31 Aralık 2019 Salı

2019 yılında Asya-Pasifik’te Müslüman toplumlar / Muslim societies in Asia-Pacific in 2019

Mehmet Özay                                                                                                                         31.12.2019

Hindistan’dan Japonya’ya kadar uzanan ve Asya-Pasifik bölgesinin Asya bölümünde yer alan coğrafyada Müslüman toplumların 2019 yılı boyunca içinde bulundukları durum içacıcı bir durum sergilemedi.

Bölgedeki bazı ülkelerde uzun yıllardır ayrımcılığa ve şiddete maruz kalan Müslümanların yanı sıra, bunlara yenilerinin eklenmesi ulus-devletler içerisinde ulusal güvenlik sorunu olarak değerlendirilip söz konusu uygulamalara meşruiyet zemini sağlaması ulus-devletlerin varlığı ile temel insan hakları konusunda çelişkilerin giderek artması açısından da dikkat çekici.

Bunun ötesinde, söz konusu bu gelişmeler olurken, dünya toplumlarının üst yönetim birimi olarak varlık gösterdiği ileri sürülen Birleşmiş Milletler (BM) gibi kurumlar ile ASEAN (Association of Southeast Asian Nations) başta olmak üzere bölgesel birliklerin gelişmeler karşısında etkin bir yönetim sergileyememeleri, ulus-devletler boyutundan bölgesel ve küresel yönetişim boyutuna doğru uzanan sorunların bir sarmal haline geldiğini gösteriyor.

İlgili ülkelerde azınlık konumundaki Müslüman toplumların haklarının korunması konusunda sonuç odaklı çaba sarf etmesi beklenen İslam İşbirliği Teşkilatı (Organization of Islamic Cooperation-OIC) gibi kuruluşların ise kendi içerisinde bölünmüş ve çıkar eksenli yapılaşması da Müslümanları umutsuzluğa sevk eden belki de en önemli unsur olarak tezahür ediyor.

20. yüzyıl ikinci yarısı boyunca süren Soğuk Savaş sürecinde, ulus-devletlerin kendi siyasal rejimlerinin devamı ve korunması merkezli bir dönem yaşandı.

Bu dönem, Müslüman kitlelerin varlığının gözlerden ırak bir nitelik arz etmesine karşılık, 1989’dan itibaren Soğuk Savaş’ın bitmesiyle yeni bir dönemin başladığı iddiası Asya-Pasifik bölgesi Müslümanları için nasıl bir anlam ifade ettiği yaşanan gelişmeler çerçevesinde tartışmaya açıktır.

Mindanao barışı istisna

Bölgeye kısaca göz atıldığında, Filipinler’in güneyinde Sulu-Mindanao Adaları’ndaki Müslümanların merkezi hükümetle gerçekleşen barış anlaşması sonrasında özerk yönetime geçilmesi olumlu bir gelişme olarak kabul edilebilir.

Bu anlamda, son dönemde bölgede Müslümanların baskı ve zulümden kurtulup barış içerisinde yaşama geçmelerinin belki de yegane örneği olarak önümüzde duruyor.

Barış süreciyle birlikte, bölgede yeniden yapılanma anlamında Mindanao Müslümanların kayda değer sorunlarla karşı karşıya kalmalarına rağmen, barış konusunda istikrarlı bir tutum sergilemeleri en önemli kazanım olarak değerlendirilmelidir.

Moro İslami Kurtuluş Cephesi (Moro Islamic Liberation Front-MILF) lideri Hacı Murad İbrahim’in 2019-2022 yılları içerisinde bölgeyi yönetmesi bir geçiş dönemi özelliği anlamı taşıyor.

Bu üç yıllık kısa süre zarfında yapısal sorunların aşılması ve bölge halkına hak ettiği sosyo-ekonomik ve kültürel yaşam hakkının sağlanması barışın sürekliliği konusunda önem taşıdığına şüphe yok.

Arakan: belirsizlik mi yok oluş mu?

Önceki süreçler bir yana, 2012 yılı Haziran ayında başlayan şiddetin biteceği konusunda o dönem verilen açıkmalar yerini devasa bir şiddet sarmalarına bırakmış durumdu.

Toplamda bir milyonu aşkın Arakanlı Müslüman’ın, başta komşu ülke Bangladeş’e sığınması yaşanan şiddetin, sadece fiziki boyutunun şimdilik geride kalması anlamı taşıyor.

Bangladeş ile Myanmar hükümetleri arasında sığınmacıların geri dönüşüde dair yapılan anlaşmanın gerçekleşmemesi, Myanmar’ın Arakan Eyaleti’nde Müslüman toplumun yok oluşuna doğru mu gidiliyor sorusunun ortaya atılmasına yol açıyor.

Bangladeş’in kendi toplumsal ve ekonomik sorunlarının yükünü taşımakta zorlanırken, komşu ülkeden gelen bu Müslüman kitleyi daha ne kadar kol kanat gereceği belirsizliğini koruyor.

Bu konuda yaşanan en son gelişme, Arakanlıların bir adaya yerleştirilmeleri konusunun gündeme getirilmesi oldu. Bunun Arakanlıların görüşlerinin alınmadan bir icbarla gerçekleştirilmeye çalışılması konusundaki iddialar ise Myanmar hükümeti elinden kurtulan bu insanların Bangladeş hükümeti eliyle bir başka belirsizliğe sürüklenmeleri anlamı taşıyor.

Yukarıda dikkat çekilen Arakanlı Müslümanlar konusunda özellikle Batılı sivil toplum kuruluşları ve bazı devlet yetkililerinden gelen tepkiler sonucu Myanmar dışişleri bakanı Suu Kyi, Arakanlı Müslümanlara yönelik etnik temizlik suçlamasıyla Aralık ayı başında Hollanda’nın başkenti den Haag’da uluslararası Adalet Mahkemesi’nde ifade verdi.

Suu Kyi, hakkındaki söz konusu suçlamayı reddederken, bir dönem özgürlükler kraliçesi olarak gönüllerde taht kurmuşken, son dönemde ülkesinde yaşananlara gözlerini kapatması, insanlık tarihi için ibretlik bir manzara teşkil ediyor.

Çin’de sorun Uygur’u aştı

Uzun bir süredir Myanmar’ın batısında Arakan Eyaleti’nde yaşam süren Arakanlı Müslümanlara yönelik şiddet ve etnik soykırım ile küresel basının gündeminde yer alırken, buna Çin’de yaşananların eklenmesi neredeyse Arakan sorununu geride bırakmış gözüküyor.

Çin’de Doğu Türkistan’da yaşayan Müslüman kitlelerin ideolojik kontrol mekanizmasına tabi tutulmaları, akıllara yüzyıllarca önce İber Yarımadası’nda İspanyol ve Portekizlilerce gerçekleştirlien ‘reconquista’ sürecini hatırlatıyor.

Çin’in komünist ideolojisi Yüce tanımaz bir ideoloji olarak Müslüman kitlelere dayatılırken, sürecin etik ve insani bağlamından çoktan koptuğunun izleri dikkat çekiyor.

Çin yönetiminin Müslümanlara yönelik politikası Uygurları aşıp Çin kökenli Müslümanlara varan bir boyuta sıçramış olması oldukça endişe verici.

Bu durum, Pekin siyasi elitinin bu politikalarla, Batı’nın çeşitli saldırıları karşısında sanki hıncını var olan gücüyle hıncını Müslüman kitlelerden aldığı izlenimi uyandırıyor.

Bu saldırgan davranışı ile Çin sadece Tayvan, Hong Kong, Tibet gibi kendi egemenlik sahasında gördüğü bölgeler ve halklar üzerinde değil, yakın bölgesi Güneydoğu Asya ülkeleri ve toplumları üzerinde de olumsuz bir etki yaratmaktan geri durmuyor.

Bölgede Çin’e yönelik gizli/açık bir tepkiden bahsedilebilirse de, bu noktada en önemli tepkiyi vermesi beklenen OIC’yi güdümüne almış olan Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin bu gelişmeler karşısında pek de sesini çıkarmamış olmasıdır.

ABD Başkanı Donald Trump, ekonomik milliyetçilik olarak adlandırılan politikası ile ABD orta sınıfın çıkarlarını koruma adına Çin’le ticaret savaşına girerken, 2016 yılında Selman bin Faisal’ın Çin ziyaretinde yapılan milyarlarca dolarlık anlaşması üzerinden Müslüman kitlelerin haklarını koruma konusunda girişimde bulunmaması oldukça manidar.

Yukarıda dikkat çekildiği üzere, Arakan konusunda bir tür hassasiyetin oluştuğu bazı Batılı sivil toplum kuruluşları ve hükümet temsilcilerinin girişimlerine karşılık, Çin’in Myanmar yönetimine destek vermesi iki ülkenin Müslüman kitleler üzerindeki politikalarının benzerliklerinin bir tesadüf olmadığını ortaya koymaktadır.

Son birkaç on yıldır, giderek artan bir şekilde Batı toplumlarında İslam karşıtlığı belirginlik kazanırken, bunun küresel bir boyuta taşınmasına karşılık Asya-Pasifik’teki karşılığı yoğun bir şiddet eylemi ve etnik temizlik boyutuna taşınıyor.

Nicelik olarak fark olsa da nitelik olarak birbirinden ayrılması mümkün olmayan bu gelişmeler azınlık konumundaki Müslüman toplumlar kadar, belki de daha çok halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan toplumların biraraya gelerek bu küresel soruna çözüm bulmalarının aciliyetini ortaya koymaktadır.  

http://guneydoguasyacalismalari.com/2019/12/31/2019-yilinda-asya-pasifikte-musluman-toplumlar-muslim-societies-in-asia-pacific-in-2019/

27 Aralık 2019 Cuma

Tsunaminin 15. Yıldönümü: Bölgeyi anlamaya doğru / The 15th Anniversary of the tsunami: A way to understand the region


Mehmet Özay                                                                                                                         26.12.2019

Bugün tsunaminin 15. yıldönümü. Hint Okyanusu’na komşu Sumatra Adası’nın kuzeybatısı açıklarında 26 Aralık 2004 tarihinde meydana gelen deprem ve ardından oluşan tsunami, başta Endonezya’nın Açe Eyaleti olmak üzere bu dev okyanusu çevreleyen 11 ülkenin sahil bölgelerinde etkisini göstermesiyle küresel bir hadise olarak tarihe geçti.

Bununla birlikte, söz konusu bu doğal felaketin Açe ile birlikte anıldığını söylemek mümkün. Bu eyaletin üç tarafını çevreleyen sahil şeridinde ortaya çıkardığı yıkımın boyutu bunun temel sebebini oluşturmaktadır. Bu gerçeğe rağmen, tsunaminin küresel medya organlarına yansıması Açe üzerinden değil, örneğin Tayland’ın batı sahil şeridindeki Puket Adası, Maldivler gibi bazı turizm beldeleri üzerinden oldu.

O dönem, Açe’nin bir savaş bölgesi olması hasebiyle, yabancıların girişinin yasaklanmış olmasının etkisi bunda öne çıkıyor. Bölgeye ilk ulaşan yabancı unsurların, ABD donanmasının bölgede seyir halinde güçlerinin olması ise herhalde tarihi bir tesadüf olsa gerek...

Afetten birkaç gün sonra küresel medyada Açe’deki yıkım görüntüleri pek çok ülke gibi, Türkiye’nin de devlet ve sivil kurumları ile bölgeye yardıma kararında etkili oldu. Küresel yardım seferliği olarak adlandırılabilecek bu gelişmede Türkiye’nin yaklaşımının, yardımı temel insani unsur olmak kadar, bir tarihsel hatırlama vesilesiyle desteklenmiş olması dikkat çekicidir.

Unutulmaya yüz tutmuş Açe ile tarihin bazı dönüm noktalarında gerçekleşen ilişkilerin, bu doğal afet ile bir yenilenme olarak ortaya çıktığı her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Sadece geniş halk kitlelerinin değil, akademinin, devlet organlarının kendilerini sorguladıkları bir süreç yaşanırken, aslında temel tutum ve davranışların sorgulanmasının Türklerin Açe’de karşılaştıkları manzara olmuştur.

Acil yardım sürecinin yerini, tedrici olarak orta vadede yeniden yapılanmaya bıraktığı süreçte, Açelilerle kurulan iletişim, Türklerin ‘yeniden geldikleri’ söyleminin de oluşmasını sağlıyordu. Bu söylemi destekleyen sembolik bağlam ise, Türk bayraklarının Banda Açe’nin değişik bölgelerinde boy göstermesiydi.
 
Kendi halinde sıradan ve/ya gönüllü olarak devlet ve sivil kurumların yardım birimlerinde çalışanlar kadar hiç kuşku yok ki, bu durum devletin çeşitli tabakalarına yansıtılan unsurlarla birlikte, yeni bir siyasal bilincin ortaya çıkmasına olanak tanımıştır.

Dönemin başbakanının, bu doğal afetten bir ay gibi kısa bir süre sonra bölgeye bir heyetle bölgeyi ziyareti, bu hatırlatmanın boyutunu ortaya koyması bakımından bir başka sembolik ifade olarak değerlendirilmelidir.

Açe’nin günümüz Endonezya ulus-devletinin bir eyaleti olmasına rağmen, geçmişi bin yıllık bir sürece yayılan bir İslam beldesi olması ve bu süreçte bir dizi bağımsız devlet yapılanmalarına ev sahipliği yapan bir coğrafya olması yenilenen hafızanın bir parçasını oluşturuyordu.

Bununla bağlantılı bir diğer unsur ise, Açelilerin, bölgenin diğer bazı toplumlarında da karşılaşıldığı üzere, kendilerini ‘idea’ üzerinden Türk ile bağlantılı kılmalarıdır. Bunu ifade ederken, bir başka yazının konusu olmakla birlikte, bir tür yüceltmeden ve/ya aşağılık kompleksinden bahsetmiyorum.

Belki farklı bir iddia olarak kabul edilebilecek şekilde, tarihin bazı evrelerinde Açe Sultanlığında egemen siyasi elitinin sergilediği yaklaşımının, dönemin Osmanlı Devleti üzerinde tetikleyici bir etki ile yeni bir dönemi başlattığı görülmektedir. 

Bir tarihsel yansıtma olarak 2004 yılı sonlarındaki tsunaminin de, Türkiye’de unutul/turul/muş bir geçmşite Asya’nın farklı coğrafyalarındaki ilişkileri hatırlatmadaki rolünü bugün yakinen gözlemlemek mümkün.

Diğer bazı gelişmelerin de dikkate alınabileceği bu sürecin hiç kuşku yok ki, birincil aktörü Açelilerdir.

Asya Kıtası’nın Güneydoğu bölgesinde gerçekleşen tarihi ilişkilerin sürdürülüp sürdürülemediği tartışmaya açık olsa da, ‘idea’lar bağlamındaki yaklaşımı somut bir gerçeklik haline dönüştüren bir inanç yapısının varlığı kuşku bırakmayacak denli ortadadır.

Bu durum, ulus-devletlerin ilişkilerini temellendirmede oldukça işlevsel bulunmuş olmalı ki, tarihi gerçeklikleri manipüle etmeye varacak boyutlara rağmen, halen kullanılmaya devam etmektedir.

2004 sonundaki bu hadisenin Türkiye’nin bölgeyi hatırlaması bir süre sonra ulusal politikanın şekillendirilmesini sağladığı artık ortadadır. Ancak bu hatırlama süreçlerinin yerli yerine oturtulması için, oldukça önemli süreçlere ve bu süreçleri doğru bir şekilde yönetmeye ihtiyaç vardır.

Günün getirdiği şartlar, pragmatistliği öngörse de, tarihi verilen doğru ve anlamlı bir bütün olarak anlaşılması bugünün politikalarının yapılandırılmasını olumlu şekilde etkileyecektir.

Bir dizi halinde takip edilebilecek tarihi hadiselerin Açe toplumsal hafızasını nasıl şekillendirdiyse, benzer şekilde bir Türk hafızasının şekillenip şekillenmediğini düşünmek de bizim vazifemiz.
Tsunaminin bu 15. yılında, hayatlarını kaybedenlere Allah’tan rahmet dileriz.


20 Aralık 2019 Cuma

Malezya’da KL zirvesi ve yansımaları / KL Summit in Malaysia and Reflections


Mehmet Özay                                                                                                                         20.12.2019

Malezya’da gerçekleştirilmekte olan KL Zirvesi yeni bir yapılanmanın başlangıcı kabul edildiği gibi, kimi çevreler tarafından da bir tür engellemelere konu olmasıyla da dikkat çekiyor. Bu noktada, Suud yönetiminin katılmaması ve bazı ülkelerin de katılımının bir tür engellemelere konu olduğu yönündeki haberler gündemde yer işgal ediyor. Engelleme çabalarının, temelde bu tip büyük çaplı oluşumlarda rastlanabilecek bir gelişme olduğu dikkate alınarak göz ardı edilebilir. Bununla birlikte, özellikle Suud yönetiminin bu yöndeki icraatının bir sürpriz olmadığını da ifade etmek gerekir. Buna aşağıda değineceğim...

Öncelikle bu zirvenin niçin Malezya’da yapıldığına dair bazı görüşleri paylaşmakta fayda var. Müslüman toplumların sorunlarının ele alınması amacıyla gündeme gelen bu zirvenin, yerinde ve zamanında olduğuna kuşku yok. Ayrıca, bu zirvenin Malezya’da yapılmasının da oldukça isabetli olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Önceki yazımızda hatırlattığımız üzere, 1969 yılında OIC kuruluşuna giden süreçte dönemin Malezya başbakanı Tunku Abdul Rahman’ın oynadığı rol unutulmamalı. Ayrıca, ulusal siyasetten emekli olduktan sonra da, 1971 yılında ilk Genel Sekreter sıfatıyla OIC’nin başına geçtiğini görüyoruz. Kaldı ki, o dönem Malezya bırakın küresel bölgesel olarak bile siyasi ve ekonomik güce sahip olmayan bir ülke görümündeyken, küresel bir oluşuma zemin hazırlayacak yaklaşım sergileme iradesini ortaya koymuştu.

Bugün yaşadığı iç politik sorunlara karşın, yerleşik siyasi kurumları, bölgesel ve küresel ekonomik bağlamlarla bağdaşık iş dünyası; 1980’lerden itibaren ekonomik modernleşme sürecinde adına ‘İslami’ denilen kurumları hayata geçirip küresel boyutta gelişmesine katkı sağlaması; sürekli gelişme gösteren bir bölgenin yani ASEAN’ın bir üyesi olması ve çok etnikli ve çok dinli yapısı gibi kendine has özellikleriyle bir Malezya var karşımızda.

Ve Malezya Müslümanlarının, diğer Müslüman toplumlara karşı beslediği hissiyatın, bir anlamda bu zirve ile ortaya konmuş olduğunu söyleyebiliriz. Başbakan Dr. Mahathir Muhammed’in ev sahibi ve öncülüğünde Malezya Federal Sultanı, ulusal siyasette ciddi görüş ayrılıklarına konu olan Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO) ve Malezya İslam Partisi (PAS) gibi muhalefet partilerden gelen olumlu açıklamalar ve parti liderlerinin zirvenin ilgili bölümlerine iştirak etmesi Malezya’nın bu zirveye iyi hazırlandığını ortaya koyuyor.

İslam dünyasının sorunlarının sürekli odağı olarak gösterilen Ortadoğu’daki gelişmelerin kendince ağırlığına rağmen, Doğu ve Güneydoğu Asya coğrafyasında örneğin Myanmar’da Arakanlıların, Tayland’da Patanili Malayların, Çin’de Uygurların azınlık konumundaki Müslümanlar olarak, karşı karşıya kaldıkları ayrımcılık, şiddet ve etnik temizlik Malezya’yı yakından ilgilendiren konuların başında geliyor.

Kimilerine göre dünya gündeminde esamesi okunmayacak bir ülke olarak addedilen Malezya’da 1960’lı yıllarda hem Güneydoğu Asya güvenliği hem Ortadoğu eksenli olmak üzere genelde İslam birliği konusunu gündeme getiren bir siyasi akıl vardı. Bugün KL Zirvesi’nde bu aklın yeniden tezahür ettiğini söylemek abartı olmayacaktır.

Bu bağlamda, meseleleri dar bir perspektiften okumaktan kurtulamayan bazı çevrelerin anlamakta zorlandıkları husus şu. Sömürge dönemi yapılaşmalarının anlaşılamadığı bir ortamda, 20. yüzyılın ikinci yarısından bugüne değin gelişen hadiseleri okuyabilmek mümkün değildir. Malezya’nın duruşunu biraz da bu çerçevede ele almak gerekir.

Diğer ülkelerle ilişkilerinde yapıcı bir özellik sergilemesiyle de İslam coğrafyasında kabul görmesi zirvenin gerçekleştirilebilmesinin nedenlerinden biri. Bununla birlikte, girişte dile getirdiğim şekilde Suud yönetiminin zirveye katılmaması kadar, sergilediği yaklaşımla da ortada ilginç bir durumdan söz edilebilir.

Suud yönetimi ne yapmak istiyor?

Öyle ki, Suud yönetiminin KL Zirvesine katılmama kararı alması kadar, ortaya koyduğu gerekçeler üzerinde düşünülmeyi gerektirmektedir. Zirve’den bir gün önce bu etkinliğin ev sahipliğini yapan Malezya başbakanı Dr. Mahathir Muhammed’le görüşen Kral Selman, bir zirve girişiminin İslam İşbirliği Teşkilatı (OIC) dışında gerçekleştirilmesinin İslam’a zarar vereceği argümanını ileri sürüyordu. Bu argümanın enine boyuna epeyce kapsamlı bir tartışmaya konu olacak hususiyetleri olduğu malum. Bu uzun boylu meseleyi şimdilik bir kenara bırakıp, sadece birkaç hususa değinelim.

Kral Selman’ın bu açıklamasının ardında, KL Zirvesi’nin OIC yerine ikame edilecek yeni bir oluşum olacağı ihtimali olduğu anlaşılıyor. Bu düşünceyle olsa gerek, bazı ülke liderlerinin zirveye katılmamış olmasının da Suud yönetiminin bir tür baskısı ile açıklanıyor.

Suud Kralı’nın Malezya’da gerçekleştirilen zirveye katılmaması oldukça anlamlıdır. Bu durum, ortada ne tür bir sorunun olduğunu bir kez daha açıkça ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir. Öyle ki, Suud yönetiminin ortaya çıkışı, gelişimi ve bugün küresel siyaset dünyasında durduğu yer temelde pek de farklılık arz etmemektedir.

Endonezya’nın önemli yayın organlarından The Jakarta Post’da zirve dolayısıyla çıkan bir haberde iddia edildiği üzere, bugün “Suud yönetiminin OIC üzerinde etkin bir güç yürütmesi ve bu yöndeki politikalarının ‘kısmen’ ABD ile olan sıkı ilişkilerle açıklanması nedeniyle OIC’ye yönelik eleştirilerin...” diye devam eden görüşte bir haklılık payı olsa gerek.

ABD’yi de Ortadoğu merkezli hangi gücün yönlendirdiği hatırlanacak olursa, ortada bir tür akrabalık ilişkisinden neşet eden koruma ve kollama sürecinin uygulanmakta olduğu görüşü ortaya atılabilir.

Suud Kralı’nın zirveye katılmadığı gibi Pakistan devlet başkanı İmran Khan’ın katılmasına da mani olduğu konusu Kuala Lumpur’da konuşulsa da, Endonezya devlet başkanı ve/ya yardımcısı Amin Ma’ruf Hoca’nın niçin katılmadığı hususu da bundan daha az önemli değil.

Jokowi zirvede olmalıydı

Endonezya devlet başkanı Joko Widodo’nun zirveye katılması yönünde birbeklenti vardı. ancak bu gerçekleşmediği gibi, yardımcısı da KL’e gitmedi.

Oysa, sadece birkaç yıl önce, 6-7 Mart 2016 tarihlerinde Cakarta’da ağırlıklı olarak Filistin konulu beşinci olağandışı OIC zirvesine ev sahipliği yapan bir ülkeden bahsediyoruz. Fas’ta yapılması planlanan ancak, bazı sorunlar ortaya çıkınca devlet başkanı Jokowi’nin isteğiyle zirve Cakarta’da Filistin özel gündemiyle yapılmıştı.

Jokowi’nin Cakarta zirvesi bağlamında o dönem yaptığı açıklamalar yakından incelendiğinde kendisinden hiç de beklenmeyecek, bu liderin söylemiyle ilk defa karşı karşıya gelen bir kişi için siyasal İslamcı denebilecek boyutlar taşıyan bir yaklaşım sergilemişti. Hatta öyle ki, tüm Endonezya halkının mobilize edici şekilde siyaseti toplumsal katmanlara taşıma gibi bir şilev bile üstlenmişti.

Aradan iki buçuk yıl gibi bir süre geçmesine rağmen ve Endonezya’da aynı devlet başkanı ikinci görev süresini sürdürdüğü sırada, komşu ülke Malezya’daki zirveye katılmamasının ciddi nedenleri olmalı.

Kaldı ki, bugün Kuala Lumpur’daki zirve sadece Ortadoğu’daki gelişmeleri değil, Doğu Asya’da yani Çin’deki Uygur, Güneydoğu Asya’da Myanmar’da Arakan (Rohingya) Müslümanları sorunları gibi Endonezya’yı yakından ilgilendiren konuların ele alınacağı oldukça kapsamlı bir içeriğe sahip.

2008’den bu yana maruz kaldıkları ve etnik temizlik boyutuna ulaşan her saldırı sonrasında soluğu takalarıyla okyanusa açılmakta bulan Arakanlıların “doğal nedenlerle” genelde ulaştıkları Endonezya’nın batısındaki Sumatra Adası’nın kuzeyi oluyor.

Bu çerçevede Endonezya, Arakan sorununa bizatihi dahil olan bir ülke olmasına rağmen, Cakarta yönetimi, bölgesel sorunlarda söyleyebilecek sözü olması ve güçlü bir siyaset takip etmesi beklenirken, kendini geriye çekerek dolaylı olarak “sorun yokmuş” tarzında bir atmosferin oluşmasına neden oluyor.

İşte bu noktada KL Zirvesi’nde Endonezya’nın devlet başkanı ile temsil edilmemesi oldukça garip bir duruma işaret ediyor. Endonezya’nın üst düzeyde zirveye katılmaması karşısında sosyal medyada bazı kesimler tepki gösterirken, siyasi partilerden en azından şimdilik bir tepki içerikli açıklama sadır olmuş değil.

Ma’ruf Hoca’nın mazereti

Zirveden kısa süre önce devlet başkan yardımcısı Amin Ma’ruf Hoca’nın katılamayacağının açıklanması, sanki çok önceden verilmiş bir kararın olduğu intibaı veriyor.

Başkan Jokowi’nin, Eylül ayında BM genel kurul toplantısına da katılmadığı hatırlandığında, başkanın ulusalarası görünürlük peşinde olmadığı gibi bir yaklaşımla cevaplanabilir. Bu nedenle yerine alim vasfına sahip yardımcısı Amin Ma’ruf Hocayı göndermeyi yeğlediği gibi naif bir düşünce de akla gelebilir.

Ancak, son anda ‘doktorlarının yorgunluk sebebiyle seyahate çıkamayacağı yönünde verdiği rapora’ binaen Amin Hoca Kuala Lumpur’daki önemli buluşmaya katıl/a/madı. Herhalde Amin Hoca’nın yorgun olduğunun kanıtlanabilmesi için bu açıklama, kendisinden de gelmedi. Başkanlık sözcüsü tarafından kamuoyuyla paylaşıldı...

77 yaşındaki Amin Hoca’nın sağlık durumu, iki saat mesafedeki Kuala Lumpur’a gitmesine mani olduğu anlaşılıyor. The Jakarta Post’un “Ailing Ma’ruf” başlığını atması da bir tür kinaye olsa gerek.

Amin Hoca, seküler Endonezya’da sıradan bir devlet başkan yardımcısı değil. Geçen yıl Ağustos ayına kadar, yani adı devlet başkan yardımcısı adayı olarak belirlenene kadar en önemli dini-sosyal hareketi olan Alimler Hareketi’nin (Nahdlat’ul Ulama-NU) lideri ve yarı resmi bir kurum olan Endonezya Alimler Konseyi’nin (Majelis Ulama Indonesia-MUI) başkanlığını yürütüyordu. 

Amin Hoca’nın devlet başkan yardımcısı olarak kendisine biçilen görev, “aşırılıkla mücadele” olduğu belirtiliyor. Hiç kuşku yok ki, bu görev oldukça önemli ve isabetlidir.

Endonezya’nın geniş bir coğrafyaya yayılan nüfusu 250 milyona yaklaşan bir ülke olduğu düşünüldüğünde, her an her türlü gelişmelere açık ve bunun kontrol edilebilirliğinin sorunlu olabileceği düşünülebilir.

Örneğin, Endonezya güvenlik birimlerinin son yıllarda en büyük kaygısı Ortadoğu merkezli terör yapılarına eklemlenen bazı vatandaşlarının varlığı, onların ya bireysel veya yeni oluşumlar gündeme getirmek suretiyle ülkeyi için sürükleyebilecekleri şiddet ortamı.

Aslında, tam da bu nokta Endonezya’nın KL Zirvesi gibi uluslararası arenadaki etkinliklerde birinci sırada yer alması ve ulusal düzeyde gündeme getirdiği politikalarını tüm Müslüman dünyaya örnek olacak şekilde yeniden yapılandırması önemlidir.

Öte yandan, KL Zirvesi’nin önemli maddelerinden biri İslam karşıtlığı olduğuna göre, öncelikle Müslümanlara yönelik şiddet boyutuna varan karşıtlık üzerinden birşeyler söylemesi gerekirken, tam aksine Cakarta yönetiminin sessizliğe gömülmesine tanık olunuyor. “Sessizliğe gömülüyor” tabirinin bir benzerini yukarıda da alıntı yaparken adını verdiğimiz ve ülkenin “Müslüman olmayan çevrelere” mensup grupların yayın organı olarak kabul edilen “The Jakarta Post”ta dile getirilmesi de ancak ‘vicdan sahibi olmakla’ açıklanabilecek bir duruma tekabül ediyor.

1969 yılında kurulan ve bugüne kadarki varlığıyla çıkış kaynağı soruna çözüm bulmak bir yana, çoğunlukla söylemde kaldığı konusunda neredeyse konsensus olan OIC’nin manevi lideri kabul edilen Suud yönetiminin KL Zirvesi’ne katılmaması anlamlıdır ve üzerinde düşünülmelidir.

Ancak Endonezya gibi halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan, dinamik bir sivil toplum yapısına sahip, demokratik değerleri ilke edinmiş, ASEAN gibi bölgesel birliğin lideri konumunda görülebilecek bir ülkenin hem kendi coğrafyasındaki Müslüman kitlelerin maruz kaldıkları ayrımcılık ve şiddete, hem İslamifobiya gibi küresel sorunlara bitaraf kaldığı izlenimi uyandıracak bir tutum içinde olmamalıydı.


17 Aralık 2019 Salı

Malezya’da Zirve: Beklentiler ve zorluklar / Summit in Malaysia: expectations and challenges

Mehmet Özay                                                                                                                  18.12.2019

Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur 18-21 Aralık günlerinde önemli bir zirveye ev sahipliği yapacak. ‘KL Zirvesi’ olarak adlandırılan bu etkinlik, farklı coğrafyalardan ve ülkelerden siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, iş adamı gibi farklı alanlardan katılımcılarıyla İslam dünyasını etkileyen sorunları masaya yatıracak.

Özellikle, son birkaç on yılda dikkat çekici bir artışa konu olan İslam karşıtlığı, Myanmar ve Çin’de Müslüman azınlıklara yönelik baskı, şiddet ve etnik temizlik olarak adlandırılan politikalar ile İslam coğrafyasını temsil ettiği iddiasındaki ülkeler ve toplumların bölünmüşlük hali ile ortaya çıkmaları, bir liderlik sorunu olarak nüksetmesi bu zirvenin ana gündem maddelerinden birkaçını oluşturuyor.

Küresel perspektif çabası ve engeller

Bununlu doğrudan ilintili olarak, zirvenin bir diğer kapsamı ise görüşmelerde küresel sorunların da ele alınacak olması. Bu noktada KL Zirvesi’nin birkaç ülke ve/ya konuyla sınırlı değil, oldukça kapsamlı bir içeriğe sahip olduğu söylenebilir.

Bu çerçevede, daha önce bazı vesilerle Türkiye-Malezya-Pakistan üçlü oluşumunun ötesinde bir yapının en azından teorik olarak ortada gözüküyor. Bu ülkelere Endonezya, İran ve Katar’ın da iştirak edeceğinin açıklanmış olması, coğrafi ve demografik temsiliyet noktasında kayda değer bir duruma işaret ediyor.

Bununla birlikte, gerek İslam dünyasının gerekse küresel anlamda dünyanın farklı toplumlarının karşı karşıya kaldıkları olumsuzlukların birkaç günlük oturumlarda çözüme kavuşturulması gibi bir yaklaşım sergilemekte mümkün gözükmüyor.

Zirve önemli gündem maddeleri ile başlamaya hazırlandığı son birkaç gün içerisinde belki de, bu önemini dolaylı olarak ortaya koyan birkaç gelişmeye konu oldu. Önce, yukarıda zikredilen üçlü oluşumun üyesi Pakistan’ın başbakanı İmran Khan, Kuala Lumpur’a gel/e/meyeceğini açıkladı.

Bunda bazı çevreler Suudi Arabistan yönetiminin İmran Khan üzerinde siyasi baskı kurduğu yönündeki söylem, İmran Khan’ın hafta sonu Suudi Arabistan’a yaptığı kısa ziyaret dikkate alındığında bir tür gerçeklik payı taşımıyor değil. Bir süredir Pakistan’ın ekonomik buhranlarla boğuşması ve İmran Khan’ın başbakanlık koltuğuna oturmasının ardından Suudi Arabistan ile ekonomik işbirliği anlaşması yapması, bu ülkenin Suud yönetiminin gölgesinde kalabileceği anlamına gelebilir.

Bir diğer gelişme, zirvenin ev sahibi konumundaki Dr. Mahathir Muhammed’in davetine rağmen, Suudi Arabistan Kralı Salman’ın zirveye katılmayacağını Salı akşamı netleşmiş olması. Dr. Mahathir konuyla ilgili yaptığı açıklamada, Salı akşamı Kral Selman’la yaptığı görüşmenin içeriği açıkçası ortada ciddi bir anlaşmazlığın olduğunu ortaya koyuyor.

Suud yönetimi KL Zirvesi’ni İslam İşbirliği Teşkilatı’na (İİT) alternatif bir oluşum olarak kabul ederken, Dr. Mahathir böyle bir iddiaya prim vermediğini açıkça ifade ediyor. Bu tek diyalog bile, İslam dünyası içerisinde anlaşmazlık unsurunun ne denli derin olduğunu bir şekilde ortaya koyuyor.
Tabii bu yazının çerçevesi, bundan en azından bir yüzyıl önceki gelişmeleri, dönemin aktörlerini ve sürecin nasıl işlediği vb. konuları tartışmaya el vermiyor. Ancak bugün, İslam toplumlarının sorunlarının ele alınmasını hedefleyen bir çalışmanın dolaylı olarak engellenme çabalarında liderlerin durdukları yeri göstermesi açısından oldukça manidar.

1980’li yıllar, ekonomik modernleşme ve İslamlaşma

Zirve’nin Malezya’da gerçekleştiriliyor olması, akıllara hiç kuşku yok ki, Dr. Mahathir Muhammed’in 1981-2003 yılları arasında birinci başbakanlık sürecinde Malezya’nın ve bu ülkenin içinde yer aldığı İslam coğrafyasına öncülük eden politika ve icraatları akıllara getiriyor.

Malezya’nın ekonomik modernleşme sürecinde ülkenin tarihsel kökleri, dönemin getirdiği özellikler dolayısıyla İslami referanslarla yüklü kurumsal yapılar birbiri ardı sıra gündeme gelmişti. Bu anlamda bugünden yakın geçmişe bakıldığında, kayda değer başarıların ortaya konduğu görülmektedir.

Öyle ki, bugün adına İslami Finans, Hac Organizasyonu, Helal Gıda veya bugünkü adıyla Helal Endüstri gibi sadece kendilerini Müslüman addeden çevrelerin işgal ettiği faaliyetler değil, Doğu ve Güneydoğu Asya ülkeleri arasında gelişmişlik düzeyleri ile dikkat çeken ülkelerin de bir ekonomik değer ve kazanım olarak görmek suretiyle içinde yer aldıkları küresel etkinliklere konu olan kurumsal gelişmeler ortaya çıkmıştır.

Bugün yine Dr. Mahathir’i karşımızda benzer bir küresel etkinlik için ev sahibi olarak görmek açıkçası bizi şaşırtmıyor. Ulusal politikada yaşanan kaosa rağmen, Dr. Mahathir hükümeti bu küresel bağlamda ses getiren etkinliğe hazırlanırken, muhalefetin desteğini almış olması açıkçası kayda değer bir durum.

Muhalefetteki Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO) genel başkan yardımcılarından ve Negeri Sembilan eski başbakanlarından Muhammed Hasan yaptığı açıklamada, zirvenin pek çok sorunla karşı karşıya olan İslam ümmeti için yeni bir umut olduğuna dikkat çekmesi örnek ve sorumlu bir siyasal duruşa işaret ediyor.

OIC’nin kuruluşu

Zirve çerçevesinde çeşitli yaklaşımları dikkate alacak olursak, Malezya’nın kurucu başbakanı Tunku Abdul Rahman’ın öncülüğü ve/ya önemli katkısıyla 1969 yılında, o dönemki adıyla İslam Konferansı Teşkilatı’nın (Organization of Islamic Conference-OIC) kuruluşunu hatırlamakta fayda var.

Anılarında bu konuya değinen Tunku Abdul Rahman, OIC’nin kuruluş sürecinde ilk genel sekreterlik görevinin dönemin Suud kralı Faysal tarafından kendisine önerildiğinde, seküler kişiliğine atıfta bulunarak göreve layık olmadığını söyleyince, Kral Faysal “Ben imam aramıyorum. İş yapacak adam arıyorum” bağlamında bir karşılık verdiğini aktarır.

Bu noktada, İİT’nin kuruluş nedeni olan Filistin meselesinde gelinen nokta, söz konusu bu uluslararası yapının ana işlevinin ne denli yerine getirilip getirilmediğini ortaya koymaktadır. İİT’nin kendine has bir şekilde bilimsel faaliyetleri desteklemekten İslam sanatlarına ve azınlık Müslümanların sorunlarına kadar bir dizi  görev üstlendiğine kuşku yok.

Ancak aradan geçen yarım yüzyıl bulan süre zarfında temel hedefini gerçekleştirmek yerine bu hedefe konu olan Filistin’in giderek daha çok kan kaybeder bir duruma gelmesi hiç kuşku yok ki diğer alanlardaki teorik ve pratik yaklaşımların da ne denli etkin ve yapıcı bir niteliğe sahip olup olmadığı sorgulanmaya değerdir.

Buna ilâve olarak, yukarıda dikkat çekildiği üzere, küresel bağlamda var olan sorunların çözümünün birkaç ülkenin kararları ile şekillendirilmesi gerçeği ve bunun Birleşmiş Milletler (BM) vasıtasıyla yapılıyor oluşunun doğurduğu kaygılar, sadece bugüne veya yakın geçmişe özgü değil.

Örneğin 1990’ların ortalarında Balkanlar’da yaşananlar, Afrika’da on yıllarca bitmek bilmeyen savaş ve çatışmalar, nükleer silahlardan arındırma ve küresel iklim değişikliği vb. tüm dünya toplumlarını etkileyen hususlarda BM gibi küresel bir organizasyonun mevcudiyetini sorgulatan acı gelişmeler olarak akıllarda yer etmiş durumda.

Ümitvar olmak

Konuyla ilgili bazı çevrelerin yaptığı açıklamalardan zirvenin, sadece Müslüman kitleleri ilgilendirmediği, dünyanın farklı köşelerinde Müslüman olmayan toplumların karşı karşıya kaldıkları sorunların da gündemde olduğu anlaşılıyor.

Böylesi bir perspektifin olması hem zirveye taraf olan çevreler hem de bu yaklaşımı takip eden çevreler açısından önem taşıdığına kuşku yok.

Bu zirvenin içeriğinden hareketle bazı evhama kapılmaya gerek yok. Sadece çeşitli ülkelerde azınlık konumunda yaşayan İslam toplumlarının değil, bizatihi çoğunluğu teşkil ettikleri ülkelerde de Müslüman kitlelerin karşı karşıya kaldıkları sorunlar için çeşitli platformların oluşturulmasının önemine zaten uzunca bir süredir dikkat çekiliyor.

KL Zirvesi, bu anlamda sorunların ele alınmasında diplomatik söylemlerle kalmayıp, söz konusu bu sorunların uzmanlar tarafından kapsamlı bir şekilde ele alınıp, çözüm yollarının araştırılması ve pratiğe geçirilmesinin yollarının ortaya konulması ile gelecekteki çalışmalar için öncülük yapması beklentisine cevap vermelidir.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2019/12/17/malezyada-zirve-beklentiler-ve-zorluklar-summit-in-malaysia-expectations-and-challenges/

16 Aralık 2019 Pazartesi

Açe’de bağımsızlık ruhu ve sömürge sonrası gerçeklik / The spirit of independence in Aceh and post-colonial reality


Mehmet Özay                                                                                                                         15.12.2019

Açe modern tarihi, Endonezya ulus-devleti içerisinde yer almasıyla onu bağımsızlık öncesi süreçten ayırmaktadır. Buna rağmen, sadece Endonezya Cumhuriyeti bağlamında değil, başta Güneydoğu Asya’daki ulus-devletler özelinde olmak üzere, genel itibarıyla bu siyasi meşru sınırlara sahip bununla birlikte, farklı dini ve etnik grupları bünyesinde barındıran ulus-devlet yapılanmalarına yönelik eleştiriler zaman zaman gündemde yer etmektedir.

Hatta, bu siyasi varlığın yapılaştırılmasının suniliğine dikkat çekilerek bir tür yeni sömürgecilik evresinin bir önceki dönemle bağının kurulmasında bir tür kontrol mekanizması olarak  işlev gördüğü ileri sürülebilir.

Bununla birlikte, ulus-devlet yapılarının dönemi içerisinde bir tür kaçınılmazlık olarak da algılanmasına şahit olunur. Sömürge sonrası siyasi ve ekonomik koşullar ve özellikle de güç unsurunu içinde kayda değer bir şekilde taşıyan askeri varlık karşısında, etnik ve dini farklılaşmalar üzerine yükselen çeşitli toplumsal grupların biraradalığı bir tür zorunluluk olarak gündeme taşınır.

Merkez iktidarlar ve güç yapılarının öncülüğünde sergilenen ulus-devlet yapılaşmasının sürdürülebilirliği dil ve kültürel birlik kadar, etnik-milli çoğunluğun ortak kader eksenin birleşmesi, dini inanç zemininin doğurduğu ve daha yüce gayeler üzerine inşa edilen birlikler halinde de zuhur edebilir. Ancak bu unsurların, modern ulus-devlet yapılanmalarının doğasında dini olana bir yer tanınmaması gerçeği hatırlandığında, ulus-devleti birarada tutacak yapıların zaman içerisinde giderek anlam ve zemin kaybına uğradığına da şahit olunur.

Endonezya özelinde bunu yansıtan unsurlara 1950’li yıllarda rastlandığı gibi, 1970’li yıllarda da gündeme farklı bir şekilde taşındığı ortadadır. Bu bağlamda, Açe Özgürlük Hareketi’nin (GAM-Gerakan Aceh Merdeka) 4 Aralık 1976 tarihinde bağımsız bir siyasi bütünü dünyaya ilan etmesini ve kendini bu anlamda Endonezya Cumhuriyeti’nden ayrışmasını yukarıda kısaca değinilen hususlar çerçevesinde değerlendirmek mümkün.

Hasan di Tiro’nun öncülüğünde, Açe topraklarında dönemin elit grubuna mensup bireylerinin katılımıyla Açe’nin Endonezya merkezi hükümetinden ayrılışının, bir başka deyişle bağımsızlığının ilanı sıradan bir hadise olarak değerlendirilemez. Bu bağımsızlık ilanı, dönemin sömürge-sonrası (post-colonial) bir sürece denk gelmesi ile tezat teşkil edecek bir içerik taşıdığı da ortadadır.

Öyle ki, sömürgeci güçler üç, dört yüzyıllık sömürge topraklarından çıkarken Batı Avrupa tecrübesini, yine o topraklara bir siyasi miras olarak bırakmayı bir tür sorumluluk kabul ettikleri ortada. Ancak bu sorumluluğun, sömürge öncesi hatta sömüre sürecinde ilgili halkların hangi dini, kültürel ve siyasi birlikteliklerle birarada oldukları ve bu noktada nasıl bir teritoryal zeminde buluştukları gibi meseleler üzerinde durulmadığı da bir vakıadır.

Açe Özgürlük Hareketi’ni doğuran şartların işte böylesi bir sömürgeci güç yapılanmasının sömürge topraklarından çıkarken bıraktığı siyasi zeminden neşet ettiği ortaya konulmalıdır. Burada kimi çevrelerin anlamakta zorlandığı bir diğer husus, Açe topraklarında yaşayan halkın -Çinli küçük bir azınlık hariç- tümünün Müslüman olması ile Endonezya Cumhuriyeti sınırlarında yaşayan halkların büyük bir bölümünün Müslüman olmasıdır.

Tarihi referanslar ve gelişmeler, Açe’nin bin yıllık geçmişinde dini yapılaşma olarak İslamiyetin varlığı, bunun yanı sıra, salt tekil ve sınırlı/kapalı bir etnik millet olgusu değil, çoğul, kozmopolit ve hatta dönem dönem ortaya çıkan gelişmeler dikkate alındığında evrensel bir nitelik taşıdığı görülecektir.

Açe’yi bu manada, sadece elli beş bin kilometre karelik bir alanla sınırlandırmak hatalı olacaktır. Bu noktada, 4 Aralık 1976 tarihinde bağımsızlık kararını dünyaya duyuran metin, Açe ile Sumatra’yı birarada zikretmesinin, bu manada bir önem arz ettiğine dikkat çekmekte fayda var. Açe’nin 20. yüzyıl şartlarında teritoryal bir sınırlılığa maruz kalmasına rağmen, bu topraklarda yaşayan halkın siyasi ve toplumsal bilinç noktasında kendini çok daha geniş bir evrende temsil ettiği görülmektedir.

Belki de bunun izlerini, daha 1942’de Malaya’daki Japon güçlerini Sumatra topraklarına çeken siyasi irade; Endonezya bağımsızlığının gündeme geldiği 17 Ağustos 1945 tarihinde Endonezya bağımsızlığı ilanına rağmen, sömürgeci Hollanda’nın -İngilizlerin yardımıyla- bölgeyi yeniden sömürgeleştirme çabasının 1949’a kadar sürdüğü dönemde Açe topraklarının bağımsızlığın yegane meşru ve yasal kaynağı olması ve bağımsızlık ilanının temel süreçlerinin Açe topraklarında gerçekleştirilmiş olması sömürge sonrası yapılanmada Açe’nin yapılaştırıcı ve bir model olarak kabul edilmesinin ana organlarını teşkil etmektedir.

Bununla birlikte, Açe’nin 1949’da bağımsız bir eyalet olmasına karşılık, kısa bir süre sonra Kuzey Sumatra Eyaleti’ne bağlanması, ortaya yeni ulus-devlet yapılanmasında merkez-çevre çatışmasının ilk örneğini ortaya koymaktadır. Ancak bu ilk örneğin kalıcılık arz etmesi, 1976 yılındaki bağımsızlık çabalarının ortaya konduğu dönemden bu yüzyılın başlarına kadarki süreçte tanık olunmuştur.

Bu noktada, 2005 yılındaki gelişme, açıkçası 1949 yılında ortaya konulan siyasi ve toplumsal perspektiften farklılığı değil, aksine teyidi mahiyetindedir. Bu durumda, aradan geçen bu uzun süreçte, merkez-çevre ayrışmasının kimler tarafından gündeme getirildiği üzerinde düşünülmesi, 1976 ruhunun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.


8 Aralık 2019 Pazar

Hong Kong: ABD ve Çin arasında yeni bir kriz sahası (mı?)


Mehmet Özay                                                                                                                        08.12.2019

Çin Halk Cumhuriyeti’nin özerk bölgelerinden Hong Kong’da, Haziran ayından bu yana devam eden gösteriler giderek şiddet içerikli bir niteliğe bürünürken, uluslararası çevrelerden gelen tepkilerin Pekin yönetimi üzerinde siyasi baskıya evrileceği emareleri beliriyor.

Söz konusu gelişmeler, Ada yönetiminin suçluların yargılama süreçlerinin Ana Kıta Çin’de yapılmasına olanak tanıyan yasa tasarısı çalışmasına verilen sıradan ve yerel bir tepki olmanın ötesinde, çok daha kapsamlı bir anlam içerdiğini ortaya koyuyor. Ada özel valisi Carrie Lam tarafından geçen Mart ayında meclise sunulan yasa tasarısı geri çekilmiş olmasına rağmen, gösterilerin devam etmesi bunu kanıtlıyor.

Kimlik, Hak ve özgürlükler

Asya-Pasifik bölgesinin en önemli finans ve uluslararası ticaret merkezlerinden biri olan Hong Kong’da, yönetimin 1997 yılında İngiltere’den Çin’e geçmesinden itibaren Ada halkının tedrici olarak hak ve özgürlüklerden yoksun bırakıldıkları iddiası öne çıkıyor.

Bunun karşısında Ada halkı gösterilerle tepkilerini ortaya koyarken, başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batılı devletler, Pekin yönetiminin 1984 yılında imzalanan, “Çin-İngiltere Ortak Deklarasyonu”nda ifade edilen hakların devamlılığını sağlaması çağrısında bulunuyor.

Özerk yönetimin sadece elli yıl (1997-2047) boyunca devam edecek olması, ardından Ada’da Pekin yönetimin mutlak egemenliği anlamı taşıyor. Bu durum, hiç kuşku yok ki, bugün yaşanan gelişmelerin anlaşılmasında kritik bir öneme sahip.

Bu bağlamda, Çin yönetimi 1997’den bu yana eğitimden, meclis idaresine ve demokratik haklara ile Ana Kıta Çin’den Ada’ya gerçekleşen göçlere kadar Ada’da kendi arzu ettiği siyasi ve toplumsal yapıyı tesis edecek bir politika izlerken, Ada halkı bu uygulamaların sahip oldukları özerk yönetim haklarının ihlâli olarak değerlendiriyor.

Ada halkı, kendini Ana Kıta Çin’den ayrıştırmak adına Hong Kongluluk kimliği üzerinden, liberal-demokratik değerlerle örülü bir içeriği olduğu vurgusu dikkat çekiyor.

Şemsiye Hareketi

2014 seçimleri öncesinde Pekin yönetiminin genel oy kullanma hakkı verileceği yönündeki sözünü tutmamasının ardından başlayan ve Şemsiye Hareketi (Umbrella Movement) olarak adlandırılan gösteriler bugünkü sürecin başlangıcını oluşturuyor.

Üniversite öğrencilerinin başını çektiği gösteriler, artık Ada’da günlük hayatın bir parçası haline gelirken, salt Ada’nın geniş cadde ve meydanlarında yapılan yürüyüşlerle de sınırlı değil.

Geçtiğimiz aylarda tanık olunduğu üzere, gösterilere Ada toplumsal yapısından neredeyse her kesimin katılımıyla milyonlara ulaşması, zaten tedrici olarak kalkmakta olduğu belirtilen hak ve özgürlükler noktasında yakın ve orta vadede ümitvar olmadıklarını gösteriyor.

Bu durum, Ada halkı ile sınırlı sayıda üyesi bulunan özel bir meclis tarafından belirlenen Ada yönetimi ve Pekin yönetimi arasında güvensizliğin inşası anlamı taşırken, sorunun çözümü konusunda taraflar arasında muhataplık sorunu da, başlı başına bir mesele olarak ortada duruyor.

Bu durum, gösterilerin altıncı ayına girdiği bu süreçte, bir yandan Ada halkının azımsanmayacak bir kesiminde karşılık bulan demokratik hak taleplerinden vazgeçmemeleri, öte yandan Ada yönetiminin de gösteriler karşısında güç kullanmakta farklı yöntemler uygulaması giderek büyüyen bir belirsizlik anlamı taşıyor.

Haklarının korunması, taleplerinin meşru zeminde dile getirilmesi yönünde araçlardan yoksun olan Ada halkı çözümü gösterilerde buluyor. Ada ve Pekin yönetimleri ise, özellikle gösterilerin meydanlardan havalimanına yön ve içerik değiştirmesindne itibaren başgösteren gelişmeleri ileri sürerek  göstericileri terörist eylemciler olarak lanse ediyor.

Tiananmen ruhu

Ada’da barışçıl olarak nitelendirilen gösterilerin şiddet içerikli boyuta taşınması akıllara 1989 yılındaki Tiananmen Meydanı hadisesini getiriyor.

O dönemde, Çin’de özgürlük talebiyle başlayan gösteriler Çin ordusunun meydana tanklarla girmesiyle bastırılmıştı. Bugün Hong Kong’daki gösteriler ve buna karşı verilen tepkiler şimdilik böylesi bir boyuta ulaşmamış olsa da, böyle bir ihtimali akla getirtecek girişimlerin olmadığı da söylenemez. 

Örneğin geçen Ağustos ayının ortalarında, Ana Kıta Çin’de sınır boyundaki Shenzhen’de askeri birliklerin tatbikat hazırlığı bağlamındaki hareketliliği o günlerde doğrudan bir müdahale endişesini gündeme getirmişti. Çin’den yeni askeri birliklerin Ada’ya geçtiği konusu gündemde yer ederken, gösterilerin bir askeri hareketle bastırılması konusu şu ana kadar bir girişim söz konusu olmadı.

Bu çerçevede, göstericilerin hak ve talepler ile demokratikleşme konusundaki içeriğinin, sadece Hong Kong ile sınırlı kalmadığı, aksine seslerini Ana Kıta Çin’e ulaştırarak benzer bir toplumsal ve siyasal tepkiyi hareket geçirmeyi hedefledikleri gizli açık ortada.

Bu nedenle, Pekin yönetimi, özellikle kitle iletişim araçları üzerindeki sıkı kontrol ile Hong Kong’daki gelişmeleri geniş kitlelerden gizleme politikası uyguluyor.

Bu noktada, gösterilerin liderliğini yapan Demosisto Partisi farklı siyasi, sivil gruplarca ve halk desteğiyle sürerken, hem Ada’da hem de uluslararası arenada taleplerinin kabulu ve yüksek sesle desteklenmesi konusunda sergilediği çabalarda kararlı gözüküyor.

Sorunun uluslararasılaşması

Bu noktada, göstericiler, önce havalimanı ve ardından alışveriş merkezlerini mekân olarak seçmesi, önemli bir stratejik bir gelişmeydi. Böylece, siyasi taleplerini havalimanı üzerinden uluslararası arenaya, alışveriş merkezleri üzerinden de Ada’nın farklı toplumsal kesimlerine doğru yaygınlaştırmayı hedefliyorlardı ki, bunda da şu veya bu şekilde başarılı oldukları söylenebilir.

Bu stratejinin bir başka hedefi ise, kendilerine karşı güvenlik güçlerinin sergilemekte olduğu baskının farklı kesimlerce tanıklığına ve bir anlamda iddialarının daha geniş kesimlerce meşruiyet kazanmasının yolunu açmaktı.

Öte yandan, Ada’da şiddet eylemlerinin artmasına paralel olarak başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin ilgisi de buraya çevrilmiş durumda. Ada’da şiddetin sona erdirilmesi, güvenliğin ve istikrarın sağlanması konusunda Pekin yönetimine karşı Batılı liderler birbiri ardına açıklamaları dikkat çekiciydi.

ABD başkanı Donald Trump ile İngiliz hükümeti yetkililerinin açıklamalarıyla başlayan süreç, ABD senato meclisi üyeleri, Almanya başbakanı ve dışişleri bakanı ile Ağustos ayı sonunda Paris’te G-7 Zirvesi dolayısıyla biraraya gelen Avrupalı diğer liderlerin açıklamalarına konu oldu. Bu noktada, özellikle ABD ve Çin’in karşı karşıya gelmesi, zaten ticaret savaşlarına konu olan iki ülke ilişkilerinin daha da gerginleşmesi ve yeni bir kriz alanı olabileceği anlamı taşıyor. 

Pekin yönetimi, Batılı ülkelerden gelen eleştirileri iç işlerine müdahale olarak yorumlarken, Batılı liderler, Ada yönetiminin İngiltere’den Çin’e geçmesi konusundaki anlaşmanın ihlâl edildiği ve Pekin yönetiminin, Ada halkının özgürlüklerinin korunması konusundaki çağrısı bugüne kadar olumlu karşılık bulmuş değil.

Özellikle güvenlik güçlerinin müdahalesinin ölümlü vakalara yol açmasında ortaya çıktığı üzere, Ada’da özerk yapının varlığına yönelik müdahalelerin artması karşısında ABD senatosunda, “Hong Kong İnsan Hakları ve Demokrasi Yasası”nın görüşülmesi ve Pekin yönetimi üzerinde siyasi baskının tesisi konusunda girişimler gündemde.

Bu dış baskılar karşısında Çin yönetimi, 1997 yılından bu yana Ada’da var olan “tek devlet iki sistem” modelini göz ardı etmezken, devlet başkanı Şi Cinping’in çeşitli açıklamalarında da görüldüğü üzere Hong Kong, Çin toprağı kabul edilerek egemenlik hakkı iddiası ile buradaki icraatlara meşruiyet kazandırılmaya çalışıyor.

Bu gelişmeler, Hong Kong’un son derece hassas bir dönemden geçtiğini ortaya koyuyor. Göstericiler haklarını koruma konusunda kararlı gözükürken, Pekin yönetiminin altı ayı bulan bu gelişmelere daha ne kadar izin vereceği veya bu gelişmeleri nasıl yöneteceği konusu belirsizliğini koruyor.

“Ekonomi-Politik”, Açık Medeniyet, Yıl 3, Sayı 20, 2019-Aralık.