceği -diyelim ki- Pan-İslamcı kabul edilebilecek çıkışlarına değinildiğine rastlandığı söylenebilir mi? Biz burada birkaç tanesine değinelim hiç olmazsa... Singapur’da Malayca yayınlanan el ilanlarında Osanlı’nın Balkanlar’da Avrupa güçleri karşısındaki zor durumu karşısında İslam birliği dile getirilirken, dönemin Açe Sultanı Kırım Savaşı dolayısıyla toplanan on bin Doları gönderiyordu. Bölge liderlerinin ve halkının bu ve benzeri girişimlerini dikkate almayan yukarıda zikredilen  ‘duruş’, olsa olsa ötekini yadsıyan ‘tek tipçi’ bakış açısı olarak adlandırılmayı hak ediyor. Bu konuya dair kapsamlı görüşleri bir bütün içinde paylaşmaya başka yazılarda devam edeceğiz.

Geminin bu resmi seyahatinin ana sebebi Amiral Osman Paşa’nın dönemin Padişahı II. Abdülhamit’in iki ülke arasındaki dostluğun bir ifadesi olarak Japon İmparatoru’na gönderdiği İmtiaz nişanını ulaştırmaktı. Gemi, plânlandığı şekilde Japonya’ya ulaşmış ve görevini tamamlamıştır. Verilen ‘imtiyaz nişanı’ karşılığında, Japon İmparatoru Amiral Osman Paşa’yı İmparatorluğun 1. Sınıf Nişanı ve diğer bazı üst rütbeli subayları da değişik derecelerdeki nişanlarla taltif etmiştir.

Ertuğrul gemisi hakkında ilgili yazılıp çizilenler arasında Singapur’daki karşılamalar önemli yer tutar. Ancak bu karşılamaların ‘alkışlar’dan başka bir yönünün ortaya konulamadığı da malum. Bir de Japonya ziyaretini ‘başarıyla’ tamamlamasının ardından yaşanan felâket... Bir hüzün hikâyesi... Konsept farklı olsa da bu kaza biraz da Yemen’i hatırlatır bize. Osmanlı-Japon ilişkilerinin modern dönemde karşılığı olan Ertuğrul’un yolculuğu, Japon Prensi’nin İstanbul’a yaptığı ziyarete bir karşılıktı. Avrupayla ilişkilerinin giderek gerildiği, Osmanlı’nın siyasi kabiliyet sahasının daraldığı ve buna karşılık Güneydoğu Asya’daki Müslüman toplumların İngiliz ve Hollanda sömürgeciliği egemenliğinde bulunduğu bir dönemde, çağın küresel siyaset yapma biçimine örnek teşkil eder Ertuğrul’un ziyareti aynı zamanda...

Rotası üzerinde olmasına rağmen, Sumatra Adası’nın kuzeyinde Açe topraklarında süren Hollanda istilası nedeniyle Banda Açe limanına uğra(ya)mayan Ertuğrul gemisinin Singapur limanına demir atması, Singapur şehrinde ve yanı başındaki Cohor Sultanlığı’nda Müslüman ahalide heyecan vesilesi olduğuna kuşku yok. Halkın, gerek dönemin Singapur ve Malaya’sında yayımlanan gazetelerinden, gerekse özellikle Hacılar vasıtasıyla adını çokça duydukları Osmanlı Devleti başkentinden gelen bir geminin simgesel değeridir bu heyacana sebep olan.

Bölge kaynaklarında zikredildiğine göre, Ertuğrul gemisi Singapur limanına demir atmadan önce, Cohor Boğazı’na girerek Cohor Sultanlığı Sarayı’na nazır durduğu anlaşılıyor. Ertuğrul’un doğrudan Cohor limanına girmesine sebep ise Sultan Abdülhamit’ten dönemin Sultanı Ebu Bekir’e getirilen selâmdır. Sultan Ebu Bekir, bu vesile ile İstanbul’da kendisine sunulan Mecidiye Nişanı’na karşılık Ertuğrul gemisinin Amirali Osman Paşa ve diğer 8 üst düzey denizciye düzenlenen törenle Cohor Sultanlığı Nişanesi taktı. Bu üst düzey denizciler arasında geminin kaptanı Ali Bey’in de olduğunu düşünebiliriz. Cohor Sarayı’na konuk olan Paşa ve üst düzey subayın neler yaşadıkları, ne kadar kaldıkları, kimlerle nasıl etkileşim içine girdikleri konusunda -en azından şimdilik- bir bilgimiz yok... Örneğin, Sultanlıkta Başbakan konumundaki Dato Cafer bin Muhammed ve -henüz yaklaşık bir yıllık eşi- Rukiye Hanım’la görüşüp görüşmedikleri veya görüşmede neler geçtiği vb. konular aydınlatılmayı bekliyor... Burada hemen hatırlatmakta fayda var. Rukiye Hanım’ı bir çırpıda ‘Pan-İslamcı’ bütünün ortasına yerleştiren anlayış, ortaya çıkıp Ertuğrul’un ziyaretiyle birleştirirse hiç şaşmayacağız! Ayrıca, zaten pek de alt yapısı güçlü olmayan bir gemiyle çıkılan uzun deniz yolculuğunun doğurduğu zorluklar neticesinde Cohor’da herhangi bir bakım-onarımdan geçirilip geçirilmediği de muğlak konular arasında.

Cohor’daki karşılama ve törenin ardından geminin Singapur limanına geçtiği anlaşılıyor. Singapur, İngiliz Doğu Hint Sömürgeciliği’nin başkenti olmakla önem taşır. Ertuğrul’un limana girmesi, çokça ihtiyaç duyduğu lojistik desteğin sağlanmasının ve de Müslüman ahalinin bir ‘özlemle’ gemiye akın etmelerinin ötesinde, Sultan Abdülhamit’in Singapur’a ilk defa konsolos olarak atadığı el-Sagoff ailesinden ileri gelen bir ferdi vasıtasıyla İngiliz yönetimiyle, bölgede yaşayan Arap/Hint (Peranakan) kolonisiyle, Hollanda sömürgeciliği altında siyasi ve kültürel baskılara maruz kalan Müslüman unsurların temsilcileriyle görüşmeler yaptığını düşünmek mümkün. Ancak bu noktada gene detaylara ihtiyacımız olduğu muhakkak... Eldeki verilere bakarak ifade edersek, Ertuğrul gemisi 15 Kasım 1889’da Singapur limanına girmiş ve 22 Mart 1890 tarihine kadar yaklaşık dört ay kalmıştır. Bu süreçte gemi, halkın ziyaretine açılmakla kalmamış, aynı zamanda gemi mürettebatı içinde hazır olan 24 kişilik bir ‘bando’nun şehir merkezinde, yani Esplanade’de konser verdiği de vaki.

Felâket’e Doğru...

Ertuğrul’un Singapur’daki ziyaretinin akabinde seyahatin temel amacı olduğu varsayılan Japonya’ya doğru yol aldığı, dönemin Japon İmparatoru’nca kabul edildiği vaki... Medya organlarında çokça işlenen konu ise bu ziyaretten ziyade geminin dönüş yolculuğunun hemen başında maruz kaldığı felaket hadisesi. Bu hadise nasıl gerçekleştiği de değişik kaynaklarda farklı şekillerde ifade edildiği gözleniyor. Örneğin, Hongkong Daily Press’den alıntı yapan bir Singapur kaynağı başlığını “Ertuğrul’un Kaybı” olarak veriyor o tarihlerde. Hong Kong’a haberi getiren ise 25 Eylül 1890’da limana giren ‘Bellona’ adlı Alman gemisinin kaptanı Haesloop.

Kazadan yaralı olarak kurtarılabilen bazı mürettebat -ki sayısı iki olarak veriliyor- 19 Eylül günü Japonya’ya ait ‘Boji-maru’ adlı gemiyle Kobe’ye getiriliyorlar. Kazayla ilgili ilk bilgiler de bu mürettebatın verdiği bilgiye dayanıyor. Buna göre, mezkur kaza 17 Eylül’de gerçekleşmiş. Kimi kaynaklar kazayı 16 Eylül akşamı/gecesi vermesine rağmen, mürettebatın verdiği bilgi kazanın Yokohama’dan Kobe’ye yol alırken, 17 Eylül akşamı saat 21.30 sularında, bölgede birden ortaya çıkan fırtına nedeniyle geminin yakındaki Kiushiu Nosaki (Kashinosaki, Kiushiu) Adası -ki burası Yokohama’ya 250 mil mesafededir- civarındaki kayalıklara sürüklenerek çarptığı, kazanının patladığı ve gemideki 600 civarındaki mürettebatın tümünün alaborada denize düştüğünü ortaya koyuyor. Hayatta kalma mücadelesi veren denizcilerden altısı üst düzey subay ve 57’si mürettebat olmak üzere 63 kişi mezkur Ada’ya çıkmayı başarıyor. Bu sayıya, yukarıda zikredildiği üzere yakında geçmekte olan Japonya’ya ait Boji-maru gemisine alınarak Kobe’ye getirilen iki gemici de eklendiğinde toplam 65 kişinin kurtarıldığı anlaşılıyor.

Geminin kaptanı Osman Paşa’nın yüzerek kayalıklara çıkmaya çalıştığı, ancak başını bir direğe çarpması sonucu baygınlık geçirip denizde kaybolduğu, mürettebatın önemli bir bölümünün ölümüne, geminin kayalıklara çarpması sonucu kol veya bacaklarında meydana gelen kırıklar nedeniyle yüzememelerinin neden olduğu ifade edilir. Ertesi gün bölgeye ulaşan bir başka Alman savaş gemisi Wolf adaya çıkmayı başaran mürettebatı almaya gelir. Alman gemisinde yaralılara ilk müdahale için iki de Japon doktorun bulunduğu belirtilir. Hayatta kalmayı başarabilen gemi mürettebatının bilâhare İstanbul’a getirildiği ve Padişah tarafından kendilerine ve ölenlerin yakınlarına maaş bağlantığı biliniyor. Ertuğrul gemisini konu alan dramatik hikâyenin, bölgedeki olası kaynakların zamanla ortaya çıkmasına paralel olarak yeni gerçeklerle farklı perspektiften bakılmaya olanak tanıyacağına inanıyoruz.


16 Eylül 2013 Pazartesi

Patani Barışı ve Türkiye’nin Rolü (I) / Peace Process in Patani and Turkey’s Role

Mehmet Özay                                                                                                                   16 Eylül 2013

While the armed attacks is still ongoing, hope for peace continues, too... It is salient to observe and witness partly the developments in Patani. The Patani National Revolution Front (BRN) made some claims on some issues such as withdrawal of troops, and closing the entertainment centers serving for Thai and Chinese minorities in the Southern Provinces. Owing to the failure of the central government, though agreed on ceasefire during the last Ramadhan, there were some armed attacks emerged. Currently, the National Security Council is working on the demands of BRN to reach a conclusion before the next talks in the third week of coming October. Meanwhile it is also salient to ask whether Turkey can play a role in the peace process? There is great opportunity since the Prime Minister of Thailand paid a visit at the initial days of the last July to Turkey. She tries to construct a new image of Thailand visiting variety of countries including Turkey to develop economic and political relations. Turkish authorities should consider and transform this opportunity into a concrete policy including involving the peace building process in Patani...

Geçen Ekim ayından bu yana gündemde olan Patani Barışı görüşmelerine Ekim ayının üçüncü haftasında yeniden başlanacak. Bu nedenle gelişmeleri yerinde izlemek ve kimi görüşmelerde bulunmak amacıyla Patani’ye bir ziyarette bulunduk.

Önce yakın geçmişte neler yaşandı bir bakalım... Ramazan ayı öncesinde Patani Ulusal Devrimci Cephesi (Barisan Revolusi Nasional-BRN) ve Bangkok Yönetimi’nce karşılıklı yapılan açıklamalarda Ramazan ayı vesilesiyle çatışmaları sona erdirmek amacıyla tarafların birbirlerinden bazı talepleri olmuştu. Bu çerçevede, BRN Bangkok Yönetimi’nden askerlerin en azından bazı bölgelerden çekilmesi, bölgede yaşayan Tay ve Çin azınlığa hitap eden eğlence yerlerinin kapatılması gibi önerileri gündeme gelmişti. Ancak bu taleplerden tamamının hayata geçirilmemesi nedeniyle Ramazan ayında da saldırılar sürmüştü. Bu çerçevede, kapsamlı barış görüşmelerine başlanabilmesinin ilk aşaması kabul edilen bazı hususlar BRN tarafından Bangkok Yönetimi’ne ulaştırıldı.

Bu hususlar beş madde altında toplanıyor: 1)BRN’ın ayrılıkçı grup olarak değil, özgürlükçü sıfatıyla anılması; 2)barış sürecinin yürütüldüğü ülke olan Malezya’nın  işlevinin ‘arabulucu’ olarak tanımlanması; 3)ASEAN ve İslam Konferansı İşbirliği’nin  görüşmelerde gözleci sıfatıyla yer alması; 4)Patani topraklarında ‘Patani Malayları’nın haklarının tanınması; 5)Hapishanelerde tutuklu bulunan Patanili siyasi suçluların serbest bırakılması.

Patani’de bulunduğumuz günlerde, Merkez’in bu talepleri ‘kabul ettiği’ yönündeki açıklamaların medyada yer bulması üzerine, Tayland Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri General Paradorn Pattanatabut yaptığı açıklamada, bu maddeler üzerindeki çalışmalarının Başbakan yardımcısı ve aynı zamanda ‘Güney (Patani) sorunundan birinci elden sorumlusu Pracha Promnok başkanlığında devam ettiğini, henüz maddelerin kabul edilmesinin söz konusu olmadığını açıkladı.

Söz konusu bu maddelerden, özellikle son ikisinin Merkezi Hükümet çevrelerinde kabul edilebilirliği noktasında şüphelerin arız olduğu bildiriliyor. Bu bağlamda, Pattanatabut yaptığı açıklamada, bu maddelerden dördüncüsünün Bangkok’da rahatsızlığa neden olduğunu da sözlerine ekliyordu. Tabii burada sorun defaatle dile getirdiğimiz üzere, Bangkok’daki çok aktörlü iç siyasi hesaplaşmalardan bağımsız görülemez. Bununla birlikte, iki yıl önce Başbakanlık koltuğuna oturan Yingluck’ın Patani sorununu çözme konusunda çaba sarfedeceği yolundaki açıklamalarının pratikte ‘ağır aksak da’ olsa bir karşılığı olduğu söylenebilir. Tabii bu noktada Malezya’nın üstlendiği inisiyatifi de unutmamak gerekiyor.

Merkezin ileri sürdüğü nedenlerden biri de ülkenin ‘hukuk kurallarına’ uyulması. Hukuk kuralları denilen bütünün sadece Tayland’da değil, tüm bölge ülkelerinde zaten etnik unsurlarla yaşanan problemlerin en önemli dayanak noktası olduğu biliniyor. II. Dünya Savaşı sonrasının ve devamındaki ultra milliyetçi çevrelerin merkez yönetimlerindeki monopol yapılaşmalarının ürünü olan bu ‘hukuk kuralları’nın sadece azınlıklar bağlamında değil, tüm ülke halkını içine alacak şekilde yeniden yapılandırılması gerekiyor. Açe’de, Mindanao’da, Myanmar’da ve Patani’de Merkez yönetimlerin arkasına sığındıkları Hukuk Kuralları’nın dayandığı felsefi, ideolojik köklerinin öncelikle incelenmesi ve anlaşılması gerekiyor.

Barış’ın geldi geliyor dendiği Patani’de bulunduğumuz süre zarfında çatışmaların ortaya çıktığına şahit olduk. Bu saldırıları gerçekleştirenlerin gerçek niyetleri konusunda açıkçası net bir fikir olmamakla birlikte, bölgede sadece Özgürlük Hareketi’nin var olmadığı, ‘çatışma ortamının’ doğurduğu ‘imkânlardan’ kendilerine pay tahsis eden çevrelerin de olduğu malum... Kimi çevreler Özgürlük Hareketi’nin askerleri hedef alan son dönem saldırılarını Barış sürecinde Merkez’i köşeye sıkıştırma amaçlı olduğunu ifade ederken, bu ve benzeri saldırılarla Barış imkânının zora sokulduğu gözlemi de yapılmıyor değil. Özellikle Merkez güçlerde yer aldığı izlenimi uyandıran ikinci gruptakilerin Dış İşleri ve Ordu’nun barış görüşmelerinin dışında tutulmalarından endişe etmeleri Bangkok’da hâlâ ‘ultra milliyetçi’ çevrelerin Barış sürecinden memnuniyetsizliğinin bir ifadesi olarak düşünülebilir. Öte yandan, BRN’in barışta Patani adına yer almasına rağmen, ‘sahada’ BRN’den bağımsız hareket eden grupların varlığının da olduğu dikkate alınmalı. Bu anlamda, daha önce yazılarımızda da vurguladığımız üzere Patani’de Barış’ın yolu tüm gruplarla temas ile gerçekleştirilebileceğini unutmamak gerekir.

Gelelim işin Türkiye boyutuna… Birkaç gündür Patani’ye yaptığımız ziyarette çeşitli çevrelerle görüşmelerimiz, gözlemlerimizden hareketle Türkiye’nin Patani Barışı’na katkısı konusunda önemli bir beklentinin olduğunu açık seçik ifade etmek isterim. Örneğin, beş eyaletten sorumlu “Güney Sınır Eyaletleri Yönetim Merkezi”nde görevli Vali yardımcısı –ve de tek Patanili Malay olan- Dr. Maroning Salaming ile yaptığımız görüşmede bu husus açıkça gündeme geldi. Yingluck’un Temmuz ayı başında Türkiye’ye yaptığı ziyarette de yer alan Dr. Maroning Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yakın gelecekte Tayland’a yapacağı olası bir ziyarette Patani’ye de beklediklerini ifade etti. Bu süreçte Ankara çevrelerinde Patani gerçeğinin iyice anlaşılması gerekiyor. Hazırlıksız yapılacak bir girişim, potansiyel olanakları ortadan kaldırmaya yarayacaktır sadece. Öyle ki, bu noktada küçük bir örnek vermekte fayda var. Dr. Maroning, Türkiye’de ‘İslam İşbirliği Teşkilatı’ Genel Sekreteri ile de görüştüğünü, Sekreter’in bazı tavsiyeleri olduğunu ifade etti. Öyle anlaşılıyor ki, Genel Sekreter’in ağzını ‘yetim’ açmamış her nedense… Açe’de gündeme getirilen ‘pilot’ sıfatıyla anılan yetim projesinin bir benzerinin niçin Patani bağlamında konuşulmadığını sormak ve cevabını beklemek başta Patanililer olmak üzere, ümmetin hakkı. Hiç kuşkunuz olmasın, tıpkı Açe’deki gibi yerel birimler tarafından yetimler, dullar, sakatlarla ilgili datalar çoktan hazırlanmış bile Patani’de. Ancak burada gene tıpkı Açe’de yapıldığı gibi yerel birimlere ‘güvenmek’ ve onların rehberliğinde çalışmalar yapmak yerine Cidde’den, İstanbul’dan hesaplarla yola çıkmak Açe’deki başarısızlığı getirir olsa olsa. Kimi gözlemcilerin ifade ettiği üzere, Genel Sekreter’in ya da başkalarının Dr. Maroning’e veya herhangi bir Patanili yetkiliye ‘kimliğinizi koruyun’ yollu tavsiyelerde bulunmanın hiçbir anlamı olmadığı gibi, bu yaklaşım Patani’nin pek de hakkıyla tanınmadığının göstergesi olarak okunabilir. Onlar yani Patanililer zaten yüzyıldır bu Patani Malay Müslüman kimliğini korumak için tüm olanaklarını yeterince seferber etmiyorlar mı? Burada sorulması gereken dışarlıklıların Patani’yi anlayıp anlamadıklarıdır. Es geçilmemesi gereken bir de şu husus var… Patani’de ‘barış umudunu’ görüp, Patani topraklarında ‘faaliyet’ hedefleyen kimi gruplara söylenecek birkaç cümle olmalı… Gerçekten Patani’yi düşünüyorsanız samimi ve gerçekçi olunmalıdır. Öyle zenginlerin evlerinde iftar sofları kurup Patani’den bir şeyler devşirmeyi ummak Patani’ye yapılacak en büyük haksızlıktır.

Görüşmelerimizin bir diğer ayağını oluşturan geleneksel dini okul temsilcileriyle olan bölümünde önemli bir niyetin ortaya çıkmaya başladığını görmek sevindiriciydi. Patani topraklarının olmazsa olmazı bu geleneksel dini okullar, öyle kimilerinin zannettiği gibi içe kapalı kurumlar değil. Yüksek öğrenim dahil günün koşullarında ‘aktörlük’ edebilecek kapasite ve niyete sahipler. Bu çerçevede, köklü bir geleneksel dini okulun başında bulunan Tok Guru Abdurrahman Bey’le görüşmemizde üniversite kurma niyetlerini hayata geçirme noktasında bazı çalışmaları olduğunu ifade ettiler. Patani coğrafyasında akademik ve entellektüel yaşamına önemli katkısı olacağına kuşku olmayan bu kurumun bir an önce hayata geçirilmesi gerekiyor. Bangkok Yönetimi’nin onay vermiş olması büyük bir avantaj. Bu noktada, Başbakanlığa bağlı kimi birimlerin bu noktada destekçi olmaları beklentisi vardır. Türkiye’nin imkanlarının böylesi akademik alanlarda varlık göstermesi hiç kuşku yok ki, orta ve uzun vadede çok daha önemli olanakların geliştirilmesine vesile olacaktır. Tayland Başbakanı’nın Türkiye’ye yaptığı ziyaret, iki ülke arasında sadece ticareti değil, siyasi işbirliğini de geliştirmeyi hedefliyor(du). Sayın Başbakan’ın bölgeye yapacağı bir ziyarette bu iki eksenli gelişmenin bütün vecheleriyle gündeme getirilmesi ve Patani Barışı’na aktif ve katılımcı şekilde destek olunmasında yarar var. Bunun için Sayın Başbakan’ın çok iyi hazırlanmış bir programla Patani’ye ziyaretinin mutlaka gerçekleştirilmesi gerekiyor… 2011 yılında Sayın Cumhurbaşkanı’nın Açe ziyaretinin engellendiği gibi, Merkez güçlerin ‘güvenliğinizi’ koruyamayız gibi safsataları bir kenara bırakmak gerekir ve sahaya gitmek Patanililerle yüzyüze görüşmek gerekir. Patani ziyaretine dair yazmaya devam edeceğiz…

Not: Açe’de günümüzün önde gelen Hocalarından Bireun’lı Teungku Hacı Muhammed Wali al-Khalidi geçenlerde vefat etti. Sadece Hoca değil, bir entellektüel ve siyaset adamı da olan Tgk. Al-Khalidi 2009 Parlamento seçimlerinde Açe Eyalet Parlamentosu’na millekvekili olarak seçilmişti. Allah’dan Rahmet diliyorum.


15 Eylül 2013 Pazar

Vietnam “Trans-Pafisik İşbirliği”nde Rol Alırken / The Role of Vietnam in Trans-Pacific Trade Partnership

Mehmet Özay                                                                                                                     13 Eylül 2013
2 Eylül 1945’de Fransa’dan bağımsızlığını ilân eden Vietnam, özgürlüğü tadabilmek için 1954’e kadar süren 1. Hint-Çini Savaşı’nın sona ermesini beklemek zorunda kaldıysa da, ardından bir on yıl sonra Amerikan işgaliyle bir kez daha bağımsızlığı inkitaya uğradı. Bugün Vietnam, aradan geçen yarım yüzyılı aşkın sürenin sonunda dünyanın önemli ticaret ittifakı içerisinde yer alma yolunda. Hem de dünün işgalci gücünün başını çektiği bir oluşumda. Adına Trans-Pasifik Ticaret İşbirliği (TPTİ) denilen ve on iki ülkeyi kapsayan ticaret anlaşması bu yeni yüzyıl içinde bugüne kadar imzalanan en kapsamlı ticaret anlaşması sayılıyor. Bu anlaşmanın önemi imza atacak ülkelerin küresel ticarette %40’lık payı temsil etmeleri. Ancak hiç kuşku yok ki, TPTİ’nin öncü aktörü Amerika…
Peki Vietnam için bu anlaşma ne ifade ediyor? Öncelikle üyeleri ekonomi politikaları ve siyasi rejimleri birbirinden farklılık arz eden ülkelerden oluşması nedeniyle Vietnam için ilk etapta bir handikap olarak değerlendirilebilir. Aynı kulvarda yarışabileceği ülkelerin varlığı Vietnam’ın çekincesi olabilir. Öyle ki, bu noktada aynı ticaret anlaşmasına konu olan Malezya’da Dr. Mahathir Muhammed Malezya hükümetinin kesinlikle bu anlaşmayı gözden geçirmesini, aksi halde 1997’dekine benzer bir krizle karşı karşıya kalınabileceği uyarısında bulunuyordu. Dr. Mahathir’i şüpheye sevk eden örneğin, Ringgit’in değerinin düşüceği gibi nedenler Vietnam için de geçerli olamaz mı?
Bir süre önce Vietnam Devlet Başkanı’nın Amerika ziyaretine değinmiş ve Washington’daki görüşmelerde eli zayıf olan tarafın ekonomik kalkınmaya muhtaç olması dolayısıyla Vietnam olduğunu vurgulamıştık. Bir başka deyişle, Vietnam’ın talep ettiği ekonomik açılımlara karşılık Amerika, ‘önce insan hakları’ vurgusuyla ilk adımın Vietnam yönetiminden gelmesini doğrudan ifade ediyordu. İnsan hakları konusuyla ilintili diğer konular, sadece Komünist Partisi’nin sesinin çıktığı ülkede muhalefete de bir yer vermek; basın ve ifade özgürlüğü geliyor.
Böylece, Vietnam bu ‘şarta’ evet demedikçe Amerika’nın ilişkilerde arzu edilen süreçleri yavaşlatabileceği ortaya çıkıyordu. Liderlerin görüşlerinin ötesinde, Vietnam halkının ne istediğine bakıldığında ülkedeki siyasi hakimiyetin yegâne sahibi konumundaki komünist partisinin gücü ve halk üzerinde kurduğu egemenlik sahasının genişliği dikkate alındığında Amerika seçeneğini bir ‘çözüm’ olarak görüyorlar. Şayet böyle bir durum varsa, hiç kuşku yok ki, Amerikan yönetimi önce ‘insan hakları satışı’ yapıyor ardından ‘satış reyonunda’ ne varsa onlar boca ediliyor. Bu işin bir de Vietnam’daki karşılığı var...
Öte yandan, TPTİ’nin en azından bugün geldiği noktada, üye ülkelerin ürettikleri metaları Amerikan piyasasına sürebilmelerinin en önemli şartı Amerikan taleplerine evet demek. Nedir bu talepler diye sorulduğunda karşımıza bankacılık, sigortacılık, maliye, telekomünikasyon, eğlence ve farmakoloji gibi alanlar geliyor. Son yirmi yılda ekonomi yöneliminden hareket edecek olursak, Vietnam’ın bu alanlarda reddiye sunabileceği düşünülemez. Batılı ülke -özellikle Japonya’yı da eklemek gerekir- piyasalarının tekstil ve ayakkabı ihtiyacını karşılayan önemli bir üretici ülke olan Vietnam son yirmi yıldır bu işte ne kadar ‘uzman’ olduğunu kanıtladı. Geleneksel bağlamda söylersek, ‘kol gücüne’ dayanan ve düşük ücretli işçiler marifetiyle yürütülen bu imalat sanayiini, özellikle tekstil ve ayakkabı sektörlerini ellerinde tutanın sanılabileceği gibi Vietnam iş çevreleri değil. Batıya bu ürünleri pazarlayan ulusaşırı şirketler veya bunlar adına iş gören aracı şirketler. Dolayısıyla bu çevreler Vietnam’ın tüm toplam ihracatının %20’sine tekabül eden yukarıda zikreliden sektörlerde söz sahibiler. Çin’le kıyaslandığında işçi giderlerinin %30 daha ucuz oluşu, bu ülkeyi -tıpkı bölgedeki benzerleri gibi- üretim alanında birer cazibe merkezi kılıyor. Tam da burada, girişte ileri sürdüğümüz ABD-Vietnam ilişkilerinde ‘öncelikler’ konusu dikkate alındığında TPTİ İşbirliği bir tenakuz olarak ortaya çıkıp çıkmadığı sorulabilir.
Amerikan’ın bu sektörlerde önemli bir pazar oluşturması Vietnam’daki yukarıda zikredilen sektörlerdeki üretimci güçlerin yüzünü güldürmekle kalmıyor, TPTİ’de yer almayan -aralarında Çin’in de olduğu- çevre ülkelerde tekstil ve ayakkabı üretiminin yan kollarında rol alan şirketleri de Vietnam’da doğacak fırsattan istifade etmeye ve Vietnam’da yatırıma sevkediyor. Bu anlamda TPTİ’nin kendi muadilindeki ülkelerle rekabette Vietnam’ı öne geçireceği görüşündeler. Tabii bunun için öncelikle TPTİ’nin yürürlüğe girmesi gerekiyor. Burada dikkat çeken husus, Amerika’nın uyguladığı kimi ticaret vergilerinin TPTİ’ne diğer üye ülkeler gibi Vietnam içinde bir avantaja dönüşecek olması.
TPTİ bağlamında gelişme potansiyeli sergileyen Amerika-Vietnam ticaret ilişkisinin kazandıracağı siyasi getiriler de söz konusu. Öyle ya, Çin bu işbirliğinin dışında tutulduğuna göre, bölgede Vietnam’ın gelişmesinden ve bu gelişmenin Amerika’nın bölgede nüfuz kurma çabalarına katkısı olacağı düşünülebilir.
http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=274268

9 Eylül 2013 Pazartesi

Avustralya’da Yeni Dönem / A New Era in Australia

Mehmet Özay                                                                                                                    9 Eylül 2013

The election result might be seen in the view of getting a lesson from internal disputes in a leading party. The Australian voters did not forgive the mistakes insistingly conducted by the leadership in the Labour. Even Kevin Rudd as a skillful politician cannot save the party. Maybe Abbott emerged from the hopelessness. Moreover, the voters did not have an intention to vote for the Coalition, but there were no choices. 

Avustralya seçimleri iktidar değişikliği getirdi. İki dönemdir, yani altı yıldır iktidarda olan İşçi Partisi, iç çekişmelerinin faturasını ağır ödedi. Cumartesi günü yapılan genel seçimlerde Liberal Parti ağırlıklı Koalisyon gücü 150 sandalyeli parlamentoda 88 sandalye kazanarak iktidara yerleşirken, İşçi Partisi 57  sandalye ile muhalefete geçti. Böylece 76 milletvekili ile hükümeti kurma şartını elde eden Koalisyon önümüzdeki üç yıl boyunca ülkeyi yönetecek. Seçimin İşçi Partisi bağlamında ortaya koyduğu gerçek ise partinin iktidarı kaybetmekle kalmadığı, aynı zamanda son yılların parti içi liderlik mücadelesinin öznesi Kevin Rudd ve Julia Gillard partideki görevlerinden ayrıldıklarını açıkladılar.

Son dönemdeİşçi Partisi’ndeki liderlik çekişmesi, sadece partili milletvekilleri arasında ayrışmayı getirmedi. Seçim sonuçlarının ortaya koyduğu gibi, Kevin Rudd gibi göz ardı edilmeyecek bir liderlik sergileyen politikacıya rağmen, seçmen nezdinde inandırıcılığını yitirmiş bir İşçi Partisi vardı politika sahnesinde. Rudd, güçlü siyasetçiliğine rağmen, parti içi demokrasiyi işletmemesiyle, bir başka deyişle kendine çok güvenen yaklaşımları ile dikkatleri çekmişti. Bunun ilk işareti Gillard’ın 2010’da Parti liderliğini ele geçirmesinde  ortaya çıkıyordu.Rudd, 2013 Haziran’ında yeniden partide dizginleri ele geçirdiğinde yaşananlardan ders çıkardığını ifade etse de, seçim tarihinin çoktan kararlaştırılmış olması nedeniyle Avustralya kamuoyunu İşçi Partisi’ne yönelik algısında arzu edilen değişikliği gerçekleştirecek zamanı olmadı. Seçimler sonrasında parlamento oluşumuna bakıldığında İşçi Parti’sinin iktidar karşısında muhalefet rolünü oynayabilmek için öncelikle iç çatışmaları sonlandırması ve güçlü bir lider çıkarması gerekiyor.

Koalisyon’un seçim zaferinin ardında bir başka önemli neden ise vergi indirimleri söyleminin karşılık bulması. Tabii ülkenin önde gelen iş çevrelerinin ellerini oğuşturmasına neden olan bu çıkış, medya devlerinin de desteğiyle Abbott’un önünü açıyordu. Bu noktada Liberal Parti Başkanı ve yeni Başbakan Tony Abbott’un kim olduğuna kısaca bir göz atalım.Üniversite yıllarında boks sporuyla ilgilenmiş, bir ara rahiplik yapmış, ekonomi ve politika öğrenimi görmüş Abbott, 2009’da Liberal Parti başkanlığına ‘bir oyla’ kazanmayı başardı. Ikibinli yılların başında Sağlık Bakanı olarak dönemin hükümetinde yer alan Abbott, seçimlere aylar kala yapılan anketlerde ikinci sırada gözükse de, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, İşçi Partisi’nde ‘ısrarla sürdürülen’ çatışmacı yaklaşıma güçlü bir tepki gösteren seçmen tarafından -belki de pek de istemedikleri bir lider olarak- Başbakanlığa taşındı.

Abbott, seçim zaferinin ardından yaptığı ilk günkü açıklamasında ‘yapacak çok iş var’ diyordu.İşlerin başında Endonezya üzerinden gelen yasadışı göçmenler meselesi; ülke ekonomisinde önemli bir yeri olan çiftlik işletmeciliği ve yaşlanan nüfus gerçeği karşısında sosyal politikaların geliştirilmesi geliyor. Göçmen konusu aslında ulusal bir tepki çektiği için kampanya döneminde her iki partinin de gündemindeydi. Selefi gibi Rudd gibi, Abbott da bir süre sonra Cakarta’da boy gösterecek. Tabii mülteciler konusunda Cakarta’dan şu aylarda çözüm beklemekolsa olsa iyimserlik olur. Endonezya seçimlerine ramak kala, Susilo Bambang Yudhoyono “zaten ben gidiciyim” deyip, sarayında ‘misafirperverliğin’ ötesinde bir çabası olmayacak; önde gelen diğer politikacılar da ‘seçim borsasında’ yer alma yarışındayken ve de kimi gözlemcilerin ifade ettiği üzere ülke bürokrasisinin çeşitli birimleri bu illegal göçten nemalandığı  düşünüldüğünde  Abbott’un ne gibi bir sonuç elde edebileceği şüpheli. Ancak illegal göçmenlerin azımsanmayacak bir bölümünü Müslümanların oluşturduğu düşünüldüğünde bu ayıptan hiç kimse kaçmaması gerekir. Müslümanlar adına hareket ettiği ifade edilen, oysa gerçekte ne birliği olduğu şüpheli uluslararası kimi kuruluşların bu insani durum karşısında sorunu anlamaya yönelik bir araştırmaları olup olmadığını sormanın bir karşılığı var mıdır acaba?

Ülke ekonomisinin dayandığı zengin maden kaynakları yerini müşterileri arasında İslam ülkelerinin de önemli bir yer tuttuğu çiftlik işletmeciliği geliyor. Bu yatırımlar sayesinde Avustralya’nın gıda üretiminin küresel dönemde göz ardı edilmeyecek bir ‘güç’ olduğunu dünyaya kanıtladığını söyleyebiliriz. ‘Helâl’ konusu mu? O da yoluna konulmuş gözüküyor. Tıpkı ‘faizsiz bankacılık’ uygulamasında kazancın yolunu gören dünyanın önemli finans kuruluşlarının politikaları gibi dev çiftlik işletmecileri de İslam coğrafyasındaki müşterilerini tatmin edecek ‘Helâl’ üretimleri gerçekleştirmekten elbette ki imtina etmeyeceklerdir. Koalisyon iktidarının ekonomi alanındaki öncelikli politikalarının başında çeşitli ülkelere özellikle bölgesindeki Pasifik Adaları ülkelerine yapılan yardımlarda kısıntıya gidilmesi geliyor. Bu politikanın icraata geçirilmesiyle dört yıl içinde 4.5 milyar Dolarlık ‘tasarruf’ yapılması, bir başka deyişle bu bütçenin ülkedeki alt yapı çalışmalarına ayrılması öngörülüyor.

Muhafazakâr görüşlerin ağırlık kazanacağı bu yeni dönemde Avustralya’nın aslında bir ülke politikası olarak görülen ‘Güneydoğu Asya-Pasifik’ açılımında nasıl bir rol oynayacağı merak konusu. Bu yönde ilk gösterge ‘negatif’ hanesine yazılacak bir uygulama olarak gözüküyor. Yukarıda dile getirdiğimiz üzere, ağırlıklı olarak bölge ülkelerine yönelik yardımların kısılmasının, ilgili ülkelerle ilişkilerin istikrarlı bir şekilde sürdürülmesi önünde bir engel oluşturacağı düşünülebilir. Kaldı ki, bu yardım kesintisinin ülkenin üç önemli şehrindeki alt yapı çalışmalarına aktarılacağı yönündeki açıklamada ‘içe kapanmanın’ bir işareti. Avustralya’nın Müslümanların çoğunlukta olduğu Endonezya-Malezya ile ilişkilerinde ‘medeniyetler ayrımını’ körükleyecek boyuta uluşması hiç de istenmeyecek toplumsal tepkilere yol açabilecek tehlikeleri içinde barındırıyor. Henüz yeni yayınlanan ve Avustralya’nın 2025 hedeflerini ele alan ‘Endonezya Ülke Stratejisi’ belgesinde de vurgulandığı üzere Endonezya’nın 2025 yılında dünyanın gelişmiş onuncu ülkesi olacağı projeksiyonundan hareketle,bu ülke ile ilişkilere ayrı bir önem verilmesine yapılan vurgu dikkat çekiyor. Koalisyon hükümetinin, tüm muhafazakârlığına rağmen, bu ekonomik göstergeyi olabildiğince dikkate alacağı düşünülebilir. En azından, süreçte İşçi Partisi’nin ve Senato’nun hükümet politikaları üzerinde ‘yapıcı’ müdahalelerinin bu yönde bir açılıma sebep olacağı da gözlerden uzak tutulmamalı.

Endonezya’yı ele alan bu raporda Avustralya’lı bürokratların iştahını kabartan hiç kuşkusuz ki, Endonezya’nın ‘tüketimci ekonomiye’ endeksli gelişme göstermesi. Ekonomisi %5-6’lar düzeyinde büyüse de, insan kaynakları, alt yapısı epeyce ‘açık vermesine’ rağmen, bir önceki yazımızda vurguladığımız gibi bu açığı kapatacak ‘dış yatırımlar’ noktasında Avustralya ‘gönüllü’ rol oynamaktan çekinmeyecektir. Bu noktada eğitim alt yapısındaki başarısız politikalar, son birkaç yılda yaşanan ‘müfredat’ ve ‘sınav’ skandalları, Cakarta çevrelerinde ‘teknik destek’ amacıyla Sdyney’in kapısını aşındırmaya başladı bile. Öyle ya, adına İslam ülkeleri denilen bütün içinden pek de ‘model’ alınacak bir yapılanma olmadığına göre, yanı başında hem de çokça hayranlık beslenen Anglo-Sakson dünyasının bir temsilcisinden gönüllü yardım almak kadar rasyonel bir çözüm olamaz.