27 Mart 2013 Çarşamba

Güneydoğu Asya’da Bir SavaşınYıldönümü


Mehmet Özay                                                                                                                    24 Mart 2013


Güneydoğu Asya tarihinde yaşayan sömürgecilik savaşları dendiğinde akla gelen belki de yegane örnektir Hollanda Savaşı (Dutch War). 1873 yılı 24 Mart’ında Açe sahillerinden karaya çıkarak Sumatra Adası’nın kuzeyindeki kadim İslam topraklarını istilaya yeltenen Hollandalılara karşı Açelilerin verdikleri mücadele, değişik bağlamlarda bugün de etkisi sürdürüyor. Bu savaş ve çevresinde yaşananların, sadece Açe tarihi değil, Güneydoğu Asya tarihi ve İslam tarihi açısından da önemine şüphe yok. Bugün söz konusu bu önemli savaşın 140. yıldönümü. Son dönemde ‘Açe’ adını zikredip de bu önemli ‘bağımsızlık savaşına’ atıfta bulunulmaması dikkat çekicidir. Genelde Güneydoğu Asya, özelde Açe’ye Ortadoğu eksenli ‘merkezci’ bakışın açmazlarından biri olarak değerlendirilebilecek bu eksikliğin giderilmesi bu toprakların tarihinin ve asli sahiplerinin anlaşılmasında kaçınılmaz öneme sahiptir. Bu vesileyle söz konusu bu savaş bağlamında bugüne kadar pek de rastlamadığımız kimi hususları gündeme getirmekte fayda var. Bu kısa değini bize  Açe siyasal elitinin sahip olduğu ‘köklü’ uluslararası ilişkiler tecrübesini hayata geçirme imkânlarını aradığını göstermesi kadar, süreçte elitler arasında yaşanan kimi çekişmelerin ipuçlarını da verecektir.

Hollanda Doğu Hint Yönetimi’nin Avrupa’daki başkenti Hague’den aldığı direktiflerle yürüttüğü bu savaş öncesinde olduğu gibi, sonrasında da önemli siyasi görüşmelere konu olmuştur. Bu gelişmeler, Penang, Batavya (bugünkü Cakarta), Singapur, gibi bölgenin önemli yönetim ve siyaset merkezlerinin yanı sıra, Hicaz ve İstanbul’a kadar uzanacak boyutları içermektedir. Zaman zaman dile getirdiğimiz üzere, bu girişimler dönemin Açe Sultanlığı elçilerinin İstanbul’da ‘Halifelik’ makamıyla bağ kurma arzusuyla sınırlı kalmamıştır.
Gerek o dönem Açe siyasi eliti arasında yaşanan ihtilaflar gerekse uzun tarihi geçmişinde doğulu ve batılı uluslarla geliştirdiği ticari ve siyasi alanlardaki etkileşimlerin bir uzantısı olarak, savaş öncesi ve sırasında uluslararası siyaset merkezlerini tetiklemeye yönelik çabalara rastlanmıştır. Bu bağlamda, Hollanda istilasının önlenmesi noktasında Fransızlar, Amerikalılar, İngilizler nezdinde de inisiyatifin geliştirilmesi tarihsel bir devamlılıktı.

Bu noktada alternatif girişimlere örnek olması bakımından bir hususu gündeme getirmekte fayda var. Savaşın hemen öncesinde Açe siyasetinin önemli isimlerinden -ve de dönemin Başbakanı kabul edilen- ‘Habib’ Abdurrahman Ez-Zahir’in İstanbul ve ona muhalif isimlerden olduğu anlaşılan -saraya yakınlığıyla tanınan- Panglima Tibang’ın Singapur’da çözüm arayışlarına ve destek çabalarına dair gayretleri üzerinde ayrıntıyla durulması gereken hususlardır. Bu iki liderin Sultanlık içindeki mücadelesi, Açe’nin kurtuluşu için ne tür siyasi çözüm taraftarı oldukları konusu anlaşıldıkta, kanımız o ki, bugüne kadar sürecek Açe siyasal yapısını da anlamaya olanak tanıyacak ipuçları taşıdığını ileri sürebilirim.

Açe siyasi elitinin, dönemin önemli Batılı güçlerin ilgilerini Sumatra Adası’nda olan bitene çevirme gayretinin ardında, Hollanda sömürge yönetiminin Açe sorununa ‘dış müdahale’ yapılmasından duyduğu endişeden haberdarlık kadar, Batılı güçlerin kendi aralarındaki ‘çıkar ilişkilerinin’ farkında olmalarının da rolü vardı. Bu nedenledir ki, vatanın güvenliğinin sağlanması konusunda başvurulacak alternatifler neyse tümü uygulamaya konuluyordu. Bu konudaki girişimler savaştan birkaç yıl öncesine değil, Hollanda’nın Açe’yi istila etme arzusunun giderek netlik kazanmaya başladığı yüzyıl ortalarına (1850) kadar geri gider. O dönemde, meşhur İstanbul ziyaretleri kadar, Paris’e giden bir elçinin varlığı oldukça ilgi çekicidir. 1852 yılında Siti Muhammed adında Açe ‘seyyahı’, Paris’te girişimleri mevcuttur.[1] Tabii bu süreçte, saldırının kaçınılmazlığı 1868 yılından başlayarak Hollanda’nın Sumatra Adası üzerinde hak iddiasını güçlü bir şekilde dile getirmesiyle kesinlik kazanacaktı. 1819 yılındaki anlaşmaya rağmen, Hollandalıların  İngilizleri Açe konusunda nasıl ikna ettikleri de başlıbaşına bir konudur. Ancak şu kadarını söyleyelim ki, İngilizlerin çokça peşinden koştukları ticari imtiyazlar konusundaki gelişmelerin payı önemli. 1867-1873 tarihleri arasında Singapur’daki İngiliz valisi Sir Harry Ord, Londra’yı, ticari kazanımlar noktasında ikna ettiği, bunda Açe’de süren siyasi istikrarsızlığı da öne sürdüğü anlaşılıyor.[2] Açe siyasi elitinin uluslararası çevreler nezdindeki girişimlerine tepki olarak savaşın ilerleyen safhalarında, örneğin Amerika gibi kimi güçlerin şu veya bu şekilde olan bitene kayıtsız kalmadıklarını sembolik olarak da gösterecek bazı gelişmeler olmuştur. Bu bağlamda, gözlem amacıyla da olsa Amerika’ya ait Yantic adlı savaş gemisinin bölgeye gönderildiği üzerinde durulabilir.[3]

 

Buna ilâve olarak yukarıda kısaca değinilen uluslararası ilişkiler alanında değerlendirilebilecek girişimler gene hem bölgede yayın yapan gazeteler hem de Avrupa basınında yer bulmuştur. Daha önce kaleme aldığımız bazı metinlerde kısmen vurguladığımız üzere İstanbul’da ve Kahire’de yayın yapan ve Osmanlı halklarını Açe’deki gelişmelerden haberdar eden Basiret Gazetesi’nin başvuru kaynakları arasında Times, Memorial Diplomatique‘inde bulunduğu Batavya, Kalküta, Penang, Hague, Singapur gibi önemli merkezlerde yayınlardan gelişmelerin izlendiği anlaşılmaktadır.[4] Bu bağlamda, Batavya’da “Javo Bode” ve “Handelsblad”[5], Penang’de “Pinang Gazette”[6] dikkat çeken yayınlar arasındadır. Coğrafi olarak Penang Açe’ye en yakın nokta olması kadar, lojistik destek sağlayan Hollanda gemilerinin  uğrak yeri olması dolayısıyla da,[7] tüm haberlerin ilk çıkış yeri olduğu düşünülmesi doğal. Buraya ulaşan haberler telgraflarla Singapur, Batavya’ya yani sömürge yönetimi merkezine gönderiliyordu.

Yukarıdaki dile getirdiğimiz ‘Osmanlı dışında’ alternatifler üzerinde siyaset geliştirme teşebbüsünde bulunan Açe Hükümeti’nin çabalarına bölgede çıkan önemli yayın organlarından istifadeyle kısaca değinelim. 10 Nisan 1873 tarihli Straits Times Overland Journal’da geçen haberde Hollanda Komiseri Niewenhuyzen’in ilân ettiği ültimatomu reddetmesi üzerine Banda Açe açıklarında konuşlanmış olan Hollanda gemilerince top atışı yapılması emrini verdi.  Ayrıca, Hollanda yönetimi olağanüstü bir ‘Bildiri’ yayınlamak suretiyle Penang Adası’ndan veya İngiliz yönetiminin Malay Yarımadası’ndaki herhangi bir bölgesinden silah ve mühimmat ihracatının kesinlikle yasakladığını ilân ediyordu.[8]

Bu yasağa rağmen, Penang’den Açe’ye silah ve mühimmat girişinin yapıldığına dair kimi görüşlere rastlamak mümkündür. Coğrafi yakınlık, Açelilerin Penang’deki ‘nüfuzları’ gibi hususiyetler bunu olanaklı kıldığını söyleyebiliriz. Örneğin, bu süreçte Penang Adası’nda yerleşik olan önde gelen 8 Açeli bütün Takımadalar’da Hollanda aleyhine bir kampanya başlatarak Açe’ye silah sevkiyatını organize ettiler.[9] Ayrıca, bu noktada İngilizlerin bu sürece ne denli ‘katkı yaptıkları’ üzerinde durulması gereken bir konudur. Avrupa güçlerinin özellikle de İngiltere ve Hollanda’nın Avrupa tarihinin derin noktalarında ittifak kurdukları ve bu ittifakın Güneydoğu Asya sömürge topraklarına kadar etkisini gösterdiği dikkate alınsa da, gerek bireysel yöneticiler gerekse zaman zaman nükseden anlaşmazlıklar çerçevesinde birbirlerine muhalif girişimlerin olmadığı söylenemez. Bu noktada, özellikle Thomas Stamford Raffles döneminde -ki bu 1810’lu yıllara denk gelir- Açe’nin İngiltere’nin doğu-batı ticaret hattında önemli bir bağlantı noktası olması yönündeki girişim hatırlandığında, Penang’deki İngiliz yönetimi ve Açe siyaset eliti arasında bir tür ilişkinin varlığına güvenerek -veya bir takım maddi çıkarlar uğruna- Açe’ye silah sevkiyatına katkıları bağlamında bir ‘ihtimal’den bahsedilebilir.

Hollanda güçlerinin Mart ayındaki ilk saldırısında karşılaştıkları direniş ve özellikle saray yerleşkesine yaklaşık birbuçuk kilometre mesafedeki Beytürrahman Camii civarında süren çatışmalarda komutanlarını kaybetmeleri üzerine çekilmek zorunda kaldılar. Buna rağmen, Açe üzerindeki emellerinden vazgeçmediklerini yaklaşık bir yıl sonra, yani 31 Aralık 1874 tarihinde, çok daha büyük kuvvetler eşliğindeki saldırılarında göstereceklerdi. Söz konusu bu ikinci safhada Hollanda yönetimi, Afrika’dan asker getirtti. Toplam askeri gücü, siviller de dahil olmak üzere 13.000’i buldu.[10] Bu ordu gücü Batavya’dan 19 gemi ile yola çıktı. Gemiler arasında 1500 grosstonluk bir İtalyan gemisi de vardı. İkinci sefere komuta eden van Swieten, karaya çıkmadan tahtta yeni çıkmış olan genç sultana birkaç elçi gönderdi.[11]

Ancak bu ikinci saldırı, Açe’de direnişin başkent dışındaki güçlerin katılımına neden olacaktır. Açe tarihinde, merkezdeki Sultanların varlığına karşın önemli bir siyasi rol icra etmiş olan Pedir Valisi -ki bugün Pidie olarak bilinen yerleşim yeridir) bu tarihlerde Başkent’in yardımıa koşmuş ve Hollandalıların 1874 yılı Ocak ayı başlarındaki ikinci saldırıları karşısında varlık göstermeye çalışmıştı. Bu saldırılar karşısında Pedir üzerine birlik gönderme karar alan Hollandalıların “tüm görüşme çağrıları” vali tarafından reddedilmiştir.[12]

Tüm bunların ötesinde, Açelilerin ellerindeki mevcut imkânlarla Hollanda yönetimine maddi ve manevi kayıplar verdirme konusunda Güneydoğu Asya topraklarının en dirençken toplumu olarak kabul edildiğine kuşku yok. Bu husus dönemin yazışmalarında dile getirildiği gibi[13], daha sonra konuyla ilgili araştırmalar yapan neredeyse tüm akademisyenlerin ortak görüşünü oluşturur. Bu bağlamda, Açelilerin vatan savunmasında sergiledikleri savaşçı karakterdeki üstünlükleri dikkat çekicidir. Birebir ve küçük gruplar halinde sergilenen ve adına bir tür ‘gerilla taktiği’ denilebilecek unsurlarda Hollandalı ve onların yerli ‘bağlılarına’ kayıplar verdirdikleri bilinmektedir. Bu güçle baş etme noktasında Hollanda ordusununun elit askerlerinden oluşan ve adına “Marechausee” veya “Marsose” denilen birlikleri sahaya sürmek zorunda kalıyordu.[14]

Peki bu ilişkiler bütünü Açe Sultanlığı’nı, Açe siyasi elitinin ortaya koyduğu dönemi itibarıyla küresel bir etki oluşturma çabasını dikkate alındığında nasıl anlaşılmalıdır? Bu siyasi varlığın, daha 16. yüzyıldan başlayarak Constantinople-Ortadoğu eksenini Hint Okyanusu’na dahil etme girişiminden Avrupa emperyalizminin en kanlı savaşına kadar geliştirdiği bir siyaset ruhundan bahsedelimez mi? Açe siyasi düzeninin ‘Halifelik makamı’ adına İstanbul’un yolunu arşınlaması kadar, dönemin önemli Batılı güçleriyle teması bu gücün Pan-İslamcı özellikleri üzerinde zayıflatıcı bir tesir doğurur mu? Bu ve benzeri soruları gündeme getirmek için İngilizlerin ‘teşvikine’ gerek yok. Kaldı ki, böyle bir teşvikle bu tür soruların gündeme getirilmesi de pek mümkün değil. O zaman, Açe’nin ürettiği siyasi geleneği ve ilişkiler ağını anlama konusunda ‘dirsek teması’nın İngilizler veya Hollandalılar değil de, doğrudan Açeliler olması kadar doğal bir yaklaşım olamaz. 

Hollanda Savaşı, doğurduğu sonuçlar itibarıyla sadece Malaka Boğazı’nın güneyindeki toprakların tamamının Hollanda Krallığı topraklarına katma mücadelesi olarak okunamaz. Bunun ötesinde, Güneydoğu Asya İslamı’nın öncü aktörü konumundaki Açe Sultanlığı’nın –tıpkı Ortadoğu’dakine benzer süreçlere maruz kalmasına neden oldu. Osmanlı’dan talep edilen silah yardımının gerçekleştirilememesi, ortaya oldukça hazin bir durum çıkarıyordu. Öyle ki, Holandalılar 26 Ağustos 1614 tarihinde Pieter van den Broecke kaptanlığındaki Hollanda gemisiyle Aden’e vardığında bu topraklar Osmanlıların hakimiyetindeydi. Osmanlı’nın kadim düşmanı Avusturya İmparatorluğu, aynı zamanda Hollanda’nın da rakibi olması dolayısıyla Osmanlılar ile Hollandalılar arasında Avrupa siyasetinden kaynaklanan görece bir dostluktan kısmen de olsa bahsedilebilir. Bu gelişme, Osmanlı-Hollanda ilişkilerinin doğudaki ilk örneği olurken, pratikte Yemen Valisinin Macar devşirmesi Cafer Paşa’nın Hollandalılara bir sebeple izin vermemesi ile sona erdi.[15] Ancak, yaklaşık 250 yıl sonra, Osmanlı-Hollanda karşılaşması bu sefer Açe’deki istila girişimi nedeniyle gündeme gelecekti. Avrupa’daki gücünü kullanan Hollanda, Osmanlı’nın Açe’ye müdahelesinin önüne geçebilecek bir güçteydi. Osmanlı ne siyaseten ne de askeri olarak Açe Sultanlığı’na bir katkıda bulunabilirken, Açe var olan insan gücüne eklemlediği iman gücüyle savaşı götürebildiği yere kadar taşıma mücadele verdi.



[1]Nicholas Tarling. (1962). (Başlıksız) JMBRAS, Vol. XXX. Part 3, No 179. s. 165.  
[2]C. Northcote Parkinson, British Intervention in Malaya: 1867-1877, University of Malaya Press, Kuala Lumpur, 1964, s. 32.

[3]The Straits Times, 10 January 1874, Page 1 Article also available on microfilm reel NL5044  [Lee Kong Chian Reference Library.

[4]Örneğin,2 Rebiyyülahir 1290, 8 Rebiyyülahir1290, 29 Muharrem 1291, (18.03.1874), 3 Muharrem 1291 (20.02.1874), 1 Zilhicce 1290 (20.01.1874), (Bkz.: Basiret,  No. 1412, 1430, 1433, 4113, 4117,).

[5]Bkz.: “Items from the Java Papers”, Straits Times Overland Journal, 3 Mayıs 1873, s. 3.

[6]Bkz.: Straits Times Overland Journal, 13 Temmuz 1873, s. 2.
[7]Straits Times Overland Journal, 3 May 1873, s. 6.  
[8]10 Nisan 1873 tarihli Straits Times Overland Journal,  s. 8.  
[9]C. Northcote Parkinson, British Intervention in Malaya: 1867-1877, University of Malaya Press, Kuala Lumpur, 1964, s. 291.
[10]Paul Van’t Veer. (1985). Perang Aceh: Kisah Kegagalan Snouck Hurgronje, Cakarta: Grafiti Pers, s. 70.
[11]Paul Van’t Veer. (1985). Perang Aceh: Kisah Kegagalan Snouck Hurgronje, s. 71.
[12]The Straits Times, 3 January 1874, s. 3.
[13]The Straits Times, 10 Ocak1874, s. 1.
[14]Gary Nathan Gartenber (!). Silat Tales: Narrative Representations of Martial Culture in the Malay/Indonesian Archipelago, PhD Thesis, University of California, 200, s. 4-5.
[15]C. F. Beckingham, “Dutch Travellers in Arabia in the Seventeenth Century”, Part I, JRAS, 1951, s. 66-7, 78.

Çin Reform Sürecine ASEAN’ın Katkısı Mümkün mü?


Mehmet Özay                                                                                                                   21 Mart 2013

Bugünlerde, Çin'de yaşanan yönetim değişikliğinin ardından devlet başkanı ve başbakanı aracılığıyla reform mesajları gündemde yer işgal ediyor. Çin'in, geçen birkaç on yıl boyunca 'kural dışı' büyümesinin ardından 'reform' saflarında yerini almaya karar vermesinde elbette Batılı güçlerin payını hesaba katmak gerekir. Öte yandan, önümüzdeki dönemde icra edilecek reform programları bağlamında da Çin'in tek başına bırakılacağı düşünülemez. Üstüne üstlük, Çin'i bu konuda "gayrete" geçirecek güçlerin Batılı unsurlardan ibaret olmaması gerektiğini ileri sürebiliriz. Bu noktada karşılıklı olarak çeşitli önyargıların devam etmesinden ötürü Batı'dan gelecek mesajlardan ziyade, bölge ülkelerinin potansiyel olarak sürece katkı yapabilecekleri düşünülebilir. Bu katkının ortaya konulabileceği alan, insan hakları ve ilintili bağlamlar olarak dikkat çekiyor.

Çin'de sözler dönüp dolaşıp ekonomiye kilitlenirken, Batı ekonomik kalkınmacılığının temelinde yatan "bireysel hak ve özgürlükler" noktasından farklı bir bağlamın yaşandığı unutulmamalı. Peki Çin'de tecrübe edilen ekonomik kalkınmanın hedefi neydi sorusu önemli. Çin başta olmak üzere, Güneydoğu ve Doğu Asya ülkelerinde birbiri ardı sıra hasıl olan ekonomik kalkınma hamlelerinin temellerine baktığımızda, sömürge döneminde neşet etmeye başlayan Batı'nın ezici gücü karşısında ve de Soğuk Savaş yıllarında gelişme gösteren "intikam hisleriyle" hareket edilmesinin önemi yadsınamaz. Bu gerçek karşısında, söz konusu ülke yöneticilerinin, politikacılarının ve de bir bölüm aydınının hangi gerekçelerle ekonomik kalkınmayı önceledikleri ve buna destek verdikleri türünden sorular gündeme getirilmeli. Bu öncelemede ilgili ülkeler, bu kalkınma yarışında halklarına dönük projeksiyonda 'donukluk' sergiledikleri, kalkınmanın temel hedefinin 'merkezi' siyasi yapıların güçlendirilmesi olduğu görülür.

Batı ekonomik kalkınmasında insan tekinin "özgürlük", "bireysel ve serbest müteşebbislik" gibi kavramlarıyla yola çıkarken, üstüne üstlük kimi abartılarla birlikte köklerini dini referanslarda bulma çabaları gündeme gelirken, Çin ekonomik kalkınmacılığında henüz böyle bir söyleme rastlamak mümkün değil. Aksine, katı bir determinizmin hiyerarşik devlet katmanlarından toplumun derinlerine nüfuz ettiği gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Başta Çin olmak üzere bölgenin ekonomik kalkınmacılığı konuşulurken, tek tek bireylerin ve bu bireylerin içinde yeşerdikleri sosyal kümelerin anlamı, rolü, işlevi, birbirleriyle ve devletle ilişkileri vb. konuları kuvvetlice vurgulamanın zamanı gelmiş olmalı.

Bugün bizatihi Çin sınırları içerisinde Uygur ve Tibet'in maruz kaldığı zorbalıklar; yanı başında Myanmar'da başta Arakanlı Müslümanlar ve Kachin, Karen, Chin gibi diğer irili ufaklı etnik azınlıkları çepeçevre kuşatan insan hakları ve özgürlükler konusundaki açmazlar; Tayland'ın güneyindeki Müslüman Malay nüfusuna yönelik yok sayıcı ve parçalayıcı politikalar; Endonezya'nın doğusunda gözlerden ırak Irian Jaya'da yaşananlar vd. 'sıcak alanlar' olarak dikkat çekiyor. Öte yandan, bölgenin diğer ülkelerinde başat politik güçlerin maharetiyle pek de gözler önüne serilmeyen, güç merkezlerine yabancılaştırılmış etnik azınlıkların, kitlelerin ekonomik yoksulluklarına "insan" olmanın doğasından kaynaklanan özelliklerden yoksun olduklarını unutmamak gerekir.

Tüm bu negatif unsurlara rağmen, Çin'i reform çabasında "desteksiz" bırakmayacak, bu süreci sadece "ekonominin kontrolüyle" sınırlandırmayacak unsurların katkısına ihtiyaç duyulmakta. Bu katkının 'beyaz unsurlar' dışında birbirlerini anlama potansiyeline sahip olduklarını düşündüğümüz bölge ülkeleri ve birliklerince gerçekleştirilmesi çok daha çarpıcı gelişmelere konu olacaktır.

Ancak bu noktada vurgu yapageldiğimiz ASEAN'ın kendi içinde tutarlı politikalarla gündemde yer alması gerekiyor. Üye ülkelerin katkılarıyla  2008 yılı Aralık ayında yürürlüğe giren ve yasaları önceleyen ve insan-odaklı bir organizasyon olduğunu kayda geçiren üye ülkelerin imzaladığı ASEAN Sözleşmesi'nin 7. Maddesi'nde dile getirilen demokrasinin güçlendirilmesi, iyi yönetim ve yasaların hakimiyetini geliştirilmesi, insan hakları ve temel özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi" türünden maddeler, bize bu topluluğun halkları için öngörüleri hakkında bir fikir veriyor. Herhalde bu hususların geliştirilmesinde eğitim olanaklarından istifadenin önemi yadsınamaz. Bu hususta, 10. Madde'de vurgulanan "eğitimde ve yaşam-boyu öğrenim bağlamında işbirliği sayesinde insan kaynaklarının geliştirilmesi"; 11. Madde'de dile getirilen ASEAN halklarına kalkınma, sosyal refah ve adaletin dağıtımında eşit imkânlar sunulması vb. yukarıdaki maddeyi destekleyici mahiyettedir. Sözleşme'nin 50. Maddesi'nde ise "Beş yıl sonra sözleşme maddelerinin gözden geçirilmesi" ilkesinin içinde bulunduğumuz süreçte Birliğin gündemine getirilmesi gerekiyor. İşte tam da bu sırada bu hususları gündemde tutacak, tartışacak, uygulamada izini sürecek güçlü sivil birlikler ortaya çıkarılması da sürecin iki yönlü yürütülebilirliğini ortaya koyacaktır. Bu sivil birliklerin öncelikli hedefi, yukarıda sıraladığımız 'sıcak alanlar' ile merkezi güçlerin manipülasyonuna uğramış toplulukların haklarının alınması olmalıdır. Böylece, ASEAN içerisinde geliştirilecek ve halkların kendine güvenini sağlayacak 'haklar düzeneğinin' üreteceği enerjiden istifade yoluna gidilmeli.

Sözleşme'de din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin bireylere ve topluluklara  'insani' haklarını bahşeden maddelerin pratiğe yansımasının aciliyeti 2015 yılında yürürlüğe konması plânlanan ASEAN Birliği'yle de yakından alâkalı. Bu Birlik sayesinde bölge ülkelerinin sınırları içerisinde yaşayan halklara ne vaat ettikleri kadar, bu konudaki samimiyetlerini bölge ile doğrudan ilişkiler geliştirmiş ve geliştirmekte olan Çin gibi 'reformu' öncelleyen bir siyasi yapıya üzerinde 'yumuşak baskı' unsuru olabilir. Bunun rasyonel dayanak noktası ise, geçen yıl Phnom Penh'de yapılan ASEAN toplantısında üçüncü öncelik olarak gündeme getirilen "bölgesel barışın ve güvenliğin tesisi" yaklaşımıdır. Bu yaklaşımın, bir elit siyasi söylem olarak kalmaması, aksine pratikte karşılığını bulması halkların aktif katılımı ile gerçekleştirilebilir. ASEAN'ın kendi toplumlarından alacağı güçle Çin üzerinde yapıcı bir destek/baskı unsuru olması nihayetinde tüm Doğu ve Güneydoğu Asya'nın orta vadede 'huzuruna' hizmet edecektir.

Açe Bayrağı 140 Yıl Sonra Kabul Edildi


Mehmet Özay                                                                                                                   26 Mart 2013

Açe’de bir dönüm noktası daha... 22 Mart 2013 tarihinde Açe Parlamentosu’ndan geçen yasayla Açe Eyaleti kendi bayrağına sahip olacak. Bu neyin eseri? Hemen söyleyelim, bu gelişme 15 Ağustos 2005 tarihinde Açe’ye otonom statüsü kazandıran Helsinki’de imzalanan Barış Anlaşması’nın maddelerinden birinin daha hayata geçirilmesinin adı. Bir başka meşru yanı, 2006 yılında kabul edilen Açe Yasası 11 No’lu Maddesi’nin gereğinin yerine getirilmiş olması... Tabii buradan hareketle meseleyi 20. yüzyıl son çeyreğini içine alan ve kimi çevrelerin göz ardı etmeyi yeğlediği bağımsızlık mücadelesiyle sınırlı olmadığı artık görülmeli. Bayrak ‘hikâyesi’, öyle böyle değil, tam tamına Mart 1873’de başlayan Hollanda istilasından bugüne, aradan geçen 140 yıl sürede bitmek bilmeyen çeşitli badirelerle karşı karşıya kalan Açelilerin hikâyesidir. Açelilerin -en azından önemli bir bölümünün- bugün farklı duygular içerisinde olduğu düşünülebilir. Tabii bu duygular bizden de kaynaklanıyor olabilir!

Dün Açe’de yayınlanan yerel gazetelerin internet sayfalarında “Açe Özgürlük Hareketi (GAM-Gerakan Aceh Merdeka) Bayrığı Açe’de resmen dalgalanıyor başlığı” yer alırken, henüz ulusal düzeyde yayın yapan gazetelerden ise şimdilik ses çıkmış değil. Helsinki Barış Anlaşması’nın sekizinci yılına girerken ancak ‘bayrak faslı’ bugün hayata geçiyor. Yeni yılla birlikte Açe Parlamentosu’ndaki programa dahil edilen yasa çalışması nihayet tamamlanarak 22 Mart 2013 Cuma günü söz konusu ‘Bayrak Yasası’ kabul edildi.

Süreç şimdi Cakarta’da İç İşleri Bakanlığı’nın onayına kaldı. Bakanlık yetkililerinden Reydonnyzar Moenek, yaptığı açıklamada, söz konusu gelişmenin ulusal yasalara uygun olup olmadığının göz önünde bulunduralacağı yönünde bir açıklama yapması şaşırtıcı değil. Açe’deki her gelişmeyi ‘engelleyeme’ matuf açıklamaları daha bir yıl önceki Valilik seçimlerinde bizzat Anayasa Mahkemesi Başkanı’nca yapıldığını hatırladığımızda Cakarta’daki kimi çevrelerin ‘Açe’ konusuna yaklaşımlarında bir değişiklik olmadığını ortaya koyuyor. Moenek’in açıklamasında ‘ciddiymiş’ imajı verilen 2007 yılı Ulusal düzenlemelerinde yer bulan “Papua, Güney Maluku, ve Açe Özgürlük Hareketi’nin de içinde yer aldığı hiçbir ayrılıkçı örgütün sembollerinin Eyalet sembolleri olarak kullanılamayacağı” maddesidir. Ancak, Moenek’in unuttuğu bir şey var ki, o da Açe Özgürlük Hareketi sona erdi; onun yerine Açe Partisi adıyla siyasi oluşum meşru siyasi hayat içinde yerini aldı; Parlamento ve belediye başkanlığı seçimlerinin ardından Valilik seçimlerine de katıldı. Kaldı ki, 2008’de Açe Partisi kurulması aşamasında benzer ‘bayrak krizi’ yaşandığını hatırlayabiliriz.

Tabii, Moenek’in bu açıklaması, aynı zamanda bir çelişkiyi de gündeme getiriyor. Nedir bu çelişki? Açe Eyaleti-Cakarta/Merkezi Hükümet arasındaki ilişkilerde Helsinki Barış Anlaşması’nın temel alınması gerektiğini herkes biliyor. Ancak Cakarta’nın ulusal parlamento’dan geçirmesi gereken ‘uygunluk yasaları’ konusundaki ‘tereddüt’ün aşılmamış olması Bakanlıklardaki yetkililerin Açe söz konusu olduğunda topu ‘ulusal yasalara’ atmaları da normal. Bununla birlikte, öyle ya da böyle, Cakarta, Açe Parlamentosu’nun ‘Bayrak Yayası’na onay verecektir.

Bu onayın ardından, Eyalet’teki tüm resmi dairelerde, okullarda, özel kurumlarda bu bayrak kullanılacak. Barış Anlaşması sonrasında ilk dönem valilik görevini yürüten ve yaşanan bir dizi siyasi kriz sonrası Parti’den ayrılan İrvandi Yusuf, Parlamento’nun Bayrak Yasası’nı onaylamasına destek verdiğini açıkladı.

Açe Valisi Dr. Zeyni Abdullah ise, ‘yasanın’ onaylanmasının ardından yaptığı açıklamada, İç İşleri Bakanı’nın yasayı onaylamasının ardından 1961 yılından itibaren kullanılan ve Pancacita adıyla anılan sembolün yerini alacağını söyledi. Parlamento Başkanı Hasbi Abdullah ise bu yasanın kabulünü Açe halkının kültürel mücadelesiyle ilişkilendirmesi dikkat çekiciydi.

Bayrak bir sembolik değer olarak Açe toplumsal ve tarihi hafızasının bir yerlerde canlı olarak devamı anlamına geliyor kuşkusuz. Açe Bayrağı ‘çeyizlik eşya’ mesabesinde çekmecelerde de korunabilir(di).  Ancak Açe siyasi elitinde sürgit devam eden ‘mücadele aşkı’ onları bugünlere, yani ‘bayrağı gönderece çekme derecesine’ kadar getirdi. Bunu söyleyerek bir yüceltmeden bahsetmiyorum. Zaten ‘bayrak’ hikâyesinin geldiği nokta ne demek istediğimizi somut bir şekilde ortaya koyuyor.

Bakalım, bu ‘bayrak’ gelişmesinden kimler kendilerine pay çıkartacak? Cavalıların algı dünyasıyla Açe’yi, Açelileri anlayabileceklerini zannedenler kadar, Ortadoğu hesaplarını Güneydoğu Asya topraklarına giydirebileceklerini varsayanların ciddi bir yanılgı içinde olduklarını epeyce bir süredir söylüyoruz. Kültürel donanım, tarihsel hafıza, İslami anlayış ve yaşama konusunda epeyce farkların vaki olduğu Cava ile Sumatra arasında neşet eden ‘anlaşmazlıkların’ çözümü için her iki tarafı anlamak gerekiyor. Cava ulus-devlet modelinde, bu Ada dışındaki oluşumları yadsımayı ‘görev’ telakki eden ‘ultra-milliyetçi’ unsurlar kadar bu unsurlara ‘susarak’ destek veren kesimler herhalde sorumluluk paylaşımında bir yerlerde buluşuyor. Kaldı ki, bu toprakları dikkate alırken, Ernest Gellner ve Eric Hobsbawn’cı modern ulus-devlet yapılandırması sömürge dönemi söyleminin bir uzantısı olduğu vurgusunu hatırlatmakta fayda var. Varoluş biçimleri sembolik değerlendirmeler ve gerçekler İslam çatısı altında da olsa, toplulukları farklılıklara sevkedebiliyor. Oturduğumuz yerden bakış, ‘bize’ aittir. ‘Ötekine’ değil... Öteki kendisini nasıl algılıyor onun çabası içinde olmak toplumları, coğrafyaları, insan teklerini anlamada başat bir unsur. Bekleyelim ve görelim, Açe Bayrağı gönderde nasıl dalgalanacak.

Öte yandan, emanet edilen Açeli çocuklar, gençler kalkıp ‘İşte Bayrak’ dediğinde el çabukluğu marifet kabilinden ‘Biz vermiştik” mi diyeceksiniz? Peki öyleyse sormazlar mı adama “Bunun adı ‘mirastan’ yemekten başka bir şey midir”? ‘Verme’nin sübjektif boyutunu görmenin vakti çoktan geldi. Nesne yerine koyulan Açeliler -veya herhangi başka bir topluluk-  hafızalardan ve somut gerçeklikten silinemeyecek kadar ‘buradalar’. Ancak bunu görmek için önce vakı’alara nasıl bakılması gerektiği konusunda kafa yormak gerekiyor. 

Yukarıda bir şekilde değinmiştik, bu gelişme Barış Anlaşması’nın olmazsa olmazlarından. Aradan geçen sekiz yılda önemli bir bölümünün hayata geçmesinin beklendiği maddelerin hangi yoğunlukta gündeme geldiği böylece bir kez daha dikkat çekecektir. O zaman şu soruyu sormak gerekiyor? Bu anlaşmayı hayata geçirilmesi önündeki ‘maraz’ nereden doğuyor? Bu soru sadece Açe’yle ‘kayıtlı’ değil ve böyle de anlaşılmamalı. Açe Barışı’nın Güneydoğu Asya çatışma bölgeleri üzerindeki ‘pozitif katkısını’ ele aldığımızda bugünlerde birkaç coğrafyada birden sürdürülen barış girişimlerinin ciddiyeti anlaşılabilir. Ayrıca, bu girişimlerin, onyıllarca mağdur bırakılmış Müslüman kitlelerin hayatına kayda değer değişikliği en kısa sürede ortaya koyması, hiç kuşku yok ki, gene Açe’de yaşanan süreçlerin anlaşılmasıyla irtibatlıdır.

24 Mart 2013 Pazar

Modern Malay Yayıncılık Tarihine Kısa Bir Bakış


Mehmet Özay                                                                                                                   24 Mart 2013

Malay dünyası dediğimiz coğrafi bütün genel itibarıyla Hint Okyanusu ile Pasifik Okyanusu’nu birbirine bağlayan bir başka deyişle Asya’nın Hindistan ve Çin gibi iki büyük medeniyetine ev sahipliği yapan ülkelerini deniz yolundan birleştiren Malaka Boğazı’nın kuzey ve güneyinde kalan ve adalar topluluğunu içine alır. Bugün nüfusu altıyüz milyonu bulan bu coğrayfa çok çeşitli ırkları bağrında taşımasıyla dikkat çektiği gibi, tarih boyunca Hinduizm, Budizm, Konfüçyanizm, İslam ve Hıristiyanlık gibi kadim dinler, birbiri ardı sıra bölge halklarının bireysel ve toplumsal yaşamlarına ve toplum yapılarına renk vermiş medeniyet dinamiklerini oluşturur. İşte bu süreç, aynı zamanda bölge halklarının yazılı dille, yazılı metinlerle karşılaşmalarının da tarihin oluşturur. Bu girişin ardından, yazıda konu edilecek olan modern dönemde Malay dünyasında yayıncılık faaliyetinin nasıl bir sürece tekabul ettiği üzerinde kısaca duracağım. Konuyu biraz daha daraltma adına, Malay Yarımadası, Malaya veya İngiliz Malayası olarak da anılabilecek toprak parçası üzerindeki gelişmeleri konu edineceğim. Bu toprak parçasının batısında Penang Adası, güneyinde Singapur Adası yukarıda zikrettiğimiz Hind-Çin medeniyetlerinin ilk birleşme noktaları olarak da zikredilebilecek önemli kara parçaları niteliğindedir. Bu özellikleri, İngilizlerin 1786 yılından başlayarak Malaya’daki varlıklarının da ilk nüvesini teşkil eder.

Bu minvalde modern dönem dediğimiz tarih dilimini İngilizlerin bu coğrafyaya nüfuzuyla başlatmakta fayda var. Daha öncesinde Portekiz ve Hollanda varlıklarının da bir şekilde önem arz ettiğini göz ardı etmemekle birlikte, İngiliz varlığının kalıcılığı, kapsayıcılığı ve bir anlamda ‘bütünleştiriciliği’ gibi hususiyetleri dikkate alarak böylesi bir ayrıma gittiğimi söylemeliyim.

“Bu süreçte yayıncılık faaliyetleri nasıl gelişme gösterdi?” sorusu bu yazının çerçevesini belirliyor. İlk etapta İngilizlerin kendi idari yapılanmaları muvacehesinde ihtiyaç duydukları kanun vb. yayınlar; Hindistan, Bengaldeş, Burma, Malaya -ki burada Singapur’u ayrı olarak değerlendirmekte fayda var- ve Çin hattındaki İngiliz varlığının haberdarlığı bağlamında gazetecilik/dergicilik; yerli halkların eğitimi konusundaki çabalar doğrultusunda ders kitaplarının gerek yerli kaynakların transkripsiyonu gerekse İngilizce kaynakların tercümesi bağlamındaki yayıncılık faaliyetleri dikkat çekmektedir. İngiliz varlığı derken ‘seküler’ ve ‘dini’ çevreler ayrımının kaçınılmazlığına vurgu yapılmalıdır. Yönetim çevrelerinin içinde yer alacağı bir seküler varlık karşısında; bağımsız, yarı bağımsız, ve ‘işbirlikçi’ konumundaki çeşitli misyoner kuruluşlarının varlığının yayıncılık faaliyetindeki yeri yadsınamaz.

Bu açılımlardan eğitim kurumunun başlatılması, geliştirilmesi hususiyeti üzerinde ayrı bir şekilde durmayı hak ediyor. Çünkü eğitim faaliyetinin İngiliz dünya görüşü, politikası, kültürü, ahlâkının Malay halklarına şu veya bu şekilde aktarımında başat rol oynadığına kuşku yok. Tabii burada ‘tek yönlü’ bir ilişkiden bahsedilemeyeceğini de hemen belirteyim. Yani, İngilizler sadece yüklenici, Malay toplulukları da alıcı konumunda değil.

Peki ilk okul nasıl başladı? 21 Ekim 1816 tarihinde Papaz R. S. Hutchings’in inisiyatifle Penang’de açılan ve adına Free School denilen eğitim kurumu dikkat çeker. Adına ‘Free’ denmesi, ücretsiz olmasından değil, Penang’de yaşayan değişik ırk ve dinden ailelerin çocuklarının tümüne eğitim hizmeti vermesi dolayısıyladır. Kısa süre zarfında Malaka, Singapur’da ‘Free School’un benzerlerinin açılacağı görülecektir. Bu okulların öğretim dili İngilizce olması kadar, bölgenin ortak dili (lingua franca) Malay dilinin yerli/göçmen tüm kitlelerce şu veya bu şekilde pratikteki kullanımı dolayısıyla öğretim kurumda bir yeri olmuştur. Bu öğretim dilleri, aynı zamanda yayıncılık konusunda nasıl bir çaba içine girildiğine de işaret etmektedir.

Eğitim yapılanmasının ilk kurumu olan Free School’dan sonra özellikle Thomas Stamford Raffles’ın daha Singapur’daki varlığının ilk günlerinden başlayarak üzerinde durduğu husus yerli halkların eğitim işi olmuştur. bu noktada, Raffles’ın sıradan bir sömürge yöneticisi olmadığı, -yeni sömürgecilere taş çıkartacak şekilde- yerli halkların dili, dini, kültürü, toplum yapısı, yönetimi gibi alanlarda önce öğrenme çabası, ardından bunun üzerinden toplumu dönüştürme projesini hayata geçirme gibi kapsamlı politikalar geliştirmenin de ‘adı’ olduğu unutulmamalıdır. Bu noktada eğitim kurumlarının inşasında Papaz Hutchings ve yönetici Raffles’ın öncülüğü herhalde dikkatlerden kaçmayacaktır. Süreç, kimi intikalara rağmen devam etmiş ve akabinde Müslüman Malay çocuklarına kendi dillerinde öğretim hakkının -biraz da zorla- verilmesiyle gelişme göstermiştir. Bu ikinci aşamanın “Malay ana dilinde eğitim” (Malay vernacular school) ile başta Penang, Singapur, ve Malay Yarımadası’nın Batı kesiminde yaygınlık kazanmıştır. Bu gelişme eğitim yayıncılığının da tabiri caizse ‘patlama noktası’ olmuştur. Malay dili, bir yandan asli özelliği itibarıyla Arap harfleriyle yazılan ve ‘Javi’ denilen türü kadar, zamanla İngilizlerin inisiyatifiyle Latin alfabesine geçişi ‘devrimsel’ boyutta değil ‘evrimsel’ çerçevede gerçekleşmiştir. Öyle ki, bu dil politikası yayıncılık alanında da çeşitliliği gündeme getirmiştir. Eserler javi olarak yayınlandığı gibi, latin alfabesiyle de üretilmesi de zamanla uygulama getirilmiştir. Yayıncılığın katkısı “Malayca eğitimin” ilk safhasından itibaren ihtiyaç duyulmuş kurumsal bir özellik gösterir.

Misyoner okulları, ardından sömürge yönetiminin inisiyatifle açılan ve seküler eğitimin nüvesi olarak da bilinen İngiliz okullarında şu veya bu şekilde İngilizce öğretim materyallerinin karşılanması mümkün olsa da, Malayca (Bahasa Malayu) ders kitabı bulmak mümkün olmamıştır. Bu, Malayca çalışmalar olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Yakinen bildiğimiz üzere, Malay dünyasının İslamlaşma sürecinin -ki bunun 16. ve özellikle 17. yüzyıl boyutları büyük önem arz eder- el yazma eserlerin kimi dini eğitim kurumlarında kullanımını gündeme getirmiştir. Ancak bu eserlerin ‘modern’ alet/araçlarla baskısının yapılması 19. yüzyılda İngiliz ‘müdahalesine’ kadar mümkün olmadığı da ortadadır. 1850’lere gelindiğinde eğitim yayıncılığına duyulan ihtiyaç kronikleştiği görülür. Ve böylece ilk baskı çalışmaları, Malay el yazmalarının transkripsiyonu ve ‘Binbir Gece Masalları’ türünden Arap edebiyatının kimi eserlerinin tercümesiyle başlar.

Sözlük çalışmalarının bu sürece katkısı büyük olmuştur. 19. yüzyıl sonlarında R. J. Wilkinson’ın bu alandaki katkısı, belki de yaklaşık bir yüzyıl öncesinde William Marsden tarafından yapılan sözlük çalışmasından sonraki en kapsamlı eser niteliği taşır. Wilkinson, tıpkı selefi gibi bu çalışmasını Malay edebiyatının önemli eserlerini tarayarak ortaya koymuştur. Wilkinson’un katkısı bununla da bitmemiş, Malay Okumaları (Malay Readers) yayını dönemin okullarında temel eserler olarak kabul görmüştür. Bu sürecin bir diğer aşamasında Frank Swettenham’ın “Vocabulary of the English and Malay Languages” adlı 1914 yılında yayınlanan çalışmasının da kıymetine değinelim.

Bugüne kadar yayıncılığı devam eden bölgenin en önemli gazetesi ‘The Straits Times’ın 1845’de İngilizce yayını; çeşitli öğretim kurumlarının gelişmesine paralel olarak eğitim yayıncılığının gelişmesi; edebiyata olan ilginin artışıyla doğu-batı edebiyatının örneklerinin yeni baskılarının gündeme gelmesi yeni bir sektörün doğuşu demektir. 19. yüzyıl sonlarına gelindiğinde artık klasik bir eser olan Malay Tarihi (Hikayat Tanah Malayu), Hikayat Abdullah, Abdullah’ın Seyahati (Pelayaran Abdullah), Hikayat Jahidin gibi yerli Malay edebi eserleri ve Hikayat Dunia (Coğrafya), Malay Reader, Matematik (Malay Arithmetic) vb. ders kitapları arasında yerini alır. Buna ilâve olarak Robinson Crusoe gibi İngiliz edebiyatının ürünleri de Malaycaya çevrilir.

Tabii bu çeviri çalışmalarının odağında misyoner okullarının, başta İncil olmak üzere, Hıristiyanlığın temel eserlerinin -ve de vaazların- Malaycaya çevrilmesine vurguyu ihmal etmeyelim. Misyonerlerin erken dönem yayıncılığı içerisinde kayda değer bir yeri olan “Bustan Arifin” (The Garden of the Wise Men) adlı gazetenin erken döneme ait bir  çalışma olduğu unutulmamalıdır. Hem Javi hem Latin baskısı olan bu çalışma 1821 yılında Singapur’da yayınlanmıştır. Misyoner çevrelerinde William Shellabear, Papaz Keasberry yayıncılık alanındaki katkıları kayda değer olmuştur. Shellabear, mensubu olduğu Metodist Misyon’un başında uzun yıllar çalışmaları ile dikkat çeken ve bu anlamda Malay dilinde yayıncılığı öncelleyen bir isimdi. Bu ilgisi onu Hıristiyan hikâyelerini, klasik Malay edebiyatının önemli formu “syair” tarzında kaleme alacak kadar gelişme kaydetmesine neden olmuştur.

Malayca gazetecilik faaliyetlerinin sürece katkısı, Malay dilinin sosyalleşmesi, okur yazar kesiminden sıradan halka doğru yayın faaliyetinin genişlemesi gibi özellikler dikkate alındığında dikkat çekicidir. Bu çerçevede ilk Malayca gazetinin 1876 yılında yayına başladığı görülür. Bu alanda önemli çalışmaları ile biinen William R. Roff, 1876-1941 yılları arasında otuzaltı yayına ulaşır. Malay gazeteceliğinin 19. yüzyıl sonlarında tam anlamıyla patlama yaşandığını söylersek yanılmış olmayız. Bir yandan eğitim alanındaki ‘reformlar’, bir yandan Malay siyasi elitin yaklaşımlarındaki değişim, genel itibarıyla toplumsal dönüşümlerin hız kazanmaya başlaması gibi faktörlerle yayıncılık Singapur dışına taşarak Yarımada’nın önemli merkezlerinde de görülmeye başlanmıştır. Örneğin, Pahang’daki yayıncılık faaliyeti Borneo Adası’na ulaşacak boyutlara ulaşmıştır.

Peki bu sektörde kimler rol aldı? Misyonerler, İngiliz yöneticiler derken bu süreçte Çinlileri, adına Peranakan denilen Hindistanlı ve Arap Müslümanlar, yerli Malay Müslümanların zamanla bu sektörde şu veya bu şekilde yer aldıkları görülür. İşi teknik boyutta görüp katkıda bulunanından, yayıncılık pazarının gelişmesinden ilhamla ‘yatırım’ olarak değerlendirenine, entellektüel ve bir ideal olarak ele alınına kadar çeşitli nedenlerle yayıncılık alanına katkılar zamanla giderek artış göstermiştir.

http://www.dunyabizim.com/Manset/12815/malay-yayinciligina-kimlerin-katkisi-olmus.html

21 Mart 2013 Perşembe

Çin’de Yeni Dönem ve Beklentiler


Mehmet Özay                                                                                                                    17 Mart 2013

Xi Jinping, yaklaşık dört ay önce Komünist Parti Başkanlığı'na atandı. 14 Mart'ta da Ulusal Halk Kongresi üyelerinin katılımıyla Çin Parlamentosu'nda yapılan seçimin ardından resmen devlet başkanlığı görevine başladı. Geçen yıl, özellikle ABD'ye yaptığı geziyle dünyaya 'güler yüzlü başkan' modeli çizen Jinping değişim/dönüşüm (reform) mesajları vermesiyle dikkat çekiyor. Dört ay önceki atamalarda sadece Jinping değil, politbüro'nun üst düzey kadroları da yenilenmiş ve adları 'reformcu' sıfatıyla anılan isimlere dikkat çekilmişti. Neredeyse her ülkede hiç de eksik olmayan bir popülerliği olan 'reform' sözcüğünün Çin için ve bünyesinde barındırdığı çoğunluk ve azınlık halklar için değil, küresel bağlamda kaçınılmaz bir önem ifade ediyor. Aşağıda söz konusu bu reform sürecinin biri Çin diğeri ABD olmak üzere iki kanadı olduğunu ileri sürerek, reformu kim, ne için istiyor bağlamına kısaca değineceğim.

Jinping, Komünist Parti Başkanlığı'na atanmasından bu yana geçen dört aylık süre zarfında henüz 'elini taşın altına' koymasa da, Devlet Başkanı sıfatıyla yeni dönemde nasıl bir performans sergileyeceği merak konusu. Çin'de parti liderliği ülkede neredeyse her şey demek. Devlet Başkanlığı pozisyonu ise iç politikadan ziyade uluslararası arenada Çin'i temsil makamında kabul edilen bir kurum. Jinping'in gücünün sınırlarına baktığımızda karşımıza ordudan birinci dereceden sorumlu olması kadar -ki bu daha önceki başkanların da görev ve yetkileri içerisindeydi-, selefi Hu Jintao'nun sorumluluk alanından radikal bir değişim olarak Merkezi Askeri Komisyon'un başkanlığını da bir üst düzey askerden devralması, onu önümüzdeki süreçte daha güçlü bir lider kılacak faktörler arasında sayılabilir. Çünkü bu ikinci sorumluluk alanının, Jinping'i siyasi ve askeri karar mekanizmasının odağına yerleştirdiğini unutmamak gerekir. Böylesi bir farklılık, bir anlamda onu ülkede yegâne söz sahibi yapmaya aday nitelikler olarak dikkat çekiyor.

Jinping'in 'kimdir' bir bakalım...  Babası devrim liderlerinden biri olması onun, diğer özelliklerinin yanı sıra dikkat çekilen bir yönü. Haddi zatında, bu özellik devrimci bir babayla, reform sürecinin başlatıcısı bir oğul arasındaki ilginçliği ortaya koymasıyla da önemli. Çin'de değişim/dönüşüm (reform) derken tabii olarak akıllara 1989 Tiannenmen Meydanı gösterileri ve sonuçları geliyor ilk olarak. Bununla birlikte, dünyanın bu dev ülkesinde geniş halk kesimleri kadar uluslararası kesimlerin de önümüzdeki süreçten beklentileri büyük.

Jinping'den devrim ilkelerine -her neyse onlar- muhalif bir yönelim beklenmiyor elbette. Ancak özelde ülkede ve bölgede genelde ise küresel anlamda değişen şartlar, yeni talepler ve zorlamalar ekonomi alanındaki 'sağlıksız' genişlemeden başlayarak bir dizi önemli 'kontrol' mekanizmalarını hayata geçirmeyi; toplumsal mobilitenin artmasıyla kitlesel göç/şehirleşme dolayısıyla orta sınıflaşmanın ve bunun doğurduğu -özellikle üç dört büyük şehirde-  sivilleşme yönündeki 'talepleri' göz önünde bulundurmayı da gerektiriyor. İç çelişkiler bağlamında genel itibarıyla Batı standartlarında 'insan hak ve özgürlükleri' gelirken, bunun hem geniş anlamıyla Çin vatandaşlarını hem de Tibet ve Uygur gibi etnik azınlıkların taleplerini hatırlamak gerekir. Bu çerçevede Uygur Türkleri, Budist Tibet içerde reformun sonuçlarını bir an önce gerçekleşmesini arzulayan kesimler olarak dikkat çekiyor.

Sorunlar bununla bitmiyor tabii ki. Tıpkı Batı'nın tipik örneğini 19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren tecrübe ettiği sorunlar, Çin'in sanayileşme ve kalkınma hamlelerine paralel olarak özellikle ilerlemecilik yarışında liderliğe oynayan şehir ve bölgelerinde nükseden ve son dönemde artış gösteren sorunlar silsilesi çözüm bekliyor. Neler yok ki... Hava kirliliği, yoğun trafik, doğa katliamı, yaşlı nüfusun artışı, istihdam vb. Konu 'milyarlık' bir ülke olunca, kapitalist sistemin ürettiği yukarıda zikredilen sorunlar da o ölçüde 'devasa' oluyor. Dikkatlerden kaçmasın, Çin'in henüz hakkıyla yüzleşmediği bu sorunlar 'can yakacak' cinsten... Tabii, tam da bu noktada, kapitalist üretim araçlarını manipüle etmekle birlikte, nihayetinde 'maddeyi' kullanma bağlamında 'Batılı' yöntemlerden pek de bir fark olmadığına göre ortada ciddi bir ideolojik sarsıntı ihtimaline dair söylemler geliştirmeye müsait bir alan doğuyor. Bu çerçevede,  'komünizmin' bu alanda ne söylediğine dair ortada elle tutulur bir yol haritası olmadığına göre, çözümün gene 'Batı tandanslı' geçici modellemelere endeksleneceği öngörülebilir.

Gelecek on yıla damgasını vuracak lider gözüyle bakılan Jinping bu süreçte yukarıda zikredilen sorunlarla baş etmede oynayacağı rolde yalnız değil elbette. Parti kadrolarından süzülerek gelen ve Başbakan seçilen, Li Keqiang başta olmak üzere 25 kişilik üst düzey yönetimin atılacak her adımda yakın dirsek teması gözlemleneceğine kesin gözüyle bakabiliriz.

Peki, Batı'nın Çin'e bakışı bağlamında ne söylenebilir? Genel itibarıyla bakıldığında, Çin'in 'gelişmesinden' değil, 'kontrolsüz' gelişmesinden rahatsız olan Batı için sorun yok. Sorun, 'kontrolü' sağlayacak mekanizmanın 'Çin'de devreye sokulması. İşte Amerika'nın özellikle Jinping'den tüm beklentisi bu... Çin siyasal yapısında ve bürokrasisinde bir 'niyetin' hasıl olması safhasını, ülke içinde bir mekanizmanın ve bu mekanizmayı destekleyecek ithal Batılı kurumların varlığı izleyecek. Böylesi bir tedbir, Amerika için bir zorunluluk. Ocak ayında Ankara'da yapılan 'Büyükelçiler' toplantısına davetli olarak katılan Singapur Dışişleri Bakanı K. Shanmugam'ın konuşmasında Çin-ABD bağlamında dile getirdiği hususiyetler bunu kaba hatlarıyla ortaya koyuyor. Ekonominin merkezinin coğrafi sınırını değiştirmesi ABD'yi pek etkilemez, öyle değil mi? Küresel ilişkiler ağında, tüm mali işlemlerin sanal alemde yürütülmesi kadar, ulus-devletlerin değil, ulusaşırı dev şirketlerin başat varlığı dikkate alındığında merkez'in New York olmasıyla Beijing olması arasında pek de bir fark olduğu söylenemez. Sistemin varlığına hayat kaynağı olacak veya güç katacak ne türden 'mali ilişki' varsa -ki buna 'İslam Bankacılığını da eklemekte bir sakınca yok-, mevcut sistemin değil, genişletmesi anlamına gelir. Bu hususu, bir vesileyle Singapur Maliye Bakanı'ndan kayda değer bir alıntıyla gündeme getirmiştik. Tekrara gerek yok...

Ekonomisindeki gelişmişlik nedeniyle çoğunlukla dikkat çekmese de, Çin'in en önemli toplumsal sorunu olarak dikkat çeken, parti yönemitinin elinin uzandığı hemen her alandaki yolsuzluklar bu dönemde üzerine gidilecek ve yeni bir 'Çin etiği' oluşturulmasına zemin hazırlayacak politikalara gebe. Çünkü bu yolsuzluklar zinciri, önceki Başkan Hu Jintao'nun samimiyetle dillendirdiği üzere "partinin ve de dolayısıyla devletin çöküşü anlamına gelebilir". Artık bu bağlamda ülkede 'inşa edilecek' bir 'etik' sistem, Budizmden mi, Konfüçyüscülükten mi, ya da Batı'dan ithal 'Protestan Ahlakı'ndan mı beslenir veya 'üçüncü yol' olarak Lee Kuan Yew ve Dr.Mahathir Muhammed'in 'Asyalılık Değerleri' kavramından mı birşeyler üretir bunu zamanla göreceğiz. Öyle ya, bu arada kimseden 'dini özgürlükler' sayfasını açtığı henüz duyulmuş değil.

Tüm bu iç ve dış taleplerin oluşturduğu perspektifin ötesinde, acaba Çin 'devlet aklı' dönüşümü kendisi için istiyor olamaz mı? Öyle bir akıl kı, Mao Zedong'un 'Kültür Devrimi'nden sonra ideolojik olarak Batı sistemine kafa tuttu, Sovyet Bloku'nun dağılması ve Soğuk Savaş sona ermesiyle küresel sistem içerisinde varlığını sürdürmenin 'pragmatik' yolunu 'ekonomide liberalleşerek' buldu. Şimdi Çin Devlet Aklı, aradan geçen çeyrek yüzyıl sonrasında 'Asya Çağı' sinyallerinin kuvvetle gündemde tutulduğu günümüzde yeni bir çıkışla, devlet ideolojisinde bulacağı uygun kanallarla 'liberal' açılımlarını zamana yayarak ortaya koymaya çalışacaktır. Bu noktada başka bir şansı var mı diye sorulabilir?

Çin'de başlayan yeni dönemin Doğu ve Güneydoğu Asya ilişkilerinde rolü ne olur kısaca bakalım. Bu süreçte hemen yanı başındaki tarihi rakibi Japonya ve güneye doğru genişleyen coğrafyadaki komşu ve bölge ülkeleri de farklı bir heyecana büründükleri söylenebilir. Çin milliyetçilerinin sığınağı olan, ancak her daim Çin'in soluğunu ensesinde hisseden Tayvan ile, ASEAN bağlamında Çin'le başı dertte olan ülkeler sıralamasında başı çeken Vietnam'la yaşananlar Soğuk Savaş döneminin eseri. Jinping'li dönem, aslında Çin'in bizatihi kendi halkıyla ve bölge ülkeleriyle olan 'Soğuk Savaşı'nın bitip bitmeyeceği anlamına geliyor. Peki Japonya'yla sorun nedir dendiğinde sadece birkaç küçük adadan ibaret sürtüşmeyle sınırlandırmak hata olur. Adalar krizi, iki ulus arasında var olan husumeti görünür kılan araçlar konumunda büyük ölçüde. Bu süreç özellikle Çin'de önemli yatırımları olan Japon firmalarını etkileyeceği dikkate alındığında, -aşağıda değinileceği üzere- Çin'den beklenen reform çabalarının liberal sisteme endekslemeye matuf olduğu görülecektir. Milliyetçi damarı ağır basan Çin'in, başta Japonya olmak üzere bölge ülkeleriyle ilişkisinde 'törpülenmesi' gereken bir tür 'ur' mesabesinde.

Bu, elbette ki Pasifik'in öte yakasındaki ülke, yani ABD'nin beklentilerinin ne kadar karşılanıp karşılanmayacağının da sınanacağı bir süreç olacağına kuşku yok. Bu 'beklentilerin' önemli bir bölümünü sadece kapitalizmin değerleriyle değil, 'Batı'nın ürettiği siyasi ve sosyal değerleri de içine alacak bir kapsam genişliği sunduğu gözlerden kaçmıyor. Başta ABD olmak üzere genelde Batı'nın Çin'e yönelik 'konsep dayatması'nın odağında "küresel sisteme" tümüyle entegrasyonu geliyor. Bu entegrasyonun sağlanamaması, kolay olmasa da, Çin'le şu veya bu şekilde 'yüzleşmeyi' gerektiriyor.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=251928