30 Kasım 2012 Cuma

ASEAN Dönüm Noktasında


Mehmet Özay                                                                                                          26 Kasım 2012
Geçen hafta Phnom Penh’de gerçekleştirilen 21. ASEAN Zirvesi ve buna endekslenmiş Doğu Asya Zirvesi, dünyanın önemli gündem maddesini teşkil ediyordu. ASEAN adı verilen briliğe mensup üyeler için bu toplantının önemi 1 Ocak 2015 tarihine kadar hayata geçirilmesi plânlanan ‘Asean Topluluğu’na giden yolda önemli bir virajın alınmasıydı. Bu viraj Birlik’in bugüne kadar görmezden geldiği ‘insan hakları’ konusunda bir çerçeve anlaşmasına imza atılması şeklinde somutlaştı.
İmzalar atılmasına atıldı da, şimdi asıl iş bunun gereğini yerine getirmek. Çünkü bugüne kadar bu hususu göz ardı eden üye ülkeleri, aşağı yukarı herbirinin benzer sorunlar karşısında benzer ‘suçlar’ işlemeleri dolayısıyla gözardı edilegelen ‘insan hakları’ zannedilmesin ki, yarısı Müslüman, önemli bir bölümünün Budist, görece azınlık kısmının da Hıristiyan olduğu Birlik halklarının siyasi temsilcilerinin canla-başla çalışmaları sonucu ortaya çıkmış değil.
Öte yandan, altına imza atılan ‘insan hakları’ belgesi, bugüne kadar özellikle iki önemli devlet adamının öncülüğünde ve de sözcülüğünde dile getirilen ve bu anlamda siyasi literatüre çoktan geçmiş olan ‘Asya Değerleri’nin akibetinin ne olduğunu hiç kimsenin sormamış olması da oldukça şaşırtıcı. Düne kadar, Batı’nın yönelttiği ‘insan hakları’ eleştirilerine gözlerini kapayıp ‘Asya Değerleri’ne omuz verenler ve de ‘Bizim değerlerimiz farklı’ görüşünden hareketle Batı’yı alabildiğine eleştirenlerin ve de destekçilerinin tabiri caizse sırra kadem basması nasıl bir dönüşümle karşı karşıya olduğumuzu ya da olacağımızı dikkatlere sunuyor.
Aslında bu gelişme üye ülkelerin siyasi duruş olarak önemli bir paradigma değişimine konu olduklarını ortaya koyuyor. Öte yandan, Birliğe üye ülke yöneticileri ‘insan hakları’ anlaşmasına imza atarken acaba ne tür ‘ikilem’ yaşadıklarını sormak gerekir. Her görüşten birey ve grupların haklarının korunacağını garantiye alan bu Anlaşma’nın gerçeklikte nasıl bir görüntü ortaya çıkaracağını merakla bekliyoruz. Bırakın modern/post-modern özgürlükçü grupları, az buz değil, yüzlerce etnik  yapının mağduriyetine konu olan bölgede siyasiler acaba bu yükün altından nasıl kalkacak?
Adı Güneydoğu Asya ile sınırlı olmakla birlikte, katılımcıları ve bu anlamda kapsam alanı dikkate alındığında hiç de yabana atılacak bir girişim değil açıkçası.
Uluslararası ilişkiler bağlamında değerlendirildiğinde, ABD ve bölgedeki -ki ASEAN ülkeleriyle sınırlı kalmayıp, bünyesinde Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda’nın da olduğu- müttefiklerinin gövde gösterisi şeklinde algılanmaya matuf bir hazırlık olarak kabul edilebilecek girişim sadece siyasi bir oluşum olarak değerlendirilmemeli.
Yeri gelmişken, ABD-ASEAN siyasi ilişkilerin ‘stratejik ortaklığa’ evrileceğinin mesajının da verildiğini hatırlatalım. Bu vesile ile gündemi teşkil eden liderler arasındaki ikili ve genel kurul toplantılarının, bölge ülkelerinin ekonomik işbirliğinden küresel ekonomik işbirliğine uzanan bir ilişkiler silsilesine konu olduğuna dikkat çekmek gerekir. Bölge ülkelerini arkasına almış görüntüsü çizen ABD, Obama’nın demeçlerinde ifadesini bulan yeni bir siyasi-ekonomik küresel girişimden bahsediyordu. Nedir bu girişim? Kimi çevrelerin beklentisinin aksine, ABD ile Çin arasında yaşanacak bir Post-modern Soğuk Savaş dönemi değil, aksine, ABD-Çin ilişkilerine her anlamda yeni bir ivme kazandıracak tasarımlarla ilgilidir. Obama, ‘Adalar’ krizi nedeniyle Çin’in üzerine gitmek yerine Amerika ekonomisini ve halkını derinden etkileyecek orta ve uzun vadeli ekonomik ilişkiler ağının ilk ilmiklerini atıyordu. ABD ile Çin arasında sadece Pasifik değil, aynı zamanda, bir dünya görüşü farkı olsa da, uzmanlar bu farkın ‘yatırım’ ve ‘ticaret’le daralacağı görüşündeler. Zaten Obama da, görüşmeler sırasında bu ‘daralmayı’ sağlayacak unsurlar üzerinde duruyordu.
Dünyanın gelişmiş ekonomilerinde yaşanan tıkanıklıkların aşılmasında üçüncü dünyanın gelişmekte olan veya henüz küresel kapitalist ekonomi modeline adepte olmakta ‘gecikmiş’ ülke ve bölgelerinin bu tıkanıklığın aşılmasında katalizör işlevi göreceği aşikâr hale gelmiştir. Başta ABD olmak üzere Japonya, Kanada, Avustralya ve AB gibi ülke ve bölgesel kuruluşların Güneydoğu Asya-Pasifik-Doğu Asya üçgeninde kurmakta oldukları ‘ağ’ elbette bu tıkanıklığın aşılmasına matuf girişimler olarak dikkat çekmektedir. Bununla birlikte, söz konusu bu üç bölgede onyıllar öncesinde neşet eden ve şu veya bu şekilde bugüne kadar devam eden cunta, diktatör, otokrat yönetimlerin halklarıyla olan sorunların aşılması da liberal-kapitalist demokrasilerin hükmetmek istedikleri acil bir alan olduğu da görülmektedir. Söz konusu gelişmekte olan Üçüncü Dünya ülkelerinin küresel kapitalizmin acımasız rekabet kulvarında yer almalarında salt sahip oldukları ucuz işgücü, zengin yer altı ve üstü kaynakları, ehlileştirilmeye fevkâlade müsait Batılılaş/tırıl/mış elit tabakasının kafi gelmediği kapitalizmin ağababalarınca ve öncü kurumlarınca dile getirilmektedir. Bugün Kamboçya’da, Myanmar’da, Endonezya’da, Vietnam’da, Laos’da, Bangsamoro’da dahil olmak üzere Filipinler’de beklentiler bu halkların ivedilikle tüketimci ekonomi skalasında yerlerini almasıdır.
Nasıl ki, IMF Genel Direktörü Christine Lagarde çok kısa bir süre önce Malezya’daki ekonomik gelişmelere dikkat çekerek, 97-98 Güneydoğu Asya krizi sonrasında gösterilen ‘progresif’ ekonomik girişimler neticesinde Malezya ekonomisinin sadece “ihracata yönelik” bir ekonomik olmakla kalmadığını, bundan da öte, yerli tüketime devinim kazandıracak politikalarla şekillendirdiğinden övgüyle bahsediyordu, hiç kuşku yok ki, en azından ASEAN içinde dünyaya ‘gözlerini’ yeni açmakta olan ülkeler için bir kılavuz işlevi görecektir. Bu yaklaşımda kendini açıkça ortaya koyan olgu şudur: artık, çok uluslu şirketler, bu coğrafyalarda Batı’nın ultra-kapitalist sınıflarını doyurmaya değil, yerli halkların da, henüz aynı tüketim hırsıyla olmamakla birlikte giderek artan bir eğilim ve ivmeyle benzer sosyo-ekonomik oluşumlara zemin hazırlamakta ve bu yönde bir gayret içerisindedirler. Zaten Avro bölgesi krizi süresince Malezya’nın ve Endonezya’nın büyüme rakamlarının ‘yüksek artı vermesinin’ ardındaki gerçek, bu ülke maliyecilerinin de ortaya koyduğu üzere iç tüketimdeki artışa dayanıyordu. Bu yönelim ve yönlendirme sayesinde Batılı liberal ekonomiler “soluklanacak” yeni bir güç ile ileriye -her neye tekabül ediyorsa- doğru hareket edebilme kabiliyetine sahip olacaktır. Bugün gelişmiş ekonomilerin yıllık 3.3 gibi bir düzeyde olduğu -ve bu anlamda ‘sistemin tıkanma sendromu geçimekte olduğu şeklinde de yorumlanan- büyüme oranlarına mukabil, örneğin başta Endonezya, Malezya, Türkiye, Brezilya gibi gelişmekte olan, Üçüncü Dünya’nın ve de önemli bir bölümünün adına İslam dünyası denilen bütün içerisinde yer aldığı düşünülebilecek ülkelerin ve düşük kalkınma pörtföyünde yer alan, ancak ümitvar bir gelecek imkânına sahip ülkelerin varlığı bir ‘garanti’ olarak gözleri kamaştırmaktadır. Çünkü bu ülke ve bölgeler, gene Batı ekonomi standartlarıyla değerlendirildiğinde aşılması ve bu çerçevede küresel bir sorun olarak telâkki edilen ‘kapitalizm açlığıyla’ yüzyüzedirler. İşte bu nedenledir ki, ‘küresel kalkınma’nın motoru ‘hizmete’ hazırlanmaktadır.
Bu nedenle değil midir ki, Çin’in ekonomik kalkınmacı politikaları karşısında, çözümü Güneydoğu Asya/Pasifik/Doğu Asya üçgeninde kurulacak yeni ittifaklarla yüzyılın dönüşüm plânı gündeme getirilmektedir. Obama’nın ASEAN zirvesinde üzerinde durduğu önemli hususlardan biri bu üç bölge kadar, küresel ekonomileri de doğrudan etkileme potansiyelini içinde barındıran Güney ve Doğu Çin Denizi’ndeki ‘Adalar’ sorununun halline yönelikti. Yukarıda dile getirdiğimiz üzere Obama’nın bu konudaki ‘soğutma’ çabaları görülse de, toplantının sonuç bildirgesi hazırlanmasında Adalar krizini içeren maddeye dair özellikle Filipinli yetkililerin karşı çıkışı, Birlik’in geçen Haziran ayındaki toplantısında yaşanan krize yol açtığı görüşünü dillendirenler bile oldu.
Bu süreç, Batı ekonomi sistemi ve terminolojisine göre tasarımlanmış yoksulluk sınırından orta sınıf denilen sadece ekonomik olarak değil, zihniyet ve düşünce olarak da epeyce bir evrime maruz kalmış kitlelerin ortaya çıkarılması gayretidir. Bu gayret içerisinde Batılı/uluslararası değerler muvacehesinde insan hakları, demokrasi, özgürlükçü söylemin yeri de elbette ekonomideki değişim sürecini tamamlayan kombinasyonda güçlü ögeler olarak yerini aldığına kuşku yok.  
http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=236492

29 Kasım 2012 Perşembe

Endonezya’da Yüzyıllık Hareket: Muhammediyye (II)


Mehmet Özay                                                                                                                  26 Kasım 2012
Muhammediyye Hareketi’nin kökleri itibarıyla neye tekabül ettiğini anlamak için içine doğduğu Hollanda Sömürgeciliği gözardı edilemeyecek bir gerçeklik alanı sunar. Hollandalıların özellikle ülkede inşa etmeye çalıştıkları eğitim projesi karşısında, Hareket güçlü bir kimlikle topluma liderlik etme kapasitesine sahip, toplumda sömürgeci eğitim sisteminin bir ürünü olan seküler eğitimden geçmiş aydınlar karşısında bir yapı oluşturacak eğitimli bir Müslüman aydın sınıfı oluşturmayı hedefliyordu (Soebardi-Lee 1985: 190).
Hareket’in gerek köklerinin yer aldığı gerekse klasik sultanlık çevresiyle ilişkileri bağlamında Cogcakarta üzerinde kısaca durmuştuk. Bu hususa biraz daha değinmekte fayda var. Modern dönemde bu yönetimin Cava’nın diğer kadim sultanlıklarından öne çıkan bir özelliği olduğu görülür. Bu anlamda tarihi ve kültürel devamlılığı kadar, bugün siyasi bağlamda görece bir güç unsuru olduğu görülür. Cogcakarta Sultanlığı, bağımsızlık ilanının akabinde 1947 yılında özerklik tanınmış (Heryanto 2006: 66) ve geleneksel yönetimi sergileyen sultan aynı zamanda, doğrudan vali olarak da atınmaktadır. Muhammediyye Hareketi’nin bu özerk yapı içerisinde varlığını sürdüren Sultanlıkla ilişkisi, Hareket’in burada doğmuş olmasıyla doğrudan ilintilidir.
Hareket’in yüzyıllık seyri içerisinde salt kendi başına bir olgu olarak değil, her bir dönemi birbirinden farklılık gösteren Hollanda Sömürgeciliği, Sukarno ve Suharto dönemleriyle son 15 yıllık süreyi kaplayan siyasi ve toplumsal reform sürecinde siyasi yönetimler ve güç odakları ile girdiği ilişkilerle yeni şekillenmelere konu olmuştur. Bu husus, modern dönemde ortaya çıkan sivil toplumcu veya siyasi İslamcı hareketlerin kaçınılmaz etkileşimlerinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Öte yandan, yukarıda zikredilen bu ‘dış unsurlar’ kadar, ülkede neşet eden çeşitli ‘Sarekat Islam’ (SI), ‘Masyumi’ gibi sömürge öncesi ve sonrasında bu topraklarda önemli rol icra eden İslamcı hareketler bağlamında da etkileşimleri kayda değer bir hususdur. Elbette bu dönemleri ve Hareket ile bağlantıları detaylı araştırmaları gerektirmektedir. Bununla birlikte, ilki erken döneme, ikincisi bağımsızlığın hemen akabindeki gelişmeler muvacehesinde iki  hususa kısaca değinmekte fayda var.
SI’ın ilk dönemlerinde kurucu unsurlar, özellikle başta Muhammediyye olmak üzere diğer İslami kurumlarla iyi ilişkiler geliştirme gayreti içindeydi. SI’ın merkezi komitesi Solo’dan  -Muhammediyye’nin de merkezi olan Cogcakarta’ya  taşındığında, Hareket’in kurucusu Ahmed Dahlan hareketin burada kurumsallaşmasına yardımcı olmuş ve 1916 yılında da söz konusu hareketin dini istişare kurulu üyesi olarak rol aldı (Soebardi-Lee 1985: 197). Muhammediyye Hareketi’nin çıkış noktası kültürel saha iken, SI’ınki ağırlıklı olarak siyasal hedefler güdüyordu. Bu nedenle Ahmed Dahlan, SI içerisindeki siyasal hareketlere karışma yönünde tavır sergiliyordu (Van Niel 1970: 110).
Bununla birlikte, genel bir ifade ile söylemek gerekirse Muhammediyye Hareketi, modern Endonezya siyasi tarihinde ülke Müslümanları arasında siyasi bir cephe oluşturulamamasında ‘taraf’ olmakla dikkat çeker. 1945 yılındaki bağımsızlık ilanıyla, Hollanda’nın uluslararası anlaşmalar çerçevesinde Endonezya bağımsızlığını tanıyacağı 1949’a geçen süre zarfında ve daha sonra ülkenin geniş Müslüman kesiminin eğitim ve refahı için çeşitli çalışmalar yapmış olan Muhammediyye gibi milyonlarca üyeye sahip önde gelen İslami cemaatler ve bunların uzantıları olan partiler kendi aralarında birlik tesis edemeyerek ülke siyasetinde öncü rol oynama şansını bir türlü yakalayamamışlardır. Masyumi çatısı altında kısa süren bir birliktelikten bahsedilse de bunun uzun erimli olmamış ve 1950’li yılların başlarında yapılan ilk seçimlerden sonra hayal kırıklığına neden olmuştur.
Bu ilk dönem örneklerinden sonra, Hareket’in modern tarihinin uzun anlatısına yer vermek yerine, sonun başlangıcı kabul edebileceğimiz Sukarno ve özellikle de Suharto’lu yıllar ve sonrasında neler olup bittiğine bakalım. Siyasal İslamı hareketleri ülkede kısıtlama konusunda tüm imkânları kullanmada her türlü çabayı sergilemiş, seküler ve Cava milliyetçiliğinin öncüsü olarak tanınan bu iki devlet başkanının Muhammediyye’ye ‘yakınlık’ duymaları ve ‘alternatif’ bir kulvar olarak gündemde tutmaları ilginç bir ilişkiyi ortaya koymaktadır. Özellikle, Suharto dönemine konu olan 70’li/80’li yıllardaki ‘modernleşme’ süreçleri, Hareket’in kök suyundaki ilkelerle örtüşmesi nedeniyle siyaset alanında dinamik bir unsur olarak yer almasa da, siyasi otoritenin kanatları altında yer bulması için kafi bir sebepti.
Suharto’nın son yıllarında, o dönem Hareket’in lideri konumundaki Amin Rais siyasi güç merkeziyle bir ‘ittifak’ çabası içine girdiği gözlemlenir. Nihayetinde, gözlemcilerin dile getirdiği üzere, Suharto’nun üvey oğlu mesabesindeki -ve de kendisinin de uygun bir isim olarak gördüğü- Habibi’nin başkan yardımcılığı ihtimalinin doğmasıyla yeni kabineye ‘Muhammediyye” mensuplarının dahil olacağı ihtimaliyle rejimle ‘uzlaşmacı’ bir yönelim sergileyerek nasıl ‘pragmatik’ yaklaşım sergileneceğinin bir örneğini ortaya koyuyordu. Rais’in bu pragmatikliği, halkı Müslüman olan diğer birtakım ülkelerdeki benzer liderlik pörtföylerinde de görüldüğü üzere, siyasi arenada bulamadığı desteği ve ‘mükâfatı’ Mietzner’in (2009: 159, 161) ileri sürdüğü üzere ordu ile temasa geçerek bulma arayışı sergilemiş olmasında yatar. Muhammediyye gibi köklü bir organizasyonun lideri olarak siyaseten ve de sivil toplumculuk bağlamında bir ‘sağa’, bir ‘sola’ yaslanma çabası, kimilerince ‘şartların teşekkülü olarak yorumlanabileceği gibi, temelde bir ‘duruş’ ve ‘zaviye’ kısırlığını ortaya koymaktadır.
Suharto’nun gidişatının kesinleştiği aylarda, ‘uluslararası kesimlerin’ ajandasında bir ‘alternatif’ olarak neşet eden Amien Rais, ayağına gelen bu fırsatı nasıl değerlendirmesi gerektiğini açıkça ortaya koymuş ve yukarıda dile getirilen ‘duruşsuzluğun’ kaçınılmaz uzantısı olarak soluğu Amerika’da almıştır. Elbette, Amerika için alternatifsizlik söz konusu değildir... 30 Eylül/1 Ekim 1965’deki girişimiyle Suharto, nasıl devlet başkanlığının yolunu açacak ışığı görerek hareket etti/rildi/yse, fazla değil aradan geçen yaklaşık 40 yıllık sonra aynı Suharto’nun yerinden edilebilmesi için güçlü bir sivil toplumcu Müslüman Hareketi’n lideri aynı göreve soyundurulmakta sakınca görülmemiştir. Elbette burada şöyle bir düşüncede geliştirmek mümkün. İslamcılık veya İslam sathındaki duruşla, modern siyasi platformda rol alma veya kapma arasında fark vardır ve bu fark doğacak “operasyonel kaynakları” (Mietzner 2009: 162) kullanabilme becerisiyle değerlendirilebilir düşüncesinden hareketle Amien Rais epeyce bir Makyavelist projeksiyona tabi olmuştur.
Siyasi ve sosyal reform çabalarının yoğunlaştığı son döneme gelindiğinde, Hareket’in ‘alternatifleriyle’ karşı karşıya kaldığı gözlemlenmektedir. Ülkenin yeniden yapılaşmalara konu olan sadece siyasi arenası değil, sosyal alanlarındaki siyasi İslamın giderek dikkat çekici bir yönelim sergilemesi Hareket’in yeni dönemde karşı karşıya kaldığı rekabet, çatışma vb. bağlamlarda yeni mücadele alanı olarak değerlendirilmektedir. Doğrudan Hareket’in siyasi partisi olarak ilan edilmese de, Amin Rais örneğinde olduğu gibi, Hareket’e mensup önemli şahsiyetlerin siyasi partilerdeki varlığı ve bu partilerin siyasi arenadaki güç yarışında geldikleri nokta bunu kanıtlamaktadır.
Geçirdiği tarihi süreçler, ilişkiler çerçevesinde araştırmacılarla vahhabicilik kadar modernist, yer yer liberal İslamcı adlandırmalara da konu edilmesi, Hareket’in bugünkü lideri Din Shamsuddin’in dile getirdiği üzere geçen süre zarfında pek çok dönüşümlere ve değişimlere konu olmasıyla yadsınacak bir durum değil, aksine sosyal realitenin bir gereğidir. Son dönemdeki gelişmelere dikkat çekildiğinde, Hareket’in bir başka yönelime kucak açmasının olanaklı olduğunu ifade edebiliriz. 

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=236398

26 Kasım 2012 Pazartesi

Obama’nın Myanmar Ziyaretinin Anlamı


Mehmet Özay                                                                                                                 15 Kasım 2012
Barack Obama'nın ikinci başkanlık süreci sembolik anlamı oldukça güçlü ve Amerika'nın gelecek dönemde materyalize edilebilecek en önemli dış politikalarından birine kapı aralamaya matuf bir geziyle başlıyor. Obama'nın 19 Kasım'da Myanmar'ı ziyaret edecek olması, Amerikan tarihinde bir ilk özelliği taşımasıyla gezinin sembolik anlamını ortaya koyuyor. Birkaç yıl önce, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'un kaleme aldığı bir makalede ilân ettiği Asya Yüzyılı'na Amerikan yönetiminin geçen süre zarfında giderek artan bir şeklide önem vermesi, belki de Amerika seçimlerinde Obama'ya yönelen ilginin etkin faktörlerinden biri olarak zikredilmeye değer. Ortadoğu, Afganistan savaşlarından sadece psikolojik olarak etkilenmemiş, aynı zamanda, doğrudan ekonomiye etkisini de hayatlarında birebir tecrübe eden Amerika halkının, yönetimin yeni dış politikasının aynı oranda psikolojik ve de ekonomik cazibesine karşılık vermesi oldukça rasyonel bir çıkış gibi duruyor.
Peki Myanmar açısından bu ziyaretin anlamı nedir? Aşağıda değineceğimiz üzere, 1948'deki bağımsızlığın ardından, dönemin Başbakanı U Nu'nun önderliğinde, Soğuk Savaş'a taraf olanların baskılarına boyun eğmeyerek 'Bağlantısızlar Grubu'nun önemli üyeleri arasında ve bu anlamda 1955 Bandung Konferansı girişimcileri arasında yer almış olan Myanmar, ancak aradan geçen süreçte ve  de özellikle de son gelişmeler ışığında bakıldığında, kendi iradesinden daha çok dünyanın güç odaklarının yönlendirmesine konu olan bir ülke profili çiziyor.
Modern dönemde, Amerika'nın Myanmar'la olan ilişkilerinde dikkat çeken bir hususu hatırlatmakta fayda var. 1960'dan itibaren kendini dışarıya kapatmış Myanmar, 1970'li yılların ikinci yarısı, kalkınmış ülkelerin ilgisine giderek daha yoğun bir şekilde mazhar olurken, sosyal ve ekonomik geri kalmışlığın aşılmasında Dünya Bankası'nın ve Japonya, Almanya, Fransa, Avustralya, Kanada'nın yanı sıra ABD'nin  girişimleri sermaye aktarımı, dış teknik yardım ve ekipman desteği şeklinde gündeme gelmişti. Ancak bu süreçte Burma yönetimi sosyalist ekonomi politikalarından taviz vermeme yaklaşımı, batılı kurumların ve ülkelerin 'yardım' programlarının palyatif bir düzeyde kalmasına neden olmuştu.
Amerika'nın Asya Açılımı'na dönerek son dönemdeki gelişmeleri irdelemekte fayda var. ABD'nin ASEAN ve Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) üzerinden bölgeye dair plânlamalarını, tekil bir girişim olarak Myanmar üzerinden girişimleri ucuz işgücü ve hammadde gibi klasik yatırım fonksiyonları ve 'henüz bakir bir pazar' niteliği taşıması bağlamında salt ekonomi alanı ile sınırlandırmak mümkün değil. Aynı şekilde, bu nüfuzun Hindistan ve Çin gibi iki önemli kültür havzasının etkisinde varlık sürmüş bölgenin, sömürgecilik dönemini paranteze alarak, uzun geçmişinde pek de görülmemiş önemli dönüşümlere ve değişimlere kapı aralayacağını da öngörebiliriz. Öncelikle bu unsurlardan ilkine göz atalım. Amerika'nın her nereye giderse oraya tüm değerleri ve projeleriyle eğildiği bilindiğinden, Myanmar özelinde de aynı yönelimin hakim olacağını söylemek kehanet olmayacaktır. Bu çerçevede, bir yandan Myanmar demokrasisini yoluna koymada 'destek' olurken, bunun karşılığı olarak da ekonomik işbirliği, özellikle de yatırımlar noktasında Çin ve de şimdilik arka plânda yer alan Hindistan'a karşı güçlü bir açılım olacağına kuşku yok. Bu gücün bölgedeki önemli destekçilerinin varlığı da unutulmamalı.
Obama'dan günler önce, Amerika Savunma Bakanlığı'ndan üst düzey yetkililerin ziyaretinde Amerika'nın 2013 yılı başlarında Tayland'da gerçekleştireceği "U.S.-Thai Cobra Gold" adıyla bilinen Asya'nın en önemli askeri tatbikatına Myanmar'ın gözlemci olarak katılımının hazırlıkları yapıldı. Bu katılımın birkaç anlamı var. İlki, Myanmar'ın son iki yılı bulan reform sürecine ABD yönetiminin üst düzeyde 'onay' ve 'destek' verdiğidir. Bir diğeri ise ABD'nin Güneydoğu Asya'daki aktif müttefik ülkelerine Myanmar'ın da katılması anlamına geliyor. Bu bağlamda, Cakarta'dan, Singapur'a, Kuala Lumpur'dan bir yanda Bangkok'a öte yandan Manila'ya çizilen ittifak haritasının Naypyitav'a ulaşması, Malaka Boğazı'ndan Doğu'ya doğru Sunda Boğazı üzerinden Güney Çin Denizi'ne bağlayan küresel öneme sahip su yollarını, bu sefer Malaka Boğazı'nın Batı'sından Bengal Körfezi'ne taşıma ve böylece bölgeyi bir çembere oturtarak koruma ya da savunma bloku oluşturması elbetteki gündeme getirilebilir. Bu Güneydoğu Asya ittifak blokunun öncelikli hedefi Çin'in kaçınılmaz ekenomik ve de territoryal genişleme siyasetini hedeflediği aşikâr.
Myanmar ordusunun da, kuruluşundan bu yana sürekli dış yardıma muhtaç olduğu dikkate alındığında, ordu üst düzey yönetiminin bu yeni gelişmeler ışığında Amerika'dan gerek teknik, gerek malzeme ve donanım desteği almaktan oldukça memnuniyet duyacaktır. Bu destek, Çin'den veya Kuzey Kore'den gelen yardımlarla kıyaslandığında büyük bir farkı ortaya koyuyor. O da, Amerikan'ın askeri desteğini sunmada cömert davranırken, karşılığında ülke ekonomilerini doğrudan etkileyen ve küresel pazar oluşumlarına şu veya bu şekilde katkı sağlayan söz konusu ülke vatandaşlarına, halklarına yönelik baskı, insan hakları ihlâlleri vb. olguları masaya şart olarak koymasında yatıyor.
Peki Çin bu gelişmelerden nasıl etkilenir diye de sormak gerekir. ABD-Myanmar ilişkisininin Çin'i etkilemesi 20. yüzyıl boyunca Çin'in Myanmar üzerinde oynadığı rolde elbette ki bir değişim anlamı taşıyor. Bu rol, Çin'in bir dönem siyasi ideolojisini ihraç edeceği bir arka bahçe niteliğindeki Mekong Vadisi Havzası'ndaki varlığını da etkileyebilecek boyutta. Bu ideoloji ihracı yerel komünist partiler üzerinden yürütülürken, öte yandan askeri ve ekonomik yatırım ve belli ölçülerde yaptırımlarıyla bölge ülkelerini kendine bağımlı kılma amacını taşıyordu. Bu ilişki, Myanmar ordusunun ülkedeki etnik azınlıklarla sürgit devam eden savaşında üstünlük kurmasıyla yakından bağlantılıydı. Kurulan ilişkinin 'tek boyutluluğu' Myanmar ordusunun Çin'e mutlak bağımlılığı şeklinde bir algıya yol açması nedeniyle, Amerika'nın bölgeye nüfuz çabasının dengeleyici rolü üzerinde duranlar da olabilir. Myanmar yönetimi her halükârda dışa bağımlılığın getirdiği sancıyı yaşamaya devam ederken, en azından yeri geldikçe kartları karma işinde bir rolü olmasının avantajını elinde tutacaktır.
Aslında Güneydoğu Asya özelinde gündeme gelin itiş kakış yeni değil. Öncelikle bunu ortaya koymakta fayda var. II. Dünya Savaşı öncesinin İngiliz Sömürge Krallığı'nın hakimiyet ve sorumluluk alanındaki bölge, savaş sonrasının şartları gereği yerini ABD'ye terk etmişti. Bölge ülkeleri, bir yandan komünist blogun kendi sahalarına doğrudan nüfuzunu engelleme adına ABD ve Batı ile stratejik ortaklıklarını sürekli gözetirken, aslında bir yandan da Çin'in giderek güçlenen ekonomik yapısının kapsam alanı içinde olmaktan da olabildiğinde istifade etmeyi amaçlıyorlardı. Bölge ülkelerinin siyaset ehlinin kabiliyetine bağlı olarak ABD ve Çin çekişmesinden azami ölçüde istifade edebildiklerini düşünmek bile mümkün. Bu anlamda ortaya çıkan üçlü ilişkinin, ki bu ABD-Çin ve bölge ülkeleri bağlamı olarak düşünüyoruz- tek yönlü, hiyerarşik değil, zamanla gelişen koşulların bir zorlaması ya da doğurduğu imkânlar ölçüsünde çok yönlü ve kapsamlı boyuta evrildiği yönündedir.
Bunca lafın ardından, sıra şu soruyu sormaya geldi: Acaba Obama'nın, yıllarca ABD öncülüğünde insan hakları ihlâlleri nedeniyle siyasi, ekonomik yaptırımlara maruz kalmış Myanmar'da son aylarda giderek daha çok görsel platformlarda yer alan Rohingya Müslümanlarının ahvaline dair bir çıkışı olacak mı? Bugün evleri yakılan, işlerlerine, okullarına gidemeyen ve tüm bunlara neden olarak da ülke vatandaşı olarak tanınmayan, bundan daha da önemlisi ülkenin 130 civarındaki etnik unsuru arasında yer verilmeyen Rohingya Müslümanlarının son derece plânlı programlı bir şekilde yurtlarından sökülüp atılmalarına Obama yönetimi nasıl karşılık verecek? Aslında Rohingya Müslümanlarının mağduriyetine yirmi yılı aşkın süre önce ABD nasıl karşılık vermişti sorusuyla başlamak gerekir. 1989'dan itibaren dönemin Myanmar hükümeti iç-göç programıyla Arakan Eyaleti'nde Rohingya Müslümanlarının çoğunlukta olduğu kuzey bölgelere Burma Budistlerini yerleştirme projesini 'başarıyla' yerine getirirken, yeni yerleşimlerin Müslümanlara ait evleri ve topraklarını gasp ederken ve nihayetinde zulmün doruğa vardığı 1991 yılında Myanmar ordusu marifetiyle 145.000 Rohingyalı Müslüman Bengaldeş'e zorunlu göçe tabi tutulurken ve tıpkı bugün yapıldığı gibi Budist Myanmar yönetimi Rohingyalıların 'dışarlıklı göçmenler' olduklarını, bu nedenle mal-mülk sahibi olamayacakları gibi Myanmar'da yaşamaya da yasal olarak haklarının olmadığı (Charney 2009: 184-5) iddiaları karşısında, ABD öncülüğündeki Batılı kurum ve kuruluşlardan bir tepki gündeme gelmiyordu maalesef. Şayet böyle bir tepki uluslararası kurumlar ve tekil ülkeler aracılığıyla –ki burada adına İslam ülkeleri denilen bütünü es geçmememiz gerektiğini belirtelim- ortaya konmuş olsaydı, son yıllarda Rohingyalıların teknelerle okyanusta ölüm/kalım mücadelelerine ve de son aylarda ana vatanlarında maruz kaldıkları katliamlara tanıklık etmeyecektik belki de.

25 Kasım 2012 Pazar

Endonezya’da Yüzyıllık Hareket: Muhammediyye (1912-2012)


Mehmet Özay                                                                                                                  20 Kasım 2012
Muhammediyye modernist bir hareket olarak Malay dünyasının bugün Endonezya Takımadaları olarak bilinen coğrafyasında tam bir asır önce hayata geçirilmiş önemli bir projedir. Malay dünyasının ‘puritenleri’ unvanını taşıyan bu hareketin kurucusu ve hareketin geçirdiği evreler üzerine pek çok akademik çalışmanın yapılmış olması, örneğin Alfian, Noer, Barton, Peacock, Yegar, Federspiel vd., gerek Endonezda gerekse belki de daha çok Batılı ülkeler için hareketin doğurduğu önemi ortaya koyması açısından önemli. Günümüzde vahhabicilik kadar modernist, yer yer liberal İslamcı adlandırmalarına da konu olan bu hareket, doğduğu günden bu yana Endonezya Takımadaları’nın ilk modern hareketi olarak tarihe geçmiş ve bugüne kadar varlığını etkin bir şekilde sürdürmüştür. Sahip olduğu üye sayısı dikkate alındığında ülkedeki Alimler Birliği (Nahtad’ul Ulama)’dan sonraki ikinci büyük sivil hareketidir. Modernist düşüncenin Endonezya Takımadalar’ındaki, özellikle de Cava Adası’ndaki temsilcisi konumundaki Muhammediyye Hareketi, Barton’un (2002: 6) dile getirdiği üzere, sosyolojik kökenleri itibarıyla, mensuplarını küçük ve orta büyüklükteki kasaba ve şehirlerden gelen alt orta sınıfların yani, Müslüman tüccarların ve memurların oluşturduğu bir sosyal birlikti. Bugün bu sosyal yapılanmasının pek de değişmediğini ancak çeşitlenerek farklı bağlamlara büründüğünü söyleyebiliriz. Az değil, yaklaşık otuz milyonu aşkın üyeyi aynı kalıba koymak mümkün olmadığı gibi, sosyolojik olarak da tıpatıp eş birimler halinde algılamak yanlış olur.

Geniş kitleleri içinde barındıran bu Hareket’in pratikte neye karşılık geldiği de önemli elbette. Aşağıda detaylı bir şekilde değinmekle birlikte kısaca Hareket’in paradigm boyutunda iki temel açılıma sahip olduğunu söyleyebiliriz. İlki kurucu babası Ahmet Dahlan’ın yeşerttiği bir girişim olarak okullar, yetimhaneler ve hastaneler gibi sosyal kurumları bir kefede yer alırken, Dahlan’dan sonra ikinci kurucu baba olma ünvanını taşıyan Hacı Resul’ün daha kavramsal çerçevede yaklaşımının bir sonucu olarak dini-ideolojik yapılanmaya önem veren ve bu anlamda ‘puriten’ yönelimleri ağır basan bir oluşum olarak karşımıza çıkar. Peki bu hareketin siyasi arenadaki karşılığı neye tekabül eder? Üye veya sempatizan sayısına bakıldığında siyaseten çok güçlü bir yapı izlenimi verebilir. Ancak gerçekte, tıpkı diğer önde gelen İslami yapılanlar gibi Endonezya Cumhuriyeti siyasetinde başlangıcından bugüne kadar ‘güç’ anlamında varlık gösterip gösteremediği şüphelidir.

Hareket’in Endonezya için ne anlam ifade ettiği üzerinde duralım kısaca. Öncelikle, Ortadoğu İslamı’ndan etkilenimleri dikkate alındığında Hareket tarihsel bir devamlılığa işaret eder. Tarihin erken dönemlerinden itibaren İslamiyeti Takımadalar’a taşıyan unsurlar ve akabinde yerli halklar arasından neşet eden alim, mutasavvıf vb ilim ve ahlâk erlerinin varlığı bölgeye Hint-Çin medeniyetlerinden sonraki en önemli izleri bırakmıştır. Özellikle bu ikinci süreç, yani yerli unsurların İslamlaşma süreçlerindeki katkıları halkların dili, kültürüne yakınlıkları nedeniyle çok daha dikkat çekicidir. Bu süreçler sömürgeciliğin bölgede varlık göstermeye başladığı 16. yüzyıl başlarından itibaren çeşitli etkileşimlerle varlığını sürdürmüştür. 19. yüzyıl ikinci yarısına gelindiğinde klasik sömürgecilikten radikal emperyalizme evrilme, özellikle Takımadalar’da Hollanda yönetiminin ‘Etik Politika’ adıyla görünürde ‘güleryüzlü’ ancak derinlerde sömürge topraklarını dönemin kapitalist ilişkiler ağına göre yerli toplumlarını ve kaynaklarını kökten dönüştürücü politakasını hayata geçirdiği bir dönemdir. Öyle ki, bu süreç, sömürge yönetiminin Takımadalar’daki Müslümanların ‘Hac farizalarını’ yerine getirmelerine kadar varan engellemelerle Müslüman kitlelerin ‘buğz’una hedef olmuştur. Müslüman toplumlar bir yandan Batılı sömürgeci ilişkilerin özellikle eğitim, yasa ve idari mekanizmalar vasıtasıyla sekülerleşme süreçlerine hız katarken, buna Müslümanların kendi iç dinamiklerini hareket geçirmelerine mani olacak yaptırımlarla bir başka darbeyi vuruyordu. İşte bu yoğun siyasi ve ideolojik baskı altında tıpkı benzerleri gibi Ahmed Dahlan da ilmi çalışmalarda bulunmak maksadıyla Kutsal Topraklar’a hicret etti. Cava’ya dönüşünde 1912 yılında temellerini atmasıyla bugüne kadar devam edecek bir Hareket’in tetikleyicisi oldu.

Yaşadığı dönemin koşulları, özellikle de siyaseten dinamik iç ve dış unsurları dikkate alındığında, Muhammediyye Hareketi ‘bir siyasi hareket midir?’ diye sormak gerekir. Amacın, var olan kaynaklar üzerinde azami kontrolle  Müslümanların toplumsal varlıklarını devam ettirme olduğu ve sömürge yönetiminin sadece siyasi değil, giderek askeri varlığıyla da Müslüman kitleler üzerindeki baskısını artırdığı dönemde Muhammediyye Hareketi’nin, sömürge yönetimine tabiri caizse kafa tutacak siyasi bir model olarak ortaya çıktığını söylemek güç. Hemen burada bir parantez açarak, Hareket’in böylesi makro siyasi amaçla toplumsal platformda yer almadığının bir diğer göstergesini, kuruluşundan birkaç yıl sonra karşısına alternatif bir hareket olarak Alimler Birliği Hareketi’nin (1926) çıkmasında buluruz. Bununla ne demek istiyoruz açıklayalım. Muhammediyye Hareketi’nin sömürge yönetimine karşı bir ‘siyasi’ karşı duruş olmak yerine, Ortadoğu’da yeşermekte olan Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani ekolünün izleğinde modernist İslami hareketin, özellikle de Müslüman toplumlarda eğitim kavramından, içeriğinden etkilenimleri söz konusudur. Bir başka deyişle, modernist oluşumun öncülerinin ‘eğitim’ faaliyetleri bağlamındaki görüş ve kanaatleri Ahmet Dahlan’ın Endonezya’da Hollanda sömürge varlığı karşısında ‘at oynatacabileceği’ bir alan olarak, bir anlamda ithâl bir akıma yol açmıştır.

İşte tam da bu noktada, bölgedeki İslami anlayışların birbiriyle ilişkisi -belki de çatışması demek daha doğru- ortaya çıkar. Muhammediyye Hareketi’nin temel hedeflerinden biri, kahir ekseriyeti ‘Müslüman’ olan Cava toplumunda varlık süren İslam dini düşünce ve pratiğinin, İslam öncesi animist ve Hindu/Budist Cava kültürü ile etkileşimine son vermek  ve ‘hurafe’ olarak adlandırılan unsurların İslam dini düşünce ve pratiğinden arındırılmasıdır. Takımadalar’da, özellikle de Cava Adası’nda köklü bir geçmişe sahip geleneksel İslami eğitim kurumlarının liderlerinin birliğine atfen zikredilen Nahdat’ul Ulama’nın birkaç yıl sonra Muhammediyye’nin, yukarıda dile getirilmeye çalışıldığı üzere, dini alana dair görüşlerinin kabul edilemezliğinden hareketle bu toprakların asli unsuru olmaklığın verdiği güvenle, gene ‘modern’ bir eylem biçimine evrildiği dikkat çeker. Burada elbette, Muhameddiyye ile Alimler Birliği arasında başgösteren özellikle İslamlaşma bağlamındaki çatışma, çekişme, rekabet süreçlerini hatırlatmakta fayda var. Yukarıda Muhammediyye ‘siyasi bir hareket midir?’ darken kastedilen aslında budur.

Hareket’in temel hedeflerinden biri, Cava kültürüne hakim animist veya Hindu/Budist geçmişten gelen unsurların ayıklanması olsa da, kültürel değerler olarak yaslandığı yegâne unsur Cava kültürü olmakla bir anlamda ikircikli bir ilişki sergilemiştir. Örneğin Ahmet Dahlan’ın bir insan teki olarak veya kitlevî oluşumun yeşerdiği maddi ve manevi ortam olarak dayandığı kültürel değerler de aynı Cava özelinde değerlendirilmektedir. Bu husus bizzat Ahmet Dahlan’ın Cava’da, bugüne kadar varlığını sürdüren, Cogcakarta Sultanlık çevresiyle ilişkilerinde dikkat çekmektedir. Cava köklerine bağlılık kadar, harekete yön veren Batı Sumatra’daki ‘Padang (Minangkabau) faktörü’ unutulmamalıdır. 1920’lerin sonlarına doğru dönemin şartları çerçevesinde Cava dışına açılma ihtiyacı ve belki de zorunluluğu çerçevesinde yerelden ulusala geçişin izleri görülür. Bu sürece damgasını vuran ise Haji Resul adında Padang’lı bir alimdir… Burada Hareket’i tüm boyutlarıyla tartışmak mümkün olmamakla birlikte, Dahlan ile Resul arasında Hareket’in paradigmatik yönelimini etkileyecek önemli farklılıklar olduğunu söylemek yetinelim.

Hareket’in özellikle eğitim faaliyetleri ile anılmasının nedeni de gayet açık. Çünkü Hollanda yönetimi, eğitimi seçkinlere has kılmasıyla geniş toplum kesimlerini bu anlamda ‘cehalete’ terk etmesi karşısında bir tepkidir Ahmet Dahlan’ın hareketi… Bu çerçevede, Sömürge yönetiminin eğitim olanaklarından istifade edemeyen kitlelerin çocuklarına eğitim vermeyi amaç edinmiştir. İkinci hareket alanı olarak sağlık vb. sektörleri seçmesi bir anlamda ülkede sivil toplumcu hareketin ilk nüveleri olarak değerlendirilmeye adaydır. Ancak burada bölge halkının ‘pysche’sını de dikkate alarak, Hareket’in ‘sosyal hizmet’ olgusu üzerinden varlık göstermeyi yeğlediği aşikâr. Bu ‘sosyal hizmet’ olgusunun nasıl olup da Alimler Birliği gibi bir alternatifi doğurduğu da üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir olgu. Kısaca, bu bir anlamda kutuplaşmanın temellerinin her ne kadar hareketin köklerinin ‘sosyal hizmet’ ağları ile kurulduğu görülse de, Takımadalar’daki geleneksel İslami anlayış üzerinde dönüştürücü bir etkiye taraf olduğu da okunabilmelidir.

Yukarıdaki görüşleri ileri sürerken, Muhammediyye Hareketi’nin Hollanda karşıtı bir nitelik taşımadığını söylemek istemiyoruz. Aksine, böylesi bir karşıtlığı içkin olması dolayısıyla ‘milliyetçi hareket’ sınıflaması içinde bile değerlendirilebilecek unsurlar taşır. İş ‘milliyetçilik’le hesaplaşmaya geldiğinde, modern dönemde Cava seküler milliyetçiliği kadar, Cava menşeili Muhammediyye Hareketi’nin İslami yaklaşımının köklü Cava kültürüyle etkileşimi de hararetli tartışmalara kapı aralayacak özelliklere sahiptir. Bu çerçevede, Hareket’in, Clifford Geertz’in “senkretik” olarak adlandırdığı Cava dini yaşam tarzına ne kadar müdahale ettiği veya onu dönüştürmeye çalıştığı ile bu yaşam tarzı ve bu tarzın toplumsal platformdaki temsilcileri, örneğin Cogcakarta Sultanı, ile ne türlü ilişkiler geliştirildiği de önemli konulardandır.

Bu anlamda, 1945 sonrası bağımsız Endonezya Cumhuriyeti’nin yer yer ‘sol tandaslı’ seküler, ağırlıklı olarak da rotasını Amerika’ya ayarlamış ‘sağcı’ seküler yönetimin ülkenin ‘birliğini’sağlama yaklaşımında sergilediği her türlü düşünce ve eylem ikliminde karşılaştığı zorluğu ve çatışmayı benzer şekilde Muhammediyye Hareketi’nin de taşıdığını söyleyebiliriz. Bu Muhammediyye Hareketi ile merkez siyasi yapılanmanın aynı kefeye konmasından ziyade, özellikle Hareket’in kültürel benzerlikler, yakınlıklar hususunda ‘Cavalı kimliği’ ister istemez ön plâna çıkarmasında yatar. Bu etkileşim, Cava dilinde, ‘her kılıç kendi kınına uyar’ şeklinde ifade edilebilecek ‘curiga manjing warangka’ deyimiyle ortaya konmuştur. Buradaki kılıç (curiga) Muhammediyye Hareketi’ne, kın (warangka)’da köklü Cava kültürüne gönderme yapar (Burhani 2006: 3).

Bu çerçevede bir hatırlatma yapmanın yeridir. Türkiye’den veya Ortadoğu’dan bakıldığında Endonezya Takımadaları’ndaki çeşitliliği görebilmek oldukça zor. Bu zorluğunu gerek bu bölgeye şu veya bu şekilde yolu düşenler ile, masabaşı akademisyenlerinin tutumunda görmek ve tanık olmak mümkün. “Onlar da Müslüman” diyerek Cava kültür havzasının üretmiş olduğu İslami anlayışın, Takımadalar’daki irili ufaklı onlarca kültür topluluklarınca kabul edilmesinin istenmesi veya buna zorlayacak girişimlerin ortaya konması bölgedeki etnik ve kültürel çeşitliliği anlamama ile açıklanabilir ancak. Sözü geçen ‘büyük kültür topluluklarının’ Cava eksenli yapılanmalarla kıyaslandığında tarihte oynadıkları dikkat çekici rollerin de unutulmaması gerektiğini ve bu noktada, J. Furnivall’ın Güneydoğu Asya toplumlarına hasrettiği ‘çoğulcu toplum’ yaklaşımını hatırlatmakta fayda var. 

Türkiye’de ne kadar bilindiği şüpheli olan bu hareket, sahip olduğu sempatizan sayısı, maddi varlıkları ile göz kamaştırabilir kimileri nezdinde... Ancak bu ‘sayısal’ çoğunluk dikkate alındığında dünyanın ikinci büyük ‘oluşumu’ unvanını taşımakla birlikte, Endonezya’nın on yıllarca sürgit devam eden en temel sorunları karşısında ne gibi açılımlar sergilediği konusunda eleştirel çalışmalara ihtiyaç var. Yıllarca diktatörlükle yönetilen, bugüne kadar bu rejimin etkisinin şu veya bu şekilde sürdüğü ve ülkenin özellikle de her köşesine ağını ören yolsuzluklar zinciri karşısında ne tür politikalar geliştirdiği, bunları ülke yönetimine ‘sahibi’ veya ‘destekçisi’ olduğu siyasi partilerle ne kadar gündeme getirdiği, pratikte ne gibi çözüm önerilerini başarıyla gerçekleştirdiği vb. sorular elbette önemli. Yoksa sahip olduğu ‘sosyal yardım faaliyetleri’ birilerinin çarkını döndürmede ister istemez aracı olma gibi bir tehlikeyi de içinde barındırıyor.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=235617

17 Kasım 2012 Cumartesi

Sahte Diploma ve Yalan Makinesi



Malezya’da bir süredir sahte diploma furyası sürüp gidiyor. İsimlerinin başında bazı önemli unvanları taşıyan sözde seçkinler grubuna mensup kişilerin, yazılı tarihden bu güne entellektüel ortamın beşiği kabul edilmiş üniversitelerde okuma ve bitirme şansı bulamadıklarından unvan hırsıyla ve kısa yoldan köşeyi dönme ihtirasıyla işi ‘sahtekârlığa’ vardırarak aldıkları diplomaların sahteliği ortaya çıkıyor birer birer. Daha önce yazmıştık... Sahte diploma hadisesi sadece üç beş Malezya vatandaşı ile sınırlı değil... Malezya gibi kozmopolit bir toplumda yerlisi kadar yabancısının da kolay yer edinebildiği bir ülkede var olan uluslararası üniversitelerin çokluğu ve bu anlamda ‘piyasada’ sahtekârların ihtiraslarını karşılamaya hazır düzenbazların varlığı bizleri bu tehlikeyi ve sinsiliği başka kurum ve kuruluşlarda da aramaya itiyor.

Birkaç yıl önce neyi dile getirmiştik hatırlamalı herkes... Aşağıda değineceğiz... Malezya’da okuma arzusuyla gelen yabancıların uğrak yerlerinden biridir uluslararası üniversiteler. Öğrencilerin önemli bir bölümünün şu veya bu kurumdan aldıkları burslarla gelen ‘hak etmiş’ öğrenciler kadar, baba ya da anne parasıyla buralara çapa atmış ya da sözde seçkin aileye mensubiyetlerinden bu tür kurumlara kabulleri aslında hiç gerçekleşemeyecek bir hayal olmakla birlikte, işte bu ‘ailevi arka plânlarını’ kullanarak bu kurumlarda boy göstermiş olanlar vardır. Bu bağlamda, kampüse girmeleri kolay çıkmaları zor olan bu düzenbazcılar, yukarıda dile getirilen araçlar vasıtasıyla yıllarca sürüne sürüne yaşadıkları ve yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları bu entellektüel ortamın semeresini, kampüsün arka bahçesinden ‘uygun yollarla’ çıkarak almakta mahir olmuşlardır.

Yukarıdaki gelişme Malezya’daki sosyal sitelerde tartışıla dursun, bir başka haber gündeme damgasını vurdu. Ülkenin seçim arefesinde olduğunu da dikkate alarak gündeme getirildiği anlaşılan bu gelişme, resmi ve özel kurumlarda belli konumlara gelecek kişilerin yalan makinesine oturtulması fikrinin ortaya atılmasıydı.[1] Bu uygulama çeşitli kesimlerce olumlu ve olumsuz karşılık bulmakla birlikte, gene bu konuda sıkıntının sadece Malezya ile sınırlı olmadığını görmekte fayda var.

Adında hem ‘uluslararası’ hem İslam’ bulunan kurumun sözde müdürlerinden birini gündeme getirmiştik... Öyle değil mi? Buna şahit olanlardan ve anlı şanlı kurumlardan birinde görev yapan bir kişinin “Dediğiniz gibiyse, görevden alınması için hemen harekete geçeriz” dediğini hatırlıyorum. Akabinde tüm verileriyle, belgeleriyle ‘sahtekârlığı’ ortaya çıkan kişi hakkında girişim yapacağını söyleyen kişi -ki sadece bu sözü ile kendisini bağlamıyor du, konumu ve o dönemki sorumluluğu gereği tastamam içinde yer aldığı kurumu da bağlayıcı bir durumdaydı. Şimdi bir kez daha hatırlatıyoruz... Bu eli ‘diploma kanlısı’ kişilerin sahtekarlığı gün yüzüne çıkmadı değil... Konu elbette ki, ‘merkezdeki’ Genel Sekreteri’n bilgisi dahilindedir. Tuhaflıklar üst üste... İlki, bahsi geçen şahsında ilginçtir ‘diploması’ Malezya’dan. Genel Sekreter de söz konusu üniversiteyle şu veya bu şekilde irtibatlı...

Girişteki anlatıya geri dönüp sözü bitirelim... Malezya’daki sahte diploma skandalının sadece bu ülke ile veya bu ülke vatandaşları ile sınırlı olmadığı aşikar. Üstüne üstlük önerimiz, ‘yalan makinası’ uygulaması Malezya’da hayata geçirilir mi şimdilik bilinmez ancak, öyle anlaşılıyor ki, bu yalan makinasından kimi kurum ve kuruluşlarda acil olarak ihtiyaç olduğu kesin. Bu makineye fıkıhçı babasına yalan söyleyenleri de, şeyhleri önünde adeta dans ederek yalan üstüne yalan basanları da oturtabilirsiniz. Ancak nedense fıkıhçı babalar susuyor, şeyhler de susuyor... Bu çerçevede, sahtekârlıkla ‘profesyonelce’ ve ‘kurumsal boyutta’ mücadele edecek uluslararası bir sivil toplum kurumuna ihtiyaç olmadığını kim söyleyebilir?


[1]New Strait Times, 16 Kasım 2012, s. 7.

8. Dünya İslam Eğitimi Konferansı: Malezya Eğitimin İslamileşmesini konuştu

Mehmet Özay                                                                                                                15 Kasım 2012

Dünya İslami Eğitim Konferansı’nın 8.si 12-13 Kasım tarihlerinde Kuala Lumpur’da gerçekleştirildi. Konferanın alt başlığını ise “Eğitimin İslamileşmesi: Mevcut Durumu Değerlendirme ve Geleceğe Yönelik Adımlar”ydı. Başlığından anlaşılacağı üzere oldukça iddialı bir organizasyon olduğu izlenimi uyandırıyor. Aslında öyle de...
8.si olduğunu ifade ettiğim bu konferansın tarihine kısaca göz atmakta fayda var. 1977 yılındaMekke’de ilki düzenlenen "İslami Eğitim" konulu konferans serisi daha sonra sırasıyla şu merkezlerde yapıldı: İslamabad (1980), Dhakka (1981), Cakarta (1982), Kahire (1987), Cape town (1996) ve Kuala Lumpur (2009). Düzenlendiği yıllara bakıldığında istikrarlı bir dağılımın olmaması, sorunlar zuhur ettikçe, yani ihtiyaç duyuldukça bu tür konferans düzenlendiğini akla getirebilir. Veya özellikle fon konusundan kaynaklanan sıkıntılar nedeniyle böylesi bir sonuç ortaya çıktığı düşünülebilir.

Aylar önce bu yılki konferans duyurusu bana ulaştığında, konferansın Bandar Seri Begawan (Brunei) desteğiyle olacağı belirtilmişti. Ancak teknik nedenlerle değişiklik yapıldığı katılımcılara bildirildi. Bu yılki konferans, Uluslararası İslami Eğitim Akademisi (IAME) ve Ikatan Ilmuan Nasional (Malezya) ve The Islamic Academy (Cambridge)’nin katkılarıyla gerçekleştirildi. İlk konferansa 350 civarında akademisyen ve araştırmacı katılmıştı. 8. Konferansa katılım epey düşük olsa da geleneğin devamı mahiyetinde önemliydi. Tabii ‘Eğitimin İslamileştirilmesi’ olunca Kuala Lumpur’daki Uluslararası İslam Üniversitesi’den katılımın yüksek olduğu düşünülebilir. Malezya’dan farklı üniversitelerden katılım kadar, Türkiye, İran, Malezya, Pakistan İngiltere, Nijerya’dan araştırmacı ve akademisyenlerin katıldığı iki günlük konferans bir geleneğin devam ettirilmesi adına önemliydi. Bununla birlikte, katılımcıların yukarıda zikredilen ülkelerle sınırlı olması konferansın hedeflerine ulaşıp ulaşmadığını sorgulamayı gerektiriyor.
Cambridge İslam Akademisi Müdürü Prof. Dr. Abdul Mabud, konferansın misafir konuşmacısıydı. Ancak Prof. Mabud, konuşmasını yapıp gitmedi. İki gün boyunca sunumları izlediği gibi, görüşleri ve soruları ile önemli katkı yaptı. Eğitim felsefesi alanında çalışmalar yapan Prof. Abdul Mabud, İslami eğitimin sorunlarını anlamada Batı felsefesinin önemli isimlerinin eğitim alanındaki görüşlerinden yola çıkarak bugünkü Batı eğitiminin dayanaklarını ortaya koydu. Bu çaba, aynı zamanda yönünü Batıya çevirmiş ve çevirmekte olan Müslüman toplumlarında eğitim kurumlarının nasıl bir dünya görüşü ile var olduğunu ortaya koyuyordu.
Selangor Eyaleti Milli Eğitim ve İnsan Kaynakları Bakanı Dr. Hatice Halima açılış ve kapanış toplantılarına iştirak ederek, politikacılardan pek de beklenmeyecek şekilde böylesi entelektüel bir çabaya desteğini ortaya koydu. Zaten Bakan Hanım, kendisi de ‘Eğitim’i ümmetin sorunu kabul ettiğinden açılış ve kapanışa gelmeyi tercih ettiğini ifade etti. Bir kadın olarak Müslümanca duruşunu ‘bakanlığına’ taşımayı hedef almış hanım Bakan, bu konferans serisinin geleceğine dair görüşleriyle de katkıda bulunmaktan geri kalmadı.
1977 yılında başlayan "İslami Eğitim" konulu konferanslar serisinin çıkış noktası, ümmet coğrafyasında ülkelerin bağımsızlık öncesine kadar geriye giden eğitimin modernleşmesi sürecinin yol açtığı sorunların farkına varma ve olası çözüm arayışları oluşturuyor. Sömürgecilik ve bağımsızlık yıllarının ardından Batı modernleşmesinin kaçınılmaz kulvarında rol alan halkı Müslüman ülkelerdeki eğitim şartları sırasıyla misyoner faaliyetleri, seküler eğitim kurumları, liberal eğitim felsefeleri vb. unsurlar vasıtasıyla Müslüman toplumlarında önemli tahribata neden olmuştu. Ve bu sürecin bittiğini söylemek mümkün değil!
Bu minvalde, bu meydan okuyuşlar karşısında "İslami eğitimin" temelleri bağlamında ‘yeniden diriliş’in nasıl yakalanacağı konusunda sergilenen bir çaba olarak yorumlamak mümkün. Örneğin, Malezya’dan katılan IKRAM Eğitim Kurumları’nın önemli ismi üstad Megat Amin’in, ülkede "İslami eğitim" çabasının ilk defa 1983 yılında gündeme geldiğini ve o dönemde konuyu gündeme getirdiklerinde yetkililerin ‘İslami eğitim mi, o da nesi?’ türünden bir yaklaşımla karşılaştıklarını belirtmesi oldukça manidardı. Bugün sayıları otuzu aşan kurumları ile ülkede adından söz ettirecek şekilde "İslami eğitim" konusunda örnek bir kurum olmayı sürdürüyor. ‘Terbiye’ olgusu üzerinde eğitim çalışmalarını yürüttüklerini belirten ÜstadMegat, öğrencileri her anlamda donatacak bir eğitim sürecinin önemine dikkat çekerken, "İslami eğitimin" olmazsa olmazlarından Arapça eğitimini de azami ölçüde gerçekleştirmeye çalıştıklarını ifade etti.
Mevcut durumun değerlendirilmesine odaklanan konferans, aynı zamanda beklentileri de gündeme getiriyordu. "İslami eğitimin" kalitesinin nasıl artırılabileceği araştırmacıların üzerinde durdukları en önemli konuydu. Benzer şekilde, diğer birkaç katılımcı da ya oluşturdukları yeni bir modeli tartışmaya açtı veya çoktan pratiğe geçirilmiş projelerle ilgili tecrübelerini paylaştı. Bu modellerin ve pratiklerin ortak noktasını, bildik Batılı eğitim anlayışlarını paradigma düzeyinde reddeden, bunun yerine Kur’an ve Sünnet’te karşılığını ve rehberliğini bulan bir eğitim yaklaşımının kurulması yönündeki çabalar olarak değerlendirmek gerekiyor.
Tabii, yukarıda dile getirilen söylem dikkate alındığında sorunun sadece modern okullar ve İslamileşme ile sınırlı olduğu düşünülebilir. Ancak gerek Pakistan, Hindistan ve Bengaldeş gibi Hint Alt Kıtası’ndaki ‘medrese’, gerekse Malay dünyasında muadili ‘pesantren’ adıyla bilinen binlerce geleneksel dinî okuldaki eğitim şartları ve sorunları görmezden gelinemez. Görece az sayıda araştırmacının eğildiği bu alan, aslında üzerinde çokça çalışmalar yapmaya elverişli. Dün sömürgecilik yıllarında İngilizlerin ‘ezbercilikten başka bir şey yok’ diye yaftaladıkları, 9/11’den sonra ‘suç kaynağı’ olarak uluslararası ilişkilerin başköşesine oturtulmaya çalışılarak dönüştürülmeye ve neredeyse ortadan kaldırılmaya çalışılan bu kurumlar taşıdıkları değerler ve eksiklikleriyle her alandan sosyal bilimcinin araştırmasına muhtaç. Aynı şekilde, bu kurumlardaki insan kaynağı, modern eğitim kurumlarında olmayan müslümanca hassasiyet vb. hususlarla da farklı açılımlara kapı aralayacak donanımlara sahip. Öyle inanıyorum ki, bu kurumlar eğitimde kaybedilen önemli değerlerin yeniden yeşertilmesinde örnek olacak kapasiteye sahip. Ancak bunun için söz konusu bu kurumları ‘okuyabilecek’, ‘anlayabilecek’, ‘aktarabilecek’ dimağlara ihtiyaç var.
Bu konferans serisinin temelde modernleşme ve Batılılaşma süreçlerinin karşısında şu veya bu şekilde nesne konumunda sokulmuş İslam toplumlarında eğitim kurumlarının ahvaline dair eleştirel yaklaşıma konu olduğu görülüyor. İlk konferanstan bu yana aradan geçen otuz yılı aşkın sürede eleştiri oklarının yönlendirildiği Batı toplumlarında da irili ufaklı Müslüman toplulukları ortaya çıktı. Örneğin, Avrupa’nın bir ülkesinde veya ABD’deki böylesi bir Müslüman toplumunun içinde yer aldıkları gayrimüslim hayat ve kültür ortamı içerisindeki eğitim faaliyetleri, zorlukları, buldukları çözüm yolları, süreçleri hakkında yapılmış araştırmaların paylaşılması, farklı perspektiflerin geliştirilmesi, özellikle Afrika ve Asya’daki çoğunluğu Müslüman olan ülkelerdeki çabalarla karşılaştırılmalı olarak değerlendirilmesine yol açabilirdi. Umarım böylesi bir katılım, önümüzdeki yıllarda düzenlenecek konferanslarda gerçekleşir.
Toplantının kapanış bölümünde özellikle Dünya Konferansı’nın geleceği üzerine görüş alış verişleri yapıldı. Bu tartışmanın amacı konuşulanların hangi yolla nasıl pratiğe geçirilebileceği, gelecekte konferansın devamının nasıl gerçekleştirilebileceği, yayın konusunda maddi zorlukların nasıl aşılacağı gibi klasik ancak önemli konuları içeriyordu. Bu, aynı zamanda, konferansın başlığında yer alan ‘Geleceğe Dönük Adımlar’ (Steps into the future) bağlamında değerlendirilebilir. Bu bölümde özellikle çözümler bağlamında önemli görüşlerin paylaşıldığını ifade etmeliyim. Bu vesile ile söz konusu konferansın, önümüzdeki yıllarda kurumsallaşmanın da getireceği profesyonellikle daha sık aralıklarla gerçekleşmesini umuyoruz.
GYY notu: Konuya başka bir açıdan bakmak için:http://www.dunyabizim.com/yayinyonetmeninden/9310/her-seyin-islamisi-mi-allah-korusun.htmlBu konferansı düzenleyenlerın değerli üstadlarımız Rasim Özdenören ve Abdurrahman Arslan'ın İslamileştiriciliğe getirdikleri eleştiriler üzerinden meseleyi ele almalarını gönül isterdi. Bir gün o da olur inşallah...

15 Kasım 2012 Perşembe

ASEAN’dan ASEM’e


Mehmet Özay                                                                                                                  12 Kasım 2012

Geçen hafta başında Laos’da önemli bir toplantı gerçekleşti. ASEAN ile Avrupa Birliği’nin oluşturduğu ASEM adıyla bilinen oluşumun 9. toplantısı 49 ülkenin ve üç kurumun (Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği ve ASEAN) katılımıyla, ASEAN dönem başkanlığını yürüten Laos’un başkenti yapıldı. Bildik simaların dışında, toplantıya katılan liderler arasında Avustralya Başbakanı Julia Gillard ve Fransa Devlet Başkanı  Francois Hollande gibi önemli isimler dikkat çekiyordu.

Bu toplantıyla birlikte, ASEAN bağlamında sık aralıkla yapılan toplantılar serisinin bir yenisi ortaya konurken, Avrupa Birliği ve Asya’dan yeni üyelerin oluşuma davet edilmesi Güneydoğu Asya topraklarında süre giden siyasi, ekonomik ilişkilerin boyutlarının umulanın ötesine taşınabileceği sinyalini veriyordu. Aslında yarım yüzyıl öncesine kadar gündemde olan sömürgecilik ilişkileri dikkate alındığında kimi Avrupa ülkelerinin bölgeye yabancı olmadığı hatırlanırsa, bu ülkelerin dışında bugün teknolojik gelişmişlikleri, ‘know-how’ alanındaki üstünlükleriyle dikkat çeken Kuzey Avrupa ülkelerinin de bölgeyle flörtü devam ediyor. Bu çerçevede Norveç ve İsviçre’nin yanı sıra, Bengaldeş’in ASEM’e üyeliği yapılan törenle kabul edildi. Bu yeni gelişme üzerinde kısaca durmak gerekir. Norveç’in Güneydoğu Asya’ya ilgisi özellikle insan hakları, barış görüşmeleri, iklim değişikliği gibi alanlarda katılımı ve katkısı biliniyor. Örneğin, Endonezya’da 2007 yılından bu yana faaliyet gösteren Statoil petrol firmasının milyar Dolarlık önemli yatırımları kapıda beklediğini hatırlatalım.

Ancak İsviçre gibi AB içinde dahi görünürlüğü az olan bir ülkenin ASEAN ile ilişkilere yönelmiş olması ilginç bir gelişme. Bengaldeş için de aynı düşünceler dile getirilebilir. Ancak Bengaldeş gerek sözde bir İslam ülkesi olması, yoğun nüfusu, ekonomik geri kalmışlığı, coğrafi konumu ile de diğer üyeler içinde farklı bir konum taşıyor. Bununla birlikte, Bengaldeş üzerinden Güney Asya’ya bir kapı aralandığı düşünülebilir. Ancak ekonomik ve sosyal yoksunluk nedeniyle sürekli dışa göç veren bir ülke olan Bengaldeş’in şimdilik ASEAN’a katkısının olsa olsa ucuz emek gücü taşıyacağı düşünülebilir. Bengaldeş Başbakanı Hasina yaptığı konuşmada küresel sorunların çözümünde ‘Avrupalı dostlarımızla ortak çalışma’ gibi bir söylemi dile getirmesi, evinin içini temizleyememiş bir ev hanımının mahalleye muhtarlığa soyunması gibi absürd bir görüntü ortaya çıkarıyor.

Bu minvalde, Avrupa’nın bölgeye ilgisine biraz daha detaylarıyla göz atalım. Genelde küresel çapta faaliyet gösteren şirketlerin yatırımları ile gündeme gelen Güneydoğu Asya toprakları, bölgenin Doğu-Batı arasında ilişkilerin neredeyse tüm seçenekleri ile ortaya çıkmasıyla tek tek devletlerin de rol almak istedikleri bir alana dönüşüyor. Örneğin, sadece gıda, tekstil bağlamında değil, petrol ve doğal gaz sondaj çalışmaları, denizcilik, savunma sanayii gibi alanların bölgede son dönemde giderek artan bir şekilde kendini hissettiren sınır sorunlarına dayalı güvenlik ihtiyaçlarına cevap olarak algılanabilir. Ya da böyle bir ihtiyaç zorunlu hale getirilebilir. Bununla birlikte, farklı bir bakış açısı geliştirmekte mümkün elbette. O da, Avrupa’nın geçirmiş olduğu süreçleri dünyanın diğer bölgelerine ‘ihraç etme’ konusundaki ihtiraslı yaklaşımından vaçgeçmemiş olması. Bu anlamda Fransa ve Norveç’in özellikle savunma sanayii konusunda, örneğin Malezya’ya ‘cazip tekliflerle’ gelmeleri örnek gösterilebilir. 

Genel anlamda Avrupa’nın bakış açısını yansıtması açısından Avrupa Birliği Başkanı Jose Barroso’nun konuşması dikkat çekiciydi. Barroso, Asya’nın Avrupa için giderek artan önemine vurgu yaparken, aslında Avrupa’nın sömürgecilik döneminden emperyalizme ve ulus-devletlere evrilen ilişkiler ağının post-modern dönemde yeniden farklı bir dille gündeme getirilmesinden başka bir anlam taşımıyor. Bu bağlamda, dünün hammaddeleri, ucuz emek cenneti ülkelerinin bugün Batı’nın ekonomik krizle boğuştuğu dönemde yüzde altı ile onluk ekonomik büyüke skalasını tutturmasıdır Avrupa’ya cazip gelen. Bu arada, yukarıda zikredilen süreçlerde yerli halkların ve siyasi elitlerinin kaderlerinde ne kadar belirleyici rol oynadığı da bir başka tartışma konusu. Baroso, ağzındaki baklayı çıkarmakta gecikmeyerek, sarı derili liderler önünde “kazan-kazan” söylemini dillendirirken geçmişin ‘tek yönlü kaza’nından Avrupa’nın paylaşımcı bir etik anlayışa evrildiği düşüncesini akıllara getiriyordu. ‘Sürdürülebilir küresel kalkınma’ ifadesi de, Eski Kıta’da gerçekleştirilememiş bir ‘sürdürülebilirliği’ eski sömürge topraklarında dünyaya ilân anlamı taşıyordu.

Zaman zaman dile getirdiğimiz üzere, ASEAN’ın AB’yi kendine model alma çabası özellikle ekonomik birliktelik bağlamında gündeme geliyor. Bugüne kadar serbest dolaşım, ortak dil vb. AB’de işlevsel hale getirilen alanları bir kenara bırakma eğilimindeki ASEAN yönetimi iş ekonomiye geldiğinde bölge içerisinde çatışmacı yönelimleri ortadan kaldıracak ekonomik yönetim çatısı oluşturma konusunda oldukça istekli görünüyor. Bu girişim, bir yandan Çin öte yandan Hindistan’ın ekonomik gücü karşısında bir önleyici tedbir olarak da varlığını koruyor. Bu iki güç karşısında ASEAN’a üye ülkeler, ekonomik rekabet ve büyümenin ancak birlikten geçtiğinin farkındalar. Her ne kadar son birkaç yılda ‘avro kriz bölgesi’ olgusu ortaya çıksa da, Avrupa ülkelerinin aralarında gerçekleştirdikleri birliğin son yarım yüzyılda özellikle ABD karşısındaki ‘bağımsızlığın’ reçetesi olduğu ve bunun aracının da mal, hizmet ve iş gücü dolaşımından geçtiği göz ardı edilemez. Bu nedenle bir süredir dile getirilen ekonomik birlik yapısının 2015 yılında ASEAN Ekonomik Birliği (AEB) çatışı altında hayata geçirilecek. Birlik sayesinde bölgenin kendi insanının ürünü olan şirketlerin dayanıklılık gücüne ivme kazandırılacağı gibi, muadilleri içinde zamanla uluslararası bir güç olarak ortaya çıkmaları da öngörülüyor. Bu bağlamda, ‘Asya Kaplanları’ndan ‘ASEAN Kaplanı’na doğru bir yönelim olduğu izlenimi edinmek mümkün. Ancak bölge siyasi bütünlüğünün ulus-devletten ulus-ötesi siyasi birlikteliğe evrilme başarı gösterip göstermeyeceğini zaman gösterecek. Böylesi bir ulus-ötesi birliğin siyasi ve ekonomik hedefleri kuşkusuz ki sadece yukarıda ile getirdiğimiz Çin ve Hindistan’ı hedef alan rekabetten de ibaret olmayacaktır. 

Öte yandan, bölge ülkelerinin ekonomi alanındaki göstergeleri ‘pozitif değer’ olarak yansırken, bireylerin, sosyal zümrelerin, etnik unsurların hakları ve özgürlükleri çerçevesinde daha alınması gereken epeyce yolun olduğu da bir başka gerçek. Burada salt Batı’nın koymuş olduğu standartları öngörmediğimizi de hemen belirteyim. Bunun son dönemdeki göstergelerinden birini Batılı unsurların Myanmar’a karşı politikalarında görmek mümkün. Daha birkaç on yıl öncesine kadar, tekil ekonomik ve siyasi çıkarları doğrultusunda diktatörleri desteklemekten geri kalmayan kimi Batılı öncü ülkeler bağlamında ‘Batılı değerlerin’ uygulamadaki göreceliliğiyle çoktan tanışıklığımız olduğunu unutmayalım. Demokratik açılımlar konusunda ASEAN içerisinde hangi ülke veya ülkelerin diğerlerine model teşkil edebileceği ve oluşturulabilecek birlik etiği bağlamında baskı mekanizmasının kurulup kurulamayacağı şimdilik muğlaklığını koruyor. Myanmar örneğinde görüldüğü üzere demokratik örneklikten değil de, bölge ülkelerinin Myanmar’a yönelik şu ana kadarki yatırımlarının ve geleceğe matuf kayda değer yatırım plânlarının yaptırım unsuru olarak araçsallaştırılması söz konusu. Aslında bu paragrafta tartıştığımız hususlar, demokrasi olgusu çerçevesinde bir süredir devam eden teorik görüş farklılıklarıyla alâkalı. Bir yanda, demokrasiyi öncellemiş bir AB ve Batı öte yandan ekonomiyi ilk sıraya koymuş ve ‘Asyalılık değerleriyle mücehhez’ bir anlayışın hakim olduğu Doğu ve Güneydoğu Asya açılımı.

Tam da burada bu senaryo önünde potansiyel ‘tehdit’ veya ‘tehlike’ olarak neşet edebilecek birkaç hususa dikkat çekelim. Son otuz yılındaki ekonomik gelişmişliğini otokrat hatta ve hatta diktatörlük yönetimleri ile elde ettiği aşikâr olan bölge ülkelerinin AB gibi model bir projeyi hayata geçirmede nasıl bir ortak değerler silsilesi ortaya koyacakları merak konusu. Söz konusu bu model tıpatıp Avrupa/Batı siyasi ve ekonomik değerleri üzerine mi inşa edilecek, yoksa özellikle demokratikleşme, insan hakları gibi sahalarda Batının çokça eleştirilerine maruz kalan Singapur, Malezya gibi ülke liderlerinin dillendirdikleri ‘Asyalı değerler’ muvacehesinde ASEAN’a rengini verecek bir değerler silsilesini mi hayata geçirilecek? Öte yandan, Ekonomik kazanımların bölgenin yarım milyarı aşkın nüfusu içinde nasıl bir dağılıma konu olacak? Avrupa örneğinde, kır-kent ayrımının ve bu ayrımın kent lehine değişiminin 19. yüzyıl içerisinde gelişme göstermeye başladığı, oysa bugün bile Güneydoğu Asya toplumlarının önemli bir bölümünün kırsal yaşam şartlarında varlık sürdüğü hatırlanacak olursa, küreselleşmenin katalizörlüğünde hızlı kalkınma süreçlerinin bu halklar üzerinde salt ekonomik değil, siyasi, kültürel ve dini yönelimleri noktasında da önemli sonuçlar doğuracaktır. Peki bu bölgede yaşayan halklar bu sancılı değişimlere hazırlıklar mı? Bu ve benzeri sorular süreçte cevabını bulacaktır.

13 Kasım 2012 Salı

Açe Kitabı Üzerine Bazı Düşünceler


Mehmet Özay                                                                                                                     12 Kasım 2012

Şu anki veriler ışığında, Türkçe dilinde Açe’yi doğrudan ele alan belki de ilk eserlerden kabul edilebilecek Mehmet Ziya’nın ‘Açe’ adlı eserin bir nüshası Türk Dil Kurumu kütüphanesinde bulunuyor. 2007 yılında Açe’de bulunduğum sırada İstanbul’dan istettiğim bu eser, CD formatında elime ulaşmıştı. Bu eserle ilgili kısa bir çalışma yapma arzusundaydım. Bu vesileyle Osmanlıca Türkçesi’nde kaleme alınmış olan ‘Açe’ adlı eserin transkripsiyonuna başlamıştım. Elim bir vak’a sonucu bilgisayarımın ‘beynindeki’ bilgiler yok olunca, tüm diğer çalışmalar gibi bu transkripsiyon dosyasını da kaybetmiştim. Akabinde, o dönem, Açe ve bölge üzerine diğer uğraşlar nedeniyle bir daha bir türlü kapsamlı bir şekilde bu çalışma üzerinde duramamıştım. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra bir yayınevinin eseri sadeleştirerek yayınladığını öğrendiğimde sevinmiştim. Esere ulaşmam ise yıllar sonra bir konferans İstanbul’a yaptığım seyahat vesilesiyle oldu. Açe üzerine kaleme alınmış bir eseri görmek kadar, eser üzerine birşeyler yazmayı en azından bir sorumluluk addediyorum. Bu vesile ile bir yandan eseri ele alırken, Açe’yi bir kez daha ‘hakkıyla’ gündeme getirmek oldukça önemli.

Evvel emirde, Türkçeye kazandırılan her Açe çalışmasının önemli olduğunu söyleyerek başlamak istiyorum. Elime geçen bu çalışma Çamlıca Basın Yayın tarafından 2010 yılında “Osmanlı’nın Gölgesinde Bir Uzakdoğu Devleti: Açe” başlığıyla yayınlanmış. Bu eseri yayına hazırlayan ise Harun Tuncer. 143 sayfalık eserde arşiv belgeleri ve görsel malzemeye de yer verilmiş. Orijinal eserin başlığının ‘Açe’ olduğunu düşünürsek, başlığından itibaren eserin farklı bir formatta gündeme getirildiği görülüyor. Yani bu anlamda, eser bir transkripsiyon çalışması değil. Bu nedenledir ki, zaten Mehmed Ziya’nın adı kitap kapağında değil, ‘Takdim’ yazısı içinde yer alıyor. Eserin isminden başlamak gerekir. Eser, Mehmed Ziya Bey tarafından Osmanlı Türkçesiyle kaleme alınmış ve başlığı da ‘Açe’dir. Mehmed Ziya Bey, hafızam beni yanıltmıyorsa Ziya Gökalp olmalı... Bunu teyit anlamında eserin orijinalinde sadece Açe’ye değil, insan ırkı gibi antropolojik ve sosyolojik bilgilere yer verilmesini ileri sürebilirim. Belki bundan önce, ‘Açe’ adlı bu çalışmanın 20. yüzyıl başlarında o dönemin koşullarında İstanbul’da nasıl bir arka plân çalışmasıyla gündeme getirildiğini düşünmek gerekir. Genelde Güneydoğu Asya, özelde Açe tarihi konusunda birşeyler okumuş olanların hatırlayacağı üzere Dr. Snouck Hurgronje, döneminin en önemli oryantalisti, İslamologu olarak Açe’de bulunmuş, Mekke’de Açeliler ve Jawi toplumu üzerine çalışmalar yapmış, Hollanda Sömürge yönetimine danışmanlıkta bulunmuş önemli bir sosyal bilimci. Ziya Bey de 1906 yılında ‘The Acehnese’ başlığıyla İngilizcesi yayınlanan bu esere ulaşmış ve buradan, önemli gördüğü kimi alıntılarla eserini kaleme almış olmalı. Her ne kadar, Ziya Bey’in bu esere nasıl ulaştığı belirtilmese de eserin 120. Sayfasında Snouck’un eserinin Felemenekçe başlıklı olanına (‘De Atjehers’) atıf var. Bu özlü girişten sonra, eserin adının ‘Açe’ olmasa da, yazarının, yani Ziya Bey’in adının yukarıda açıkladığım hususlar çerçevesinde kapakta yer almamasına üzüldüm.

Çalışmanın başlığı “Osmanlı’nın Gölgesinde Bir Uzakdoğu Devleti: Açe” oldukça abartılı olmuş. Bu iddianın altından kalmak için epeyce bir vakti kütüphanelerde geçirmek gerektiği kanaatindeyim. Açe’de İslamın ve devlet geleneğinin, bizde yazılıp çizildiği gibi, takriben 1511-1904 tarihleri arasında varlık sürmüş Açe Darusselam Sultanlığı (The Sultanate of Aceh Darussalam) ile sınırlı olmadığını biliyoruz. Bu anlamda kimi yerel tarihçilerin ifadeleri doğrultusunda görüş belirtecek olursak, 9. yüzyıldan başlayarak Açe coğrafyasında sürekli İslam devleti geleneği var olagelmiştir. Böylesi bir geleneğe sahip bir halkın bir başka devletin gölgesinde olma gibi bir duruma düçâr olmayacağını tarihi veriler bize gösteriyor. Yani, Osmanlı’nın daha tarihte yerini almadığı bir süreçte, bu coğrafyada İslam belirli süreçler çerçevesinde nüfuz etmiş, halk katmanlarında varlığını göstermiş, siyaseten yerel ve bölgesel bir güç haline gelmiş ise, bunun süreklilik arz edeceğini en azından sosyoloji ve siyaset bilimi ile meşgul olanlar bilmeli diye düşünüyorum. Gölge derken, Açe Sultan’ının Osmanlıya gönderdiği elçilere gönderme yapılıyorsa, bu konuda yeter miktarda yazı kaleme aldığımızı söyleyerek önceki çalışmalara gönderme yapalım. Burada en azından kısa bir cümle ile açıklık getireyim. Açe’nin Osmanlı Devleti ile teması, halifeye hürmeten ve de devletin o dönemdeki siyasi ve askeri göstergelerindeki veriler bağlamında gerçekleşmiştir. Açe Sultanlarının, Osmanlı Devleti ile ‘karşılıklı işbirliğini’ stratejik ortaklık, çerçevesinde kurmak istediklerini düşündürecek epeyce neden var. Bu anlamda tabirimi mazur görün bu ilişkinin ‘efendi-köle’ ilişkisine indirgemek tarihe haksızlık olur.

Takdim bölümünde, bu çalışmanın “Endonezya’nın söz konusu adası ve diğer bölgelerinde yaşayan ahalinin menşei, hayat tarzları, giyim-kuşamları, konuştukları dilleri vs. Hakkında dünü ve bugününe dair derli toplu malumat veriliyor cümlesi” güncellenmeye muhtaç. Aşağıda değineceğim üzere Snouck Hurgronje’un çalışması ‘The Acehnese’den ve de bu eserden alıntı yapan Mehmed Ziya Efendi’nin ‘Açe’ adlı Osmanlıca kaleme aldığı eserden bugüne bir yüzyılı aşkın süre geçtiğine, tabir-i caizse köprünün altında epeyce su aktığına göre Açe’lilerin ne yeyip ne giydiği, hangi dili konuştuğu üzerine söylenecek çok söz var. Amaç bugünkü Türk toplumunu Açe konusunda bilgilendirmek ise bu konuda saha çalışması yapmış akademisyen ve araştırmacıların eserlerini yayınlamak gerekir. Yok, tarihi bir versiyonu bugüne taşıyacaksak, o zaman okuyucuları hangi zaman diliminden hangi insan grubundan bahsettiğimiz konusunda sağlıklı bir şekilde aydınlatmak gerekir. Aksi taktirde, ‘masum’ okurlar, bugünü anlamaya çalışırken, geçmişin yükünü yüklenebilirler ister istemez. Siyasi ve de coğrafi önemine binaen dikkat çekmek istediğim husus Açe’nin Endonezya’nın bir ‘adası’ olmadığı; Açelilerin -en azından bu eser bağlamında düşünüldükte- ‘ülkenin diğer bölgelerinde yaşamadıkları’ hususudur. Açe, Sumatra Adası’nın Kuzey’inde bir bölgedir.

Eserin hazırlayan tarafından kaleme alındığını tahmin ettiğim bir sayfalık ‘Giriş’ bölümündeki birkaç hususa da kısaca değinmek istiyorum. İlki, Açe’de deprem ve depremin tetiklediği tsunami 2005 yılında değil, 2004 yılı sonlarında, yani 26 Aralık 2004’de meydana geldi... Bir diğer önemli husus Açe’nin modern dönemdeki siyasi konumuyla ilgili. Açe’nin 1962 yılında Endonezya hükümetiyle imzaladığı ifade edilen anlaşmadan ‘bugüne kadar’ ‘ÖZERK BİR DEVLET’ olduğu yolundaki onulmaz bir yanlış daha eserin ilk sayfasında yer alıyor. Hemen kısa bir bilgiyle modern dönemde Açe Endonezya Cumhuriyeti içinde neye denk gelir belirteyim. II. Dünya Savaşı’nın akabinde, eski sömürge topraklarını yeniden ‘işgal’ niyetiyle Cava Adası’na çıkan İngilizler desteğindeki Hollanda birliklerine karşı Cava Milliyetçilerinin başlattığı ‘bağımsızlık mücadelesi’nde Açe’nin desteği büyük önem taşır. Bu ne demek? Hollanda’nın yeniden istila girişiminde Endonezya topraklarında girmediği, girmek istemediği tek coğrafya Kuzey Sumatra’daki Açe’dir. Bu nedenledir ki, 1945’den Hollanda’nın Endonezya Cumhuriyeti’ni resmen tanıdığı 1949’a kadarki süreçte Endonezya Takımadaları’nda (Nusantara) tek bağımsız bölge Açe bölgesidir. Bu nedenledir ki, Cava Milliyetçilerinin lideri Sukarno, Hollanda sömürgeciliği karşısında uluslararası hukuka dayanak teşkil edecek şekilde Açe’nin o dönemki siyasi lideri (al-merhum) Teungku Davud Beureuh’den siyasi destek talep etmiştir. Bu destek de verilmiştir... Yani Endonezya Cumhuriyeti ‘bayrağının’ ilk göndere çekildiği yer bu görüşmeler sonunda Açe’nin başkenti Banda Açe olmuştur. Peki yayında geçen 1962 anlatısı neye tekabül eder? Bu yıl Açe’nin de içinde yer aldığı, Batı Cava, Sulavesi gibi yerlerde de 1950’li yılların başından itibaren başgösteren ve 1960’lara kadar devam eden Dar’ul Islam hareketinin nihayetinde varılan anlaşmadır. Dar’ul Islam Hareketi’nin, en azından Açe’nin katılma nedeni, Hollandalılara karşı Açe’den siyasi destek talep eden Devlet Başkanı Sukarno’nun Açe’ye vaad ettiği siyasi, sosyal ve kültürel hakları vermemesinden kaynaklanır. Şayet bu eserde dile getirildiği üzere 1962’den itibaren Açe ‘Özerk Bir Devlet’ idiyse, 1976 yılı 4 Aralık’ında Hasan di Tiro ne diye Açe-Sumatra Bağımsızlık Bildirgesi’ni bir kez daha dünyaya ilân etme gereği duysun ve yaklaşık 30 yıl boyunca bu hareket askeri ve siyasi hareketini devam ettirsin ve 15 Ağustos 2005 tarihinde Helsinki Barış Anlaşması’na imza atsın idi ki!

Esere zenginlik kattığı belirtilebilecek ‘Ek’ler bölümüne gelirsek, gene önemli birkaç husus dikkat çekiyor. Bu çalışma Açe’yi mi konu alıyor yoksa Endonezya Takımadaları’nı mı? Şayet Açe ise o zaman 106., 108. sayfalarda yer verilen Cavalı öğrencilerin ‘Mekteb-i Sultani’ye kabulu babındaki Osmanlı Arşiv belgenin- ve de diğerlerinin- varlığı eserin kapsamıyla oldukça çelişiyor. Cavalı da olsa Açeli de olsa İstanbul’da Mekteb-i Sultani’ye kabul edilen bu öğrenciler kabul edilmesine edildi de ‘sonrasında ne oldu bu öğrencilere?’ sorusunun cevabını da ilgililerden beklemek hakkımızdır sanırım. Soğuktan dondular da hayatlarını mı yitirdiler? Yoksa İstanbul’un güzel kızlarıyla evlenip Boğaz’a nazır biryerlerde hayat mı teptiler? Ya da ne bileyim, Pan-İslamizm’in davacıları olarak memleketlerinde özgürlük mücadeleleri mi yürüttüler?

Ek’ler bölümünde üzerinde durulması kanaatini taşıdığım bir diğer belge ise, Sultan II. Selim’in yazdığı ileri sürülen belge hakkında. El hak bu belge arşivde mevcut. Ancak, tarihi bu metin üzere inşa etme gibi bir tür gelenek mi oluştu desem. Çünkü tsunamiden sonra yardım çalışmaları bağlamında Açe’de bulunan devleti temsil makamındaki bir kurum da, inşa ettiği binanın girişine bu ‘arşiv belgesine’ atfen bir levha iliştirmişti. Görenler de Osmanlı Devleti’nin hakikaten başında Kurtoğlu Hızır Reis’in yer aldığı “on beş kadırga ve iki barça” ile Açe’ye bir deniz filosu gönderdiği intibaına kapılabilir. II. Selim bu metni kaleme almıştır almasına da icraatta neler olduğu uzun hikâye. Ek’lerdeki Bantam ve Bantam Sultanlığı, Makaskar ve Padang’ın Açe coğrafyası, halkı veya tarihiyle –bu eser çerçevseinde- ilgisi elbette ki yok. O zaman eserde ne işi var diye sormak hakkımız.

Eserin, Mehmed Ziya’nın çalışmasının dışında farklı bir format olduğuna değinmiştim. Yayıncı, arşiv belgeleri gibi önemli katkıları dikkate alınabilir. Öte yandan, Mehmed Ziya’nın Açe’yle pek de ilişkisi olmayan ırkların doğuşu, Amerikalıların kökeni gibi bölümleri konuyla ilgisi olmadığından eserde yer verilmeyebilirdi. Bu eleştirilere rağmen, yayıncının eline sağlık demek istiyorum. Her şeye rağmen, Açe adının duyulmasına vesile olduğu için önemsenmeye değer bir çalışma. Benzer çalışmaların devamının gelmesini temenni ediyorum.