31 Mart 2012 Cumartesi

Modernleştirici Sultan Modernleşen Sultanlık: Ebubekir ve Cohor İlişkisi (I)


Mehmet Özay                                                                                                                       30 Mart 2012

19. yüzyıl ikinci yarısı tüm İslam dünyasının Batıyla karşılaşmaları silsilesinde yeni bir evrenin tecrübe edildiği zaman dilimine tekabül eder. Bu dönem, 16. yüzyıl başlarından itibaren Avrupalıların dünyanın doğusu ile batısını sömürgeleştirme girişimlerinin, aradan geçen sürede yaşanan pek çok değişimin sonucu olarak emperyalizme evrildiği bir dönemdir aynı zamanda. Batı, bu siyasi ve ekonomik hegemonyasını perçinleştirirken, pençesindeki İslam beldelerinin asli sahipleri olan Müslümanlar varoluş algılarını merkezi teşkil eden Halifelik kurumuyla giderek daha fazla irtibatlandırmaları, temelde Batı emperyalizminin yol açtığı dolaylı bir etki ya da doğal akışını bulmuş bir yönelim olarak da algılanabilir. Oysa, Halifelik makamı dini temsil kadar, siyasi ve ekonomik sistemlerin nüfuzu ve çervevesi dışarısında tutulamayacak kadar geniş bir alanı kapsar. O dönem İstanbul’daki Halife, bu nedenle Batılı sömürgeci ve de emperyalist güçlerin soso-politik ve teritoryal sınırları içerisinde varlıkları giderek sınırlı alanlara hapsolunmuş İslam coğrafyası halkları için bir mucizevî kurtuluş ışığı olarak değerlendirilmiştir. Ancak bu ışığın uzaktan parıltısının ne kadar aydınlatıcı bir gücü olduğu da -genelde sergilenegelen uslübun aksine- öyle çarçabuk geçiştirilecek bir konu değil. Bu sadedde, Malay dünyasının söz konusu yüzyıl içerisindeki önemli siyasi kollarından birini teşkil eden Cohor Sultanlığı, tam da Avrupa medeniyeti ve de emperyalizminin kendine has özellikleri ile dikkat çeken İngilizlerle yan yana varlık sürdürme zorunluluğu nedeniyle dikkat çekici bir hâl arz eder.

Hemen yeri gelmişken ifade etmekte zaruret addettiğimiz bir hususa değinelim. Cohor Sultanlığı dediğimiz siyasi bütün kökleri 1414 yılında kurulan Malaka Sultanlığı’na kadar geri gitse de, aradan geçen yüzyıllarda kendi içerisinde geçirdiği sosyal, siyasi ve de ekonomik evrimler kadar Batılı güçlerle etkileşimlerinin neticesinde egemenlik alanı daralmış, siyasi meşruiyeti sorgulanan bir yapıya dönüşmüştür. Bununla ne demek istediğimizi açıkça ortaya koymak, Sir William Farquar ve Thomas Stamford Raffles’ın Singapur’u keşfi ve de Ada’nın İngiliz kontrolüne geçme sürecinde yaşananların dikkatle tetkiki ile mümkündür. Burada kısaca ifade edelim ki, 1800’lü yılların başında Cohor-Riau Sultanlığı olarak varlık süren siyasi bütünün merkezi Riau’dur. Yani Singapur Adası’nın karşısında bugünkü Sumatra Adası’nın doğu sahillerinde aynı adla yer alan bölgededir. İç siyasi çekişmeler, Cohor-Riau Sultanlığı’nı önce ikiye ayıracak, ardından, Güneydoğu Asya’nın diğer sömürgeci gücü Hollanda Krallığı’nın emperyalizmi hayata geçirme projesi bağlamında teritoryal yayılmacılık mücadelesinde Riau’nun varlığı ortadan kaldırılacaktır. Bu süreç, aynı zamanda, Cohor Sultanlığı’nın bizatihî köklerinden -antropolojik olmasa da- koparıldığı ve siyasi bağlamda kurucu unsurlarının başında İngilizlerin karar mercii makamında oldukları bir aşamaya tanık olur. Bu karar merciiliği, ustalıkla işlenmiş bir İngiliz siyasi projesinden ziyade, hemen hemen tümüyle Raffles’ın bireysel teşebbüsleri ve referansları çerçevesinde vucüd bulmuştur. Yani bir anlamda, tarihi tesadüflerin Güneydoğu Asya şartlarında neşet edişidir. 

Malay modernleşmesinin ana damarı kabul edilebilecek olan Cohor Sultanlığı daha kuruluş aşamasında Batılı bir nüfuz ve etkiye konu olduğundan modern Malezya ulus devletinin nihai noktada ortaya çıkmasında da Cohor’un önemi yadsınamaz. Öyle ki, Cohor bugüne kadar Malezya siyasi hayatında varlığını devam ettiren ve Ulusal Cephe’nin en güçlü ortağı kabul edilen UMNO’ya “kan vermiş” olması hiç de şaşırtıcı değil. Ulus devlet olgusuna evrilen yerel sultanlıklar, önce İngilizler eliyle ‘eyalet’ konumuna indirgenmiştir. Bunların bir bölümü, İngilizlerce günün koşulları dikkate alınarak Federe Malay Devletleri adı altında, doğrudan siyasi ve idari yönetim altına alınmış. Ki din ve gelenek Sultan’ın özel sahasına bahşedilmiştir ki, bu bir yandan sultanları egemenlik haklarından “hiçbir şey” kaybetmediklerini iknaya yaramış ve bundan daha trajik olanı da İslam anlayışının “dünyevi ve ilâhi” boyutlar bağlamında parçalanmasına bir başka deyişle deformasyonuna neden olmuştur. Özellikle bu ikinci husus, bugüne kadar ki çalışmalarda pek de rastlamadığımız, ancak can yakıcı bir durum arz etmesiyle sahici bir araştırmaya değer bir konu olarak araştırmacıları beklemektedir.-

Federe Devlet birliği dışında kalan sultanlıklar -ya da Eyaletler dersek dönemin siyasi gerçekliğine daha çok vurgu yapmış oluruz- ise İngiliz yönetimine alınması için görece geç bir döneme ertelenmiştir. Oysa bu geç dönem Cohor söz konusu olduğunda, kimilerinin bu Sultanlığa atfettiği siyasi bir güçle açıklanma çabasının ilişkilerin doğası dikkate alındığında zorlama bir yorum sonucu olduğu kanaatindeyim. Bu nedenle, Cohor’un 1904 yılına kadar İngilizler’den bağımsız bir yönetim yapısı teşkil ettiği söylemi temelde bir yanılgının ürünüdür. Nedeni ise tastamam Cohor Sultanlığı’nın 19. yüzyıl başında kuruluşuna kadar geri götürülebilir. Aradan geçen yaklaşık bir yüzyıllık dönem, Cohor’u İngilizler için kontrol altına alınacak bir belde kılmadığı gibi, Cohor yönetimi gönüllü olarak İngiliz “fikri ve maddi” sermayesinden istifade etmiştir. Öyle ki, sultanlığın asıl mekânı Riau’dan koparılan Singapur’da sözde taht mücadelesine taraf olan Malay eliti önce -yerel bir unvan olan ve soyluluğu“Temenggong” unvanı verilmiş, ardından da Ebubekir’in talebi ile, bizzat gene İngilizler eliyle “sultan”lığa lâyık bulunmuşlardır. Bu bağlamda, Ebubekir’in İngilizlerle içli dışlı sosyal ve siyasi yaşamı kadar, İngiltere’ye yaptığı çeşitli ziyaretler dönemin ulaşım ve uluslararası ilişkileri dikkate alındığında epey dikkate şayandır.

Sultan Ebubekir’in, hani bizde yaygın ifadesiyle "Batı'nın tekniğini alıp ahlâkını atma" ilkesi yerine, “hem tekniğini hem ahlâkını” alma  formülasyonunu hayata geçirdiğini söylersek abartmış olmayız. Ebubekir, kendi şahsında teknikten önce “ahlâk” işini halletmesiyle bir anlamda saray ve çevresine öncülük etmiştir. Elbette önce “ahlâkını” almakla Batı’nın tekniğinin hiç de nazlanmadan peşi sıra geleceği aşikârdır. Nitekim öyle de olmuştur...

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=203911

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder