28 Kasım 2013 Perşembe

Tayland Yine Karıştı / Thailand Again in Turmoil

Mehmet Özay                                                                                                                 28 Kasım 2013

Tayland yine karıştı... Sonu kanla biten 2010 yılındaki dev gösterilerin ve 3 Temmuz 2011 seçimlerinin ardından Bangkok yine hareketlendi. Son üç yılın en büyük hükümet karşıtı gösterileri etkisini günbegün artırarak gündemde yer tutmaya devam ediyor. Gösterilerin merkezinde ise başkentteki ‘Demokrasi Meydanı’ bulunuyor. Hükümetin Kasım ayının başlarında kabul ettiği Anayasa düzenlemeleri sırasında başlayan gösterilere Parlamento’da muhalefetin büyük tepkisi eklemlendi. “Torba yasa”, Pheu Thai Partisi’nin ve küçük ortaklarının çoğunluğu teşkil ettiği Parlamento’da kabul edildi.

Akabinde muhalefet, mücadeleyi bir başka zemine taşıdı ve ilgili yasanan iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Mahkeme, başvuruya kısa sürede verdiği cevapta söz konusu yasanın iptalini onadı. Hükümetin ‘şimdilik’ geri adım atmak zorunda kalmasına rağmen, muhalefet taraftarlarının gösterileri dinmek bilmiyor. Bunda elbette ki, hükümetin söz konusu yasaları şu veya bu şekilde çıkartma konusunda sonuna kadar mücadele edeceği sinyalini vermiş olması yatıyor.

Bu nedenle muhalefetin tepkileri hazırlanan yasanın çekilmesiyle sınırlı değil. Aksine son beş gündür yaşananlara bakıldığında gelişmelerin hükümeti düşürme mecraına girdiği görülüyor. Bu ise, ülkede kronik anarşi ortamının yeniden nüksetmesinden başka bir anlama gelmiyor. Bunun göstergesi olarak, Bangkok sokaklarını dolduran onbinlerce kişi hafta başından bu yana başta Maliye ve Dışişleri Bakanlığı olmak üzere çeşitli kamu binalarına girmek suretiyle Hükümete büyük göz dağı veriyor. Bu baskınlarla, Hükümeti işlevsiz hale getirmek ve ülke kamuoyuna ve dünyaya böylesi bir mesaj vermek. Ve bu yönde gösteriler devam edeceğe benziyor.

Yukarıda zikredilen yasa çalışmasının amacının eski Başbakan ve aynı zamanda şu anki Başbakan Yingluck Shinawatra’nın abisi Thaksin’in  ülkeye dönüşüne izin verecek bir şekilde tasarımlanması gösterilerin dozunun bugüne kadar artarak seyretmesindeki başat unsur. Bu nedenle muhalefet fırsatını bulmuşken, mevcut hükümeti düşürme arzusunda. Bu yöndeki yaklaşımını meşrulaştırmak için de mevcut hükümeti ‘Thaksin rejimi’ olarak yaftalıyor ve halktan destek talep ediyor. Muhalefet gösterilere sözlü olarak destek vermek bir yana, önde gelen isimleri bizzat gösterileri organize ediyor. Bu söylem ve eylemler devam ederken akla, kuşkusuz ki 2006 yılında Thaksin’in Başbakanlığı’nın sonunu hazırlayan “Sarı Tişörtlüler”ün dev gösterileri geliyor. Sarı Tişörtlüler o zaman hedeflerine ulaştıkları gibi, bugün de benzer bir süreçle Yingluck’ı yerinden etme arzusundalar.

Aslında iktidarın büyük ortağı Pheu Thai Partisi’nin Thaksin’in uzantısı olduğunu bilmeyen yok. Ancak son birkaç haftadır olan bitenin temel nedeni hükümetin yasa tasarısı ile açıkça bunu neredeyse deklare etmesindeydi. 3 Temmuz 2011 seçimlerinden birkaç gün önce kaleme aldığımız yazıda, Yingluck Başbakanlığı’nda kurulacak olası hükümetin temel hedefinin “siyasi intikam” olacağına vurgu yapmıştık. Aradan geçen süre zarfında ve özellikle de son yasa tasarısı ile çok açık bir şekilde ortaya çıktığı üzere mevcut hükümet ve uyguladığı politikaların amacının bu olduğunu ortaya koyuyor. Ancak bu gelişmeler hiç kuşku yok ki, muhalefet yani Demokrat Parti tarafından kabul edilebilir bir durum değil. Bundan dolayıdır ki, bizzat Demokrat Parti yardımcılarından ve Abhisit Hükümeti’nde Başbakan Yardımcılığı yapmış olan Suthep Thaugsuban tarafından gösteriler organize ediliyor. Aslında geçmişe bakıldığında Suthep’in gösterileri organize etmede bu ilk girişimi değil. 1990’lı yılların başlarında Tarım Bakanı olduğu dönemde hakkında gensoru önergesine karşı kendi seçim bölgesinden onbinlerce kişiyi Bangkok’ta yürüyüşe sevk ettiği biliniyor. Ancak Suthep’in bu halkı ayaklandırma elebaşılığına karşı Yingluck adalet kurumunu harekete geçirmesi ve hakkında yakalama emri çıkartılması üzerine Suthep Demokrat Parti’den istifa etmek zorunda kaldı.

Dev gösterilere rağmen, Başbakan Yingluck istifa etmeyeceğini, Pheu Thai Partisi önderliğindeki hükümetin çalışmalarına devam ettiğini söyleyerek gelişmelere tepkisini ortaya koydu. Başkentte sıkı güvenlik önlemlerine gidilirken, Yingluck, göstericilere çağrıda bulunarak mesajın alındığını, gösterileri sona erdirmelerini, aksi halde ülke ekonomisinin olumsuz yönde etkileneceği uyarısında bulundu. Öte yandan muhalefetin hükümet hakkında verdiği gensoru görüşmeleri 26-27 Kasım tarihlerinde yapılıyor. Hükümetin Parlamento’daki sayısal çoğunluğu dikkate alındığında bundan bir sonuç çıkmayacağı da gözlemcilerin ortak kanaati. Dolayısıyla, partisinin Parlamento’da çoğunluğu teşkil ettiğinden Yingluck’un bu gensorudan herhangi bir çekincesi bulunmuyor.

Tayland siyasi yaşamının kaçınılmaz unsurlarından olan meydan gösterilerinin bugün sadece muhalefeti destekleyen Sarı Tişörtlülerle sınırlı değil. Hükümet yanlıların da Kırmızı Tişörtlüler de meydanlarda. Henüz ‘karşı karşıya gelmemiş’ bu iki grubun etkileşiminin ülkede çok daha büyük arbedelere gebe olduğu gözlemcilerin ortak kanaati. Sivillerin gözetiminde ve desteğinde süren bu kargaşa ortamı karşısında Ordu ve Polis’in nasıl tepki vereceği ise merak konusu. Geçmiş tecrübelere bakıldığında sivillerin mücadelelerine nihayetinde Ordu ve Polis’in verdiği destek belirleyici olduğu hatırlandığında, gözler bu iki kurumun üst düzey yönetiminin izleyeceği politikada. Kaldı ki, özellikle ordunun 1932 yılından bu yana şu veya bu şekilde siyasal yaşama 18 kez müdahale ettiği; ülkenin kimler eliyle nasıl yönetileceğine karar verdiği dikkate alındığında ordu faktörü gelişmelerden uzak tutulamaz. Buna ilâve olarak, yönetim erkinin nasıl el değiştireceğine dair anayasal unsurlar siyasilerin ve ülke elitlerinin ‘bakış açılarına’ bağlı olarak değiştiğine göre, bugün ya da yarın müdahale benzeri bir gelişmenin olmayacağını kimse garanti edemez. Kaldı ki, gösterilerde halk açıkça orduyu göreve çağırdığı da biliniyor. 

Öte yandan, gösterilerde kamu binaları arasında ordu ve polis müdürlüklerine ait binalara da girilmesine rağmen, bu iki kurumdan şiddetle karşılık verilmemiş olması bu iki güç odağının gelişmelere pasif durduğu yorumları yapılıyor. Önceki yıllardaki ittifaklara göz atıldığında, muhalefetteki Demokrat Parti, Monarşi yanlıları ve polis ile ordu’nun geleneksel kanadı temsil ettiği dikkate alınacak olursa bugünlerde yapılan gösteriler şu veya bu şekilde benzer çevrelerde destek bulduğu görülüyor.
Başkentte bu gelişmeler yaşanırken, Hükümet gösterilerin kırsala yayılmaması için önlemler peşinde. Bu noktada, Hükümet özellikle geleneksel olarak siyasi partilerin oy deposu olan çeltik çiftçilerine ödenmeyen ürün bedelleri için kaynak arayışında. Ülkenin en önemli ekonomik rezervlerinden olan çeltik tarımı en önemli ihraç ürünün teşkil ediyor. Öte yandan Başbakan Yingluck, muhalefetin organize ettiği dev gösterilerin ülke ekonomisine olumsuz etkisinden çekindiğini açıkladı.

Tayland’da olan biten bir demokrasi sınavı olmanın ötesinde, kurulu düzenin sorgulandığı bir ideolojik savaş anlamı taşıyor. Monarşi çevresi yani saray, elitler ve ordunun başı çektiği kesim ve bunun sivil uzantıları örneğin Demokrat Parti ve destekçileri ile geniş kitleleri içinde barındıran özellikle de kırsal nüfus ve alt gelir grupları arasında tarihi bir hesaplaşma demek daha doğru olur. Önümüzdeki günlerde, bir kez daha Tayland’da seçilmiş siyasetçilerin ‘halktan aldıkları’ gücü yetki süreleri dolmadan sonlandırmak zorunda kalıp kalmayacaklarına tanık olacağız.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/281493/tayland-yine-karisti

25 Kasım 2013 Pazartesi

Endonezya – Avustralya İlişkilerinde Gerginlik / Tension Between Indonesia and Australia

Mehmet Özay                                                                                                                  25 Kasım 2013

Telefon skandalı Endonezya-Avustralya ilişkilerine büyük darbe vurdu. Edward Snowden’in yaptığı açıkmalar sonrasında, Avustralya makamlarının Endonezya Cumuriyeti Devlet Başkanı dahil olmak üzere üst düzey yetkilileri dinlediği iddiaları son bir haftadır gündemden düşmüyor. Endonezya’da ağır eleştirilere neden olan dinleme skandalı nedeniyle iki ülke arasında yaşanan gerginlik had safhada. Aslında bu gelişmeyi “iki ülke arasında” demek yerine, Endoneya’nın Avustralya’ya “kızgınlığı” olarak tanımlamak daha doğru olur. Çünkü ortada Avustralya makamlarınca, iki ülke arasında ‘dostluk’ kriterlerini ihlâl eden ve siyasi işbirliğine zarar veren  bir ‘gizli müdahale’ söz konusu. Söz konusu gelişmeler, özellikle güvenlik başta olmak üzere çeşitli alanlarda yakın işbirliği yürüten iki ülke arasında onarılması zaman alacak kırılmalara neden oldu. Bu minvalde, Avustralya’nın suçluluk ve köşeye sıkışmışlık psikolojisi içinde olduğu gözlemleniyor. Endonezya makamlarının kızgınlığının iki ülke arasındaki işbirliğine, özellikle de son dönemde göçmenler, canlı hayvan ithali vb konularda yaşanan sıkıntıların giderilmesi çabalarının sürdüğü bir zaman dilimine denk gelmesi dikkat çekici.

Snowden’in sızdırdığı belgeler sonrasında, Avustralya Cakarta’daki Büyükelçiliği marifetiyle başta Endonezya Devlet Başkanı Susilo Bambang Yudhoyono (SBY) olmak üzere, eşi, sekiz bakan ve kimi üst düzey yöneticileri dinlettiği gündeme bomba gibi düşmüştü. Gelişmeler üzerine, SBY Canberra’daki Büyükelçisini geri çekmiş, ilişkileri dondurmuş ve Avustralya Başbakanı Tony Abbott’un özür dilemesi talebinde bulunmuştu. Abbott ise bu ilk tepkiler karşısında ne vak’ayı teyit etmiş ne de reddetmişti. Beklemeyi uygun bulan Abbott’un mesajını bu hafta sonu ilettiği ve Pazartesi günü Cakarta’da yankısını bulacağı ifade ediliyor.
Ancak tepkiler, sadece başkent Cakarta’daki hükümet çevreleriyle sınırlı kalmadı ve kalmıyor. Aksine, halk nezdinde de bir onur meselesi yapılan bu durum karşısında Avustralya’ya karşı ciddi tepkiler ve gösteriler ortaya konuyor. Düne kadar, olası terör saldırılarına karşı çok sıkı korunan Cakarta’daki Avustralya Büyükelçiliği önünde halktan değişik kesimlerin katılımıyla yapılan gösterilerde Avustralya makamlarının kınanması ülke basınında önemli yer tutuyor. 

Öyle ki, tepkilerin boyutunu ortaya koyması bakımından göstericiler arasında askeri üniformalar giymiş ultra milliyetçilerin savaş çığlıkları bile attıkları ve Avustralya Büyükelçiliği binası duvarlarına yazılar yazdılar. Göstericiler Büyükelçilik binasını yumurta ve çürük domates yağmuruna tukarken, bir yandan da Amerika ve Avustralya bayraklarını ateşe verdi. Göstericiler arasında ise “fundamentalist” olarak adlandırılan Hizb’ut Tahrir’in (HT) bulunması da ilginçti. Genelde hükümet çevrelerince yakın takibe alınan HT’in Avustralya yönetimine gösterilen tepkilerde yer almasında sakınca görülmemiş olmalı. Öte yandan, üniversite şehri Cogcakarta’da da öğrencilerin katılımıyla yapılan gösterine Avustralya bayrağı yakıldı. Bunun Avustralya’da da bir karşılığı olduğuna kuşku yok. Dün, Avustralya Başbakanı Tony Abbott’un, Endonezya Devlet Başkanı SBY’ın ağır mektubuna cevabi mektubunu gönderdiği haberi geldi.

Dinleme vakalarının iki ülke arasında güven bunalımına neden olduğuna kuşku yok. Bu güven bulanımının yol açtığı ve politikaya yansıyan yönünün bizzat Devlet Başkanı SBY tarafından Canberra’daki Büyükelçisini geri çekmesi olduğuna yukarıda değinmiştik. Akabinde iki ülke arasında özellikle insan kaçakçılığı, güvenlik ve askeri işbirliği alanlarındaki işbirliğinin askıya alınması oldu. Ardından Silahlı Kuvvetler Komutanı Moeldoko yaptığı açıklamada Avustralya ile bugünlerde yapılması beklenen iki askeri tatbikatın iptal edildiğini duyurdu. Moeldoko, “Bize güvenmeyen insanlarla nasıl işbirliği yaparız” diye de sitemini dile getirdi.

Yukarıda zikredilen işbirliği alanları, aslında Avustralya makamlarının talepleriyle gündeme getirilmiş ve bir şekilde Cakarta hükümetleri üzerinde yaratılan baskının sonucu olarak politik zeminde karşılığını bulmuştu. Özellikle askeri ve güvenlik işbirliği bağlamında 2002-2003 Bali ve Cakarta bombalamalarının ardından Avustralya makamları Cakarta’yı tabiri caizse ‘köşeye sıkıştırmış’ ve bu anlamda güvenlik zaafiyetinin bizzat Avustralya tarafından giderilmesi sürecine girilmişti. Öyle ki, kimi gözlemcilerin ifadesine göre o dönemden başlayarak Endonezya’da kimi havalimanları başta olmak üzere dış güvenlik meselesi Canberra’nın ‘müdahalesine’ konu oluyordu.

Bir diğer can alıcı husus insan kaçakçılığı. Endonezya’nın değişik adalarından derme çatma teknelerle yola çıkan ve amaçları Avustralya sınırlarına girmek olan çeşitli ülkelerden göçmenler konusu Avustralya hükümet ve kamuoyunun gündeminin ilk sıralarında. Bu bağlamda, bu gelişme son bir yıldır Avustralya’nın sıkı takibine maruz kalıyordu. Bu yöndeki en son girişimler Başbakanlığının son evresinde Kevin Rudd ve eylül ayında iktidarı devralan Liberal Parti lideri ve Başbakan Tony Abbott’un birbiri ardı sıra gerçekleştirdikleri Cakarta ziyaretleri bağlamında gerçekleşmişti. Avustralya kamuoyunda yakından takip edilen bu konu seçim malzemesi bile olmuştu. Bu konuda Cakarta’yı neredeyse ‘suç üstü’ yakalamayı amaçlayan Canberra, Cakarta’nın söz konusu göçmenlerin Endonezya sınırlarında gerekli kontrollere tabi tutulmalarını ve yasa dışı geçişlere kesinlikle izin verilmemesi konusundaki hassasiyetini uygun dille gündeme getirmişti. Ancak dinleme skandalları Endonezya merkezi yönetiminin, yani Cakarta’nın yasa dışı göçmenlerle ilgili tedbirleri almak yerine, gevşetebileceği sinyallerinin ortaya çıkmasına neden oldu. Adalar ülkesi Endonezya’da yerel yönetimlerin inisiyatifinin önemi biliniyor. Bu noktada Cakarta’dan baskıların gelmemesi üzerine yasa dışı göç vakalarının artış göstereceği endişesi şimdiden Avustralyalıları kara kara düşündürüyor.

Avustralya’da Eylül ayında yapılan seçimlerin akabinde Liberal Partisi Başkanı John Abbott’ın Endonezya ile ilişkilerde yeni bir dönemin başladığını ifade etmesinden bu yana fazla bir vakit geçmeden ilişkiler neredeyse donma noktasına geldi. Tabii bunda, söz konusu dinleme skandalının Endonezya iç siyasetinin bugün içinde bulunduğu durumun da etkisiyle aldığı yönelim göz ardı edilemez. Popülaritesi neredeyse tükenmiş bir Devlet Başkanı, yolsuzluklarla anılan ve aynı zamanda başkanı olduğu Demokrat Parti’nin üst düzey yetkililerinin karıştığı skandallar gelecek Nisan ayında yapılacak seçimler öncesinde halk desteğini yeniden kazanmada bu skandala verilen tepkilerin belirleyici olduğuna kuşku yok.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/281213/endonezya-avustralya-iliskilerinde-gerginlik

22 Kasım 2013 Cuma

İngiliz Milletler Topluluğu Derde Deva Olur mu? / Can The Commonwealth of Nations be remedy?

Mehmet Özay                                                                                                                  21 Kasım 2013

İngiliz Milletler Topluluğu’na üye ülkeler, Sri Lanka’nın başkenti Kolombo’da biraraya geldi. Üç gün süren toplantılarda temsilin, Devlet Başkanları ve Başbakanlar düzeyinde olması toplantının önemini ortaya koyuyordu. İki yılda bir gerçekleştirilen bu toplantının bu yılkı ev sahibi iç savaştan 2009 yılında çıkmış Sri Lanka’ydı. Her ne kadar, Toplantı, Filipinler’deki afetin gündeme damgasını vurmasıyla pek de öne çıkmadıysa da, bu Birliğin kayda değer bir önemi olduğuna kuşku yok. İngiliz Milletler Topluluğu, bir anlamda 2. Dünya Savaşı’yla birlikte İngiliz sömürgeciliği tedrici olarak sona erse de, o dönem ve akabinde Asya, Afrika, Pasifik’deki ‘bağımsız’ ülkelerin İngiltere ile bağlarının devamlılığının sağlanması açısından göz ardı edilemecek bir yapı.

İngiltere Başbakanı David Cameron’un yanı sıra, Prens Charles katıldığı Kolombo’daki toplantının ana gündem maddesi “eşitlikçi kalkınma” başlığını taşıyordu. Bu başlığın neye tekabül ettiğini kısaca irdelemeden önce, biraz da aradan geçen sürede neler olup bittiğini ortaya koyan bir ironi olarak değerlendirilebilecek bir hususa değinmek gerekir. Dr. Mahathir’in Milletler Topluluğu’nun varlığına dair yaptığı hicvi hatırlatmakta fayda var. Dr. Mahathir, yıllar önce Kraliçe’nin de hazır bulunduğu benzer bir toplantı da, “’Birlik’i’ (Common) anladıkta ‘refahı’ (wealth) pek göremedik” dediği rivayet edilir. Yani Dr. Mahathir, bu yaklaşımıyla daha sömürge döneminden başlayarak modern ulus devletler sürecinde devam eden İngiltere ile ‘ortaklıklardan’ bağlı ülkelerin neler kazanıp kazanamadıklarını düşündürtmeye sevk ediyordu. Bu düzeyde olmasa da Başbakan Necib, Malezya’nın Birlik’ten beklentisini ortaya koyuyor ve temel hedefin üye ülkeler arasında ‘ortak kazanımlar’ olmasından taviz verilmemesini dile getiriyordu.

Üç gün süren görüşmelerde ana tema eşitlikçi ekonomik kalkınma olmakla birlikte, Sri Lanka’nın ‘özel konumundan’ kaynaklanan nedenle gündeme Cameron ile Sri Lanka Devlet Başkanı Mahinda Rajapakse arasında yaşanan gerilim damgasını vurdu. Toplantının sivil savaşın henüz yakın geçmişte sona erdirildiği Sri Lanka’da gerçekleştirildiği söylemiştim. Bu tip sivil savaşların akabinde geçmişe yönelik insan hakları ihlâlleri konusundaki söylemler yerini fiiliyata, yani mahkemelerde hesap görülmesine terk ediyor. Bununla birlikte, Sri Lanka yönetiminin etnik Tamil azınlığa yönelik insan hakları ihlâllerinin henüz adalet önüne taşınmamış olması Kanada, Hindistan ve Mauritus tarafından protesto edildi ve bu üç ülkeden katılım gerçekleşmedi. Ancak İngiliz Başbakanı Cameron geçmişte yaşananlar noktasında Sri Lanka yönetimini eleştirmekten geri durmadı. Görüşmelerde geçmişte yaşanan insan hakları ihlâllerini ele alacak bağımsız bir komisyon oluşturulması fikri Sri Lanka Devlet Başkanı’nca şiddetle reddedildi. Bu nedenle Cameron ile Rajapakse arasında gerginlik yaşandı. Cameron, insan hakları ihlalleriyle ilgili bağımsız komisyon kurulması konusunda Sri Lanka yönetimine üç aylık süre tanıdığını, aksi halde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’ni harekete geçireği tehdidinde bulundu. Cameron söylemle de kalmadı, çatışmalara konu olmuş Tamil azınlığın yaşadığı Jaffna’ya tarihi bir ziyarette bulundu. Cameron, ülkenin 1948 yılında bağımsızlığını kazandığı 1948’den bu yana Jaffna’yı ziyaret eden ilk devlet başkanı oldu. Organizasyonun daha ilk günkü toplantılarına katılmayıp Tamil etnik azınlığı ziyareti yeğleyen Cameron, sahada hâlâ çadırlarda yaşayan insanları görmesi, başkente dönüşünde yukarıda zikredilen ‘tehdidi’ yapmasına neden oldu.

Kolombo’daki toplantının ana konusu ‘kalkınma’ derken, ilgi alanımıza topluluğun üyeleri arasındaki Malezya giriyor ister istemez. Bu çerçevede, yukarıda dile getirdiğimiz Cameron-Rajapakse atışmasına karşılık, Sri Lanka yönetimi, Malezya’nın turizm konusundaki tecrübelerinden istifade etmenin yollarını aradı. 1980’lerden bu yana periyodik kalkınma hedefleri koyan ve bu minvalde belirli vasatlara ulaşan Malezya’nın ‘modelliği’ çeşitli coğrafyalardaki kalkınma hamleleri hedefleyen ülkeler için de ‘parmakla’ gösteriliyordu. Bu bağlamda, Sri Lanka’nın böyle bir taleple gelmesinin doğallığı kadar, Malezya için kaçırılmayacak bir fırsattı.

Malezya Başbakanı Necib bin Razak toplantının ana gündem maddesinin görüşüldüğü oturumlarda, ‘piyasa ekonomisine’ inandıklarını söylüyordu. Ancak bunun yanı sıra hükümetin kimi noktalarda, tabii bu bağlamda ülkedeki farklı etno-ekonomik sınıflar arasında ‘eşitlikçiliği’ gerçekleştirmeye matuf bir müdahaleciliğe de atıfta bulunuyordu. Malezya’nın ‘örnekliği’ belki de burada yatıyor. Yani, bir yandan ‘piyasa ekonomisi kuralları içerisinde oynamak ve öte tarafdan da, ülkenin sömürgecilik döneminden tevarüs eden sosyo-ekonomik geri kalmış ‘Malay’ etnik çoğunluğun ayakları üzerinde durmasını sağlayacak bir ‘devlet müdahaleciliği’. Şayet ülke yönetiminin ortaya koyduğu bir başarı varsa bu olsa olsa müdahalecilik dozunun ayarlanmasında. Yoksa emperyal kapitalizmin dünkü patronu İngiltere ile 20. yüzyıldaki patronu ABD böylesi bir uygulamaya izin verir miydi diye sorulabilir.

Peki Başbakan Necib’in de bu toplantıda gündeme getirdiği başarı neydi? Çinli azınlığın ekonomi sektöründeki başat konumu karşısında adını açıkça ortaya koymasa da, Malay Müslümanlara sağlanan başta eğitim temelli olmak üzere sağlanan yardımlarla sosyal mobilitelerinde görülen ‘pozitif’ değişim. Bunun istatiktiki açılımı ise 1970 yılında 43.3 olan fakirliğin 2011’de %1.7’ye gerilemiş olması. Tabii bu açılım, tüm bu yüzdelerin ‘Malaylarla’ sınırlı olduğu anlamına geldiğini iddia etmek zor. Diğer etnik azınlıklar arasından veya diyelim ki Borneo Adası’ndaki Sabah ve Saravak Eyaletleri’ndeki yerli etnik unsurlar arasındaki sosyo-ekonomik gelişmeler unutulmamalı.
Öte yandan Prens Charles ile Necib bin Razak arasında bir görüşme gerçekleşti. Görüşme talebinin Prens Charles’dan geldiği söyleniyordu. Prens, bu vesileyle İslami finans konusunda öncü konumunu sürdüren Malezya’nın bu finans maharetiyle görece küçük ülkelerin iklim değişikliği karşısında tedbirler alınmasında işlevsel olup olmayacağını gündeme getirmiş. Henüz görüşmenin detaylarına vakıf olamasak da, ilginç bir talep olduğuna kuşku yok. Bu bize, geçen yıl Cohor’da düzenlenen İslam Ekonomi Forumu’nda can alıcı konuşma yapan Singapur Maliye Bakanı’nın İslami finansının çok daha fazla açılım yapması gerektiği yollu söylemini getirdi. Bu çerçevede, sıcak para ihtiyacının dorukta olduğu bir dönemde, doğudan batıya İslami finansa sarılmayı bekleyenlerin olduğu ortaya çıkıyor.


Eşitlikçi kalkınma olgusunun tartışmaları süreceğe benziyor. Bu minvalde, Başbakan Necib, fakirliğin ortadan kaldırılması, refahın yaygınlaştırılması  bağlamında Topluluk içinde ele alınan hususların 3-5 Aralık tarihlerined Bali’de düzenlenecek Dünya Ticaret Organizasyonu Bakanlar Konferansı’nda da ele alınmasına çalışacaklarını söylüyordu. Ayrıca, Necib’in bu hususun, Birleşmiş Milletler (BM) nezdinde önemli bir rol oynayabileceği konusundaki ‘cesurane’ talebi kabul görmüş gözüküyor. Bu minvalde, Birliğe üye ülke Maliye Bakanları önümüzdeki yıl biraraya gelerek BM’de görüşülecek 2015 Sonrası Kalkınma Gündemi’ne bir tasarı sunmaları bekleniyor.

19 Kasım 2013 Salı

Filipinler’de Afet ve Sonrasında Yaşananlar / Disaster and Its Aftermath in the Phillipines

Mehmet Özay                                                                                                                 18 Kasım 2013

Filipinler’deki doğal afet bir kez daha Güneydoğu Asya’yı dünya gündemine taşıdı. 8 Kasım günü ülkenin orta bölgelerinde Samar ve Leyte Eyaletleri’ni vuran Haiyan Tayfunu 7 ilâ 13 milyon arasında kişinin yaşamını etkilediği ileri sürülüyor. Özellikle Tacloban şehrinde etkili olan tayfundan etkilenenler, günlerce ‘acil yardımların’ kendilerini ulaşmasını beklerken, hükümet ve Birleşmiş Milletler arasında felâketin boyutları konusunda görüş ayrılıkları gündeme damgasını vurdu. Bu durumun, hükümet ve BM’nin çalışmalarının güvenilirliğine gölge düşürdüğüne kuşku yok. Tüm bu hususlar doğal afetler karşısında hazırlıksız yakalanmanın bir örneğinin daha ortaya çıkması kadar, hemen sonrasında ilk yardım faaliyetlerinde ciddi aksaklıkların yaşanması ilgili ülke yönetimlerinin ve yardım kuruluşlarının yeni stratejiler geliştirmelerini zorunlu kılıyor.

Bu noktada, bazı istatistiki bilgileri gündeme getirmekte fayda var. Ölü sayısı konusunda Birleşmiş Milletler ve Filipinler Hükümeti’nin birbiriyle çelişen rakamlar gündeme getirdiklerini söylemiştik. Bu bağlamda, BM İnsani Yardım Koordinasyonu (OCHA) yetkilileri sahadaki çalışanlarından aldıkları bilgilere göre geçen Cuma günü yaptıkları açıklamalarda ölü sayısı tahmini olarak 10.000 olarak veriyordu. Filipinler Hükümeti’nin oluşturduğu olağanüstü kriz masası ise bu sayının 2360 civarında olduğunu ileri sürüyor. Devlet Başkanı Benigno Aquino da yaptığı açıklamada ölü rakamlarını 2500 olarak vermişti. Aynı günlerde hükümet yetkilileri 1140 kişinin de kayıp olduğunu ilân ediyordu. Filipinler yönetimi ile BM’nin ölü sayısı konusundaki çelişkili açıklamaları üst düzey bir polis memurunun görevden alınmasına kadar vardı. Söz konusu polis memuru, hükümet kaynakları yerine, BM kaynaklarından hareketle açıklamada bulunması onu görevinden etti.

Öte yandan, 500.000 kişinin evsiz kaldığının açıklanması, kısa ve orta vadede yardım çalışmalarının gıda ve ilaç dağıtımının dışında hangi boyutlarda seyretmesi gerektiğini de ortaya koyuyor. Ancak temel yardım çabalarının bile mağdurlara ulaştırılmasında önemli sıkıntılar yaşandığı dikkate alındığında, yarım milyon insanı yeniden hayata bağlayacak ve toplumsal yaşamlarına geri döndürecek sürecin ne kadar uzun olacağını kestirmek güç.

Adalar ülkesi Filipinlerin orta kesimlerini vuran Haiyan Tayfunu akıllara 2004 yılında Açe, 2011 yılında da Japonya’yı vuran tsunamileri akla getirdi. Aradan geçen yaklaşık on güne rağmen, felâket sonrası yardım faaliyetlerinde önemli derecede aksamalar yaşanması gündemde yer etti ve etmeye devam ediyor. Neredeyse her büyük felâkette yaşandığı üzere, mağdurların getirilen yardımlara ulaşmak için bölgedeki havalimanlarından başlayarak kaotik görüntüler ortaya çıktı. Öyle ki, kimi yerlerde yardım malzemeleri taşıyan ekiplere açlık ve susuzluğun neden olduğu psikolojiyinin de etkisiyle şiddete varan boyutlarda vak’aların yaşanması resmi makamların ve yardım kuruluşlarının çalışmalarında yeni stratejiler geliştirmelerini zorunlu kılıyor. Bu durum, sadece yardımları organize eden kurumlarda çalışanları değil, mağdurlar arasında güçlüler karşısında zayıf konumda bulununların güvenliğini de yakından etkiliyor.

Güneydoğu ve Doğu Asya’da uzanan adaları ve sahillerini etkisi altına alan muson yağmurları ve bu döneme denk gelen kasırga ve tayfunlar aslında yeni değil. Bu anlamda Filipinleri etkisi altına alan tayfun bir sürpiz olmadığı gibi, yakın geçmişte bölgede yaşanan benzer felâketlerden de ders çıkartılmadığı yönünde ciddi kaygılar var. Bu noktada, mağdurların uzun süre yardım alamamaları, hava ulaşım desteğinin yeterince gündeme getirilmediğini ortaya koyuyor. Daha dün bile uluslararası yayın yapan televizyon kanallarının bölgedeki muhabirleri kitlelerin hâlâ ‘aç ve susuzluğundan’ bahsediyor. Kimi ülkeler kısa sürede yardım ekiplerini ve malzemeleri başkent Manila’ya taşısa da, merkezden felâket bölgesine ulaşmak için yeterli alt yapının olmaması bölgedeki mağduriyeti daha da artırıyor. Bu süreçte bir diğer çarpıcı sorun ise güvenlik konusundaki zaafiyetin neden olduğu yağma ve şiddet. Bu husus örneğin, güçlünün zayıfı ezmesinden tutun da, soygun ve katl ile sonuçlanan vak’alar şeklinde farklı derecelerde gündeme geliyor.

Doğal afetten etkilenen yüzbinlerce kişi hayata tutunma süreci yaşarken, yardımlar konusundaki girişimler uluslararası ilişkiler boyutunda da ele alınmaya başlandı. Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgedeki, özellikle Japonya’nın Okinava askeri üssünden hareket eden deniz piyadeleri felâket bölgesine kısa sürede ulaşmasına rağmen, Çin’in yardım konusunda çekimser bir tutum takınması gündeme getirilen konular arasındaydı. Amerika’nın eski kolonisi Filipinler’de uzun yıllar sahip olduğu deniz üslerine yönelik eleştiriler ve halkın tepkisine rağmen, felâket sonrasında bölgede ilk yardım çalışmalarını gerçekleştirmesi Amerika’nın bu tip durumlarda izlediği ulusal politikası olarak değerlendirmek gerekir. Kimi gözlemciler 2004 yılında yaşanan tsunami sonrasında ABD deniz ve hava kuvvetlerinin Açe’ye yardımının Endonezya ile ilişkilerin yeniden rayına oturmasında önemli bir işlev gördüğünü hatırlatarak, benzer bir sürecin Filipinlerle ilişkiler de gerçekleşebileceğine dikkat çekiyorlar. 

Bu süreçte dikkat çeken yardım çabalarından biri de, Manila’daki kimi ülke büyükelçiliklerinin faaliyetleriydi. Ancak bu gelişmelerde dikkat çeken bir yön ise ASEAN’la ilgili. Siyasi ve ekonomik ilişkileri geliştirme konusunda önemli çabalara imza atan Birlik, bölgeyi sık sıkziyaret eden doğal afetler karşısında bugüne kadar tutarlı birpolitika izlemiş değil. Bu durum, ne yazık ki, Haiyan Tayfunu’nun neden olduğu felâket sonrasında da gözlemlendi. ASEAN üyeleri arasında Malezya ve Endonezya kimi devlet ve sivil kurumlar vasıtasıyla yardıma yönelik çabalar içine girse de, ASEAN’ın bu tip gelişmeler karşısında herhangi bir hazırlığının olmadığı dikkat çekiyor. Son dönemde, ASEANlılık olgusunu dillendiren yetkililerin üye ülke halkları arasındaki sosyal ve kültürel bağları geliştirme konusundaki söylemlerinin tam da karşılık bulması beklenen deprem, tayfun gibi doğal afetler bağlamında gerekli araçları harekete geçirme konusunda henüz adım at(a)madıklarını gözleniyor.


12 Kasım 2013 Salı

Tayland’da Af Tartışmaları / The Issue of Amnesty in Thailand

Mehmet Özay                                                                                                                  12 Kasım 2013

Tayland’da bir süredir durulmuş görülen iç politikadaki çatışma geçenlerde gündeme gelen Af Yasası tartışmalarıyla yeniden nüksetti. Aslında bu gelişme, son onbeş yıla damgasını vuran monarşi yanlıları ile sivil yönetimin temsilcisi olduğu iddiasındaki eski Başbakan ve Pheu Thai Partisi’nin perde arkasındaki lideri Thaksin Shinawatra arasındaki mücadelinin son halkasını teşkil ediyor.

Gündeme gelen Af Yasası’nın ne anlama geldiğini anlamak için yakın geçmişe bakmakta fayda var. Bangkok çevrelerinde önce iş dünyasında olağanüstü bir yer edinen ve ardından ekonomik varsıllığını siyasi güce devşirmeyi başaran Thaksin 2000 yılında Pheu Thai Partisi’nin lideri olarak Başbakanlık koltuğuna oturmuştu. Bu süreç, bir anlamda darbeler ülkesi olarak da adlandırılan Tayland’da sivil yönetime geçişin adı olarak ülke siyasi tarihinde yerini aldı. Bununla birlikte, bu yeni yönetim, ülke idaresine talip olmuş veya yönetim süreçlerinde büyük ölçüde söz sahibi olmuş saray ve çevresi, elitler, ordu gibi kökleşmiş siyasi yapılar karşısında, toplumun orta sınıflarının yanı sıra belki de bundan daha da öte kırsalda yaşayan sosyo-ekonomik anlamda geri kalmış kesimlerini de içine alan bir sivil yönelim olarak ortaya çıkmıştı. Thaksin’in Bangkok siyaset çevrelerindeki yeniden yapılandırma çabaları kadar Patani bölgesinde izlediği strateji merkez güçler arasında giderek huzursuzluğun kaynağı haline geldi.

Bunun sonucu olarak, Thaksin monarşi yanlılarının darbe girişimiyle 2006 yılında iktidarını yitirdi. Bu gelişme, bir tür intikam sürecine evrilmesinin ardından, siyasi gücünü kötüye kullandığı gerekçesiyle hakkında açılan davanın hapisle cezalandırılacağı ihtimali üzeine 2008 yılında ülkeyi terk eden Thaksin’in siyasi mirasını devralan kızkardeşi Yingluck Shinawatra 2011 seçimlerinde iktidara gelmeyi başardı. Bu bir anlamda, Thaksin’in gölgesinin Bangkok siyaseti üzerinde heyula gibi dolaştığının da bir ifadesiydi. Bunu, Başbakan Yingluck’un siyasetin içinden değil, aksine bir iş kadını olmasında ve Başbakan’ın en yakın danışmanlarının Thaksin hükümetinde görev almış siyasetçiler olmasında görmek mümkün.

Öte yandan, yaklaşık üç yıldır iktidarda olan Phue Thai Partisi’nin Dubai’de yaşayan Thaksin tarafından yönlendirildiğine dair görüşler medyada geniş yer buluyor. İşte bu süreç, mevcut hükümet maharatiyle Thaksin’in ülkeye dönmesini sağlayacak yasal koşulların sağlanmasıyla sonuçlanacağına dair öngörülerin sürekli  gündeme gelmesine neden oluyordu. Bunun en son açılımı ise Af Yasası oldu.

Bu bağlamda, Thaksin’in iktidarının ikinci döneminde, yani 2006 yılında monarşi-asker koalisyonu müdahalesiyle iktidardan indirilmesiyle ortaya çıkan hesaplaşma bugün kendini bir başka şekilde ortaya koyuyor. Başbakan ve Thaksin’in kızkardeşi Yingluck Shinawatra, genel Af Yasası hazırlıklarının toplumdaki siyasi kutuplaşmayı sona erdirmeyi amaçladığını dile getiriyordu. Bu süreçte Yingluck, bu yasa tasarısının kabul edilmesi konusunda yaptığı yorumda, yakın geçmişte yaşananlardan ders çıkartılması ve bağışlamayı öğrenmenin ülkeyi ileri götüreceğini ileri sürüyordu. Ancak daha yasa hazırlıkları sırasında parlamento binası dışında yapılan gösteriler kutuplaşmanın sona erdirilmesi bir yana, bundan kırk yıl önceki yani 1973’deki dev gösterilerin ipuçlarını vermesiyle ülkede yeni bir kaosun habercisiydi.

Bu çatışma sürecinde ‘Af Yasası’ çalışmalarının nasıl bir sürece yayıldığına da  bakmakta yarar var. 2010 yılında Thaksin yanlısı gösterilerde yani Kırmızı Tişörtlüler’den doksanı aşkın göstericinin ölmesinden dönemin Başbakanı ve Demokrat Parti başkanı Abhisit Vejjajiva sorumlu tutuluyordu. Abhisit’i yargıya götürecek süreç nihayet Ekim ayının son günlerinde netlik kazandı. İlk etapta bakıldığında, mevcut hükümet ve Başbakan Yingluck’ın muhalefet liderini köşeye sıkıştırması anlamına geliyordu bu yargı kararı. Tabii Abhisit özelinde, monarşi ve ordu çevrelerine karşı verilmiş açık bir mesaj olduğuna da şüphe yok.

Söz konusu bu Af  Yasası son on yılda, yani 2000’li yılların başından itibaren siyasi yasaklıların özgürlüklerine kavuşmalarını sağlamaya yönelikti. İki gün süren yoğun tartışmalar sonucu muhalefetteki Demokrat Parti’ye mensup milletvekillerinin yasa tasarısını protesto amacıyla meclisi terk etmeleri sonucu yapılan oylamada 310 oyla yasa tasarısı kabul edildi. Yasanın geçmesinde parlamentoda 500 sandalyeden 252’sini elinde bulunduran iktidardaki Phue Thai Partisi kadar, bu partiye destek veren diğer altı siyasi partinin de katkısı dikkate alınmalı. Başbakan Yingluck, Af Yasası’nın gündeme getirilmesiyle başlayan tartışmalarda ve parlamentoda kabulü sonrasında bu süreci ülkede sivil barışın yeniden tesisi olarak yorumluyordu. Af Yasası girişimi, 2011 seçimlerindeki başarısının ardından mevcut hükümetin Thaksin’i ‘aklamaya’ yönelik bir çaba içine gireceği yönünde beklentilerin son örneğini teşkil ediyor.

Aslında Af Yasası’nın iktidar partisi milletvekillerinin önergeleriyle gündeme getirilme tarihine göz atmakta fayda var. Bu Yasası’nın mecliste tartışılmasından günler önce eski Başbakan ve Demokrat Parti Başkanı Abhisit’in 2010 yılındaki şiddet olaylarından sorumlu tutularak yargılanmasına karar verilmesinin akabinde gelmesi önemliydi. Söz konusu bu Af Yasası’nın, 2010 yılında iktidardaki Demokrat Parti döneminde yaşanan şiddet olaylarından aralarında dönemin o günkü Başbaşakan’ı Abhisit’in de bulunduğu tüm sorumluların bağışlanmasını içermesi aslında bir tür ‘siyasi rüşvet’ olarak da yorumlanıyor. Buna rağmen, parlamentodaki görüşmelerde Demokrat Parti yasaya destek vermeye yanaşmadı.

Bu gelişmeler, Thaksin faktörünün ülke siyasetindeki belirleyiciliğinin bir kanıtı olduğuna kuşku yok. Mevcut hükümetin muhalefet lideri Abhisit’i de içine alacak geniş bir af yasası hazırlamak suretiyle bir anlamda sürgündeki Thaksin’in de ülkeye dönmesinin yolunu açma çabasında ortaya çıkıyor. Bu süreç, bir yandan da muhalefet liderine yöneltilen havuç/sopa ikilemini hatırlatarak onu çözümsüzlükle karşı karşıya bırakmayı hedefliyordu. Ancak ne olduysa, gerek parlamento’da 1 Kasım’da kabul edilen Af Yasası görüşmeleri sırasında ve gerekse sonrasındaki Sarı Tişörtlüler, yani monarşi ve demokrasi partisi yanlılarınının gösterileri ve muhalefetin yoğun baskısı Başbakan Yingluck’ı geri adım atmaya itti. Peki Başbakan Yingluck ve hükümetin Thaksin’e siyasi özgürlüğünü verme konusunda çabaları sona erdi denilebilir mi? Yukarıda kısmen değinildiği üzere, Thaksin’in partiyi hâlâ yönlendirici konumunda oluşu, ülke politikalarına yön verişi dikkate alındığında bu sürecin henüz bitmediği anlaşılıyor.

Tüm bu gelişmeler, Tayland siyasetinde var olan güç unsurlarının mücadelesinin bugün Thaksin Shinawatra üzerinden yürütüldüğünü açık seçik ortaya koyuyor. Önümüzdeki dönem bir yandan Thaksin’e siyasi özgürlüğünü bahşetme ve öte yandan da monarşi yanlılarının muhalefetine tanık olunmaya devam edeceğinin ipuçları olarak okunabilir.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=280015

8 Kasım 2013 Cuma

Çin Komünist Partisi’nin tarihi toplantısı / A Historical Convention of Chinese Communist Party

Mehmet Özay                                                                                                                   7 Kasım 2013

Çin’de Komünist Partisi’nin 18. Genel Kurulu 9-12 Kasım günlerinde Beijing’de yapılıyor. Bu Genel Kurul toplantısı, ülkenin tek ve iktidarı oluşturan siyasi partisinin tarihinde önemli bir döneme denk gelmesiyle dikkat çekiyor. Bu gelişme, aynı zamanda Xi Jinping başkanlığındaki Çin yönetiminin kapitalist dünyanın taleplerine yaklaşımının sınanacağı bir sürece de işaret ediyor. Aslında söz konusu bu yeni dönem, sadece Xi Jinping’in değil, onunla birlikte üst düzey yönetimin Çin Halk Cumhuriyeti’nin yönetimini bu yılın başlarında devralmasıyla yakından ilintili.

Jinping’in, daha başkanlık makamına atanmadan önce gerçekleştirdiği ABD gezisi, başta bölge ülkeleri olmak üzere Çin’in rakibi konumundaki ABD’ye verilen açık bir mesajdı. Bu mesaj, hiç kuşku yok ki, yeni dönemde Çin’in açılım politikalarının sembolik bir ifadesiydi. Bunu güçlü kılan bir diğer sembolik edim ise, Devlet Başkanlığı’na resmen atanmasının ardından ‘Kültürel Devrim’in icracısı Mao Zedong’un değil de, Çin’i uluslararası ekonomiye ‘odaklayan’ Deng Xiaoping’in mezarını ziyaretiydi. Öyle ki, Singapur’un kurucu babası Lee Kuan Yew’un “Çin’in komünistlikle falan alâkasının olmadığı” görüşünü serdetmesine neden olan Xiaoping marifetiyle 1980’lerde başlatılan ve Çin’in devlet kontrolünde Batı ekonomi sistemine eklemlenmesi sürecidir. Bu nedenledir ki, Çin ‘iki sistemli bir devlet’ olarak anılmayı hak etmektedir.

Önümüzdeki Cumartesi günü başlayacak ve dört gün sürecek tarihi Kongre’de gözler alınacak yeni kararlarda olacak. Bu bağlamda son dönemdeki haberlere kulak kabarttığımızda, Kongre’de ana gündemi oluşturacak değişim söylemi ekonomi ve finans sektörünü ilgilendiren kararlardan ibaret olmayacak. Zaten bir süredir önemli değişimlere konu olan Çin toplumunun orta sınıflaşma eğilimlerini tecrübe eden tabakalarının taleplerini de dikkate alarak çeşitli alanlarda yeniden yapılaşmanın yolunun açılacağı öngörülüyor. Tabii bu çerçevede ülkenin hızla kalkınmakta olan bölgelerindeki gelişmeleri şimdilik izlemekle yetinen iç ve batı bölgelerinde yaşayan halkın süreçte nasıl bir tepki vereceği de merak konusu. Şimdiden bu görece memnuniyetsiz kitleyi de ‘kalkınma’ süreçlerine dahil edecek düzenlemelere gidileceği yönünde ifadeler rastlamak da mümkün. 

Bu anlamda, önümüzdeki dönemde, toplumsal yapının siyasi, kültürel ve sosyal alanlarında da tedrici bir şekilde yeniden yapılaşmaya tanık olunacak. Hatta ve hatta Çin’in endüstrileşme süreçlerindeki ‘agresif’ politikalarının neden olduğu ve Batı’nın öncülük ettiği post-modern dünyanın karşı karşıya kaldığı ‘sürdürülebilir’ bir kalkınmaya atıf yapan ‘doğa ile barışık’ süreçlerdeki kırılmalar bağlamında ekolojik boyut da şu veya bu süreçte yeniden yapılanmadan payını alacak. Bu noktada, hızlı endüstrileşme ve şehirleşmeye koşut olarak büyük şehirleri saran yoğun hava kirliliğinin son dönemde uluslararası basında giderek daha çok yer almaya başladığını hatırlanabilir. Bu durum, kendini ‘maddi gelişmeye’ endesklemiş devasa ülke Çin’in çevre sorunlarına giderek daha fazla maruz kalacağını ve bu noktada halkın kalkınmaya rağmen, yöneticilerden alternatif politika taleplerinde bulunacağını ve bu bağlamda bir dizi sivil hareketlerin gündeme geleceğini düşünmek pek de uzak bir ihtimal olmayacaktır.

Hafta sonu yapılacak Kongre’de bu sefer ‘açılımın’ sadece ekonomi alanıyla sınırlı olmayıp, zaten bir süredir önemli değişimlere konu olan Çin toplumunun orta sınıflaşma eğilimlerini tecrübe eden tabakalarının taleplerini de dikkate alarak yeniden yapılanmanın yolunu açacağı öngörülüyor. Aslında Mao Zeo’un Kültür Devrimi’nden kısa bir süre sonra, özellikle ekonomi alanında açmazlarla karşı karşıya kalındığını gören Deng Xiaoping’in çareyi ekonomi de ‘açılımda’ bulmuştu. Bu değişim süreci, Lee Kuan Yew’un son çıkan eserinde de dile getirdiği üzere Çin’i Sovyetler Birliği’nin maruz kaldığı akibetten kendini kurtarması anlamı taşıyordu.

Yukarıda kısaca değindiğimiz üzere, Jinping’in Amerika gezisinin ve akabinde verilen mesajların Çin’in bir dizi ekonomik ve toplumsal değişimlerle bağlantılı olarak yeni bir döneme girdiği izlenimi veriyordu. Çin’in ekonomik anlamda geçen otuz yılda gerçekleştirdiği büyümenin, son dönemde ekonomik durgunluğa evrilmesi ilgili çevrelerce “dengesiz büyüme” olarak yorumlanıyordu. Bunun anlamı, küresel ekonomiye hükmeden Batılı ülkelerce, Çin’in ekonomi politikalarını acilen gözden geçirmesi yönünde görüşlerin ortaya atılmasına yol açmıştı. Batı’dan gelen bu ‘baskılar’a karşı, ülke içinde de, özellikle hızlı kalkınmanın model şehirleri olarak karşımıza çıkan ülkenin doğu bölgesindeki Beijing, Shangay, Guanghou, Nanjing gibi şehirlerindeki orta sınıflaşmanın toplumsal talepler noktasında katalizör işlevi gördüğü iddia edilebilir.

Neredeyse son bir yıl içerisinde yaşanan hızlı değişimler Parti Kongresi’nde ülkenin geleceğine yön verecek yeni rotanın belirlenmesi şeklinde karşılığını bulacak. Başbakan Li Keqiang’ın geçen Eylül ayında Dünya Bankası başkanıyla yaptığı görüşmede açıkça ifade ettiği üzere ‘reform’ sürecinde ülke ekonomi politikalarına yön verecek değişiklikler nelerdir sorusunun cevabı içinde şunlar bulunduğu görülür: bugüne kadar ihracat payında kayda değer bir yeri olan düşük maliyetli imâlat sanayii çerçevesinde gerçekleştirilen üretim süreçlerinin aşılması; kalkınmada iç tüketim dinamiklerinin artırılması; özellikle finans sektöründe liberalleşmeye gidilmesi vb. tabii Başbakan Keqiang’ın Dünya Bankası’nın en üst düzey yöneticisiyle yaptığı görüşmede Çin’in yoksulluğun önüne geçilmesi, doğal çevrenin korunması ve şehirleşme süreçlerine hız verilmesi gibi alanlarda işbirliği yapılacağını açıklaması günümüz Çin yönetiminin Xiaoping’in izinden gittiğinin bir başka göstergesini teşkil ediyor.

Bununla birlikte, ülkenin ekonomide liberal, sosyal politikalarda ‘Çin değerlerine’ dayalı yapılaşmasının toplumda farklı yankılar bulduğuna kuşku yok. Bu konuda görüşlerini paylaşan Fudan Üniversitesi’nden bir akademisyen, ekonomideki yavaşlamanın yönetim ve toplum kesimleri arasında gerginliğe yol açtığına dikkat çekiyor. Bunun neticesi olarak neredeyse her gün nükseden toplumsal sorunların ülke yönetim kadrolarının meşruiyetinin sorgulanmasını gündeme getiriyor.

Peki Çin halkının -en azından bir bölümünün sosyo-ekonomik statülerindeki değişimlerin yansıması olarak karşılığını siyasi yapıya yansıtmasının Çin’in etnik azınlıklarına nasıl bir etkisi olacak? Bu noktada, özellikle Çin’in Batı bölgesinde yaşam süren Uygurlara ve Tibetlilere yönelik karşılığının ne olacağı da merak konusu. Çin’in kalkınmada öncelik tanınan bölge ve şehirlerindeki toplum kesimlerinin bireysel ve sivil özgürlüklerle tanışmalarının ülkenin etnik mozayiğini keşfetmelerine olanak tanıyacak mı? Yeni açılım politikaları bağlamında bu ve benzeri sorular önümüzdeki dönemde dikkatle izleneceğine kuşku yok.


6 Kasım 2013 Çarşamba

Bengaldeş Seçimleri ve Bölge Dengeleri / Elections in Bangladesh and Regional Balances

Mehmet Özay                                                                                                                    31 Ekim 2013


Güneydoğu Asya’nın eko-stratejik önemi giderek artarken, sadece bölge ülkelerindeki toplumsal ve siyasal gelişmelerin değil, aynı zamanda yakın çevresindeki ülkelerin içinde geçmekte olduğu süreçlerde ASEAN’ı etkiliyor. Bu bağlamda Bengaldeş’te yeni yılın başlarında yapılması plânlanan genel seçimler öncesindeki iktidar ve muhalefet ilişkisinde giderek ivme kazanan ‘sertlik’ yanlısı gelişmeler kaygı uyandırıyor. Bengaldeş’de son dönem iktidardaki Halkçı Parti’nin seçimlerde muhalefetin olası bir başarısını engellemek amacıyla muhalefetteki Cemaat-i İslami liderlerine yönelik suçlamaları gündeme geldi. Ancak bu suçlamalarda garip olan husus, söz konusu liderlerin ülkenin 1971 yılındaki bağımsızlık sürecindeki adına soykırım denilen süreçlerle ilintilendirilmesidir. Başkent Dakka’da 2009 yılında kurulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi marifetiyle Cemaat-i İslami’nin önde gelen liderlerinin Pakistan’la ayrılma sürecinde Bengaldeşlilere yönelik şiddet olaylarındaki iddialara dayanıyor.

Öte yandan, Şeyh Hasina liderliğindeki Halkçı Parti’nin (Awami League) bir diğer uygulaması ise, seçim öncesinde mevcut hükümet yerine geçici hükümetin görev alması konusundaki talepleri de göz ardı etmesi. İktidarın birkaç yıl önce yasalarda yaptığı değişiklikle seçimler öncesinde geçici hükümet uygulamasına son vermesi seçim tarihi yaklaştıkça muhalefet tarafından sokak gösterileriyle tepkisine yol açıyor. Ancak hükümet geri adım atmak bir yana, bu gösterileri de yasaklayarak tepkisini ortaya kokuyor. Bu süreçte, Şeyh Hasina’nın elini güçlendiren hiç kuşku yok ki, 350 sandalyeli parlamento’da 262 milletvekilliğine sahip olması. Bu sorun iktidar/muhalefet çekişmesinin sona ermeyeceği, dün Bengaldeş Ulusal Partisi komitesince önümüzdeki hafta üç gün boyunca gösteriler düzenlenmesi kararıyla ortaya çıkıyor.

Bu süreçte Cemaat-i İslami nasıl bir rol oynayabilir? Cemaat-i İslami’nin önemli bir siyasi hareket olduğu dikkate alınmakla birlikte, yakın gelecekteki seçimlerde iktidara oynama gibi bir şansının olduğunu düşünmek güç. Bununla birlikte, gözlemcilerin ortak kaanati, muhalefetin bir diğer önemli siyasi hareketi 18 partiden ittifakından müteşekkil Bengaldeş Ulusal Partisi’nin Cemaat-i İslami ile koalisyon ihtimalinin mevcut iktidarı sona erdirebileceği yönündedir. Yukarıda zikredilen mahkeme ve cezaların ardından, hükümetin Cemaat-i İslami’ye yönelik bir seçim ‘süprizi’ yapıp partiyi seçimlere girmekten men edebileceği de konuşulan konular arasında. Şayet hükümetin böyle bir karar alması halinde zaten meydanları doldurmuş olan kalabalıkların giderek şiddet sarmalına dönüşmesinde katalizör işlevi görecektir.

Bununla birlikte, burada üzerinde durulması gereken husus, yoksulluk ve fakirlikle mündemiç olan Bengaldeş toplumunun barış ve istikrarına vurulan darbenin yanı sıra, Bengaldeş’in bir yanda Myanmar (Burma) öte yanda Hindistan ile olan ilişkilerine yansımalarıdır. Dolayısıyla mevcut hükümetin bu siyasi yapıya yönelik kampanyasını, sadece ülke içi siyaset dengeleri ile açıklamak mümkün değil. Örneğin, Bengaldeş yönetiminin Hindistan’la ‘dirsek teması’nda olması bu anlamda dikkat çekiyor. Bu noktada, İslami hareketlere yönelik küresel manipülasyonların da Cemaat-i İslami’ye yönelik karalama kampanyalarında etkisi olduğunu düşünmemek mümkün değil. Bu dengelerin kuşkusuz ki bir yanında da, Bengaldeş ile Myanmar arasında sınırı teşkil eden Arakan Eyaleti’nde olup bitenlerin de bir rolü olduğu aşikâr. Özellikle, son birkaç yılda giderek artan bir şekilde dünya basınında yer tutan Arakanlı Müslümanların dramının azımsanmayacak bir bölümünün Bendaldeş sınırları içerisinde sürmesi bu anlamda dikkat çekici. Arakanlı mültecilerin insani ve sosyal yardımlar noktasında Bengaldeş hükümetinden arzu edilen yardımların alınamaması kadar, hükümetin Arakanlılar sorununu ‘güvenlik’ meselesine indirgeyerek gerektiğinde şiddet sınırları içerisinde değerlendirilebilecek tedbirlere başvurmaya sevk ediyor. Halk Partisi’nin Arakanlılar sorununu seçim sürecinde ülkenin güvenliği bağlamında iç siyaset malzemesi yapacağına kuşku yok.

Bu gelişmelerin ölüm ile kalım arasındaki sınırı teşkil eden Naf Nehri’nin öte yakasına  geçmekle geçmemek ve oraya ulaşanlar açısından da hayattan ne gibi beklentileri olduğu sorularını akla getiriyor. Arakanlılar üzerindeki yansıması ise hiç kuşku yok ki, bu kitle içerisinde umutların Bengaldeşte bir hükümet değişimine bağlandığı konusunda yaygın kanaat olduğunu ortaya koyuyor. Tabii bu devasa mülteci sorununun tek başına bir hükümet maharetiyle sonuçlanacağını düşünmek de hayal. Şayet böyle bir hükümet değişikliği olması halinde, en azından Bengaldeş yönetiminin ülkedeki göçmenlere yönelik işbirliği yapmayı arzulayan uluslararası çevrelere kapılarını açacağı umudunu doğuruyor.

Myanmar’da bugüne kadar Arakanlıları içine alacak kapsamlı bir reform çabalarına tanık olunmaması, Bengaldeşte sürgit devam eden yoksulluğa ilâve olarak ‘Arakanlı Mültecilerin’ güvenlikle ilgili bir soruna indirgenmesi, her iki coğrafyadan insan akınının yönünün Güneydoğu Asya’nın görece refah içerisindeki ülkelerine göçü zorunlu kılıyor. Bu anlamda son dönemde mülteci akınlarında bir azalma olmak yerine, yön değiştirdiği gözlemleniyor. Özellikle Tayland ve Malezya’nın içinde olduğu kara yoluyla göç yolunun insan tacirlerinin iştahını kabartıyor. Bengaldeş’te yaşanacak siyasi krizin yanı başındaki Myanmar hükümetinin Arakanlılara karşı elini güçlendireceği gibi, bu halkın bölgenin diğer ülkelerine yönelik göç akınlarının süreceğini ortaya koyuyor.


Lee Kuan Yew’un Dünya Algısı / Lee Kuan Yew and ‘His World’

Mehmet Özay                                                                                                                    6 Kasım 2013
Lee Kuan Yew’un adının geçtiği her eserin merak uyandırdığını düşünürüm. Kuala Lumpur’da bir Japon ‘yatırımı’ olan en kapsamlı ‘kitapçı dükkânı’ “kinokunia”da “Bir Adam’ın Dünya Görüşü” başlığını taşıyan eserini gördüğümde de aynı meraka kapıldım. Bir solukta okunacak kitaplardan biri olduğuna hiç kuşkum yoktu. Öyle de oldu...

Eser, 2013 basım ve ‘Strait Times Yayınları’ arasından çıkmış. Çalışmayı nasıl bir kategoriye yerleştirsek acaba. Çünkü emekli bir devlet adamının anı kitabı diyemiyoruz. Ne de bir devlet adamıyla yapılmış röportaj olarak adlandırılmayı hak ediyor. Her ikisi birden... 

Eserin başlığı bana, yaşı doksanbeşe varmış Lee’nin bir ayağı ‘çukurda’ olmasından ve biraz da naifce bir duyguyla ‘manevi’ eğilimleri ve ‘öte dünya’ ile kurduğu temasa dair görüşlerini okuyacağım izlenimi uyandırdı ilk etapta. Ancak eserin daha ilk sayfasından itibaren bu ‘yaşlı kurt’un genel anlamıyla devlet teşekkülü, idaresi, ekonomisi, kalkınması -veya kalkınamaması- gibi fenomenlerden hareketle çevresinde örülü ‘dünya’ya tanıklığını katı bir gerçeklikle ortaya koyuşuyla karşılaşıyoruz.

‘Çevresi’ ve ‘tanıklığı’ derken, sadece kurucusu değil her şeyi olduğu Singapur denilen Ada’yı teşkil eden birkaç yüz kilometrekarelik toprak parçası anlaşılmamalı. Lee’nin tanıklığı hiç kuşku yok ki, çok daha geniş bir coğrafyayı içine alıyor. Tıpkı eserin başlığında ifade edildiği üzere... Bir de kitapla ilgili görüşüne başvurulan şahısların kimliklerinde... Kim mi bunlar? Henry A Kissinger, Helmut Schmidt, Lee Myung Bak (Güney Kore Devlet Başkanı,2008-2013), George Schultz, Lord Carrington, Daim Zainuddin (Malezya eski Maliye Bakanı)... Hepsi de dönemlerinde ülkelerinde ya da çok daha geniş anlamda küresel politikalar yön vermiş kişiler. Bir anlamda Lee’nin halen hayatta olan ‘yaşıtları’...

Peki kitaba konu olan bu ‘dünya’ neresi onun zihninde ve tecrübesinde? Bu bağlamda, Ada’nın (Singapur) modern evrilme dönemi diyebileceğimiz kuruluşundan, yani bundan iki yüzyıl öncesinden başlamak gerekir. öyle ki, bu Ada ülkesi, iki yüz yıl öncesinden başlayan macerasından bugüne sadece Doğu ve Batı arasında değil, Güneydoğu Asya Müslüman Malay dünyasıyla Kuzey’de kalan, ancak Batı uluslararası ilişkileri tasarımına göre okunduğunda ‘Doğu Asya’ denilen topraklarla kurulan ilişkideki “aktarma organı” işlevinden bağımsız değerlendirilemez. Lee’nin payına düşense, neredeyse bu iki yüzyıllık sürecin biraz da abartma payımızı kullanarak söylersek yarısına yakınını teşkil ediyor.

Biyolojik olarak dünyada bulunduğu 95 yıllık süreye karşılık, bunun yaklaşık 70 yılını aktif ve yönlendirici pozisyonunda olduğu dikkate alındığında -ki kendisi 50 yılının devleti yönetmekle geçtiğini belirtir (s. 9), Lee’nin ‘dünya’dan kastı içinden neşet ettiği İngiliz Krallığı ve yanı başındaki Malaya’dan başlar ve bir ucunda Çin ve Japonya öteki ucunda ABD’nin olduğu tam tamına bir ‘dünyayı’ kuşatır. Biri öncekine devredilemeyecek dinamik ve pek çok siyasi ve sosyal yapılaşmanın eklemlendiği bir dünyadır Lee’nin içinde yaşadığı. Lee bu bağlamda ‘dünya’ya dair görüşlerini ortaya koyarken, hangi gerçekliğin tam da ortasına oturmuş toplumsal ve siyasal güçlerin etkin olduğundan hareket ediyor hiç kuşku yok ki.

Tam da bu noktada, giriş cümlelerinde dile getirdiğimiz üzere, Lee’den yaşından, kökleri ile bağlantısı ne kadar sağlıklı geliştiği problemli de olsa Çin gibi kadim bir medeniyetten gelmesinden, kanı bir türlü ısınmamakla birlikte her daim gözünün önünde varlığı sürekli tekrarlanan Malay gerçekliğinden hareketle bu 348 sayfalık eserinde bir ‘manevi duyuş’ ve ‘tecrübe’ aktarımı bulamıyoruz. Aksine Lee, progresif/kalkınmacı felsefenin nasıl mücessem kılınacağını ‘şek ve şüpheye’ yer bırakmayacak denli ortaya koymuş bir lider olarak maddi hayatı şekillendiren olaylar dizisine dair hiper-rasyonel, keskin, inatçı görüşlerini serdetmekle kalmıyor, yakın geleceğe dair projeksiyonlarla Ada’dan başlayarak dünya devlerinin ahvaline dair görüşlerini ortaya koyuyor. Bunu yaparken üzerinde epeyce kafa yorduğu son derece pratik politikalar üzerinden yapıyor. Bunun bir açılımını ise, devleti idare ettiği dönemlerde Malezya’ya, Çin’e, Vietnam’a, Myanmar’a, ABD’ye vb. yönelttiği eleştirilerin ‘haklılığının’ bugün nasıl ortaya çıktığını iddia etmesinde bulmak mümkün (s. 161, 199).

Eserin odağında ne var diye sorduğumuzda karşımıza ‘toplumsal değişim’ çıktığını görürüz. Bu toplumsal, ulusal, bölgesel ve küresel siyasette yürütülen ilişkiler ağının bir yansıması olarak ortaya çıkıyor. Hiç kuşku yok ki, her boyutuyla siyasal değişimin, toplum denilen bütün içerisinde zaman ve makânda öne çıkan ‘aktörlerin’ etkileşiminin bir ürünü olduğu da bir o kadar gerçek. Bu ikisinin önünde yer alansa “yerleşik kültür”. Lee’nin tanık olduğu, yönlendirdiği, katkıda bulunduğu tüm değişim süreçlerinde şu basamaklar dikkat çekiyor: kim, hangi araçlarla ve hangi yöne doğru değişimi yönlendiriyor? Bu anlamda Lee’nin analizlerinde Çin kadar Mısır, Myanmar, Suudi Arabistan için de aynı manzara ortaya çıkıyor. Çin’in niçin bir ‘Batı tarzı demokrasi olamayacağı’, Suudi Arabistan’da rejimin niçin değişemeyeceği; Mısır’da Mursi’yle değişimin niçin gelmediği; Myanmar’da korkularıyla yaşayan ordunun değişimi ne hızda istediği; Japonya’nın nasıl bir tür ‘demografik çelişkiler’ yaşadığı; Malezya’nın görece kalkınmışlığa rağmen, ulus-devlet sınırlarında pek de hakkıyla dolaşamadığı vs. Farklılaşmış kültürel yapılaşmalarla oldukça alâkalı. 

Lee’nin dünyayı okuyuşu pasif bir etkinlik halinde ortaya çıkmıyor. Her ne kadar, zamanının tüm önemli liderleri ile teşrik-i mesaisi olmuş yaşlı bir siyasetçinin ‘anıları’ şeklinde de okunabilse de, eserde dikkat çekilen coğrafyalar ve ülkelerde olup bitenin zamanın dünkü parçasında atıl kalmamış, aksine bugünü yapılaştırmasından ve yakın geleceğe etkisinden hareketle dinamikliğine kuşku bırakmayacak bir etkileşime tanık oluyoruz. Bu bağlamda Lee’nin bu çalışmayı günümüzün iki önemli gücü ABD ve Çin üzerine bina ettiğini söyleyebiliriz. Ancak buradan hareketle Lee’nin ortaya koymak istediği küresel güç kazanımları ve çatışmalarını, son dönemde giderek daha net bir şekilde ortaya çıkan küresel yapılaşmayla sınırlandırmıyor elbette. ABD’nin Anglo-Sakson medeniyetinin temsilcisi olarak dünya sahnesine çıkışına, Çin’in ise köklü kültür yapısına temellenen bir okuma Lee’ninki. Merkeze aldığı bu iki siyasi bütünün etrafında şu veya bu şekilde dönemin şartlarına bağlı olarak yapılaşan diğer coğrafyalar ve ülkeler sıralanıyor. Bu noktada, Avrupa; Güneydoğu Asya ve Doğu Asya. Bu bölgeler içerisinde Japonya’nın, Almanya’nın ve de kendine has hususiyetleri ile Hindistan’a vurgusu kulak kabartmaya değer. Amerika’nın, 2. Dünya Savaşı’nda bir yandan Eski Kıta Avrupa’da Almanlara karşı, Pasifik’de de Japonlara karşı ‘nihai’ darbeyi indirmesi, dünya sahnesine bir güç olarak çıkışını sembolize ediyordu. Amerika’nın bu savaşta geldiği aşama, ekonomisinin ve teknolojisinin gücünü ortaya koyuyordu. Lee’nin yirminci yüzyılın ikinci yarısında savaşın mağlupları Almanya ve Japonya’nın ortaya koyduğu agresif kalkınma hamlesine değinirken, ideolojik ayrımına rağmen, Çin’in Deng Xiaoping döneminde ‘çıkışı olmayan bir yola girdiğini’ fark etmesiyle soluğu Batı eko-politilarında alışı üzerinde durur. Lee tam da burada, Xiaoping’e 1978 yılında Singapur ziyareti sırasında verdiği bir ‘aklı’ hatırlatır. “Harika bir şehir yaratmışsınız” cevabı karşısında Lee, “Biz bunu Güney Çin’den gelen topraksız Çinliler olarak yaptık. Siz daha iyisini yapabilirsiniz. Bilim adamlarınız, mühendisleriniz var...”  Akabinde aradan pek fazla zaman geçmeden Xiaoping’in bürakrasiye ‘bir emir hüviyetinde’ verdiği ‘açılım söylemi içerisinde “Singapur’dan öğrenin” cümlesi elbette ki Lee’nin tebessümle hatırladığı bir anı olmuştur (s. 30). Tabii, ‘hikâye’ bu kadar da basit değil aslında... Bu topraksız Çinli köylüleri kimin eğittiği ve yol yordam verdiği vb. tarzında uzun meseleyi tartışmayacağım burada.

Bu sürecin ilk etaptaki yapılaşmasına, yeni nesil Çin lider kadrosunun Batılı eğitim almış dünyayı tanıyan ve İngilizce konuşabilen bir ‘elit kadro’ oluşunda tanıklık ederiz. Lee daha da ileri giderek bu ‘sınıfın’ kelimenin gerçek anlamıyla ‘komünistlikle’ falan bir alâkası olmadığını, aksine eğitim süreçlerinin doğrudan bir yansıması olarak pragmatisliği alabildiğince benimsediğini, zenginleşmeyi ve teknolojik gelişmişliği hedeflediğini iddia eder (s. 29).

Bir dönem, Japonya dünyanın ikinci en büyük ekonomisiyken Çin’de gerçekleşen devrim niteliğindeki kararla küresel ekonomi politikalarına endekslenme bugün Çin’i ABD ile karşı karşıya getiriyor izlenimi veriliyor. Güney Çin Denizi’ndeki Adalar sorunu özelinde bölge ülkeleriyle ağız dalaşının ötesine geçme yönündeki göstergelere rağmen, Lee’ye göre, ABD-Çin hesaplaşmasının pek o kadar da kolay ortaya konamayacak gibi gözüküyor. Ekonomisi hasarlı olsa da, ABD’nin teknolojik ve askeri üstünlüğüne karşı Çin’in ekonomik gücüne rağmen, henüz ABD standartlarında bir teknoloji ve askeri üstünlüğü yakalayamamış olmasının rolüne dikkat çekiyor... Bu noktada bu iki güç arasında barışın “Güneydoğu Asya’dan” geçtiği konusundaki görüşümüze destek bulduğumuzu ifade edebiliriz. Son dönemde Malezya ve Endonezya’nın Çin’le giderek artan ekonomik etkileşimlerinin ardında, ABD’nin bölgede kurmaya çalıştığı “dengelerin” bir yansıması kuşkusuz ki. Aynı ülkeler silah depolarını da ABD’den veya müttefiklerinden tedarik ediyorlar hiç kuşkusuz ki... İki güç arasında, yani ABD ve Çin bilek güreşinde, özellikle ASEAN ülkelerinin manevra alanının genişlediği gözlemleniyor. Bu alanı maharetle kullanabilmek ise söz konusu ülkelerin siyasi eliti ve bürokrasisine bağlı.

O zaman, ABD niçin bölgeye bu kadar ‘yükleniyor’ diye sorulabilir. Bunun tarihin bir tekerrürü olduğunu ileri sürersek abartmış olmayız. 1400’lü yılların sonunda Hint Okyanusu’na açılan Avrupalı güçler varlıklarını Hindistan-Malaka Boğazı-Takımadalar ve Çin’e doğru yaygınlaştırdıkça ‘iştahlarının’ daha da bir kabardığına tanık olunur. Sömürgeleştirmiş, yetmemiş emperyalistleştirmiş yetmemiş ulus-devletleştirmiş olduğu bu coğrafyada sözde ‘bağımsız’ ülkeler bütününün hâlâ Batıyı besleyecek içi dolu birer ‘hangar’ olduğunu anlamak zor değil. Kaldı ki, devir dünkü devir de değil pek. Artık Batı’nın ‘aklıyla’ ürettiğini tüketecek milyarlar var bu coğrafyada. Daha önce bir başka yazı vesilesiyle söylediğimiz gibi kapitalizm için merkez ha Washington olmuş ha Beijing pek farz etmez. Önemli olan ‘sistemik eyleme’ halel getirilmemesidir. Yukarıda Lee’den alıntıladık ya... Çin’in komünist ideoloji, eşitlik ve hürriyet gibi değerlere karşın son dönemde öne çıkan siyasi formatı ‘kapitalizmdir. Amerika da bu kapitalizm seferberliğinde Çin’i alabildiğine teşvik edecek ve dünya ekonomisine adaptasyonunu sağlayacak bir mekanizmanın peşinde (s. 84). Son APEC projesiyle Çin’i çevirme projesi de bunun bir parçası mıdır acaba?

Bugün Çin, adına 3. Dünya denilen bütünü için siyasi ideolojiyle mi, yoksa ekonomi politikaları ile mi göz kamaştırıyor? Bu arada bir de uyarı da bulunalım. Çin’i Amerika’ya karşı rakip görüp de ona yanaşma çabalarının temelde aynı kampa oynamak ya da oynamamakla alâkası var. Daha da ötesi yok bu işin. Amerika’nın Çin’i alttan almamasının ardında Anglo-Sakson ırkçılığı yatıyor diyebilir miyiz? Öyle yaz, özgürlükler yurdu Amerika’da hâlâ ırkçılık varlığını gizli/açık sürdürebiliyorsa, iş küresel hegemonyaya gelip dayandığında Amerika’nın meydanı ‘çekik gözlülere’ bırakmayacağı tartışılabilir mi?

Son söz olarak acaba diyorum Türkiye’de köklü üniversitelerden birinin davetlisi olarak Lee Kuan Yew’un ülkemize getirilemez mi? Dr. Mahathir’i dinleyenlerin muhalifini dinlemelerinde de fayda olacağına şüphem yok. Lee’nin meydan okumalarının işimize çokça yarayacağını söyleyebilirim.

http://www.dunyabizim.com/Manset/14954/le-kaun-yew-dunyayi-singapurdan-ogrenin.html