28 Nisan 2022 Perşembe

Filipinler’de Bangsamoro partisi seçimlere hazır / Bangsamoro political wing is ready for elections in the Philippines

Mehmet Özay                                                                                                                            28.04.2022

Bangsamorolular Filipinler’de 9 Mayıs’ta yapılacak başkanlık ve yerel seçimlere kendi partileriyle girmeye hazırlanıyor.

Söz konusu bu seçimler, Bangsamoro toplumunun özerk yönetim hakkını elde ettiği bu süreçte, ilk önemli siyasi sınavı anlamı taşıyor.

Bangsamoro Adalet Partisi

Bu çerçevede, Bangsamoro Müslüman toplumu özerk yönetimde temsiliyet hakkı kazanmak amacıyla Birleşik Bangsamoro Adalet Partisi (United Bangsamoro Justice Party-UBJP) adıyla bir siyasi parti kurdu.

Parti’nin, 9 Mayıs’ta yapılacak başkanlık ve yerel yönetim seçimlerine hazırlıklarını tamamladığını söylemek mümkün.

Hem geçiş dönemi özerk yönetim birimi başında bulunan hem de UBJP’nin başkanı konumundaki Hacı Murad İbrahim, yaptığı açıklamada, Müslüman Moro toplumunun yerel seçimlerde kendi partilerini desteklemeleri çağrısında bulundu.

Selamet Haşim’in 2003 yılında vefatının bu yana, Moro İslami Kurtuluş Cephesi (Moro Islamic Liberation Front-MILF) liderliğini yürüten ve yine bu süre zarfında, Filipinler merkezi hükümetiyle gündeme gelen barış görüşmelerinde liderliği ile dikkat çeken Hacı Murad İbrahim, 9 Mayıs seçimlerini Bangsamoro toplumu için gayet önemli bir dönemeç olduğuna dikkat çekiyor.

Hatırlanacağı üzere, 27 Mart 2014 tarihinde imzalanan Bangsamoro Kapsamlı Antlaşması’nın (Comprehensive Agreement on the Bangsamoro-CAB) ardından, 2019 yılında, Müslüman Mindanao Bangsamoro Özerk Yönetim (Bangsamoro Autonomous region in Muslim Mindanao-BARMM) süreci hayata geçirilmişti.

Üç yıl olacağı belirtilen süreç, gerek kovid-19 gerekse bazı teknik aksaklıklar nedeniyle 2022-2025 yılları arasında olmak üzere uzatılmış durumda.

Bu durum, geçiş sürecinin sona ermesinin yeni başkan ve iktidarı döneminde gerçeklemesi, yeni başkanın siyasi kimliği ile barış süreci arasında doğrudan bir ilişki kurulmasına yol açıyor.  

Ulusal seçimlerin, özerk yönetiminde geçiş sürecinin yaşandığı Lanao del Sur, Maguindanao, Basilan, Sulu, Tawi-Tawi, Marawi, Lamitan, Cotabato ile Kuzey Cotabato’da 63 yerleşim yerini kapsayan Müslümanların çoğunlukta olduğu toplam beş eyalette yerel yönetimlerin de belirlenecek olması, barış sürecinin bu ilk seçiminde, UBJP kendi adaylarıyla seçime katılması noktasında, temsiliyet sınavı anlamı taşıyor.

Başkan adayları ve UBJP’nin desteği

Bangsamoro toplumunu ve barış sürecini 9 Mayıs seçimlerinde yakından ilgilendiren bir diğer konu ise hiç kuşku yok ki, başkanlık yarışı olacak.

Başkan adaylarının isimleri gündeme gelmeye başlamasından itibaren özellikle, sabık devlet başkanı Ferdinand Marcos’un, aynı ismi taşıyan Genç Ferdinand Marcos’un popüler oylara talip olduğu görülüyor.

Bu durum, baba Marcos döneminde, ülkenin farklı bölgelerindeki gelişmeler bir yana, Müslüman Bangsamoro toplumuna yönelik uygulanan zulüm ve şiddet hatırlandığında, UBJP başkan adayları arasında tercihini Leni Robredo’dan yana kullanıyor.

Bu çerçevede, başta Bangsamoro toplumu olmak üzere, ülkenin bazı kesimlerinde, genç Marcos’un babasının iktidarda olduğu 1970’lerin politikalarını tekrarlayabileceği endişesi kendini açıkça hissettiriyor.

Genç Marcos’un ülkenin öne çıkan sosyo-ekonomik problemleri ile Bangsamoro barış sürecine dair politikaları gündeme taşımamış olması da olası bir Marcos iktidarının siyaset yapma biçiminde belirsizliğin ve de şüphenin hakim olmasına neden oluyor.

2016 yılında devlet başkan yardımcılığı seçimini kazanan ve ardından başkan Rodrigo Duterte’nin politikalarına önemli eleştiriler getiren Robredo, bu sefer başkan adayı olarak ulusal siyaset sahnesinde yerini alıyor.

UBJP’yi Robredo’ya yakınlaştıran bir diğer neden ise, başkan Duterte’nin genç Marcos’u desteklemesi ve seçimlerde kızı Sara Duterte ile ittifak yapmış olması bulunuyor.

Başkan adayları noktasında, ulusal siyasette yaşanan bu ayrışma, hiç kuşku yok ki, Bangsamoro barış sürecinin sağlıklı bir şekilde devam ettirilebilmesi adına gayet önemli gözüküyor.

Niçin Robredo?

Bu noktada, Hacı Murad İbrahim’in Robredo için, “Bangsamoro toplumunun dostu” ifadesi gayet önemli bir vurguyu içinde barındırıyor.

Başkanlık yarışını kazanacak siyasetçinin güvenlik, yolsuzluk, yoksulluk, uyuşturucu gibi bir anlamda modern Filipinler’de endemik olan ağır sosyal ve ekonomik sorunlar devralması kadar, özelde Bangsamoro toplumunu, genelde Filipinler toplumunu önemli barış süreciyle tanıştıran 2014 barış antlaşmasının devamlılığının nasıl sağlanacağı konusundaki siyasi bir sorunu da karşısında bulacağına şüphe yok.

Bu noktada, son altı yıllık ulusal siyasete bakıldığında başkan Duterte ile başkan yardımcısı Robredo arasında siyaset yapma ve kamuoyuna ulaşma noktasındaki farklılaşma, Robredo’yu daha çok hukukun üstünlüğü, şeffaflık, ilgili alanların uzmanlarıyla ve özelikle de sivil toplumla yan yana siyaset yapmaya yaklaştırdığı görülüyor.

Duterte’nin geleneksel yöntemleri tekrarlaması, genç Marcos’un bu yönde onun takipçisi olacağı yönündeki düşünceler ile Robredo’nun ise tıpkı Benigno Aquino gibi ülkenin önemli sorunlarının üstesinden gelme noktasında reformcu tavır takınması iki temel siyaset yapma biçimini ortaya koyuyor.

Bu durum, Bangsamoro barış süreci bağlamında, olası bir Robredo iktidarında, merkezi hükümet ve organlarının Mindanao ve çevresindeki özerk yönetime barışın ruhuna uygun bir şekilde işlerlik kazandırabilecekleri ihtimalini güçlendiriyor.

Barış devam etmeli

Her ne kadar, barış antlaşması imzalanmış ve özerk yönetim döneminin geçici sürecine başlanmış olsa da, 2014 barış antlaşmasının 2016 yılında ulusal senato’dan geçmesinde özellikle, o dönem muhalefet kanadının lideri konumundaki genç Ferndinand Marcos tarafından güdülen siyaset nedeniyle yaşanan sorunlar hatırlandığında, Bangsamoro barışına yaklaşımın yeni başkanın kim olacağıyla da yakından irtibatlı gözüküyor.

Bu noktada, barış süreci çerçevesinde “normalleşme”nin önemli aşamalarından biri olan, MILF’e bağlı silahlı grupların ellerindeki silahların bırakmalarına yönelik takvimin üçüncü safhasına geçilmiş durumda.

Bir başka açıdan bakıldığında, hâlâ ellerinde silahları olan grupların varlığı bir yandan MILF öte yandan, merkezi yönetim için bir tür tehdit unsuru olmaya devam ettiğini söylemek mümkün.

2016 yılında Mindanao Adası’nın önemli yerleşim yerlerinden Marawi şehrinde yaşanan şiddet olayları ve Abu Sayyaf adlı küçük ancak etkili grubun adam kaçırma eylemleri hatırlandığında, ulusal siyasette herhangi bir olumsuz evrilmenin, Bangsamoro barış sürecini tehlikeye atabilecek gelişmelere yol açabileceğini akılda tutmak gerekir.

Bu çerçevede, MILF’in ve geçici özerk yönetim hükümetinin, bu tür olası gelişmeler karşısında temkinli ve tutarlı hareket ettiğini söylemek gerekir.

Filipinler’de 9 Mayıs seçimleri bir yandan, ulusal politikalarda reformcu eğilimleriyle öne çıkan siyasetçiler ile geleneksel politikaların tekrarcısı siyasetçilerin rekabetine konu olurken, aynı zamanda Bangsamoro barış sürecinin istikrarlı bir düzlemde devam ettirilmesi açısından da ayet önemli bir sürece işaret ediyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/04/28/filipinlerde-bangsamoro-partisi-secimlere-hazir-bangsamoro-political-wing-is-ready-for-elections-in-the-philippines/

Solomon Adaları-Çin güvenlik işbirliği antlaşması ve ABD’den tepkiler / Reactions from the U.S. against the security deal between the Solomon Island and China

Mehmet Özay                                                                                                                            28.04.2022

Çin’in Solomon Adaları ile imzaladığı güvenlik işbirliği antlaşması, ABD yönetimini harekete geçirdi.

Pasifik Okyanusu’ndaki ada devletlerden biri olan Solomon Adaları ile Çin arasında, bu ayın başlarında imzalandığı belirtilen güvenlik işbirliği antlaşması, ABD yönetimi tarafından tepkiyle karşılandı.

Söz konusu antlaşma, Solomon Adaları iç siyasetiyle ilgisi kurulmak suretiyle, başbakan Manasseh Sogavare’nin iktidarda kalma arzusuna matuf bir gelişme olarak yorumlanırken, ABD ile Çin arasında jeo-politik ve güvenlik rekabetinin yeni bir evresi olarak da değerlendiriliyor.

Özellikle, 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşan bölgesel güvenlik konseptinin değişimine kapı aralama ihtimalinden ötürü bu ve benzeri antlaşmalar ABD tarafından tepkiyle karşılanıyor.

2021 yılında ilân edilen ABD’nin, “Hint-Pasifik Güvenlik Stratejisi” belgesinde Pasifik Adaları’na da vurgunun olması, bugün yaşanan gelişmenin ABD açısından ne denli önemli olduğunun bir başka ifadesidir.

Çin yayılmacılığı mı?

Çin’in, Güney Çin Denizi’den başlayarak ulusal güvenlik çemberini giderek genişletme çabası Solomon Adaları ile imzalanan antlaşmayla Pasifik’lerin güneyine kadar gelişmesi anlamı taşıyor.

Bu durum, ABD ve Çin arasında Pasifik Okyanusu’nda üsler krizi olarak anılmayı hak edecek bir gelişme olarak yorumlanmaya el veriyor.

Yukarıda dikkat çekilen antlaşmanın detayları konusunda bugüne kadar açıklama yapılmazken, basına sızan bazı bilgiler Çin’in Solomon Adaları’nı lojistik olarak kullanabilmesine olanak tanıyacak.

Söz konusu antlaşma Çin’in bölgede yeni askeri ve sivil üsler oluşturmasına imkân tanıyabileceği ihtimalinden ötürü, ABD yönetimi bir süredir bölgedeki gelişmeleri yakından takip ediyor.

ABD ve Avustralya’da tedirginlik

Çin ve Solomon Adaları arasında güvenlik antlaşması bu nedenle, ABD yönetimi tarafından bir yandan, ulusal güvenlik çerçevesinde değerlendirilirken öte yandan, Asya-Pasifik bölgesindeki yakın işbirliği halindeki ülkeler için de potansiyel tehdit unsuru olarak algılıyor.

Bu noktada, özellikle Solomon Adaları’na komşu ülke Avustralya’nın öne çıktığı görülüyor. 

Her ne kadar, Solomon Adaları ile Avusturalya arasında da benzer bir güvenlik işbirliği antlaşması olsa da, aslında tam da bu nokta, ABD ve Avustralya yönetimlerinin Solomon Adaları’nın Çin’e eğiliminden giderek daha fazla endişe duymalarına neden oluyor.

Solomon Adaları başbakanı Sogavare, ABD ve Avustralya’dan gelen baskılar üzerine, Çin’in herhangi bir askeri üs inşasının söz konusu olmadığı yönündeki açıklaması, en azından şimdilik inandırıcılık yönünden etkili olduğu söylenemez.

Söz konusu antlaşmayla ilgili olarak, Avustralya başbakanı Scott Morrison yaptığı açıklamada, Çin tarafından hayata geçirilecek bir askeri deniz üssünün kırmızı çizgileri olduğunu açıklamasını yabana atmamak gerekiyor.

Avustralya savunma bakanı Peter Dutton’ın ise konuyla ilgili olarak, “Çin olası bir askeri üs girişiminde bulunması halinde Avustralya savaşa hazırlanır” açıklaması ise, gelişmeler karşısında gayet net bir mesaj içerdiğine kuşku yok.

ABD heyeti Solomon Adaları’nda

Bu gelişme üzerine, ABD Doğu Asya ve Pasifik İşleri diplomatları 22 Nisan’da Solomon Adaları’na yaptıkları ziyarette, bu kaygılarını Ada başbakanı Manasseh Sogavare’ye ilettiler.

Söz konusu bu ziyaret ABD’nin gelişmelere ne denli önem verdiğini ortaya koyarken, başbakan Sogavare ile yüz yüze görüşmelerde, Çin’in bölgede olası bir askeri üs tesisi halinde ABD’nin harekete geçmekten kaçınmayacağı açık açık dile getirildi.

Solomon Adaları’nda geçtiğimiz Kasım ayı sonlarında meydana gelen anarşi ve çatışma ortamı, her ne kadar, Ada’nın iç siyasetinin bir yansıması olarak görülse de, aslında arka plânında küresel güçlerin bölgesel egemenlik tesisinin bir yansıması olarak gündeme gelmişti.

Çin tepkisi mi?

Solomon Adaları özelinde yaşanan gelişmeleri, özellikle geçen yıl ABD öncülüğünde hayata geçirilen Quad ve Aukus güvenlik işbirliği antlaşmalarına bir tepki olarak değerlendirmek mümkün.

Öyle ki, ABD, Japonya, Avustralya, Hindistan ve İngiltere’yi aynına almak suretiyle Asya-Pasifik bölgesinin genişletilmiş adıyla Hint-Pasifik güvenlik stratejisi oluşturması anlamına geliyor.

Çin, kendisine yönelik olan ve Hint Okyanusu’nda bir NATO varlığı olarak değerlendirdiği gelişme karşısında sessiz kalmayacağını Solomon Adası yönetimiyle güvenlik antlaşmasıyla ortaya koymuş oldu.

Solomon Adaları’nın Çin’le yakınlaşması, 2019 yılında Tayvan’la 36 yıllık işbirliğine son verip Çin’le antlaşmasıyla başladı.

Geçtiğimiz yıl Kasım ayı’nda başkent Honiara’da başgösteren şiddet olayları bu gelişme karşısında muhalefetin tepkisine bağlandı.

Bu çerçevede, Solomon Adaları’ndaki gelişmeyi Çin yönetiminin son dönemde Tayvan’la işbirliği yapan ülkeleri çeşitli alt yapı ve mali destekler önererek kendi safına çekmesinin örneklerinden biri olarak değerlendirmek gerekiyor.

Bununla birlikte, Solomon Adaları’nın Pasifik Bölgesi’nde ABD’nin ve Avustralya’nın ulusal ve bölgesel çıkarlarıyla doğrudan bağlantısı Ada yönetiminin uluslararası ilişkilerde yönünü Pekin’e çevirmesiyle gerginliğe yol açmış durumda.

Nisan ayının başlarında Çin ve Solomon Adaları yönetimi arasında imzalanan antlaşmanın olası bir Çin deniz üssü kurulmasına yol açması ABD tarafından tehdit olarak algılanıyor.

Solomon Adaları’nı ziyaret eden ABD heyetinin ve Avustralyalı yetkililerinin açıklamaları, böylesi bir gelişme karşısında askeri harekat dahil önemli girişimlerle karşılık verileceğini ima etmesi, bölgede gerilimli bir ortamın olduğunu ortaya koyuyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/04/28/solomon-adalari-cin-guvenlik-isbirligi-antlasmasi-ve-abdden-tepkiler-reactions-from-the-u-s-against-the-security-deal-between-the-solomon-island-and-china/

Fransa’da Emanuel Macron’un seçim zaferi ve küresel ilişkiler / Emanuel Macron’s victory of election and global relations

Mehmet Özay                                                                                                                            26.04.2022

Fransa’da geçtiğimiz Pazar günü yapılan başkanlık yarışını ikinci kez göğüsleyen Emanuel Macron sadece Fransa’nın değil, Avrupa Birliği’nin de (European Union) umudu olma yolunda önemli bir başarı elde etti.

Macron’un zaferi

Cumhuriyetçi Parti adayı Macron, seçimlerde rakibi aşırı sağın temsilcisi Marine Le Pen karşısında aldığı yüzde 58 oyla ikinci kez başkan seçildi.

2017 yılındaki seçim sonuçları ile karşılaştırıldığında, Cumhuriyetçi oylar yüzde 66’dan yüzde 58.55’e düşerken, aşırı sağ oylar yüzde 33.9’dan yüzde 41’e yükseldi.

Bu çerçevede, Cumhuriyetçi oylar yüzde 8 azalırken, aşırı milliyetçi oylar yüzde 7 oranında artmış olduğu görülüyor. Bir başka deyişle, Le Pen 2017 seçimlerine göre 2.9 milyon fazla oy alırken, Macron 2 milyon oy kaybetti.

Macron’un bu seçimi kazanmasına rağmen, son on yılın iki ana akım partisinin son birkaç seçimde birbirine tezat teşkil eden oy oranları aslında, Fransa’daki siyasal eğilimlerin nasıl değiştiğini ve belirlenmekte olduğunu da ortaya koyuyor.

Tam bu noktada, seçimle ilgili bir başka veriye yani, seçime katılım oranına dikkat çekmekte yarar var.

Seçmenin yüzde 72’sinin seçim sandığına gittiği dikkate alındığında, Macron’un geçtiğimiz beş yıllık başkanlığı dönemine yönelik eleştirilerini sadece, aşırı milliyetçi Ulusal Yürüyüş Partisi’ne (National Rally) kayan tepki oyları ile değil, aynı zamanda çekimser kalarak da gösterildiği anlaşılıyor.

Bölünmüş Fransa ya da siyasetin doğası

Fransa ve genel itibarıyla AB yönetim çevrelerinde, Fransız aşırı sağına karşı elde edilen bu seçim başarısının neden olduğu mutluluktan bahsetmek mümkün gözüküyor.

Öte yandan, aslında tam da bu nedenle yani, aşırı sağın oylarının artması, Cumhuriyetçilerin oylarının ise düşmesiyle son dönemde, neredeyse belli başlı tüm ülkelerde tanık olunduğu üzere, Fransa’da da siyasal olarak kutuplaşmış bir kamuoyu oluştuğunu söylemek mümkün.

Bununla birlikte, söz konusu ‘kutuplaşmayı’ siyasetin doğası kabul ederek rekabet olgusu içerisinde anlamakla, çatışmacı bir boyutta temsil ettiğini iddia etmek arasında bir fark olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor.

Dolayısıyla, özellikle uluslararası medyanın popülist eğilimlerle ulus-devletlerin siyaset dünyaları konusundaki kanaatlerini dikkate alırken, totalci bir bakış açısının sergilenmesinin yanıltıcı sonuçlara yol açabileceğini akılda tutmakta yarar var.

Cumhuriyetçiler ve aşırı sağ oyların asimetrik gelişimine rağmen, ortada bir tür belirsizlikten de bahsetmek mümkün. Bunun nedeni, her iki lidere ve ortaya koydukları politikalarına karşı seçmende hasıl olan tepkiselliğin olduğudur.

Bir yandan, Cumhuriyetçiler’e gidebilecek oylar, bir kısım seçmenin seçmenin çekimser kalması diğer bir bölümünün oylarını Le Pen için kullanmasıyla engellenmiş gözüküyor.

Öte yandan, Le Pen’in oylarını yüzde 41’e çıkartmasının, Fransa ve AB’de tedirginliğe yol açmasını engelleyecek olan ise, bu lidere oy verenlerin tümünün aşırı milliyetçi kanada mensup olmadığı aksine, Macron ve politikalarına tepki göstermelerinden kaynaklanmasıdır.

AB’de umut havası

Macron’un seçim başarısı, hiç kuşku yok ki, Fransa’da yerleşik siyasetin devamı anlamı taşıyor. 

Bu çerçevede, Macron’un seçim sonrası konuşmasında, yeni dönemde “görev duygusuyla hareket edeceği” vurgusu, tüm Fransa’yı kucaklayacak politikalar oluşturmaya çalışacağını ve bu anlamda, yeni bir döneme girileceğine işaret ediyor.

Fransa’daki bu siyasal gelişmeyi çok daha anlamlı kılan ise, AB bünyesinde -diğer ülkelerle kıyaslandığında-, Fransa’nın liderliğine duyulan ihtiyaçtır.

Avrupa Birliği düşüncesine şüpheli yaklaşan Le Pen karşısında Macron’un seçimi kazanması Birlik düşüncesini motive ettiği gibi, olası reform çabalarının da hayata geçirilmesine imkân tanıyacaktır

Seçim sonrasında, AB çevrelerinden gelen gayet olumlu tepkiler, sanki AB’nin çokça ihtiyaç duyduğu yeniden dirilişin gerçekleşebileceğine dair umutların yeşerdiğine işaret ediyor.

Bu noktada, bir yandan Doğu Avrupa krizi, öte yandan Doğu Avrupa ve Kuzey Avrupa’daki bazı ülkelerin katılımıyla AB’nin genişlemesi ile Çin ile ilişkiler Fransa’nın liderliğine gönderme yapılmasına yol açarken, Belçikalı bir siyasetçinin ifadesiyle, “Birlik içerisindeki savunmadan sağlığa, enerjiden demokrasiye kadar” Fransa’nın rolünün katlanarak artabileceğini akla getiriyor.

Fransa’nın AB temsiliyeti

Elde edilen seçim sonuçları, Macron’u yeniden başkanlığa taşırken, bu seçim zaferinin ulusal düzeyde ve AB bağlamında önemli siyasal bir gelişme olduğu konusunda neredeyse herkes hem fikir gözüküyor.

Fransa’daki seçimlerin, küresel olarak ekonomik ve siyasal açıdan sarsıntıların yoğun olarak yaşandığı bir dönemde, AB açısından bunun önemine ise kuşku bulunmuyor.

Elde edilen bu sonuç, Avrupa değerlerini temsil eden bir siyaset anlayışının Fransa’da yeniden iktidar olması veya iktidar olmayı sürdürecek olması, bu ülkenin AB içerisinde liderlik gücüyle doğrudan ilişkilidir.

Bu noktada, bir yandan AB içerisinde öte yandan küresel gelişmeler noktasında Fransa’da Cumhuriyetçi iktidarın yenilenmesinin ne anlama geldiğine, en azından başlıklar açısından kısaca bakmakta yarar var.

AB bünyesindeki liderlik rekabetinde rakip ülke Almanya’da geçtiğimiz Sonbahar’da Hıristiyan Demokratların seçimi kaybetmesinin ardından, sosyalist eğilimli bir siyasi yapının ortaya çıkmasına neden olan iktidar değişimi; yine Almanya’daki çiçeği burnunda sol-çevreci koalisyon iktidarının Doğu Avrupa kriz karşısında, bir anlamda hazırlıksız yakalanması; ABD-Çin ilişkilerinin AB-Çin ilişkilerine etkileri gibi son dönemde öne çıkan sorunlu alanlarda sağlıklı politikaların yürütülebilmesi tecrübeli ve güçlü liderlik profili ile Macron’un yeniden öne çıkmasına imkân tanıyacağına duyulan güvendir. 

Bununla birlikte, söz konusu bu seçimin Fransa ve AB iç ilişkileri dışında küresel etkilerini Doğu Avrupa krizinden, AB’nin Çin ve ABD ile ilişkilere değin önemli etkileri olacağına kuşku bulunmuyor.

Bu noktada, Çin devlet başkanı Şi Cinping, Pazartesi günü Marcon’a gönderdiği mesajla seçim başarısını kutlarken, son beş yılda iki ülke ilişkilerindeki sağlıklı gelişmenin devamı konusundaki olumlu niyetinin, Macron’un AB liderliğini üstlenmesiyle AB-Çin ilişkilerine de yansıyacağını akla getiriyor.

AB-Çin ilişkilerini, genel itibarıyla ABD-Çin arasında yaşanmakta olan gerilimin dışında ele almak için gayet önemli nedenler bulunuyor.

İstikrarsız bir dönemin yaşanmakta olduğu ABD siyasetinde, Donald Trump hayaletinin varlığı, gelecek seçimleri kazanma ihtimali, geçtiğimiz dönemde Atlantik ilişkilerine soğuk duş etkisi yapan politikaları ve en son NATO ile ilgili sözleri hatırlandığında AB yönetiminin ABD’den bağımsız politikalara acilen ihtiyaç duyduğu açıkça görülecektir.

Bu noktada, tüm eleştirilere rağmen, küresel ekonominin ikinci gücü konumundaki Çin enerjiden, imâlat sanayiine, lojistikten, dev tüketim gücüne AB için son derece önemli bir stratejik partnerdir.

Fransa’daki başkanlık seçimleri ulusal siyaset açısından önemli olduğu gibi, son dönemde yaşanan gelişmeler dikkate alındığında bölgesel ve küresel önemiyle de dikkat çekiyor. Bu durum, hem AB içerisinde hem de ABD’den Çin’e kadar farklı ülke liderlerinin verdikleri tepkilerde kendini ortaya koyuyor.

Bu çerçevede, Fransa devlet başkanı Emanuel Macron’u yakın gelecekte Haziran ayında yapılacak parlamento seçimleri kadar, yakında yapacağı beklenen Almanya ziyaretinin ardından, muhtemel bir Ukrayna ve gayet önemli bir Çin ziyaretinin beklediğini söyleyebiliriz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/04/26/fransada-emanuel-macronun-secim-zaferi-ve-kuresel-iliskiler-emanuel-macrons-victory-of-election-and-global-relations/

25 Nisan 2022 Pazartesi

23 Nisan kutlamaları, İstiklal Marşı ve Akif düşüncesi / Celebrations of 23rd April, National Anthem and Akif’s thought

Mehmet Özay                                                                                                                            24.04.2022

23 Nisan’ı veliler olarak çocuklarımızla birlikte okul bahçelerinde kutladık. Kutlamaya konu olan gelişmenin çocuklar nezdinde kabul edilen ‘bayramlık’ olgusu öne çıkarken, çeşitli araçlar ve sembollerle bu bayramı ideolojik kılmanın bir bağlamı da ortaya konulmuştur.

Ancak bu ideolojik bağlamın ilköğretim düzeyindeki çocukların dimağlarında neyi nasıl yerleştirecekleri meselesini gayet sorunla hale getiren bir iki nokta var ki, üzerinde durmadan geçilemeyecek önemdedir.

Bu husus, sadece 23 Nisan kutlamalarının değil, benzeri tüm kutlamaların hatta, her alanda adına milli denilecek her uğraş ve fiilde herkesin katılımıyla söylenen İstiklal Marşı’dır. Tek vücud olarak söylenen İstiklal Marşı’nın içeriğine vukufiyet ile törenlerin gelişiminde ortaya konulan söylem arasında sanki birbirinden ayrıştırmacı bir bağlam kendini gizli açık ortaya koymaktadır.

Bayram, çocuk, sembol ve içerik

23 Nisan kutlamalarının, çocuklara armağan edilen bir değer olması kadar, ilköğretim düzeyindeki çocuklara okutturulan şiirlerin içerik analizleri, onların anlam dünyalarının ötesinde, ezberci ve şekillendirmeci bir yönelim oluşturduğu gözlenmektedir.

Bizatihi, kutlamaların özünü tarihin önemli bir kırılma evresi olarak değerlendirmek kadar, önceki tarihi evreni bütünüyle yok sayıcı bir nitelik ortaya konulmaktadır. Bu durum, yeni bir ulus-devlet bilincinin oluşturulması amacı taşıması dolayısıyla anlaşılabilir bir yönü bulunmaktadır.

Ancak, bu yaş grubu çocuklarını yönlendiren öğretmen, okul yönetimi, milli eğitim, veli gibi bireysel ve kurumsal unsurların nasıl bir bilinç oluşturmakta oldukları ise sosyolojik olarak, başlı başına bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu noktada üzerinde durulması gereken temel husus kanımca, ilgili törenlere başlangıcın vazgeçilmez unsuru olan İstiklal Marşı'nın okunmasıdır.

Geçtiğimiz haftalarda yazılışının 101. yılı anılan İstiklal Marşı şairinin ortaya koyduğu düşünce yapısı ve söylem ile bugün 23 Nisan kutlamalarına katılan çocuklara aktarılmakta olan, diğer söylem tarzı arasındaki çelişki gayet önemli bir zihinsel kırılmanın izlerini taşımaktadır.

Elbette, ilköğretim düzeyindeki çocuklarda böylesi güçlü bir yargılayıcı bilincin varlığından söz etmek mümkün olmasa da, sanki içten içe bunu hissettiren, sorgulatan bir yönün de olmadığı söylenemez.

Akif’in kimliği, şiiri ve anlamı

Bugünden geçmişe bakıldığında, İttihad ve Terakki bünyesi içerisinde yer almış İslamcı görüşüyle tanınan Mehmet Akif’in 23 Nisan 1920’de açılan Mustafa Kemal liderliğinde açılan ilk mecliste, Burdur milletvekili olarak yer alması dönemin dikkat çekici bir özelliğidir.

Bunun yanı sıra, onu öne çıkaran bir başka husus, söz konusu meclisin açılışından daha bir yıl geçmeden, yeni oluşmakta olan ulus-devletin kendini sembolik olarak ifade etmesini sağlayacak bir milli marş düşüncesi gündeme geldiğinde, ismi ve çalışmasıyla öne çıkan bir figür oluşudur.

Bu noktada, bu yıl 23 Nisan 1920 Büyük Millet Meclisi açılışının 102 yılı kadar, bu tarihi günün ilerleyen yıllarda çocuklara armağan olarak çocuk bayramı olarak kutlanması ile İstiklal Marşı’nın kabul edilişinin bu yıl 101. yılının olması arasındaki bağ, öylesine kolay kolay geçiştirilecek tarihi gelişmeler olmaması gerekir.

Öyle ki, Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı’nı kaleme alışının 101. yıldönümü, hatırlanmaya değer olan pek çok toplumsal ve siyasal olguyu içinde barındıran bir yıldönümüdür aslında.

Bu olgular nelerdir diye sorulduğunda, akla ilk gelen unsurlar: bir edebiyat ve düşünce adamı olarak Mehmet Akif’in kişiliği; İstiklâlin kazanıldığı olağanüstü ve kutsallık boyutuyla bir mücadelenin varlığı; son günlerini yaşamakta olan Osmanlı Devleti’nin ister istemez edinilen bir devlet ve geçmiş mirası; tüm içerikleriyle uzun bir 19. yüzyıl; yeni oluşmakta olan ulus-devletin varoluş kaynağına ve bu noktada nerede durulması gerektiğine dair görüşler ortaya koyan bir edebi ve hatta siyasi bir çalışmadır…

Dikotomi: Dönemsel devamlılık mı ve ayrışma mı?

Kaleme alınan İstiklâl Marşı’nın içeriği ve niteliği ile böyle bir marş talebinde bulunan ve bu marşı kabul eden Mustafa Kemal başkanlığındaki Büyük Millet Meclisi’nin hem maddi hem manevi varlığının, birbiriyle iç içe geçmiş bağlamları olduğu görülür.

Bizatihi Akif gibi İslamcı bir toplumsal ve siyasal tutumu ile tanınmış fertlerin de bulunduğu meclisin ruhunun kendini yine belki de, tarihi bir tesadüf olarak Akif gibi söz konusu bu birinci meclis üyesi biri tarafından kaleme alınmış olması gayet manidardır.

Al sancaklı, hilalli, dökülen kanların varlığı, Hak’ta tapma olgusu gibi, daha her zaman okunan ilk iki kıtada karşımıza çıkan semboller ve kavramlar bize sanki törenlerde üzerinde durulmaması gereken unsurlarmış gibi hissettirilmeye, hatta zaman zaman açık seçik öğretilmeye çalışılan olgularmış gibi geliyor.

Şunu açık bir şekilde ortaya koymakta yarar var… Akif’in kaleme aldığı İstiklâl Marşı’nı, 1918 sonraki gelişmeler ve ortaya konulan mücadelenin yaşanmışlığı, tanıklığı ile salt yeni oluşmakta olan ulus-devlet nüvesini tanımlamaya matuf bir duygu yoğunluğuyla sınırlandırmak mümkün değildir.

Aksine, destansı bir mücadelenin dile getirildiği bir edebi eser olarak İstiklâl Marşı’nı, Akif’in bizatihi kendi bireysel yaşamı ve daha önceki dönemde, mensubu bulunduğu Osmanlı toplumunun tüm tecrübelerini içeren düşünce sistematiğinin içerisinde ve/ya devamı olarak algılamak bir o kadar önemlidir.

Bu noktada, Akif düşüncesinde bir kopuştan söz edilemeyeceği gibi, bu kopuşun onun düşünce sistematiğinde yeni kurulan Büyük Millet Meclisi’nin varlık nedeni açısından da bir kopuşa tekabül etmediğini söylemek gerekir.

1. Dünya Savaşı’nın hemen ardından, haklı bir taleple gündeme gelen bağımsızlık mücadelesinin ne anlam ifade ettiğini, varlığını ve bütünlüğünü edebi bir dille izah etme çabası, bir edebiyatçı ve aynı zamanda düşünce adamı olarak Mehmet Akif’in, o döneme kadar ortaya koyduğu birikimsel olarak ortaya çıkan gelişim çizgisinin bir yekûnu olmaklığıyla dikkat çeker.

Döneminin adamı ifadesini tıpkı, çağdaşları gibi hak eden Akif, bağımsızlık mücadelesini tek defalık, fiziki bir zafer olmasının ötesinde, en azından 19. yüzyıl gibi uzun bir dönem boyunca Osmanlı Devleti’nde yaşanan süreçleri de kapsayacak şekilde uzun dönemli çatışmalar, savaşlar, iç ve dış müdahaleler, yalpalamalar, değişmeler, siyasal ve teritoryal kayıplar, reform ve çözüm arayışları vb. ile bağlantılı olarak, anlamlı bir bütüne dönüştürebilme gayreti içerisinde olmuştur.

Edebi olma gücü

Bu örnek üzerinden hareketle, edebiyatı ve düşüncenin ayrılamayacağı bir alanın ortaya çıktığını söylemek gerekiyor.

Bu çerçevede, şiirin kendinde içkin olan duygu dolu olma hali, onu kimileri nezdinde küçümsenecek bir ifade biçimi kılsa da, aslında kadim toplumlarda tarih yazımının ‘dizeler’ üzerinden nesilden nesile aktarıldığı ve ilerleyen bir döneminde de yazılı hale geçirildiğini hatırlamakta yarar var.

Şiir ile ortaya konulan anlatının ‘edebi’, güzel söz ile aktarma gayesi kadar belki de, onun ötesinde gayet pratik bir anlatı biçimi olacak şekilde okuyucuların, dinleyicilerin gönüllerinden zihinlerine doğru kalıcı bir boyuta çıkması beklentisinin var olduğunu ortadadır.

Burada, dizelerden oluşan anlatının salt bir ezber amacı taşımadığı aksine, bu yazı ve anlatı formu ile bireylerin ruhlarına ve zihinlerine hitabın gücüne vurgu yapılması söz konusudur.

Bu noktada, İstiklal Marşı’nın da gayet açık bir şekilde ortaya koyduğu üzere, Mehmet Akif’in edebi kişiliğinin yanı sıra, döneminin bir özelliği olarak gayet siyasi bir duruşu olduğu görülür.

Bugün 23 Nisan vesilesiyle ilköğretim çocuklarının onların velilerinin birlikte okudukları İstiklal Marşı’nın anlam ve içeriğinin neye tekabül ettiği meselesi, 23 Nisan’ı ulus-devlet oluşumu ile örtüştürerek bunun ürettiği her ne var ise, tüm bunları geçmişi yok saymaya kadar götürecek bir yaklaşımın sergilenmesi ortaya gayet dikotomik bir durum çıkarmaktadır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/04/24/23-nisan-kutlamalari-istiklal-marsi-ve-akif-dusuncesi-celebrations-of-23rd-april-national-anthem-and-akifs-thought/

Osmanlı’dan yeni Cumhuriyet’e gelişmeler / Developments From the late Ottoman era to the New Republic

Mehmet Özay                                                                                                                            22.04.2022

23 Nisan 1920’de, Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, hiç kuşku yok ki, Osmanlı Devleti ile modern Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş döneminde yaşanan en önemli gelişmelerden biridir.

Bu gelişme, bir devletin siyasi varlığının sona ermesi, yeni bir devletin belirli ölçülerde öncekinin devamı olarak ortaya çıkması anlamına geliyordu.

Bunun yanı sıra, bu gelişme salt kendi başına anlamlandırılmak yerine, dönemin küresel ve özellikle de, Avrupa merkezli siyasal gelişmelerinden ve de Malay Dünyası ve Hint Alt Kıtası gibi farklı coğrafyalardaki milletlerin, Osmanlı Devleti’ne yönelik duygu ve düşüncelerin siyasal platforma yansıtılmasından bağımsız ele alınamayacak hususiyetler taşımaktadır.

Batı Avrupa milliyetçiliği

Avrupa merkezli demekle kastettiğimiz husus, öncelikle milliyetçilik meselesidir…

1789 Fransız Devrimi ile birlikte Batı Avrupa’da beliren ve ardından, 19. yüzyıl başlarından itibaren, Osmanlı Devleti sınırlarında yaşayan çeşitli azınlıkların merkezden kopuş ve ayrışmanın adı olarak, otonom ve ardından bağımsızlıkçı söylemleriyle, Osmanlı’nın sınırları içinde gelişme gösteren milliyetçilik olgusunun siyasal gerçekliği söz konusudur.

Bununla birlikte, özellikle bir siyasal ideolojik söylem ve fiiliyat olarak Fransız Devrimi’nin ortaya çıkışını doğuran şartlar, bu devrimin Fransız toplumunda ve siyasal kurumsal yapısında ardında bıraktığı kurumlar ve değerler bulunmaktadır.

Değerler ve siyaset ilişkisi

O dönem itibarıyla, bir başka deyişle, Osmanlı Devleti’nin halen meşru siyasi varlığını şu ya da bu şekilde sürdürdüğü 1. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan siyasal kurtuluş mücadelesinde yaşanan ayrışma ile ortaya çıkan Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşuyla, Ankara Hükümeti’nin ardında bıraktığı söylenebilecek kurumsal yapılar ve özellikle de, değerler arasında bir fark olup olmadığına vurgu yapmak gerekir.

Fransız Devrimi, monarşi, kilise ve burjuvazi gibi yeni ortaya çıkmakta olan toplumsal sınıflar noktasında, Fransız toplumsal yapısının unsurları arasındaki bir çatışmanın eseri olurken, Anadolu’da Büyük Millet Meclisi’nin varlığıyla belirmeye başlayan milliyetçilik gelişiminin Batı saldırganlığı karşısında, bağımsızlıkçılık yaklaşımının bir ifadesi olarak gündeme gelmiştir.

Bu noktada, İstanbul’da var olan Osmanlı padişahlık kurumunun varlığına ve sahip olduğu kurumsal temsiliyete karşı, Ankara merkezli ortaya çıkan mücadelenin söz konusu kurumsal yapıları yok sayan değil, aksine bu kurumları korumaya ve hatta devamlılığına dair bir girişim olduğu ortadadır.

Bunun sembolik ifadesi Büyük Millet Meclisi açılışındaki görüntüler olurken, bu gelişmenin, ideolojik bir söylem olarak, Meclis konuşmalarına yansıyan bütünlüklü bağlamı hatırlamak gerekmektedir.

Uzun dönemli gelişme

Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus, Büyük Millet Meclisi’nin açılışının anlık bir eylem değil, tedrici olarak gelişen uzun dönemli siyasal etkileşimlerin gelip dayandığı bir nokta olduğudur.

Bu çerçevede, o döneme kadar, süreçte neler olup bittiğine kısaca ele almakta fayda var.

Sondan başlamak gerekirse, 1. Dünya Savaşı’ndan, Almanya ile ittifak kurulması ve bu devletin Avrupa cephelerinde aldığı yenilgiler, Osmanlı Devleti’nin de yenilgisine hükmedilen bir sonucu ortaya çıkardı.

Bununla birlikte, 1914-1918 savaş dönemi sosyolojisini anlamlandırma çabasında sadece, bu dört yıllık kısa dönemin yeterli olduğu söylenemez. Bu savaşın bağımsızlık amaçlı olarak milliyetçi ve İslamcı yönleri dikkate alındığında, geniş toplum ve siyasal kesimleri biraraya getirdiği görülür.

Bu nedenle, örneğin Balkan Savaşları, 2. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, 1880’lerden itibaren uygulandığı söylenen ve en azından retorik olarak gündeme gelen Pan-İslam politikası, İslam coğrafyasının farklı bölgelerinden Osmanlı ile irtibat kurularak sömürgecilik süreçlerinden haberdarlığın ortaya çıkmaya başladığı 1850, 1860, 1870’li yıllardaki gelişmeleri dikkatle incelemek gerekir.

Bu durum, 19. yüzyıl ortalarındaki Kırım Savaşı’ndan itibaren dünyanın farklı coğrafyalarındaki Müslüman toplumların, Osmanlı ile din merkezli birlik düşüncesinin ve duygusunun çeşitli bağlamlarda pratiğe geçirilmeye çalışıldığına işaret eder.

Bu yaklaşım, Osmanlı Devleti’nin konumunun ve ardından gelen Anadolu’da başlayan bağımsızlıkçı hareketin, daha derinlikli bir şekilde ele alınmasını gerektiriyor. O da, savaş boyunca, Osmanlı Devleti’nin sadece kendi sınırları ile belirlenen bir mücadeleden öte, geniş bir coğrafyada etkisi ve karşılığı olan farklı bir boyuta sahiptir.

Tam da bu noktada, yukarıda dikkat çekilen ‘uzun dönemli’ yapılaşmanın ne olduğuna değinelim.

Bu gelişmenin, örneğin 97 Rus Harbi, 1911 Trablusgarp Savaşı 1912 Balkan Savaşları ve ardından, bu sürecin bir devamı olarak 1. Dünya Savaşı’nda da devamlılık göstermesi, Osmanlı’nın kapısına gelip dayanan milliyetçilik ideolojisi sınırlarıyla anlaşılamayacak derin bir olguya tekabül eder.

Burada dikkatle ele alınması gereken, din birlikteliği ile geniş bir coğrafyadaki farklı milletlerin birbirlerine ve özellikle de, Osmanlı Devleti’ne yönelik yaklaşımlarındaki tutumdur. 

1.Dünya Savaşı’nın Balkan Savaşları’nın bir devamı olması kadar, bundan çok daha büyük bir anlam kazanarak şekillendirilmiştir. Bazı handikapları yok denemese de, ilân edilen ‘büyük cihad’, savaşın Avrupalı ittifakları dışında ve ötesinde, İslam dünyasının da işin içine katılması gibi bir durumu ortaya koyuyordu.

Anadolu hareketi

Osmanlı Devleti için, 1. Dünya Savaşı’nın ‘mağlubiyetle’ sonuçlanması ve ardından, Mondros Mütarekesi ve payitahtın Batılı güçlerce işgali, devletin belirli unsurlarının Anadolu’da faaliyetlerini öne çıkaran gelişmeler oldu.

Mustafa Kemal’in bu hareket içindeki yeri ile diğer aktörlerin varlığını birarada ele almak tarihsel ve sosyolojik gelişmeleri doğru değerlendirmenin bir şartıdır.

Bu noktada,  Osmanlı siyaset dünyası ve aydınlarının, 19. yüzyıl ikinci yarısı boyunca birbiriyle çatışan ve aynı zamanda gizli/açık eklemlendiği söylenebilecek Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık düşünceleri, hem 1. Dünya Savaşı’nın sıcak günlerinde, hem de ardından, Anadolu Hareketi döneminde, üçünün de birlikte ele alındığını ve gelişmeler karşısında, aralarında bir tür entellektüel ittifak yapıldığını ileri sürebiliriz.

Bu yöndeki gelişmeleri, 1. Dünya Savaşı’nda kalemiyle mücadeleye destek veren Mehmet Emin, Halide Edip, Mehmet Akif, Celal Nuri, Tekinalp vb. gibi isimlerin çalışmalarında görmek mümkün. Öte yandan, işin siyasi boyutunda adları Genç Osmanlılarla birlikte anılan Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal, Said Halim Paşa gibi isimler, Türk dünyasını ve İslami yaklaşımı dikkatle gündemlerine almaları, dönemin şartları Türkçü-İslamcı geniş bir devlet yapısı olgusunu ortaya çıkarıyordu.[1]

Savaş sosyolojisi olarak adlandırılmayı hak edecek şekilde, yukarıda isimleri geçen aydınlar ve siyasilerin, dönemin yayın organlarında verdikleri mücadelenin önemi, birlik, sömürgecilik, vatan, tarih, din, ümmet gibi birbirinden bazı açılardan farklılık arz eden ancak, bütünlüklü bir çerçeve sunduğu söylenebilecek görüş ve düşünceler ortaya koyuyordu.

Ankara’da açılan Meclis, tekil bir bağlama değil, birbiriyle ilişkili görülebilecek bir dizi ilişkiler ağıyla anlamlandırılabilir. Bu noktada, Mustafa Kemal’in birinci Meclis çalışmaları ve söylemleri ile meclisi oluşturan üyelerin siyasal tutum ve davranışları bize gayet önemli ipuçları vermektedir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/04/22/osmanlidan-yeni-cumhuriyete-gelismeler-developments-from-the-ottomans-to-the-new-republic/



[1]Banu Turnaoğlu. (2017). “Ottoman Political Thought during World War I”, The Formation of Turkish Republicanism, Princeton University Press, s. 165, 168, 171.

Filipinlerde, Bangsamoro Özerk Yönetimi sürecine dair kısa bir hatırlatma / A short note upon the Bangsamoro Autonomous Administration process in the Philippines

Mehmet Özay                                                                                                                            21.04.2022

Filipinler’de 9 Mayıs’ta yapılacak başkanlık seçimlerine az bir süre kala, sadece ulusal anlamda değil, bölgesel güvenlik bağlamında da önem taşıyan Bangsamoro barış sürecini kısaca ele almakta yarar var.

Söz konusu barış sürecinin bir ifadesi olarak 2019 yılında hayata geçirilen, Bangsamoro Geçiş Yönetimi (Bangsamoro Transition Authority-BTA) adıyla özerk yönetim uygulamasına dair üç yıllık geçiş süreci bu yıl Haziran ayında dolsa da, bazı nedenlerden ötürü 2025 yılına kadar ikinci bir üç yıllık süre daha uzatıldı.

Bu noktada, Lanao del Sur, Maguindanao, Basilan, Sulu, Tawi-Tawi, Marawi, Lamitan, Cotabato ile Kuzey Cotabato’da 63 yerleşim yerini kapsayan ve bu bölgelerdeki Moro halkının bir başka deyişle, Bangsamoroluların barış ve güvenlik içerisinde yaşamaları ve var olan anlaşmalarla elde ettikleri haklarının tümünü kullanabilmeleri büyük önem arz etmektedir.

Bu çerçevede, söz konusu seçimler öncesinde, Bangsamoro mücadelesi ve barış süreçlerine dair bir hatırlatmanın yerinde olacağını düşünüyoruz.

Moro mücadelesi: MNLF ve MILF

Filipinler’in güneyinde Mindanao, Sulu, Palawan, Basilan, Tawi-Tawi Adaları bölgesinde Müslüman Moro halkının 1970’lerin başlarından itibaren ortaya koydukları bağımsızlık mücadelesinin iki temel evresi bulunmaktadır.

Bunlar, gerek lider kadrosu gerekse hareketin devamlılığı noktasında birbirine şu veya bu şekilde eklemlenmiş olan Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi (Moro National Liberation Front-MNLF) ve Moro İslami Kurtuluş Cephesi (Moro Islamic Liberation Front-MILF).

Bu iki yapı arasında temel ayrımın seküler-milliyetçilik ile İslami bağlam olduğu görülmektedir. Bu farklılaşmayı, dönemin ve liderlerinin özellikleri çerçevesinde ayrı bir tartışma konusu olduğunu söylemekte yarar var.

Ancak kısaca ifade etmek gerekirse, MNLF’in kurucularından ve lideri konumundaki Nur Misuari’nin adı, erken dönemde öne çıkmıştır. MILF ise, Nur Misuari’nin liderliğini yaptığı MNLF’le yaşanan bir takım teknik ve ilkesel ayrışmalar sonucu 1980’lerin başlarında Selamat Haşim tarafından kurulmuştur.

MNLF’in Filipinler merkezi hükümetiyle 1976 yılında Tripoli Antlaşması, 1996 yılında Manila Antlaşması ile Moro Halkı’nın çoğunlukta olduğu bölgelerde özerk yönetim konusunda konsensüs oluşmuş ve barış süreci gündeme gelmiştir.

Bununla birlikte, her iki süreçte Moro halkının tarihsel ve geleneksel temellere dayanan hukuki haklarını elde edememesi, MNILF’den kopuşlara ve MILF’in bölge halkının temsilcisi olarak öne çıkmasına yol açmıştır.

Tarihsel ve geleneksel haklar

Her iki hareketin varlık nedeni, yukarıda dikkat çekildiği üzere Moro Müslümanlarının, 16. yüzyılın ikinci yarısında İspanya sömürgeciliğiyle başlatılmak üzere, tarihsel ve geleneksel siyasi, hukuki, kültürel haklarının korunmasıdır.

Burada, söz konusu bu hususun salt modern ulus-devlet süreciyle sınırlı olmadığını uzun bir tarihsel geçmişe dayandığını unutmamak gerekir. Bu durumun, sadece Moro halkı ile ilgili ve de sınırlı olmadığı, Güneydoğu Asya coğrafyasındaki diğer benzeri gelişmelerle karşılaştırmalı olarak ele alındığında ortaya çıkacaktır.

Uzun bir süre Moro halkını temsil kabiliyetindeki hareketlerin bağımsızlık olgusu üzerinde durmaları ile bugüne gelindiğinde ortada sadece özerk yönetim koşuluyla sınırlı bir siyasi gerçekliğe ulaşılmasında, bazı ulusal ve özellikle de, küresel gelişmeleri dikkate almak gerekir.

Nur Misuari’nin MNLF lideri olarak, Filipinler merkezi hükümetiyle yapılan antlaşmalar sonrasında Jolo Adası (Sulu) merkezli bir özerk valilik yönetimi hayata geçirilmiş olsa da, ortaya çıkan başarısızlık, MILF’in Selamet Haşim liderliğinde bağımsızlık talebinin yenilenerek devam ettirilmesine neden olmuştur.

Ancak 1996 yılından itibaren, giderek ulusal hükümet nezdinde de meşru bir taraf olarak ortaya çıkan MILF’in mücadeleyi pasif direnişle sürdürdüğüne vurgu yapılmalıdır.

Bu durum, hem daha öncesinde MNLF, hem de MILF’in Moro toplumunun haklarının meşruluğunun yanı sıra, mücadeleyi savaş ve siyaset ahlâkı çerçevesinde gördüklerine unutmamak gerekir.

Söz konusu bu ayrışmayla birlikte, MILF’in 1997’den itibaren, merkezi hükümetle çeşitli boyutlarla görüşmelere başladığına dikkat çekmekte yarar var.

Uluslararası gelişmeler ve Moro sorunu

Bu anlamda, Müslüman bölgelerine herhangi bir saldırı yapılmadıkça tepki vermeyen ve kendi bölgelerinde varlık süren bu yapıların küresel gelişmelerden etkilenmesi özellikle 11 Eylül 2001’de ABD’de gerçekleşen saldırılar sonrasına tekabül eder.

Bu hareketler ve özellikle de, o dönem artık çok daha ön plânda olan MIFL’in hak etmediği bazı ithamlara konu olması, hareketin bağımsızlık talebinin de, bir anlamda sorgulanmaya başlandığına işaret etmektedir.

ABD’de yaşayan söz konusu saldırılar sonrasında, İslam ve Müslümanlar sözde ‘küresel terör’ olgusunun muhatabı yapılmak istenmeleri özellikle de, Filipinler’deki gibi faal olan hareketleri gizli/açık hedef aldığına tanık olunmaktadır.

Bu noktada, sadece ABD yönetiminin değil, ilgili ülkelerin ulusal yönetimleri de uluslararası arenalarda Müslümanların bu mücadelelerini, sözde ‘küresel terör’ kapsamına dahil edilmesi yönünde girişimlerde bulundukları bilinmektedir.

Söz konusu bu gelişmeler, MILF gibi yapıların meşruiyetlerinin şu ya da bu şekilde sorgulanmaya başlanmasıyla, hiç kuşku yok ki, zaten var olan ancak giderek daha çok merkezi hükümetlerin taleplerine doğru bir eğilimin ortaya çıktığı bir barış görüşmeleri sürecine evrilmiştir.

Bu durum, artık Moro toplumunun bağımsızlık talebi yerine, özerk yönetime sahip olmakla sınırlandırılmış bir siyasal hak olarak gündeme gelmiştir.

Buna karşı, MILF lideri Selamet Haşim’in, dönemin ABD başkanı G. Bush’a gönderdiği belirtilen mektupta, MILF’in ABD’nin ‘küresel terör’ olarak itham ettiği yapılarla bir ilişkisi olmadığını açıkça dile getirmiş olsa da, merkezi hükümetle zaten başlamış olan barış görüşmelerinin farklı bir evreye doğru gitmesine de, öyle anlaşılıyor ki, mani olamamıştır.

MILF ve görüşme süreçleri

Selamet Haşim, vefat ettiği 2003 yılı Temmuz ayına kadar Filipinler merkezi hükümetiyle barış görüşmelerine devam etmiştir. Bu çerçevede, 2001 yılında dönemin Filipinler devlet başkanı Gloria Macapagal Arroya ile yapılan görüşmeler devam ettirilerek 2003 yılında, ‘Düşmanlığın Sona Erdirilmesi’ başlığıyla barış sürecine geçilmiştir.

2005 yılında Mindanao bölgesinde Rehabilitasyon ve Kalkınma Ajansı’nın kurularak bölge halkının özellikle sosyo-ekonomik gelişiminin önünün açılması hedeflenmiştir.

2007 yılında “Geleneksel Toprakların Kullanımı” başlığıyla bir diğer anlaşma bölümü ortaya konmuştur. Bunun devamı olarak 2008 yılında devam eden görüşmeler, 2009 yılında Kuala Lumpur görüşmeleri ile uluslararası bir boyut kazanmıştır.

2010 yılındaki başkanlık seçimleri sonrasında Benigno Aquino’nun devlet başkanlığı koltuğuna oturmasıyla merkezi yönetimde Moro halkının talepleri konusunda, daha gerçekçi yaklaşımların sergileneceği bir döneme geçilmiştir.

Bunun bir ifadesi olarak, Selamet Haşim’in vefatının ardından MILF lideri olan Hacı Murad İbrahim, 2011 yılında bu sefer Tokyo görüşmelerinde yer almıştır. Bu dönemin özellikle, kritik bir aşama olduğunu söylemek mümkün.

Yukarıda dile getirilen ana görüşmeler ve varılan bazı temel anlaşma maddelerinin daha kapsamlı bir yapıya büründürülmesiyle 27 Mart 2014 tarihinde Bangsamoro Kapsamlı Anlaşması (Bangsamoro Comprehensive Agreement-BCA) imzalanmıştır.

Özerk yönetime doğru

Ulusal senato tarafından görece uzun süren tartışmalar sonrasında, 2018 yılı Mayıs ayında kabul edildi.

BCA’yı temel alarak oluşturulan, “Bangsamoro Özerk Yönetim Organik Yasası”, devlet başkanı Rodrigo Duterte tarafından imzalanmasıyla referandum kapısı açılmış oldu. 21 Ocak 2019’da yapılan referandumla Mindanao ve Sulu Adaları’nda halkın çoğunluğunu Bangsamoroluların oluşturduğu belirli bölgelerde özerk yönetim sürecine geçilmesi kabul edildi.

Böylece, MILF lideri Hacı Murad İbrahim, 21 Şubat 2019 tarihinde, ‘Bangsamoro Müslüman Mindanao Özerk Bölgesi’ (BARMM) geçiş dönemi valisi ve 80 kişiden oluşan eyalet meclisi ile göreve başladı.

Böylece, 1996 yılındaki antlaşmanın ardından yürürlüğe konulan ancak meşruiyeti sorgulanan “Müslüman Mindanao Özerk Bölgesi (ARMM) yönetimi, yerini BARMM’e bırakmış oldu.

Bu çerçevede, 2019-2022 yıllarını kapsayacak üç yıllık geçiş süreci bir yandan, kovid-19 öte yandan bazı teknik sorunlar nedeniyle, 2025 yılına kadar ikinci bir üç yıllık döneme uzatılmıştır.

Filipinler’de, önümüzdeki ay, yani 9 Mayıs’ta yapılacak başkanlık seçimlerinin hiç kuşku yok ki, Bangsamoro barışı için de büyük bir önemi bulunuyor. Yeni seçilecek başkan ve senato’nun Bangsamoro Özerk Yönetim bölgesi uygulamasına katkıları ve sürecin sağlıklı bir şekilde 2025’e kadarki geçiş döneminin tamamlanması Filipinler için yeni bir sınav anlamı taşıyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/04/21/filipinlerde-bangsamoro-ozerk-yonetimi-surecine-dair-kisa-bir-hatirlatma-a-short-note-upon-the-bangsamoro-autonomous-administration-process-in-the-philippines/